GöNÜlden esiNTİler bir hiKÂye biRÇok yorum (5) doğdular, yaşadilar, ÖLDÜRDÜler



Yüklə 1,01 Mb.
səhifə6/16
tarix28.10.2017
ölçüsü1,01 Mb.
#17893
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   16

(23) RE: BİR HİKÂYE'NİN CEVÂBI

Ne…. Ko…. 17 Ocak 2013 09:08:49

Hayırlı günler Ne….. Kızım. Yazını aldım, yerine kaydettim. Ellerine, diline sağlık, güzel olmuş. Cenâb-ı Hakk ufkunu genişletsin İnşeallah. Herkese selâmlar. Nüket Annen’in de selâmları vardır. Hoşçakal. Efendi Baban.

-------------

13.01.2013

Çok kıymetli Efendi Babam,

Evvela sağlık, sıhhat dileklerimle Nüket Annem’in ve sizin ellerinizden öperim.

Göndermiş olduğunuz ödevi idrâkımca cevaplamaya çalıştım, İnşeallah doğru düşünebilmişimdir.

BİSMİLLÂHİRRAHMÂNİRRAHÎM.

Terzi Babam’ın verdiği bu ödevi nereden başlasam, nasıl bir başlangıç yapsam diye hep bir tefekkür hâlinde idim. Düşünürken uyumuşum. Sabah uyanır uyanmaz, "NECCAR BİR" diye aklıma bir kelime düştü ve araştırmaya başladım.



"Neccar"ın kelime mânâsı “marangoz” demektir. Marangoz ne yapar? Yontar, şekillendirir, en son olarak cilâlar, parlatır ve satışa sunar. Bu zâhiren böyledir. Bâtınına bakarsak, Yâ’sîn Sûresi (36/20) âyetinde bir adamın koşarak halkına geldiği ve "resullere uyun," dediği anlatılır. Kimdir bu "resullere uyun," diye söyleyen kişi?
"Habîbi Neccar". Kelime anlamı olarak, muhabbet edilen yontucu, şekillendirici... Terzi Babam, Yâsîn Sûresi’nde "Habîbi Neccar"ı "İmân" diye vasıflandırmış. Bu bilgi ile ufkumuz bir kez daha açıldı. Bizde başka yönüyle bir idrâk oluştu.

"Habîbi Neccar" Terzi Babam’dır. Habîb’tir, Rasûlüllah'ın Rasûlü’dür. Hazret-i Muhammed (s.a.v.) Habîbullallah’tır, Allah'ın sevgilisidir. Terzi Babam’ın Cenâb-ı Hakk'a ve  Rasûlüllah’a muhabbeti dolayısı ile kendisi de muhabbetullahtır. Bizler de kendilerine aşırı bir muhabbet duymaktayız. "Neccar"a gelince: (نَجَّارٌ )

(ن) Nun : Nun ve kalem ilm-i İlâhi ve nûr-u İlâhi.

(ج) Cim: Cim şeddeli okununca iki tane (c) harfi okunur. Cim’in noktası dolayısı ile tek görüşü ifade eder. Ayrıca, “CELÂL” VE “CEMÂL” sıfatları ile Hû olan Allah, İnsân-ı Kâmil’de tecellî eder. Ayrıca, “Allah” ism-i celâli okunduğunda, işitildiğinde, hürmet ve ta’zîm için söylenir.

(ا)   Elif: 12 noktadan meydana gelmiştir. 13. nokta bâtında İnsân-ı Kâmil‘i simgeler.

(ر)  Ra : Rububiyyet (esmâ), eğitim ve terbiye mertebesinde İnsân-ı Kâmil olarak bizleri şekillendirerek Ahadiyet mertebesine ulaştırır. Âlemlere rahmettir.

Ayrıca Terzi Babam’ın isminin ilk hecesi ''NEC'' soyisminin ilk hecesi ''AR''  NEC-DET AR-DIÇ olarak “Neccar”ın karşılığıdır. Allah kendilerinden râzı olsun. ÂMÎN.



