*************
Hayırlı akşamlar Efendi Babacığım,
Saygıyla ellerinizden öpüyor ve Nüket Annemiz’e de çok selâmlar ediyorum. Göndermiş olduğunuz ödevi elimden ve zikrimden gelenler ile cevaplamaya çalışacağım.
BİSMİLLÂHİRRAHMÂNİRRAHÎM.
Kûr’ân-ı Kerîm âyetleri dört kanaldan hitap eder. Bu dört kanal ef’al, esmâ, sıfat, ve zât mertebesi kanallarıdır.
İnsân-ı Kâmil Kûr’an-ı Kerîm’in ikiz kardeşidir; bu âlemde Hakk’ın en büyük aynasıdır. Doğuşumuz Hakk’tan halka iniştir. Hakk tarafından 18 bin âlemi aşarak dünyaya Âdem sûretiyle geçişimizdir. Bu da zaruri seyrimizdir. İnsanın yapısında 4 ana hakîkat vardır: beden, rûh, nefs, ve akıldır.
RÛH: Kur’ân Zât’tır. Bunun tecellîsi Zât-i zuhûrdur. “Hakk” esmâsı ile Hakk’tan dünyaya gelişimiz ve “Hay” esmâsı ile dirilişimizdir. Mânâdan maddeye olan bağlantı kontrol “Emir” ile yani “Rûh” ile oluyor. Halkiyyet Rûhu 4 kısımdır:
-
Rûh-u madenî
-
Rûh-u nebatî
-
Rûh-u hayvanî
-
Rûh-u insanî
Ve 4 emri namaz kılarak eda ediyoruz. Tevhîd ehli olup müşâhede etmeliyiz ve O’nun vechinden başka her şeyin helâk olacağını ve O’na döneceğimizi bilmeliyiz.
“Kahhar” esmâsı ile yaşarken nefsimizi kahredip öldürmeliyiz. Gönüldeki masivaları boşaltıp “Nûr” doldurmalıyız.
DOĞUŞ-YAŞAYIŞ-ÖLDÜRMEK-ÖLMEK
Bu 4 kelime yaşayışımız ve seyrimizdir. Âdem (a.s.)’dan Muhammed (s.a.v.) Efendimiz’e kadar uzun ve tek seyirdir. Cenâb-ı Hakk’ın önce âlem-i rûhu, oradan âlem-i nûru, en son da cisimler âlemini zuhûra getirmesidir. Bizler Allah'ın zâtından geldiğimiz için bu âlemde önümüzde duran deryayı görüyoruz. Deryadaki en küçük birim dahi bütünün aynıdır.
Kişinin kendi kimliğinden haberi olmayan zerrelerdir. Bu hakîkat ile yola çıkarak dönüş yoluna girmemiz gerekir. Âdemliğimizi idrâk edip, Hakk yolunda yükselmeye başlamamızdır. Ve yaşayışımızdır.
ELESTÜ BİRABBİKÜM'e verdiğimiz cevâbı unutmamalıyız. ÖLMEDEN EVVEL ÖLMELİYİZ. HAKK’LA BÂKÎ OLMALIYIZ.
Kâlp bir başka âlem içindir. beden de burası içindir. Bedeninle dünyada ol ama kalbinle âhirette...
Kendi Hayatımdan bir bölüm:
Biz üç arkadaş AVAM iken dini kitap satan Ömer Amcamız’a gider, sohbetini dinlerdik ve bazı sorular sorardık. Bize bir kitap verdi. "LÂDİKLİ AHMED AĞA" kitabın adı. Canlı evliya bu zamanda yok zannediyordum, çok etkilendim. 3 arkadaş bir araya gelip bu kitabı okuduk ve “acaba yaşadığımız şehirlerde Allah’ın bir veli kulu var mı?” diye düşündük. Ömer Amca bize müjdeli haber verdi. 3 kişi var dedi. Bizler bu 3 kişiyi de ziyaret ettik, birine intisap ettik. 4 sene sonra kendisi Hakk’a yürüdü. Arayış içindeydim. Allah TERZİ BABAM’IN elini öpmeyi nasip etti ve ilk defa katıldığım sohbetinden çok feyz aldım. Allah sizin evlâdınız olmamı nasip etti. Elhamdülillâh. Hürmetle ellerinizden öperim. N…..P…… Ba……
DOĞDULAR,_YAŞADILAR,_ÖLDÜRDÜLER,_ÖLDÜLER,_HİKÂYESİ__Ku….._Po….._1_Ocak_2013'>(20) RE: DOĞDULAR, YAŞADILAR, ÖLDÜRDÜLER, ÖLDÜLER, HİKÂYESİ
Ku….. Po….. 1 Ocak 2013
Hayırlı akşamlar ve hayırlı seneler Em…..ciğim. İnşeallah bu sene daha çok umduğuna nâil olursun. Yazın oldukça güzel olmuş, ellerine, diline sağlık. Dosyasına aktaracağım. Yazılar yavaş yavaş gelmeye devam ediyor. “Her zorlukla bir kolaylık vardır,” hükmü ile Cenâb-ı Hakk hâdiselerin üstümüzden geçişinde bizleri ezmemesi için kolaylıklar nasip etmektedir. Eğer bu ve herkeste başka olan benzeri sıkıntılar olmasa dünyadan "ham ervah-nefisler" olarak gider öyle kalırız, çünkü orada dozunda pişirecek ateş yok, ancak yakacak ateş vardır. Hakkında hayırlısı. Tespitlerin güzel olmuş. Bunlar da zorlukların kazançları olduğu böylece tahakkuk etmiş olmaktadır. Babana, annene, ablana ve herkese selâmlar. Hoşçakal. Efendi Baban.
