(6) RE: DOĞDULAR, YAŞADILAR HİKÂYESİ VE HAYAT KESİTİ ÖDEVİ.
Mu…… Pa…. 27 Kasım 2012 00:18:21
Hayırlı akşamlar Mu...çığım. Yazıların oldukça güzel olmuş. Eline, diline sağlık. Tefekkür kâbiliyetin gelişiyor, daha da gelişecek İnşeallah. İşte böyle düşündürücü konular insanın bâtınî gelişimini sağlayıcı sebep-ler olmaktadır. Bu da ayrı bir eğitim sistemidir. Ancak bu çalışmalar kişi-nin kendini bilmesi, tanıması ve ifade etmesi bakımından mühimdir. Gayemiz kişileri imtihân etmek değil, bu tür çalışmalarla kişinin özgüve-nini sağlamasını ve irâde gücünü ortaya çıkarabilmesini temin etmektir. Evvelâ böyle küçük küçük yazılarla başlayıp, daha sonra daha uzun ve daha geniş mevzûlu yazılara alıştırmak içindir. Cenâb-ı Hakk daha nice-lerini nasip eder İnşeallah. Herkese selâmlar. Hoşçakal. Efendi Baban.
*************
Efendim, selâmün aleyküm,
Öncelikle sizin ve ailenizin sıhhat ve afiyetinizin iyi olmasını yüce Allah'dan diliyorum.
Ödevimizi verdiğiniz tarihten beri düşündüm. Konuyla ilgili ara ara notlar aldım ve aşağıdaki gibi sonlandırmaya gayret ettim. Ayrıca ekte dosya olarak da iletiyorum.
Şimdiden kusurlarım için affınıza sığınıyorum.
Mu…… Pa…..
*************
DOĞDULAR YAŞADILAR HİKÂYESİ
Allah'ın varlık alanında bilinmeyi istemesi ve bu istemenin aşk tecellîsiyle/zuhûruyla Hakîkat-i Muhammediyye'de nûr olarak ilk kademede belirmesi, akabinde sıfat, esmâ ve ef’al mertebelerinde bu sevginin açılması hala zihnimi kurcalayan büyük bir soru. Bu süreci idrâk edebildiğim söylenemez, hatta yanlış bir tasnif yapmış da olabilirim. Kısaca, yazacaklarım kıt anlayışımın tezahürleri olacağı için şimdiden affınıza sığınıyorum
Kul olarak nasıl bir istikamete gideceğimin işaretleri veya ne yapacağımın detayları kader defterinde yazılı olduğuna göre, hikâyedeki doğdular, yaşadılar, öldüler ve öldürdüler cümlesini nasıl anlamalıyım?
Evvelâ, bu cümleden hareketle hikâye şöyle yorumlanabilir mi diye düşündüm: Padişah kelimesi bu tarz anlatılarda genel itibâriyle kâmil insanı temsil ediyor olabilir. Dolayısıyla hikâyedeki padişahı kâmil bir mürşid olarak kabul edersek, doğmak kelimesiyle şeriat, yaşamak kelimesiyle târîkat, öldürmek kelimesiyle hakîkat, ölmek kelimesiyle marifet kastedilmiş olamaz mı? Yine aynı şekilde bir başka açıdan yorumlamayla, bu kelimeler iç yolculuğunu tamamlayan padişahın (kâmil kişinin) yolculuğun ileri safhasında karşılaştığı hazret makamlarını temsil ediyor olabilir mi? Öyle ki: ef'al mertebesi doğmak, esmâ mertebesi yaşamak, sıfat mertebesi öldürmek, zât mertebesi de ölmek kelimelerinin temsilleri olamaz mı? Nihayetinde Hazarât-ı Hamse mertebelerinin son basamağında İnsan-ı Kâmil ortaya çıkıyor.