Neccar’dır. Bizleri şekillendirmiyor mu? En sonunda kâlp aynamızı cilâlamamızı istemiyor mu? Emsalsiz eserleri ile o canlara can katan feyz dolu sohbetleri ile, hep cemâl tarafını gördüğüm, hoşgörüsüyle, himmeti ile bizleri irşâd eden Terzi Babam’ın bilimum marangoz âletlerine, bıçkısına, keserine, tornasına vs. başımı koydum, hatta bedenimi, ki hakîkatim ortaya çıksın.

Şu anda bir beyit ilham oldu:



Neccar kızı oldum yazılmış ezelde,

Pîrim, Terzi Babam, hem marangozmuş bilene...

Neccar Bir: Birine gelince (1) Elif harfidir ve Ahadiyet mertebesini ifade eder, (1) bir Rahmân tecellîsinde olan İnsân-ı Kâmil’dir.

Neccar Bir’in karşılığı: NECDET ARDIÇ (İnsân-ı Kâmil)

Hikâyemizde, padişahın, ceddinin ve kendisinin savaşlarının kalıcı olmasını istemesi:

Ceddinin yaptığı nefs savaşları, mücahedeler 1. kitapta yani Kur’ân-ı Kerîm’de yazılıdır. Cedden kasıt peygamberlerdir. Peygamberlerin yaşantıları, mücahedeleri, tekâmülleri ve mertebeleri gerçektir. Her biri ayrı bir mertebe getirmiştir. Âdem (a.s.) ile başlayan yolculuk Hz. Muhammed (s.a.v.) ile kemâle ermiştir. Kur’ân-ı Kerîm haktır ve gerçektir. Kur’ân-ı Kerîm'den kısaltmalar asla olamaz.

2. kitap, padişahın bireysel yaptığı nefs savaşlarıdır, kendisinin kitabıdır. Onun içinde padişahın hayatı boyunca yaptığı her şey yazılıdır.

Ceddinin savaşlarını nereden biliyor? Çünkü ceddinin geçtiği yollardan kendisi de geçmiştir.

Çok uzun oldu diyor: Terzi Babam’ın dediğine göre hakîkat yolculuğu 15-20 seneyi buluyor. Peygamberlerin geçirmiş oldukları hayat tecrübelerinden yararlanarak, yaşantılarından örnekler ve ilhamlar alarak yolumuzu kısaltmak için bizlere çok faydası olacaktır.



Tarihçiler: Yaşanan olayların tarihini yazanlar, o yaşananlara şâhit olanlar yazar. Nefsi yaşananlara şahittir.

Yazarlar: Zât mertebesinden gelen ilm-i İlâhîleri gelecek nesillere aktarmasıdır.

Küçük Risaleler: Yunus Emre, Hz. Mevlânâ'nın mesnevisini çok uzun bulup şöyle demiştir: ''Ete kemiğe büründüm, Yunus diye göründüm.'' Ancak irşâd etmek için o küçük risaleler gereklidir. Bu sözü ancak bakâbillâh olan söyleyebilir.

Doğdular: Hz. Ahadiyet’den Hz. Şehâdet âlemine zuhûr etti, zâhiren diri, bâtınen ölü hükmündedir.

Yaşadılar: Cenâb-ı Hakk'ın sıfatlarının ve esmâ-i İlâhiyye’nin, rububiyyet terbiye mertebesi olduğunu anlayarak yaşadı.

Öldürdüler: Kendinde olan fiillerin Cenâb-ı Hakk'ın esmâları ve sıfatları olduğunu, kendinden bir şey olmadığını gördü, fenâfillâh’a ulaştı.

Öldüler: Tüm varlıkta Zât-ı Mutlak'ın olduğunu, ef'âli ile esmâsı ile sıfatları ve zâtı ile hakîkatte idrâk edip kendisi de Hû oldu. Varlığında ef'âl, esmâ, sıfat ve zât âlemlerini cem etmiştir. Zâhiren de ölümü gerçekleşmiştir. Kûr’ân-ı Kerîm’de zâhirine mevt, bâtınına ikân (yakîn) denmektedir. Zâhir ehli sadece mevt ile dünyadan ayrılır, bâtın ehli ise mevt ve ikân ile dünyadan ayrılmaktadır. ''Mûtu kable ente mut'' ölmeden evvel ölmüşlerdir. Onlar ebedi diridirler.