*************
Selâmün aleyküm Efendi Babam,
Ekte arzu etmiş olduğunuz hikâyeyi gönderiyorum. Hayırlı günler dilerim. Em….. Ku…..
*************
BÖLÜM 1: DOĞDULAR, YAŞADILAR, ÖLDÜRDÜLER, ÖLDÜLER
Soru: Eğer siz olsa idiniz kendi hayat anlayışınız içinde bu cümleyi nasıl düzenlerdiniz?
Yukarıdaki soruyu cevaplamadan önce bu cümlenin ve bu cümleyi oluşturan hikâyenin ne mânâya geldiğini anlamaya çalışmak gerekiyor.
DOĞDULAR
|
YAŞADILAR
|
ÖLDÜRDÜLER
|
ÖLDÜLER
|
LÂ
|
İLÂHE
|
İLLÂ
|
ALLAH
|
ŞERİAT
|
TARİKAT
|
HAKİKAT
|
MARİFET
|
Yukarıdaki tabloda da görüldüğü üzere bu konuyu çıkış noktası bir olan iki ayrı yönden beraberce incelemeye başlayalım:
(1) Doğdular: Doğmak Â’mâ’iyyet’te görünmez, bilinmez vücûd dalgaları hâlinde iken esfelde görünür, bilinir hale gelmek demektir. İşin başı, temeli olması yönüyle şeriatı, Â’mâ’iyyet’ten zuhûr olması yönüyle de Lâ’yı anlatmaktadır.
(2) Yaşadılar: Yaşamaya, hayatta üzerimize gelen sevinçli ya da üzüntülü hâdiseleri tecrübe etmek ve bu hâdiselerle başa çıkabilmek için çeşitli yollar geliştirmek olarak bir tanım getirebiliriz. Bu noktada edinilen tecrübeler ve geliştirilen yollar bizim put(lar) edinmemize ister istemez yol açacaktır. Bir işte başarıya ulaştıkça başarılan işi put ederiz. Bir kişiyi sevince, onu put ederiz. Manevîyatta ise makamın zuhûr noktası olan duruma göre halîfe, rehber, şeyh, efendi, mürşid, nebî, resul… tatbîkatının görünme noktası olan kişiyi put ederiz. O kişiyi put etme hâli arttıkça, onun her söylediğini ayrı ayrı put etmeye başlarız. Yani doğurgan olan ilâhenin yeni ilâh ve/veya iâheler doğurmasına yol açmış oluruz. Târîkat mertebesinin özelliği gereği bu put edinme hâli beşer putlardan manevî putlara dönüşür. Padişahın tatbîkatında “biraz kısaltın” hükmü ile ileri nesillere onu put edecek aynı zamanda da ona put olabilecek kalın kalın ciltlerin daha hafif hacimli hale gelmesi şeklinde gerçekleşmektedir. Kesâfetten letâfete geçmeye başlamak da burada olmaktadır.
(3) Öldürdüler: Yaşadılar mertebesinde yaşanma esnasında edinilen putları yıkma yeridir. Her öğrenilen hakîkat yeni bir putun öldürülmesini sağlar. Bu husûsu padişah açısından ele alacak olursak; onunla ilgili önce ciltler dolusu yazı yazılmışken “kısaltın!” emrini vererek o yazılanların benliğinden kurtulma hâlini tatbik etmiştir. “Bana bir adım yaklaşana ben on adım yaklaşırım,” hükmü gereği onun “kısaltın!” emri ile o bir sürü cilt 1 cilde inmiştir. Yani Allah yazmakla görevli kişilere, yazmış olduklarını, padişahın O’ndan talebi üzere, 1 ciltte özetleyebilecek kadar ilham etmiştir. İşte “İllâ” yani “ancak” mertebesinin hükmü gereği teke inme hâli burada görülmektedir.
(4) Öldüler: Bu mertebeyi de önce padişah açısından ele alarak başlarsak; padişah bu 4 fiilden oluşan tek cümleyi görüp, “şimdi olmuş,” diyor. Burada padişahın hayatını anlatan bu cümlede padişah henüz ölmediği halde “öldüler” fiilini “şimdi olmuş” diyerek kabul ediyor. Demek ki buradaki ölme hâli ölmeden evvel ölmeyi (mutu kalbe ente mutu) anlatıyor. İşte marifet bu hâli giyinebilmektir. Bu hâli ise kişi “ben bunu giyiniyorum” diyerek giyinemez. Hakk kulda giyinir. Yani diğer bir deyişle, Ene’l Hakk sırrının kulda zuhûr bulmasıdır. Yani geriye ancak Allah kalır. Esasında zâten başından beri öyledir; ama biz bunun ne kadar bilincinde isek o kadar o hâli yaşarız.