Düşüncemi biraz inceltmeğe gayret edersem. Padişah (aslında padişah adayı olarak düşünmek daha doğru) insan olarak dünyaya konuk olduğunda (doğduğunda) varlık alanında bir nizamla karşılaşıyor. Bu şeriata karşılık geliyor denebilir. Ya da İslâm dini özelinde düşünürsek, padişahın İslâm’ı kabul etmesinden sonra şeriatı uygulama-ya başlamasını, kısaca yeni bir nizama girmeyi kabul etmesini doğum olarak düşünebiliriz. Dolayısıyla padişah şeriata sıkı bir şekilde bağlı idi. Fakat padişah şeriatla tatmin olmadı ve bu nizamın mekanikliğinden kurtulup duygu mertebesine geçmek istedi. Târîkat bu noktada sadra şifa bir başlangıç idi. Böylelikle padişah doğduğu topraklarda yaşamayı öğrendi; târîkata tutundu. Târîkat sürecinde nefsini terbiye etmeye başladı. Ne var ki yaşadıkları duygu olarak onu tatmin etti ama fikri olarak etmedi. Tefekkür yönünden eksiklikler hissetti. Bu hal/süreç onu bir başka aşamaya, yani hakîkat dalına yükseltti. Burada özellikle nefsini terbiye etmiş olan padişah, tefekkür hayatı ile kimliğini iyice şekillendirdi ve hüviyet kazanmaya başladı. Padişahlar padişahını tefekkür âleminde idrâk etmeye başladı ve bununla birlikte padişahlar padişahına karşı ciddi bir muhabbet beslemeye başladı. Bu sebeple padişahlar padişahının sevgisi/aşkı sayesinde önüne çıkan bütün engelleri aştı. Ne zaman ki öldürdü ve manevî muharebeleri kazandı, o vakit marifet mertebesine geçti. Burada kendi aradan çekildi ve ‘O’ kaldı. Kısaca öldü ve padişah ismini almağa hak kazandı. Çünkü artık kâmil bir insan idi. Dolayısıyla hikâyede geçen “doğdular, yaşadılar, öldürdüler ve öldüler” cümlesiyle özetlenen hikâye, padişah olma kumaşını taşıyan bir insanın padişah olma seyr-ü sülûku olarak düşünülebilir.
Bir başka mertebeden baktığımızda şöyle de yorumlanabilir belki: Âdem olarak dünyaya gelen padişah (padişah adayı), nefsin 7 mertebesini (emmâre, levvâme, mülhime, mutmeinne, râdiye, mardiyye, sâfiyye) hakkıyla geçtikten sonra kendini tanıma yolunda iç yolculuğunu tamamlar. Daha sonra, iç âlem yolculuğunun akabinde, dış âlem yolculuğuna başlar. Çünkü iç âlemi bilmeden dış âlemi bilmek pek mümkün olamayacaktır. Burada derviş Hazarât-ı Hamse’nin ilk mertebesi olan Tevhîd-i Ef’al mertebesini idrâk eder. Allah’ın fillerinin birliğinin tezahür ettiği İbrâhîmiyyet mertebesini idrâk ederek doğumunu ilân eder. Tevhîd yolunun ilk basamağını Hz. İbrâhîm’in makamından yaşar. Akabinde dış yolculuğuna devam ederken Tevhîd-i Esmâ mertebesine ulaşır. Burada Mûseviyyet mertebesi çerçevesinde Hz. Mûsâ makâmında yaşamaya yani dünyayı anlamaya başlar. Öyle ki bu yaşantısında padişahlar padişahıyla tenzîhî bir irtibat kurar. Fakat bu irtibatın yetersiz olduğunu görünce yoluna devam etmeye karar verir. Sıfatların birliğinin tezahür ettiği Îseviyyet makamıyla öldürmeyi, yani dünyada önüne çıkan, onu dünyaya bağlayan bağlarını kesmeyi gerçekleştirir, Tevhîd-i Sıfat makamına gelir.