EN DERİN HÜRMETLERİMLE...  N….. K…..





(24) : RE: 76-5-DOĞDULAR-YAŞADILAR-HİKÂYESİ.

Ce….. De….. 17 Ocak 2013 17:49:03

Hayırlı günler Ce…. Oğlum. Cenâb-ı Hakk bundan sonraki zâhir, bâtın yaşantında da hayırlı başarılar nasip etsin İnşeallah. Yazıların güzel olmuş, eline, diline, gönlüne sağlık. Dosyasına aktaracağım. İnşeallah kazasız ve olumsuz bir şey olmadan yurda dönersin. Çarşamba akşamı kandil olduğundan ve herkesin özel hâli olabileceğinden, ailelerine belki vakit ayırması gerekebileceğinden, internet yayınını ve sohbeti o akşam için kaldırdık. İnşeallah daha sonra uygun bir günde buluşuruz. Herkese selâmlar. Hoşçakal. Efendi Baban.



*************

Efendi Babam, hayırlı günler. Bu seneki tefekkür çalışmalarımı tamamladım, aşağıda gönderiyorum. İnşeallah cumartesi öğleden sonra yola çıkıp pazar günü yurda döneceğim. Allah nasip ederse çarşamba akşamı sohbete gelip elinizi öpmek istiyorum. Uzun zaman oldu, özledik sizleri. Nüket Annem'e ve diğer herkese selâmlar. Ellerinizden öperim. Ce…...



1. Bölüm, Hayat Anlayışı

Allah’tan geldik, O’na döndürüleceğiz”

Hikâyede bahsi geçen kişilere göre hayat insanın unsurî/cismanî bir vücûd elbisesi giyinerek bu âlemde zuhûra gelmesiyle başlar ve bedenin ölümüyle de sona erer. Bu anlayışın bir başka ifadesi, “topraktan geldik, toprağa döneceğiz,” olabilir.

Hikâyeyi okuyunca aklıma Yunus Emre’nin şu mısraları geldi, onlarla başlamak istedim:

Bu dünya ol âhiretten içeri, 
Aşıkın yeri var kimseler bilmez, 
Yunus öldü diye selâ verirler, 
Ölen hayvan imiş, aşıklar ölmez.

Bizler insanın hem zâhirî hem de bâtınî bir yaşantısı olduğuna inanıyoruz. Zâhirde bir cismânî bedenden ibaret olan insanın bâtını, yani hakîkatı, nefsidir. “Nefs o şeyin zâtıdır (yani hakîkatidir)” kaidesiyle bu husûs ifade edilmiştir. Zâhirimiz ölüp unsurlara ayrılsa da bâtınımız, yani nefsimiz, bâkîdir. Nitekim Kûr’ân-ı Kerîm’in pek çok sûresinde geçen “Hâlidîne fîhâ ebedâ” meâlen “Onlar orada ebedi kalıcıdırlar” (bk. örneğin Tevbe 9/22) âyeti bir yönüyle bu gerçeği ifade etmektedir. Ayrıca yine Kûr’an-ı Kerîm’de geçen "Külli nefsin zâikatü'l-mevt", meâlen "Her nefis ölümü tadacaktır", (bk. Âl-i İmrân, 3/185; Enbiyâ: 21/35; Ankebut, 29/57) ifadesinden biliyoruz ki ölüm bir son değildir, nefs için tadılacak birşeydir. Bu tadışın ardından nefs başka bir boyutta o boyutun şartlarına uygun bir şekide yaşamına devam edecektir.

İnsanı ve hayatı biraz daha derinden tanımak istersek nefsin hakîkatini de anlamamız gerekecektir. O hakîkat nefestir, daha doğru bir tabirle Nefes-i Rahmâni’dir denilebilir... Rahmân âlemleri halk etme görevi kendisine verilince, nefesiyle “Huuu!” diye üfledi ve Âlem-i Şehâdet’teki bütün bu varlıklar vücûda geldi. Ancak Rahmân nefesini bir defa üflemiş de âlemi kendi hâline bırakmış değildir. Âyette ifade edildiği gibi “kullü yevmin hüve fî şe’nin,” meâlen  “O hergün yeni bir tecellîdedir” (bk. Rahmân 55/29). Nefes alış ve veriş devamlıdır. Bu nedenle bu âlemde sürekli kevn ve fesad vardır, yani doğumlar ve ölümler, bir başka ifadeyle gelişler ve geri dönüşler.