Yukarıdaki anlayış dahilinde ele alındığında bu cümlenin Kelime-i Tevhîd’den başka bir şeyi anlatmadığı görülmektedir. O halde bu cümleyi düzenlemek demek Kelime-i Tevhîd’in doğru bir söz dizimine sahip olmadığını iddia etmek olur ki zâten böyle bir şey mümkün olamaz. O halde acaba bu soruyu soran makamın soruyu sormadaki arzusu bizim cümleyi kendi hayatımıza göre düzeltmemizden ziyade ekmel mükemmel düzenli olan cümleye göre kendi hayatımızı düzeltmemiz gerektiğine işaret etmek olabilir mi?
BÖLÜM 2: KENDİ HAYAT HİKÂYEMİZDEN BİR BÖLÜM
Bir önceki bölümle ilgili açılma 76-5 doğdular yaşadılar hikâyesi adındaki dosyayı okur okumaz gerçekleşirken, bu bölüm sözde kendi hayat hikâyem olmasına rağmen tam 69 gün sonra açıldı.
Bu hikâye bir klüpten bir başka klübe transferim ve o klüpte geçirmiş olduğum 2 yılı kapsamaktadır. Bulunduğum klüpte çeşitli problemler yaşıyordum ve hedefimin daha yüksek olmasından dolayı bir başka klübe transfer olma niyetim vardı. Buna uygun olarak da transfer olmayı arzu ettiğim klüpten bana teklif geldi ve sezon sonu itibâriyle de transferim gerçekleşti. Her ne olduysa da zâten ondan sonra olmaya başladı.
Transfer olduğum klüpte can ciğer arkadaşım diyebileceğim takım arkadaşlarımın tamamı, senelerce milli takımda beraber pek çok şeyi paylaşmış olduğum kişiler, benim transferimle birlikte, benimle alâkası olmayan bir konudan dolayı bana düşman oldular. Hatta benim klüpten kaçıp gitmem için takımın küçüklerini bana karşı kışkırttılar. Takımın antrenörü de yine benimle alâkası olmayan bir konudan dolayı yaşanan bu hâdiseler karşısında bana düşman olan bu oyuncuların yanında yer alacak her türlü hareketi gösterdi. Sonuç olarak özetle hakîr görülme tatbîkatı 2 sene boyunca o klüpte yaşandı. Olayları anlamlandırmaya her ne kadar çalışsam da o zamanlar buna yeterli bir anlam getirememiştim. Daha sonraları her peygamberin kendi hayatında haksız yere tahkir edildiği, zulme uğradığı, dolayısıyla Hakk yolunda ilerleme gayretinde, niyetinde olanların da bu manevî neşe ile neşelenmesi kadar doğal bir şey olamayacağı gerek lâfzen gerek ilham olarak bildirildi. Ancak son zamanlara kadar bu hikâyeyi yazmamı sağlayacak gerekli olan husûs henüz bildirilmemişti. Nasip bu güneymiş.
Henüz bu olaylar olmadan evvel, transfer olmamdan evvel, bana düşman olan o arkadaşlarımla konuşurken bir konu açılmıştı: Maça çıkarken takım için mi oynamak doğrudur, yoksa kendin için mi? Arkadaşlarım doğru olanın takım için oynamak olduğunu ileri sürüyorlardı. Bense kendin için oynamanın doğru olduğunu söylüyordum. Onların takım için oynama husûsundaki argümanları takımın kazanmasının herkese yarar sağlayacağı, kendin için oynamaksa egoistliğe götürüp maçta kendini başarılı gösterip takımın mağlubiyetine sebep olacağıydı. Benim argümanımsa, kendisi için oynayan kişinin yapacağı en akıllı hareketin takımın kazanmasını sağlayacak işi yapmaktan geçtiği, takımın kazanamaması hâlinde kimsenin aklında o kişinin harika oyununun kalmayacağı, aksine tabelâdaki mağlubiyet skorunun akıllarda kalacağıydı.
Bununla birlikte ikinci bir argümanım daha bulunmaktaydı. O da kişi takım için oynarsa takımını değiştirdiğinde kafasındaki takım mantığının (putunun) yıkılacağı ve dolayısıyla eski oyununu oynayamayacağı. Halbuki kendisi için oynarsa nereye giderse gitsin aynı performansı sergileyebileceği idi. Ancak bugün anlıyorum ki ne takım için ne kendin için; yaptığın işi Allah için yapmak en hayırlısıdır. O gün o olanlar olmasaydı, yıllardır ilme’l söylenen bu söz bu gönülde vücûd bulamayacaktı. Allah râzı olsun.
Em… Ku…
(21) RE: 76-5 DOĞDULAR- YAŞADILAR.