Bu süreçte padişahlar padişahıyla teşbîhî bir irtibat kurar. Dünyaya dair bütün bağlarından koptuğunu düşünür. Ne var ki tefekkür sonucu bu hâlin Hz. İsâ makamında yaşandıktan sonra sıyrılınması gereken bir hal olduğunu kavrar. Çünkü tevhîd ilkesinin zuhûr ettiği Hakîkat-i Muhammediyye izinde ölmesi gerekmektedir. Nihayetinde geldiği bu Tevhîd-i Zât mertebesinde ölür ve İnsan-ı Kâmil mertebesine geçer ve bir anlamda yeniden doğar. Hikâyede yazılan ve zamanla padişah tarafından kâtiplere sadeleştirilen kısımlar, nefsin yedi mertebesindeki halleri kapsıyor denebilir. Fakat bu mertebelerin hükmü, Hazarât-ı Hamse ortaya çıktığında kalkıyor. Çünkü buradaki yaşantılar bir temsil olarak olması gereken hâle kavuşuyor. Öyle ki dört kelimeyle bu temsil yerli yerini buluyor. Dolayısıyla hikâyede geçen “doğdular, yaşadılar, öldürdüler ve öldüler,” cümlesiyle özetlenen hikâye, seyr-ü sülûkta nefsin yedi mertebesini aşmış olan insanın Hazarât-ı Hamse mertebelerindeki padişah olma seyr-ü sülûku olarak düşünülebilir.
Her iki seyr-ü sülûk yorumunda tarihçiler, müridler olarak yorumlanabilir. Öyle müridler ki, mürşid-i kâmilleri onlara bir hayatın nasıl yaşandığını ve yaşanılan hayatın nasıl bir temsile kavuştuğunu öğretiyor.
Evet, kendi adıma nasıl bir tarih/cümle isteyebileceğim yine kader perspektifinde Hakîkat-i Muhammediyye nûrunun neresinde konumlan-dığım ile yakından ilgili gibi. Ben kimim? Ben yok isem olan ne? Sadece ‘O’ var ise ben neredeyim? Dünyanın varlık mertebesi ben'i nasıl bir alana sıkıştırıyor? ‘O’ beni seviyorsa dünya bir aşk tarlası değil mi? Aşkımızı ilân etmenin bir zamanı var mı? Dünya neresi? gibi sorular zihnimi kurcalarken nasıl bir cümle yazabilirim?
Bu anlamda dünya âhiretin tarlasıdır hükmünce tarlada yapılıp edilen her şeyin nihayetinde oldukça kısa ifade edilen ‘kâmil insan olmak’ maksadını taşıması anlamlı mı? Böyle düşündüğümde uzun uzun cümlelere, kitap ciltlerini dolduracak kelimelere ihtiyacım yok gibi düşünüyorum. Tıpkı hikâyedeki gibi.
Hayat, uzun yazılamayacak kadar kısa, bütün kıymetlerin tezgâhı olması itibâriyle de uzun. Buradan hareketle cümlemi şöyle kurabilirim: Doğdular, yaşadılar, öldürdüler, öldüler, tekrar doğdular.
Kısaca hikâyedeki son cümleye ‘tekrar doğdular’ kelimesini eklemek isterdim. Çünkü nihayetinde hayat, seyr-ü sülûkun neticesi bazı temsili kelimelerle tanımlanabilir. Yukarda yorumlamaya çalıştığım gibi, söz konusu kelimeler seyr-ü sülûkun ana durakları olabilir. Ve yine nihayetinde bu süreç, yepyeni bir doğuma gebe olarak yorumlanabilir. Ama hâlihazırdaki seyr-ü sülûkumun bu cümleyi kurduramayacak keyfiyette olduğunun da farkındayım.
HAYAT HİKÂYEMDEN BİR BÖLÜM
Hayatımda insanın nihai gideceği zirve noktanın cennet olduğu fikrini öğrendiğim zamanlardı. Bu düşünceden rahatsız değildim. Gel zaman git zaman bir gün okulda bir arkadaşımın, “Cennet sıkıcı bir yer değil mi?” sorusuyla karşılaştım. Arkadaşıma göre insanın dünyada elde edemediği nefsi bazı hallerin cennette sınırsız bir şekilde karşılığının olması sıkıcı bir şeydi. Daha doğrusu bu hal, bir müddet sonra sıkıcı gelmeyecek miydi? Öğrendiğim bilgiler çerçevesinde arkadaşıma bazı cevaplar vermiştim. Ama aklıma da bir soru düşmüştü. Gerçekten de cennetin dünyadaki nefsi hallerin sınırsız karşılık bulduğu bir yer olması sıkıcı olamaz mıydı? İlk defa cennet tahayyülümde bir gedik açılmıştı. Arkadaşımın sorusu, üzerine ciddi düşünmediğim bir husûsu gündemime sokmuştu. Aslında bu gedik benim Allah tahayyülüme de ilişti. Allah bizi cennetine hapsetmeye mi düşünüyordu? Yoksa Allah’ın arzusu başka bir şey miydi? Bir müddet bu soruya cevap bulamadım. Daha doğrusu eski tas eski hamam hesabı eski cevaplarımla yetindim ve sorumu toprağın altına gömdüm. Ne zaman ki Terzi Babam’ın sohbetlerini dinlemeye başladım, bu soru tekrar gündemime girdi. Öyle ki, artık beni tatmin edecek bir cevâbım vardı. Her ne kadar fehmetmekte zorluk çeksem de.