Sorulabilir... “Allah’tan geldik,” diyorsun ama yazdıklarından “Rahmân’dan geldik,” anlamı çıkıyor, “Allah’tan geldiğimizi ve O’na döneceğimizi nasıl bileceğiz?” Cevap: Rahmâniyyet’in bâtını Zât-ı Ulûhiyyet’tir. Bu mertebede, Rahmân tarafından halk edilen tüm varlıklar ve insanlar a’yân-ı sâbiteler, yani ilmî sûretler ve programlar, hâlinde mevcuttur. Rahmân’ın halk ettiği mevcûdât aslında a’yân-ı sâbitelerin gölgelerinden başka birşey değildir. Yani bir yönüyle denebilir ki hayatımızın başlangıcı Zât-ı Ulûhiyyet mertebesidir. Biraz benzetme yönlü anlatılsa: Senarist Zât-ı Ulûhiyyet, yapımcı Rahmâniyyet, mekân Hazret-i Şehâdet, figüranlar diğer hayat sahibi mevcûdât, başrolde de bizler...

Hayat anlayışımızı daha da derinleştirmek istersek “a’yân-ı sâbite-lerin hakîkati nedir?” diye sormamız gerekir. Fusûsu´l-Hikem’de “a’yân-ı sâbiteler ceal edilmemiştir zât’ın iktizasından ibarettirler,” der. Yani denilebilir ki insan bir program hâlinde Zât-ı Ulûhiyyet’te ilmi olarak ortaya çıkmadan evvel dahi Allah’ın zâtında, O’nunla beraber gizliydi ve O’ndan ayrı değildi. Zâten O’ndan başka hiçbir şey mutlak mânâda vücûd sahibi değildir. Her şey O’nda başlar O’nda biter ve O’ndadır. Ezelî ve ebedî olan O’dur... Gitmek ya da gelmek ancak ifade içindir.

Bu yönüyle belki de dört kelimelik hayat anlayışı “Lâ ilâhe illâ Allah” şeklinde yeniden düzenlenmelidir. Ancak bu sözün hakîkati öylesine yüksek bir idrâk gerektirir ki, benim gibi daha kendi hakîkatini tanıyamamış bir dervişin hayat anlayışı olarak sunacağı bir ifade değildir, ancak lâfzi olarak söylenebilir, aynen yukarıda yazılan birçok cümle gibi. Allah hakîkatlerini idrâk ve müşâhede etmeyi nasip eder inşeallah!



2. Bölüm, Hayat hikâyemden bir bölüm

Lise yıllarımdan itibâren hayatın göründüğünden farklı bir gerçekliği olduğu hissi oluşmaya başladı içimde. Bununla beraber de bir arayış başladı... Aradığımın ne olduğunu bilemiyordum ama cevâbın İslâm’da gizli olduğunu hissediyordum. Ciltlerce hadîs kitabı okudum o yıllarda, bol bol Kûr’ân okudum... Allah’ı sevmeyi, O’na yakın olmayı öyle çok önemsiyordum ki! Ama sanki hep bir engel, hep bir soğukluk ve yaban-cılık vardı...

Bir gece “İnnemâl mu'minûnellezîne izâ zukirallâhu vecilet kulûbuhum” (bk. Enfal 8/2) yani “Gerçek mü'minler onlardır ki; Allah zikredildiği zaman kalpleri titrer (cezbelenir),” âyetini okuduğumda, “neden benim de kalbim onlar gibi titremiyor?” diye üzüntü içinde secdeye kapandığımı hatırlıyorum. Kısa bir zaman sonra bir zuhûrât gördüm. Zuhûrâtta gök önce kıpkırmızı oluyor, ardından şimşekler çakarak gök yarılıyor ve Allah (c.c.) bana hitap ediyor ve “Şüphesiz biz senden râzıyız!” diyor. O gece uykudan kalbim titreyerek uyandım ve o kalp titremesi o geceden sonra bugüne kadar zaman zaman namazlarda devam etti.