Se…… So…… 5 Ocak 2013
Aleyküm selâm Se…. Kızım. Hamdolsun şimdilik iyiyiz. İnşeallah sizler de iyisinizdir. Gönderdiğin yazını aldım, oldukça güzel olmuş, eline, diline sağlık. Gelişmelerini gösteriyor. Onu da dosyasına aktaracağım. Yazılar gelmeye devam ediyor, bitince bir dosya hâlinde kitap olacak, ben de toplu olarak sizlere göndereceğim. Herkes herkesin görüş ve düşüncelerinden istifade etmiş olacak. Ancak yazıların kime ait olduğu ihtiyâten bizde saklı olarak kalacak. Cenâb-ı Hakk daha nice idrâklere erdirsin İnşeallah. Hayırlı akşamlar, herkese selâmlar. Nüket Annen’in de selâmları vardır. Hoşçakal. Efendi Baban.
*************
Esselâmü aleyküm.
Efendi Babamız, nûrlu ellerinizden hürmetle öperim. Himmetinizle, “76-5 doğdular, yaşadılar,” hikâyemizi âcizâne tefekkür etmeye çalışa-cağım. Varlığınız için Rabbimize sonsuz hamd ve şükrederim.
Se-So
*************
Efendi Babamız,
Sizin kızınız olduktan sonra, himmetinizle cümleyi şu şekilde düzenlerdim. Doğdular-Yaşadılar hikâyemizdeki padişaha, nefs merte-belerini bitirmiş, beşerî varlığından tamamen soyunmuş, beş hazret mertebesini sırasıyla yaşayan ve İnsân-ı Kâmil olan birisidir, diyebilir-iz. Bu hikâye ile padişahın tüm varlığı beş mertebede sırası ile nasıl müşâhede ettiğini anlıyoruz.
Önce Tevhîd-i Ef'al âleminde yaşayan padişah, kendinin, ceddinin hatıralarının ve savaşlarının kalıcı olması ve diğer nesillere ulaşması için yazarları topluyor. Yani kendi varlığında tevhîdi oluşturmaya çalışıyor.
(1) Kendisine ciltler içine kaydedilmiş bilgiler geliyor. Hepsini güzel buluyor. Kendi ilâhî varlığı ile Ef'âl âlemini birleştiriyor. Gönül âlemi nûrlanıyor, fakat yolculuğu devam ediyor.
(2) Biraz daha çalışarak asıl olan metinden hâdiselerin değerlerine göre bazılarını çıkartarak kendisine daha küçük hacimli ciltler hazırlamışlar. Tevhîd-i Esmâ mertebesi, filleri meydana getiren isimleri birliyor. Yani varlığın Allah’ın güzel isimlerinden kaynaklandığını idrâk ediyor. Gönül âlemi daha da nûrlanıyor. Bir mertebe daha yükseliyor.
(3) Kendisine tek cilt hâlinde bir kitap sunuluyor. Bu sefer de Tevhîd-i Sıfat isimlerin kökenlerinin Allah’ın sıfatlarına dayandığını, her şeyin aslında bu sıfatlardan (Hayat, İlim, İrâde, Kudret, Kelâm, Semî, Basar) kaynaklandığını idrâk ediyor. Bir mertebe daha yükseliyor.
(4) Görevliler sayfa üzerine Doğdular-Yaşadılar yazmışlar. Padişah burada sıfatların kökenlerinin Allah’ın zâtına dayandığını ve varlıklarını O’ndan aldığını idrâk ediyor. Tevhîd-i Zât mertebesinde, kendi zâtının aslında Allah’ın zâtından başka bir şey olmadığını idrâk ediyor. İzâfi varlığını kaybediyor. Onun yerine Hakkani varlığını, zâtını bulmuş, Hakk’la bâkî, bakâbillah olmuştur. Artık bu kimseler ölmezler. Çünkü ölmeden evvel ölüp daha bu dünyada iken Hakk’la ve Hakk'ta dirilmişlerdir.
(5) Padişahın rahmetlik olması ise Kâmil İnsân olması anlamındadır. “Biz seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik.” İçi ve dışı Hakîkat-i Muhammediyye ile bezenmiştir.
(22) RE: BU SENEKİ HİKÂYE.
Ta……. Ka….. 11 Ocak 2013 11:47:28
Efendim, saygıyla ellerinizden öpüyorum. Bu seneki “kendi hikâye-miz” konusu için yazdıklarımı gönderiyorum, sağlıcakla kalın.
Ta……. Ka……
*************
Kendi hayatımızdan bir bölüm.
Üniversite yıllarına kadar bulunduğum aile ortamı ve çevremizdeki şartlar içerisinde oruç, babaannemin kıldığı namaz ve geçen cenazeler için ayağa kalkmaktan başka din konusunda dikkatimi çeken bir şey ve bir uğraş içinde bulunduğumu hatırlamıyorum.