Mu…… Pa…….
(7) RE: İKİ KONUDAKİ YAZI
Si…… Se….. 28 Kasım 2012 12:07
Hayırlı günler Si... Oğlum. Yazını açtım, okudum, kaydettim. Oldukça güzel olmuş. Ellerine, diline sağlık. Duygu ve düşüncelerini güzel ifade etmişsin. Cenâb-ı Hakk tefekkür ufuklarını açsın İnşeallah. İş ve hayat sıkıntılarına gelince. Bunlar yaşadığımız dünya hayatının şartlarındandır. Çünkü bu dünyada cennet ve cehennem birlikte yaşanır. Bundan kimse istisnâ olmaz. Ancak bir farkı vardır; kendini bilmeyen gaflet ehli geçekten sıkıntılı cehennem sürelerini çok sıkıntılı geçirir, cennet sürelerini de çok gaflet ile geçirir, hayatının farkında bile olmaz. Çünkü daha henüz "Âdem-i mânâsı" ile yeryüzüne-beden arzına ayak basmamış, hayâl âleminde yaşamaktadır. Diğer taraftan kendini ve âlemin hakîkatlerini bilen kimse için bunların anlayış tamamen başkadır, çünkü onlar acı ve tatlıyı birbirine karıştırıp tek şey yapmışlardır. Onların dertleri sadece Hakk derdi olmuştur. Bu dert ise bütün dertlerin şifasıdır. Kendilerine gelen sıkıntılı bir zaman bölümünde Rabb'larına sığınırlar ve bu sayede arkalarında büyük bir gücün varlığını hissedince sıkıntıları çok daha hafiflemiş olur. Başlarına zaman bölümlerinin bir parçasında da güzellik ve rahatlık zuhûra geldiğinde onun da şükrünü eda edip yine Rabb'larına yönelirler. İşte bu rahat devrelere çok dikkat etmek lâzımdır, çünkü nefs kendine hemen pay çıkarıp gaflete, yani kendi hayatına dönmek ister. İşte irâde bu sahada çok lâzım olur. Eğer kişinin vakti var da rahatlığından dolayı rehavete düşerek görevini aksatıyor ise kayıptadır. Eğer kişi gerçekten samimi olduğu halde bazı dış zorlamalar itibâriyle görevini yapamıyor ise ona ruhsat vardır. O an yapamayabilir. Eğer vakti olmuyor ve o günün dersi yarına kalıyor ise bunlar nafile ibadetler olduğundan ve kazâsı olmadığından geçip gitmiş oluyor. Her yeni günün görevi o günün içinde yapılabilirse yapılıyor, aksi halde geçmiş oluyor.
Burada mühim olan bir şey var, sen de ondan bahsetmişsin. Eğer kişi fiili nafile ibadetlerini çaresizlikten dolayı yapamamış ancak rabıtasını devam ettirmişse bu husûs yerli yerincedir. Zâten gerekli olan Hakk’ın gönülden çıkartılmamasıdır. Bunu ta’rîf bâbında "el işte, gönül dostta" denmiştir. Ancak sıkışık durumda yapılamayan ibadetler farz olanlar ise, bilindiği gibi, bunların ilk fırsatta kazâsı lâzım gelmektedir. Ehlullah’tan biri, hayatının bir bölümünde bakmış ki dünyalık her şey yolunda, hiçbir sıkıntısı yok, derinden düşünerek, "Eyvah! Rabb'im beni unuttu," demiştir. Rabb'in unutması ise en büyük hüsrandır. Biz Rabbımız’ı unutmaz isek O da bizi unutmaz. Yaşadığın hâl tasavvuf lisanı ile (Kabz ve Bast) tabir edilir. "Kabz" sıkıntı ve "Bast" ise açılmadır. Bunlar birbirini kovalar dururlar; tâ ki daha ilerilere doğru yol alıncaya kadar.