Yine aynı günlerde gördüğüm bir zuhûrâtta bu sefer Rasûlüllah Efendimiz (s.a.v.) bana seslendi. Zuhûrâtta üniversitenin bahçesinde arkadaşlarımla otururken birden her yer kapkaranlık oluyor ve üzerimize doğru kurt köpekleri saldırıyordu. Ben hızlı davranıp kaçmayı başarıyorum. Ancak arkadan gelen Burak ismindeki arkadaşımın yardım nidâsını duyunca duraklıyorum. “Kaçıp kendimi mi kurtarsam yoksa yardım için geri mi dönsem?” diye tereddüt ederken, Efendimiz’in (s.a.v.) sesini duyuyorum: Arkadaşı zordayken onu yüzüstü bırakıp kaçan bizden değildir.”

Üzerlerinden 15 sene kadar geçmesine rağmen bu zuhûrâtları hâlâ unutamadım. Tabi zuhûrât görmek güzel ama sağlam bir hakîkat eğitimi alınmadığı zaman bir süre sonra insanın heyecanı azalıyor, dikkati dağılıyor. Bana da öyle oldu. Dini hassasiyetleri büyük ölçüde taşımakla beraber dünyanın çekimine kendimi kaptırarak uzunca bir süre maddiyat ağırlıklı bir hayat yaşadım. Birkaç defa âşık oldum (olduğumu sandım demek daha doğru olur belki)... Beklediğim tatmini bulamayınca kendimi mesleğime verdim bu sefer. Dünyaca ünlü bir akademisyen olmaya karar vermiştim kendimce. Etrafımda rol modeli olabilecek birkaç hoca vardı; tüm doktora öğrencilerinin ve benim kahramanımdılar onlar. Birkaç yıl bu hayâlle oyalandım. Kahraman ilân ettiğim insanlardan bazılarıyla birlikte çalışınca farkettim ki, onlar gibi bir insan olmak istemiyordum, sadece nefsim onlar gibi başarılı olup gururlanmak istiyordu. Ben bu nefsi isteklerden büyük ölçüde kurtulana kadar Cenâb-ı Hakk bana mesleğimde başarı vermedi, hatta öyle günler oldu ki ünlü olmak bir yana mezun olup olamayacağımı düşünür oldum.

Hem meslek hayatımın, hem sağlığımın, hem de özel hayatımın dip yaptığı günlerden birinde oyalanmak için bir kitapçıya girdim. Belimden geçirdiğim rahatsızlıktan ötürü yüklü miktarda morfin alıyordum, beynimi uyuşturduğu için işlere ara vermiştim, bir süre kitap okuyup dinlenecektim. Kitapçıda dini kitaplar reyonuna bakarken, Osmanlı vatandaşı bir Ermeni’nin birinci dünya harbinden hemen önce kurduğu manevî eğitim ekolünü anlatan bir kitap gördüm. Biraz okuyunca kitap ilgimi çekti, hemen satın aldım, eve gidip bir çırpıda okudum ve içindekilerden oldukça etkilendim. Biraz araştırma yapınca bu ekolün dünyada çok iyi bilindiğini, dünyanın her köşesinde grupları olduğunu öğrendim. Benim yaşadığım üniversite şehrinde de bir grup varmış. Onlarla iletişime geçtim. Bir buluşma ayarladık ama biraraya gelmek kısmet olmadı...

O kitapla beraber manevî yolları araştırmaya başladım. İslâm’dan ayrı bir yola girmek istemediğim için araştırmalarımı tasavvuf üzerine yoğunlaştırdım. Bilgi almak için yaşadığım memleketteki çeşitli gruplara e-mail’ler attım. O arada internetten videolar izliyor kitaplar okuyordum. Tasavvufun temel kaynaklarından birinin Fusûsu´l-Hikem olduğunu öğrendim. Onu da hemen satın alıp aynı binada yaşayan ve benim gibi tasavvufa meraklı Türk arkadaşım H. ile beraber okumaya başladık (tabi neredeyse hiçbir şey anlamadan...).

H. o günlerde arka arkaya çok üzücü olaylar yaşadı, ardından Türkiye’ye kesin dönüş yapma kararı aldı. Onunla yollarımız 3-4 sene sonra tekrar kesişecekti...