Nihayet üniversite hayatının başlaması ile bulunduğum çevreden ilk defa dışarıya çıktım. İlk zamanlar telâş içerisinde başlayan bu yeni yaşantı yavaş yavaş oturmaya başlayınca, yeni arkadaşlar da hayatıma girdi. Eğitim gördüğüm şehir uzak bir şehir olduğu için yurtta kalıyordum. Orada aynı odada kaldığımız yeni arkadaşlardan biri sürekli elinde Neyzen Tevfik kitabı ve dilinde İnsân-ı Kâmil hikâyeleri, o anlatı-yor ve ben de hayranlıkla dinliyordum. Bu şekilde başlayan manevî âleme yolculuk, okulda diğer namaz kılan ve dinî işlerine yatkın olan arkadaşlar ile olan yakınlaşmalar ile üniversite yaşantısı bitene kadar çok ileri düzeyde olmasa da sürdü. Üniversite sonrası da bir müddet devam eden bu yaşantı, iş hayatı, sosyal hayat derken bir müddet sonra geride kaldı. Ancak kitaplıktan Neyzen Tevfik kitapları ve gönlümden İnsân-ı Kâmil hikâyeleri hiç çıkmadı. Tabi ki genellikle her başım darda kaldı-ğında düşünüyordum bunları. Yoksa normal yaşantı rahatsızlık vermeden ve neşe içinde geçerken çok aklıma geldiklerini söyleyemeyeceğim.
Neyse, yıllar geçti, bir kızım oldu, ve onunla ilgilenme süreci başladı. Bir gün onunla alışveriş için Ki-pa markete gitmiş idik (Kudret (ق) Kaf’ının takdir edilene bağlantısı (ب) ile). Kitaplar ve çizgi film videolarının olduğu reyonda kızım kendisi için birşeyler araştırırken, ben de ayakta durmuş olduğum yerde çevreye bakıyordum. Birden kitap rafında “Sufizm’in Gizli Öğretisi” isimli bir kitap gördüm ve aldım. Hemen okudum tabi. Daha sonra, kitabın içeriğinden ziyade, Hz. Mevlânâ (k.s.) ve Cenâb-ı Şeyh-i Ekber Muhyîddîn İbn-i Arabî hakkında bu kitapta geçenler ile ilgilendim, bu vesileyle onlara yöneldim. İki-üç yıl süren bu ilgi sonucunda, günümüzde tasavvuf hakkında bilgi sahibi daha birçok kişiyi de takip ile öğrendiklerimden yola çıkarak yoğun riyâzet, ibâdet ve zikir dönemi başladı ve 85 kilodan 65 kiloya kadar zayıfladım. Fakat bunları yaparken, “ne zaman bu ilimler hakkında okumaya başlaya-cağım, ne zaman ilmi olarak bir şeyler kazanacağım,” diye de sürekli düşünce hâlindeydim.
Bir müddet sonra nihayet Abdülkerîm Cîli hazretlerinin İnsân-ı Kâmil isimli eseri hakkında araştırma yapmaya başladım. Okuduğum Mesnevî-i Şerîf şerhleri duygusal olarak benim için gerçekten anlaşılabilir nitelikte idi. Muhyîddîn İbn-i Arabî hazretleriyle ilgili ise anlatmak istediklerini iyi bir şekilde ifâde edecek bir eser okumamıştım. İnsân-ı Kâmil isimli kitabın ibâreleri Türkçe, güzel ve anlaşılabilir olmasına rağmen mânâ yönünden hiçbir şey anlamıyordum. Bu şekilde bir şeyler anlama uğraşında iken internette 100 sıfırlı bir sayıyı kısaltmak için kullanılan kelimeden ismini alan (Google) sitesinde yani 1’in kesret hâli içinde “İnsân-ı Kâmil” diye yazarak arama butonuna bastım.
İşte gerçek anlamda her şey bundan sonra başladı. Çorlu’da ikâmet ettiğim için çıkan sonuçlar içerisinde ilgimi çeken ilk şey “Necdet Ardıç Tekirdağ” ibâresiydi. Siteyi açtım ve bu şekilde ulaştığım sohbetleri dinlemeye ve kitapları okumaya başladım.
Zannediyorum 4 ay gibi bir süre, hemen hemen her gün bu sohbetleri dinliyor ve kitapları okuyordum. Nihayet Tekirdağ’a gidip, Terzi Baba ile tanışıp, sohbetlerine katılmaya karar verdim. 2009 yılının aralık ayının ilk haftası kendisini ziyârete gittim ve hâlimi anlattım, dinledi, ikrâmda bulundu. “Bundan sonra ne yapayım Efendim,” dedim. İrfan mektebi kitabını vererek birinci dersten başlamamı söyledi.
O güne kadar aşırı riyâzet, ibâdet ve zikir ile ne kadar yol aldım bilmiyorum fakat o günden beri oturduğum yerden sürekli değişen manzaraları seyrediyorum. O güne kadar olan bütün hayat silindi gitti, artık yepyeni, her ânı, her zerresi, İnsân-ı Kâmil muhabbetiyle dolu bir hayat başladı (Allah’ım ayırmasın).