Üzerimizdeki beşerîyet elbisesi her türlü halden etkilenir. Bu da zâten doğaldır. Mühim olan hayatın gafletinde değil, bilincinde olmaktır. O yüzden, "bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?" denmiştir. Cenâb-ı Hakk her türlü dünya ve âhiret işlerinde kolaylıklar nasip etsin İnşeallah. İnsanın hayatında beş-on veya daha değişik senelerde çok verimli bir zaman süreci olur. O zaman sürecindeki bereketi biriktirmesi lâzım gelir. Bu yüzden çok fazla çalışması da lâzım gelir. O zaman önceliği o çalışmaya vermek lâzım gelir, çünkü esnaflığın maaş garantisi yoktur. İş çok olduğunda çok çalışmalı. Daha sonra verimsiz zamanların kaybını böylece önlemek lâzımdır. İşte bu tür işlerin daha az olduğu zamanlarda da bâtınî yöndeki işleri arttırmalıdır. Böylece bir denge oluşmuş olur.
Benim dünya için çalıştığım yaklaşık atmışa yakın senemin hâlini sana anlatsam senin çalışma durumun belki onların yanında Beyoğlu’nda gezmeye çıkmak gibi kalır. İnsan sadece içinde bulunduğu hâli bilir ve en çok sıkıntıda olanın da kendi olduğunu zanneder. Kişinin birisi hâlinin ne kadar sıkıntıda olduğundan bahsedince, diğeri, “sen benim hâlimi bilsen bulunduğun yerin cennet olduğuna inanırsın,” demiştir. Tabii ki bütün bunlar değerlendirme halleridir. Cenâb-ı Hakk adalet sahibidir, kuluna çekemeyeceği yükü vermez; vermiş ise onu çekebilecek kâbiliyeti de vermiştir. Çünkü "Lâ yükellullahu nefsen illâ vusaha" "biz bir nefse çekeceğinden fazlasını yüklemeyiz" kesin hükmünü vermiştir. Cenâb-ı Hakk cümlemizi bu dünya eğitim ve tecrübe sahasından alnımızın akı ile mezun olmayı nasip etsin İnşeallah. Herkese selâmlar. Hoşçakal. Efendi Baban.
*************
Efendim selâm ve saygı ile,
Doğdular, yaşadılar, öldürdüler, öldüler.
Hikâyenin anlamını kavrayabilmek için, cüzlerden külle doğru gitmeyi deneyeceğim.
Padişahın bu çalışmayı yaptırmasındaki amaç kendinden sonrakilere yaptıklarını aktarmak istemesidir. Bu çalışma ile dünya hayatını değer-lendirmek istemektedir. Bir nevi kendi kendini hesaba çekmek için bu tip bir çalışmayı görmek istemiştir.
Hikâyedeki bir diğer önemli unsur, padişahın yaşı ilerledikçe, ölüme yaklaştıkça tavrındaki değişikliktir. Bu tavır değişikliği şu şekilde değer-lendirilebilir: Zaman ilerledikçe, padişah için yapıp ettikleri hep teferruat olarak görülmektedir. Ölüme yaklaştıkça, padişah yapıp ettiklerini bir nevî elemeye tâbi tutmaktadır. Bu eleme gittikçe sertleşmekte, yazılan kitabın hacmi küçülmektedir. En son gelinen noktada 4 kelime vardır.