Bu yolda yalnız da kalsam  kafaya takmıştım, ille de sûfi olacaktım. Yalnız bir sorun vardı. İnternette gördüğüm sûfilerin hemen hepsi upuzun sakallı, sarıklı kimselerdi, ben hem onlardan olup hem de nasıl üniversite hocalığı yapacaktım? Kafamda bu sorular dönerken yaz tatili için iki haftalığına Türkiye’ye gittim. Ziyaretim sırasında Eyüp Sultan’ın türbesine gittim orada uzun uzun dua ettim, “Allah’ım bana senin yolunu gösterecek bir mürşid ver başka hiçbir şey istemiyorum,” diye.

Türkiye’den geri döndükten sonra gruplara yolladığım mail’lerden birine cevap geldi. İnternet üzerinden gruplarına katılım kabul ediyorlarmış, şeyh efendi ile yüzyüze tanışmaya da lüzum yokmuş. Günlük evradı internete koymuşlar. Ben bir hevesle başladım zikirleri yapmaya. Daha ilk gece rüyamda şeyh efendiyi gördüm. Bana arkası dönük bir şekilde kalabalık bir gruba konuşuyordu. Sonra da kafamı yere yan yatırıp ayağıyla üzerine basıyordu. O gecenin sabahında beni çok şaşırtan ve mutlu eden bir telefon konuşması yaptım, yıllardır görüşmediğim biri hiç ummadığım bir anda beni aramıştı. Hem zuhûrât, hem telefon, hem de Eyüp Sultan’daki dua olunca “tamam!” dedim kendi kendime, “doğru yoldayım.” Nereden bilebilirdim ki gördüğüm zuhûrâtın aslında zannettiğim şeyin “tam tersini işaret ettiğini”?

Birkaç ay bu şekilde devam ettim. Fazlaca İsm-i Celâl zikri vardı evradın içinde. Her şey yolunda gibi giderken birden bütün işlerim tersine dönmeye başladı. Tam da iş görüşmeleri yapmaya başladığım devirdi. Başvuru yaptığım neredeyse bütün okullar beni mülâkata çağırdı ama mülâkatlarda ya da sonrasında akla hayâle gelmeyecek aksilikler çıktı. İstediğim bazı okullar olmayınca, biraz da duygusal bir kararla, “geriye kalan okulları da ben istemiyorum, Türkiye’ye dönüyorum,” dedim ve bavullarımı topladım. O arada evradı ve zikirleri de terkettim.

Türkiye’ye döndüğümde aklımda “Allah beni buraya bir amaç için getirmiş olmalı,” düşüncesi vardı. Ancak yaşadığım sıkıntıların etkisiyle dini yaşamdan oldukça soğumuştum. Yaklaşık üç yıl kadar bu şekide geçti. Fiziksel ve psikolojik olarak toparlandığım bir süreç oldu bu. Akademik işlerim de yoluna girdi, çalışmalarım tahmin edebileceğimin çok ötesinde başarılı oldu... Ardından nişanlandım ve evlilik hazırlıklarına başladım.

O süreçte yukarıda bahsettiğim arkadaşım H. ile tekrar görüşmeye başladık. Kendisi Efendi Babam’ın dervişi olmuş. Biraz bahsetti. Benim tasavvuf merakım depreşti hemen. Ricâ ettik Efendi Babam’dan, sağolsun kırmadı bizi, önce Tekirdağ’a kalabalık bir sohbete gittik orada tanıştık kendisiyle, ardından bir sonraki cumartesi günü tekrar ziyarete gidip bu defa baş başa görüştük. 25.06.2011’de biraz benim ısrarımla, Efendim’in de rızasıyla dervişliğe başladım. Başlangıç tarihine bakınca hangi yola girdiğimizi anlamak pek de zor olmuyor: 2+5+6 = 13, 25+6 = 31 tersi 13; 2+0+11=13.

O günden sonrası malûm... Allah, Efendi Babamız’ı başımızdan eksik etmesin. O bizi öyle çok sevsin, öyle çok sevsin ki bizi hep yanında istesin. O’nun sevmesi Hakk’ın sevmesi gibidir...