Ne zaman ilim öğreneceğim diye düşünürken, öyle bir deryâya girdim ki, “şu dünyâda 1.000 sene ömrüm olsa her ânını bu ilim deryâsı doldurur, hatta bir o kadarı daha olsa yine de bu vakit yetmez,” diye düşünüyorum.
31/LOKMÂN-27 “Ve lev enne mâ fîl ardı min şeceretin aklâmün vel bahru yemuddühü min ba’dihî seb’atu ebhurin mâ nefidet kelimâtullâhi”
(31/27) “Muhakkak ki: Eğer yerde olan ağaçlar kalem olsa, deniz de -mürekkep olsa- ona arkasından yedi deniz de yardım eylese yine Allah'ın kelimeleri -yazılmakla- tükenmez. Şüphe yok ki, Allah Azîzdir, hakîmdir.”
*************
Efendim saygıyla ellerinizden öpüyorum. Bu seneki “Doğdular-yaşadılar-öldürdüler-öldüler” konusu için yazdık-larımı da gönderiyorum, Word olarak eke de koydum, sağlıcakla kalın.
Ta…….. Ka……
(DOĞDULAR YAŞADILAR ÖLDÜRDÜLER ÖLDÜLER)
Aşağıda anlatılmış olan mânâlar üzerinden hareketle bir şeyler yazmak istiyorum:
Eğer cisimler âlemi su üzerine olmasaydı, onların maddesel bedenleri çöküntüye uğramaz, yani öldükten sonra çözülen parçaları tortuların suyun içinde dipe çökmesi gibi toprağa çöküp karışmazdı. Ve diri olanın çökmesi de hayat iledir, yani onu bâtınından muhafaza edip diri kılan hayat kesildiği anda bu şehâdet âlemindeki diriliği biter.
Cenâb-ı Hakk’ın sıfatları ancak özet olarak akılda bir kavram olarak bilinebilir, detaylarının bilinmesine ve idrâk edilmesine imkân yoktur, çünkü her bir sıfatı sonsuzdur. Dünya yaşantısında ise bu sıfatlara zuhûr yeri olan insan ancak kendi sınırlı varlığı içerisinde sonsuz olan bu sıfatlardan aldığı sıfatlar ile sıfatlanır. Ancak insanın şânı yokluk üzerine olduğundan, nefsânî benliği ile kullandığı bu sıfatlar ile hiçbir zaman vasıflanmış olmaz. Ancak o sıfatlar ile vasıflandırılan şeyin aynısının kendisi olduğunu idrâk edene kadar. Çünkü sıfat o sıfatı alanın bağlısıdır, ona tâbîdir, sıfat alanın bulunduğu yerde sıfat vardır ve onun olmayışı ile de yok olur.
*************
Bir çocuk kâbiliyeti dolayısıyla isti’dâdında olan futbolculuğa başlar. Ancak bu iş için dünyâ âleminde sadece zâtı ve sıfatları yeterli değildir. İsimlerini ve bunların gereği olarak fiillerini çalıştırmalıdır ki bu futbolculuk sıfatı kendisinden en iyi şekilde gözüksün. Bunun için sürekli idman yapar, hocalarının dediklerini en iyi şekilde uygulamaya çalışır. İsim ve fiil tecellîsi olan idmanlar kesildiği anda, kemâli ile futbol oynama sıfatı kendisinden yavaş yavaş ayrılmaya başlar ve bir müddet sonra tamamen kesilir. Artık futbol oynamanın en kemâlli hâli olan profesyonellik ve büyük stadlarda büyük takımlar ile celâlî sıfatları yüksek dozda futbol oynayamaz hâle gelir. Kendi çapında oynamaya başlar ki zâtî sıfatı olan futbolculuk yine kendi zâtı ile sınırlı bir sıfata dönüşür. Onun yerine, daha genç, daha dinamik olarak yetişen yeni nesil bu celâlî sıfatlar üzere yüksek dozda futbolculuk sıfatını sürdürürler ve bu sıfatın bu şekil üzere açığa çıkması hiçbir zaman tükenmez, ancak değişen birimlerdir.
Sıfatlar bu şekilde, birimlerden açığa çıkan isimler ve fiiller ile her an kemâlini bulur. Sıfatların yeni gelen tecellîler ile sürekli kemâlde oluşu onların yaşamalarıdır. Bu tecellîler yerini yenilerine bırakmaya başla-dıkları andan itibâren buldukları bu kemâl ölmeye başlar ve yerine daha kemâlli olarak yeni tecellîler ile doğuş başlar. Her şeyin i’tidâl üzere oluşu da bu tecellîlerin devamlılığında, eski birimlerin kemâlde eksilmeyi yeni birimlerin ise kemâlde artışı kabul edebilmeleri yönündendir. Çünkü kemâle dönük olan irâde tecellîsi hiç durmadan devâm etmektedir ve hiç durmadan devâm eden bu tecellîyi bu hâli üzere kabul edecek bir birim yoktur.