Padişahın "şimdi olmuş" dediği hâli ile hayatının özeti 4 kelimeden oluşmaktadır. Bu 4 kelimden üç tanesi yaşayan tüm canlılar için ortak kaderdir. Doğmak, yaşamak ve ölmek eylemleri olmadan zâten insan var olamaz, sorumlu olamaz, sorumlu tutulamaz, sorumluluk hissetmez. Bu üç eylem içerisinde "yaşadılar" kısmı canlılar arasında fark yaratma potansiyeline sahiptir, diyebiliriz. Fakat burada padişahın nasıl yaşadığına dair herhangi bir detaya ihtiyaç duymaması "yaşama eylemini" aynılaştırır. Nasıl yaşadığının bir önemi yokmuş sonucu çıka-bilir. O yüzden bu üç kelimede bir sır saklanmaması muhtemeldir.
"Öldürdüler" kelimesi sır için bir bâb olabilir. Zâhir mânâda padişah için düşünürsek, yaptığı savaşların ceddine intikalini isteyen biri olarak, öldürülenler düşmanları olabilir. Bâtın mânâ için cihadın en büyüğü, savaşın en çetini nefs ile olan olduğuna göre, öldürülen "nefs" olarak algılanabilir. Nefsin öldürülmesi onun yok olması mânâsında kullanılma-maktadır. Nefsin aslına döndürülmesi, emmârelikten kurtulması mânâ-sındadır.
Asıl mevzû nefs ile mücadeledir. İnsan öldükten sonra geriye kalan ve anlamı olan tek değer nefs ile olan ilişkinin durumudur. Bundan gayrı insana ait bir değer söz konusu değildir. “Bir insanın hayatında bir ömür boyunca yaşanan onca şey aslında bir tefferuattan ibarettir,” demek biraz yanlış olabilir. “Nasıl yaşandığının önemi, insan-nefs ilişkisine yaptığı etki miktarıncadır,” demek daha yerinde olur.
Kendi hayatıma dâir
Efendim, bu kısımda elimden geldiğince düşüncelerimi size aktar-maya gayret edeceğim. Düşüncelerimi diyorum, çünkü yaşadığım bir olayı aktarmaktansa düşüncelerimi yazmayı düşünüyorum. "Doğdular, yaşadılar" hikâyesinden de hareket ile yaşanılan şeylerin bâtın mânâdaki anlamlarının toplamı olarak gördüğüm düşünceleri yazmak istiyorum. Lâkin yoğun bir kafa karışıklığı içerisindeyim. Size sormayı düşündüğüm bazı konuları da bu yazı içerinde aktarmış olacağım.
Öncelikle kendimi yanlış ifade etmemek için birkaç bilgi vermek istiyorum. Allah, 31 yaşıma geldiğim şu günlere kadar dünyevi mânâda ne istediysem lütfetti. Şükürler olsun. Son olarak da çok güzel bir kız evlât verdi. Binlerce şükürler olsun ki, çok mutlu bir ailem var. Maddi mânâda da her şey yolunda. Öyle ki, geçen ramazan tüm oruçlarımın öncesinde kabul olması temennisiyle ettiğim dua "şükürlerimin kabul edilmesi" idi. Kendim ile ilgili bu bilgiden sonra sıkıntılı olduğum konulara gelmek istiyorum.
Yazının başında da belirttiğim gibi, hayatıma dair bir olayı size aktarmak yerine düşündüklerimi, teffekürlerimi aktarmak istiyorum. Sizinle tanışmadan öncesine kadar, hayatıma dair önemli anlar vardı benim için. Sizinle tanıştıktan sonra yaşanılanların anlamı/anlamsızlığı farklılaştı. Siz şöyle demiştiniz. "Çalışmalara başladıktan sonra, bir arabanın yolda gitmesi gibi, devamlı gördüklerin değişmeli, eğer yerinde sayıyorsan gördüklerin değişmiyorsa zorlamanın mânâsı yok." Benim için aynen bu şekilde oldu. Düşünce dünyam o kadar hızlı değişmeye başladı ki artık gördüklerim eskisi gibi değil. Dünyayı farklı algılamaya başladım.