(25) RE: TEFEKKÜR DOSYASI.

Ha…… Yı…… 18 Ocak 2013 11:38:53

Hayırlı günler, hayırlı cum’alar Ha.... Kızım. Yazın güzel olmuş, eline, diline sağlık. Onu da dosyasına aktaracağım. Bu tür yazılar kişinin kendi durumunu daha iyi tanımasına yardımcı oluyordur. Cenâb-ı Hakk idrâk ve anlayışını yavaş yavaş açsın İnşeallah. Nüket Annen’in de selâmları vardır. Hoşçakal. Efendi Baban.



*************

Hayırlı akşamlar Efendi Babam ve Nüket Annem.

Yolun başında olan bir evlâdınız olarak, göstermiş olduğunuz teveccühe lâyık olurum umudu ve izniniz ile bu sene ki tefekkür konusu yazımı gönderiyorum.

Yazımı oldukça geciktirdim, bunun için affınızı rica ediyorum. Aslında tefekkür dosyası ilk geldiği haftadan itibâren sürekli düşünmeme rağmen, ne yazacağımın kararsızlığı içindeydim. Hâlâ tam olarak ne yazacağımı bilmiyorum. O nedenle yazdıklarım biraz doğaçlama olacak.

Dosya hakkında düşünceler gidip gelirken, zihnimde "Zâhir" ve  "Bâtın" kelimeleri belirdi. Başlangıç olarak zâhir ve bâtın kelimeleri ile başlamak istedim. “Her şey gibi bu hikâyenin de zâhir ve bâtın yönü vardır,” diye düşündüm. Önce hikâyenin zâhirine bakınca, hikâyedeki gibi insanların kendilerince uzun bir hayat yaşadıkları zannı içinde, dün-yada yaşadıkları zamanı oldukça uzun hikâyelere dönüştürdükle-rini, yazdıklarını, yaşadıkları hayata ne kadar değer verdiklerini müşâ-hede ettim. Her insan hayatının bir döneminde geçmişe bakıp, “hayatım bir roman,” diye düşünür. Benim de böyle düşündüğüm zamanlar oldu. Ne yazık ki diğer insanlar için, yaşanan bu koca ömür bir anlam ifade etmiyordu.

Bilimin çok ilerde olduğu bir çağın yararlarını görüyoruz. Evrenin yaşını ve daha kısa olan dünyanın yaşını  biraz düşününce, biz insanların ömürleri bir an oluveriyor birden bire. Bu an içinde, fiiller mertebesinde yaşayan insanların ömürleri görünmez oluyor. Hakk’ın ezelî ve ebedî varlığında ise hepsi, tüm evrenin zamanı dahi, yok hükmünde oluveriyor. Biz insanlar ise, yok hükmündeki bedenlerimize ve  ona ait olan bu zamana kapılıp, Hakk’ın lütfettiği ezelî rûhumuzu yok sayıyoruz. Her insan bedeni zâhirde bu dünyaya DOĞARAK gelir, yaşadığını zannettiği bir hayat YAŞAR, bilerek veya bilmeyerek çevresindeki canlıları -ki buna bazen kendi cinsi de dahil - hayatta kalmak için ÖLDÜRÜR, ve sonunda bedeninin yok olma vakti gelir ve ÖLÜR.

Zâhire bakarak  özetleyebileceğimiz ve geri kalanını aslında hiçbir-imizin umursamadığı hayat  hikâyesi denilen şey,  GELİP, GÖRÜP, GÖSTERİP, GİTTİĞİMİZ, bu kısa an yalnızca. Bunu, bizlerden istediğiniz "Hayat hikâyenizden kısa bir bölüm"e bağlamak isterim izninizle.