Alt ve üstün Cenâb-ı Hakk’a nispet etmesinin bir sırrı da burada yatmaktadır. Hadîs-i şerîfte belirtildiği üzere “Eğer bir ip sarkıtsanız, Allah’ın üzerine düşerdi” ifâdesi “O hevâsından söylemez. Onun söyledikleri ancak ona vahyolunandır” (Necm, 53/3-4) âyet-i kerîmesi gereğince Cenâb-ı Hakk’ın vahyettiği sözler olunca, Cenâb-ı Hakk altlığı kendisine nispet eder ki, devamlılık üzere gelen tecellîler karşısında birimin kemâl noktasından sonra düşüşe geçmesinin dahi Cenâb-ı Hakk’a nispetidir.
Dünyâ sistemine uygun bir beden elbisesi içerisindeki birimin hem en kemâlli şekilde futbolcu olması hem de olmaması aynı anda olacak bir şey değildir. Ya’nî i’tidâl aynı anda ya en kemâlde olmak ya da olmamak değildir. En kemâle çıkabilme ve oradan geri dönebilme oluşumunu uygulayabilmektir. Bu nedenle doğum ve ölüm arasında i’tidâl üzere oluştur aslında bu dünya yaşantısı. Çünkü zâhirî doğum ile bâtınî ölüm yaşanırken, bâtınî doğum ile de zâhirî ölüm gerçekleşmektedir ki hiçbir zaman zâtî olarak ikisinin bir arada olması mümkün değildir. Ancak isimlerin ve fiillerin faaliyete geçmesi sonucu oluşan dünya yaşantısında insan bedeni denilen oluşumda faaliyete geçmeleri ile o bedene has bir i’tidal oluşur. Bunun sebebi de insanın gelen tecellîleri değişken olarak kabul edebilmesidir. Yoksa insan zâtı itibârı ile ya zâhirdir ya da bâtın. Hem zâhirden hem bâtından oluşmuş bir birim yoktur. İnsan ancak isimlerinin ve fiillerinin birleşimlerinde birbirine zıt olan hükümleri taşır.
Kişisel olarak gelişen bu hallerin bir üstü olarak ise, kuşaktan kuşağa gelişerek değişmekte olan istîdâdları ve her kuşağın kâbiliyetleri çerçevesinde bu istîdâdları faaliyete geçirmelerini söyleyebiliriz. Çok çok gerilere gitmeden, şu an dahi yaşamakta olduğumuz hâl üzere, bu örneği vermek istersek eğer; yeni gelmekte olan neslin elektroniği kabullenme ve kullanma üzere olan istîdâdı, kâbiliyetleri ile kabul edip geliştirmelerini söyleyebiliriz. Oysa tam bir genellik üzere yukarıdan baktığımızda, bu neslin bir öncesi, hele hele onun da bir öncesi, elektronik yerine tamamen mekaniğe yönelmekteydi. Yemek yapımını, çamaşır yıkamayı, bulaşık yıkamayı, uyumayı, uyanmayı, sosyal olmayı vb. hallerin hepsini tamamen elektroniğe devretmiş bir neslin gerisinde bıraktığı nesil ise yazı yazmak için daktiloya, tik takli saatlere, merdaneli çamaşır makinalarına ve bunlar gibi mekanik araçlara yönelmiştir. Onların bir önceki nesilleri de bu şekilde kıyaslanabilir. Oysa tecellî birdir ve devamlılık üzeredir. Gelen tecellî içerisindeki ilim, hayat, irâde gibi ana esaslara bağlı istîdâdları yardımcı isimler kanalıyla kabul etme kâbiliyetidir ki bu onları bir sonraki aşamaya taşıyan da birimlerde gelişmekte olan kâbiliyetlerdir.
Her bir bölünmeyen anda doğmakta olan sıfatlardır ki sonsuz oldukları için tam mânâsı ile detay olarak kavranmaları ve idrâk edilmeleri mümkün değildir. Bunların bağlı olduğu zât ise böyle değildir, yani “Şu Allah’ın zâtıdır” denilerek kavranabilir. Ve Zât her bir sûretin kâbiliyetine göre sûret olur. Dünyada bu sıfatlar ile açığa çıkan her bir zât kendisine has olarak O’nun zâtından bir zâttır ki her birimde zâtın zât olduğu kavranır ancak kemâlinin gereği ne gibi sıfatları olduğu kestirilemez. İşte açığa çıkan sıfatları yaşayanlar onlardır-yaşayan Zâtı’dır. Bu birimsel zâtlar her ne kadar kendi sıfatlarının kemâle ulaşan derecelerini idrâk edebilirler ise de bu kemâl derecelerini tüm olarak idrâk etmeleri mümkün değildir, bunu idrâk eden ancak Cenâb-ı Hakk’ın Zâtı’dır. Her bir zâtta devrin kemâlinin verdiği istîdâd ve o zâtın kâbiliyeti çerçevesinde açığa çıkan sıfatlar, o devrin kemâlinden öteki devrin kemâline doğru yol alırken, yeni devrin artan kemâlatı önceki devri kemâlata çıkaran isimleri ve fiilleri öldürmeye başlar. İşte yeni kemâlatlara doğru yol alışlar eski kemâlatlara ulaşmayı sağlayan isimleri ve fiilleri öldürdüler. İşte durmaksızın tecellî eden irâdenin meyli karşısında eskiyen kemâlatları meydana getiren isimler ve fiiller öldüler.