Geçmişte çok fazla nefsime uyup haram işler yapmış biri olarak, cum’a namazlarını ve orucumu asla kaçırmadım. Son 4 yıldır namaz-larımı da aksatmıyorum. Böyle bir mü’min olarak yaşamaya çalışırken içimde hep var olan bir sıkıntı vardı. Bu sıkıntı dünyada var olan, haya-tımdaki herhangi bir şeyden kaynaklanmayan, nedenini açıklayamadığım giderek derinleşen bir sıkıntıydı. Bir mertebede bir şeyler yaşıyordum. Olumsuz herhangi bir veri olmamasına rağmen, bu sıkıntının var olduğu mertebede her şey mânâsız geliyordu. Farzları yerine getiren bir mü’min olmak bu sıkıntıyı hafifletmiyordu. Arayışlarım devam etti ve sonunda Allah bana sizi tanımayı lütfetti.
Size sorular sormuyordum ama sohbetleriniz sırasında sorularıma cevap buluyordum. İçimdeki sıkıntıya bir anlam vermeye başladım. Bu sıkıntının aslımı bilmemekten kaynaklandığını anlamaya başladım. Aslını bilmediğim "ben"i, başka bir şey gibi konumlandırdığım içindi bu sıkıntı. Gönlüm şimdi de olduğu gibi sizinle doldu. Şükürler olsun.
Verdiğiniz ödevleri uygulamaya başladıktan çok kısa bir süre sonra çok ciddi değişiklikler fark ettim. Rüyalarımı sizinle paylaştım. Normalde hiç yaşamadığım bir şeydi bu tip rüyalar görmek. Sizin yönlendirme-lerinizle her şey çok güzel gidiyordu. Bu konuda ben bile yaşadıklarıma hayret ediyordum. O dönem sizin sohbetlerinizin yanında internetteki geçmiş Fusûsu´l-Hikem sohbetlerinizi de takip ediyordum.
Bir vesile ile Manisa’ya ailemin yanına gittik. Benim babam da annem de 5 vakit namazında olmalarına karşın şeriat mertebesinde kalmayı tercih eden insanlar. Bu yüzden size olan intisabımdan onlara bahset-medim. Anlayamayacaklarını düşündüğüm için de Manisa'da bulun-duğumuz bir hafta süresince ödevimi yapmadım. Ne olduysa bundan sonra oldu. Yazdı ve siz İzmir'deydiniz.
Benim Allah’a şükür maddi bir sıkıntım yok diye söylemiştim size. Kendime ait bir firmam var. Onunla ilgili işler yaparak maişetimi kazanmaya çalışıyorum. Siz de iyi bilirsiniz, ticari faaliyetlerde kendini çok güvende hissetmek pek mümkün bir şey değildir. Çok sıkı çalışmak gerekiyor. Ben de bu rızık işinde sanki benim elimdeymiş gibi çok endişe yapıyorum. Manisa'dan döndükten sonra işler yoğunlaştı. Bu yoğunlaşma yüzünden çok geç saatlere kadar çalıştığım oldu, sık sık. Çoğu zaman sabahlayarak işleri yetiştirdim. Bu dönemde de ödevlerimi yapamadım/ yapmadım.
Bazı dönemlerde birkaç gün işin yoğunluğunun azaldığı zamanlar oldu ve farkına vardım ki ben ödevleri yapmamayı bir alışkanlık hâline getirmişim. Gönlüme baktım. (Siz çok daha iyi bilirsiniz.) Sizin gönlümdeki yerinizde en ufak bir değişme yok. Aksine size olan sevgi giderek artıyor. Size olan sevgimden dolayı da utandım. Hem ödevlerimi yapmıyordum, hem de sizi sevdiğimi söylüyordum. Kendime biraz kızdım. Sonra işlerin yine yoğunluğu başladı. Kendimle başbaşa kalamadığım için çok fazla düşünmeden geçirdim bir müddet. Arada ödevlerimi yaptım. Ama meselâ bir gün Tebâreke Sûresi’ni okumuyor-dum, bir gün Kelime-i Tevhîd’leri tam yapmıyordum. Özet ile ödevlerimin hakkını vermemeye başladım. Geceleyin hiçbir zuhûrât görmemeye başladım. Ödevlerimi aksattığım için zuhûrâtların kaybolduğunu düşün-düm.