En başta, cisimler âleminin su üzerine olmasının gereği olarak ve dirinin çökmesinin hayât ile oluşu üzere nasıl ki her insan bedenini oluşturan elementler durmaksınız gelen tecellî meyli karşısında sıfatların ya’nî o birimdeki ma’nâların kemâlatının sağlanmasına yardımcı unsurlar olarak görevlerini yaptıktan sonra bedenin çözülmesi ile toprak olan asıllarına çöküp, karışıyorlar ve sonraki devrin kemâlatı içerisinde onlarda daha kemâlli olarak hayât buluyorlar. Örneğin yüzyıllar önce demir elementi sadece kılıç vb. silah olarak kemâlde iken günümüzde birçok teknolojik ürünlerin içerine girerek genel görünüm içerisinde zâtı ile kemâlata doğru ilerlemektedir.
Eğer cisimler âlemi su üzerine kurulu olmayıp bu şekilde yükselip sonra çözülen parçalar tekrar aşağıya çöküp tekrar çıkmasa idiler genel görünüm içerisindeki bu kemâlata erişemezlerdi. Örneğin cisimler âleminin ateş üstüne kurulu olduğunu düşünürsek ateşin tabiatı gereği sürekli dikine, yukarıya doğru gidiş üzere olacaktı ki durmaksızın gelmekte olan irâde meyli karşısında sadece varlık üzere olmak i’tidâl sayılamayacağından değişkenliği kabul edememe durumu kemâlata engel olur. Cisimler âlemi hava üzerine kurulu olsa idi havanın tabiatı gereği her ne kadar değişkenliği kabul etseler de sâbitlikleri olmaması i’tidâl sayılamayacağından kemâlata engel olurdu. Aynı şekilde cisimler âlemi toprak üzerine kurulu olsa idi sâbitlik ve kararlılık üzere olan bu tabiat yükselmeyi kabul etmeyecekti ki yine i’tidâl üzere olmayan bir durum ortaya çıkardı, bu da kemâlata engeldir.
Kişilerin a’yân-ı sâbitelerindeki istîdâdları gereği toplu bir program olarak kendilerine verilen kazâ hükmünün içerisinde ayrıntılanmamış olarak bulunan Celâl ve Cemâl ana tecellîleri dünya yaşantısında diğer yardımcı isimler vâsıtasıyla kişinin yaşantısı içerisinde ayrıntıya gelirler ki bu da kaderdir. Toplu olarak verilen kazâ hükmünde kişiye örneğin 100 birim Celâl ismi gereği kendisine takdîr edilmiş ise bu 100 birim Celâl ismi örneğin Kahhar ismi ile yaralanmak, Cebbâr ismi ile hapse atılmak gibi celâlî isimler vâsıtasıyla açığa çıkabileceği gibi örneğin “Vehhab” ve “Rezzak” isimlerinin gereği evde eşinin yemek yapmaması gibi cemâlî isimler vâsıtası ile de çıkabilir. Kişi eğer “Zü’l celâlî ve’l ikrâm” ismi gereği olarak cemâlî isimler ile karşısına çıkan durumlara sabredebilir ve celâlî tecellîlerin bu şekilde cemâlî isimler ile açığa çıkmasını kabul-lenebilirse kendisine takdîr edilmiş 100 birimlik “Celâl” ismi bunları kabullendiği ölçüde azalmaya başlar ki “Celâl” isminin ölmesidir diyebiliriz. Bu durumda ölen bu “Celâl” ismi yerine “Cemâl” ismi doğacaktır. Ancak kabullenemez ve cemâlî isimler yardımıyla gelen bu “Celâl” tecellîlerine itirâz eder ise eğer kendisine takdîr edilmiş olan bu 100 birimlik “Celâl” tecellîsinde azalma olmayacak ve bu kazâ hükmü bu birim üzere mutlaka kendisinden açığa çıkacağı için bir sonraki aşamada “Kahhar”, “Cebbâr” gibi celâlî isimlerin yardımıyla karşısına çıkacaktır. Bu durumda kişi “Zü’l celâlî ve’l ikrâm” isminin gereklerini yerine getirmekte zorlanabilir ve ağır gelen bu tecellîler karşısında isyân edebilir.
Kısaca celâlî tecellî muhakkak yaşanacaktır. Cemâlî isimler yardımıyla gelirse sabret, onu kabullen ve bu hâl sana “Cemâl” ismini doğursun. Yapmazsan eğer celâlî isimler vâsıtasıyla gelir “Cemâl’e” giden yolu öldürür, sen de Cenâb-ı Hakk’ın cemâlini görmekten yana ölürsün.
Ta…… Ka……
Dostları ilə paylaş: |