Zuhûrâtlar kaybolduğu halde, idrâk düzeyim geriye gitmedi. Hatta ilerledi bile diyebilirim. (Belki de ben öyle sanıyorum.) Mesela, eskiden dua ettiğim farklı konular vardı. Sağlık, sıhhat, afiyet, helalinden bol kazanç için dua ederdim. Zamanla dua etmediğimi fark ettim. Ettiğim tek dua "şükürlerimin kabul olması" içindi. Ramazan boyunca şükür-lerimin kabulü için dua ettim. Başka bir şey için dua etme isteği içimde yoktu. Sizin evinize misafir olup sohbetinizi dinlediğimizde bunu size sordum.
Ödevler konusunda eski şevki edinebilmek için yollar düşündüm. Maişet kazanma konusundaki endişem o kadar fazla ki, o konuda sıkıntı yaşamamak için hep birinci önceliğim o oluyor. Siz sohbetinizde "hayatınızdaki birinci sıradaki derdiniz bu olmazsa bu iş olmaz,” dediniz. Ne yazık ki ben bunun önüne geçemiyorum. Daldığım zamanlarda, maişet konusunda kafa yorarken buluyorum kendimi. Rızık mevzû-sundaki Allah’ın takdirini iyi bildiğim halde, sanki benim elimdeymiş gibi bu konuda dert sahibi oluyorum. Artık ödevlerimi yapmama nedenim bazen zamansızlık, bazen de tembellik. Karışmış durumda.
Muharrem’in başından beri riyâzet ve oruç ile ödevlerimi düzenli hale getirmeye çalışıyorum. 4 gün (hasta olduğum vakitler hariç) oruçlarımı da aksatmadım.
Tekrar tekrar bakıyorum gönlüme, size karşı sevgim giderek artmak-ta. Bunu siz daha iyi bilirsiniz. Lâkin ödevlerimi yapamadığım vakitlerde hem kendime kızıyorum, hem sizden utanıyorum. Maişet kaygısı inanın nefsime hoş gelen bir şey değil. Beni çok yoruyor. Ama buna engel olamıyorum.
Bu aralar yine dua etme isteği geldi içime. Size daha lâyık bir derviş olmak ve Efendimiz’in (s.a.v.) yolunda daha sağlam yürüyebilmek için dua ediyorum.
Bunları size anlatabilirim ancak. Ödevleri aksattığım halde size karşı mahçup olsam da, yine size anlatıyorum. Sizden başka anlayabilecek yok.
(8) RE: BU SENEKİ HİKÂYE.
Sa…… Me…… 2 Aralık 2012 23:57
Hayırlı akşamlar Me……. Hanım kızım. Mail’lere bakmaya İstanbul’dan geldikten sonra ancak vakit bulabildim. Sizinkileri de indirip okudum. Hikâye yazınız oldukça güzel olmuş, elinize, dilinize sağlık. Kısa sayılacak bir sürede epey yol aldığınızı gösteriyor. Onu da diğerleri ile birlikte dosyasına aktaracağım. Cevaplar diğer kimselerden de gelmeye devam ediyor. Cenâb-ı Hakk herkesin basiret ve idrâklerini açsın İnşeallah.
Zuhûrât ve düşünceleriniz de güzel. Ayrıca vakit bulunca onları da özetle cevaplamaya çalışacağım. Ancak bundan sonra zuhûrât gönder-diğinizde hangi derste olduğunuzu da bildirirseniz takip etmem kolaylaşır. Çünkü değişken olduğundan herkesin hangi derste olduğunu takip edemiyorum. Uygun bir zamanda dersinizin şu anda neresi oldu-ğunu bildirirseniz zuhûrâtlarınızı ona göre değerlendirmem mümkün olacaktır. Başarılar diler, selâm ederim.
İnşeallah pazar sohbetinden istifade etmişsinizdir, çünkü konular oldukça ağır mânâları kapsamakta idi. Ancak tefekkür ehline bunlar ağır gelmez. Yavaş yavaş sindirilir ve bu bilgiler daha sonraları tabiileşir. Ve kişi bu hakîkatlerle yaşamına huzurlu olarak devam eder. Cenâb-ı Hakk bu âleme geliş sebebini idrâk edenlerden eylesin İnşeallah. Selâmlar. Hoşçakalın. Terzi Babanız.
Dostları ilə paylaş: |