15 Ağustos 1999 tarihine kadar, ben de, her ne kadar inaçlı bir müslüman olduğumu düşünsem de, bu hayâlî hayatın en derinlerinde yalnızca günü yaşıyor, henüz daha adını duymadığım nefs-i emmârenin elinde oyuncak olduğumu bilmiyordum. O gün annemin Balıkesir'deki yazlığından, yeni doğan kızım ile beraber, İstanbul'a dönmemiz gerekiyordu. O kadar güzel bir tatil geçiriyordum ki, İstanbul'daki eşime telefon edip bir hafta daha kalmak istediğimi söyledim. O da beni kırmadı. İki gün sonra, 17 Ağustos gecesi, annemin ağlama sesine uyandım. Deprem olmuştu ve ben duymamıştım bile. 1969 Adapazarı depremini yaşayan annem, depremin çok büyük olduğunu söyleyip duruyor, sürekli, “bir yerler çok kötü yıkıldı,” diye tekrar edip duruyordu. Hemen endişe ile televizyonu açtık. Spiker İstanbul'un da dâhil olduğu birçok ilde binaların yıkıldığından, can kaybının yüksek olabileceğinden bahsediyordu.

Tüm sevdiklerimiz İstanbul'daydı. Kimseye ulaşamıyorduk. Topar-lanıp İstanbul'a dönmeye karar vermiştik ki, eşim telefonla bize ulaştı. İstanbul da durumun kötü olmadığını söyledi ve yerimizden kıpırdama-mızı tembihledi. Sevdiklerimizden haber aldıkça rahatladık ama uyuyamadık. Televizyon kanalları tek tek Marmara'nın her yerinden yıkım haberlerini vermeye başlamıştı. Tüm gün boyunca, henüz yayın sınırlamaları da olmadığından, korkunç görüntüler, çığlıklar ve feryatlar izledik. En çok “Allah” ve “Allah-u Ekber” seslerini duyuyorduk. Gözyaş-ları, yıkıntılar ve yıkıntılar arasında ansızın ölüme koşmuş cansız bedenler... Görüntüler o kadar iç parçalayıcı idi ki, biraz kendime gelmek için dışarı çıktım ve sahile indim. “Herkesin kahrolduğu bu günde sahil-de kimse olmaz, deniz kenarında oturup kendimi dinlerim,” diye düşündüm. Ne yazık ki beklediğim gibi olmadı. İnsanlar her zamanki umursamazlıkları ile sere serpe güneşleniyor, denizde şen kahkahalar ile şakalaşıyor ve  eğleniyordu.

O zaman kendimden ve insanlardan nefret ettim. Ağladım, ağladım ve bir daha insanlar için yaşamayacağıma, yaşamın ve ölümün emrinde olduğu Allah'ın emrinden çıkmayacağıma söz verdim. İstanbul'a döner dönmez kendince Mevlevi olan bir arkadaşımın desteği ile örtündüm. Mesnevi okumaları yapmaya başladım. Arkasından tasavvuf okumaları. Bu süreç tam 12 yıl sürdü. Bu yıllar boyunca sürekli sözümü tutamadım tabi. Tövbe edip, sürekli tövbelerimden döndüm. Onikinci yılın sonunda Hakk'ın yardımı ile sizinle tanıştım.

Tövbe bozmamak gerektiğini öğrendim. Geriye baktığımda içinden yüzlerce hikâye çıkarabileceğim bir hayattan, yalnızca bu hikâyeyi anlatmaya değer gördüm. O gece ilk defa hayatın bir an olduğunu anlamaya başladım diyebilirim. Sizinle tanışmamın ve derslerinizin bana kazandırdıklarından biri de, hayatımızın, bize gönderdiğiniz hikâyede-ki gibi, nasıl bir özet hâlinde bittiğini, geri kalanların ise tefferruat oldu-ğunu gerçek mânâda anlayabilmektir. Tasavvuf hikâyelerinde, Hakk ve Hakk'ın tam temsilcisi olarak Mürşid-i Kâmil, padişah olarak tasvir edilir. Bu nedenle, buradaki padişah sizsiniz ve bize hayatımızı özetliyor-sunuz. Bunu hakkıyla anlamamızı sağlamaya çalışıyorsunuz. Anlayabil-diklerim zâhiren bunlar.

Anlayabildiğim kadarı ile bâtınını anlatmaya çalışacağım izninizle. Kusurlarımı affedersiniz diye umuyorum. Sizinle tanıştım ve her şeyin bir zâhiri ve bir de bâtını olduğunu öğrendim. Benim de, zâhirde, bâtında olanı aradığımı, bâtında aradığımı da, yine zâhirde bulabileceğimi öğren-dim. Hakk'ın tüm varlığı, kendisinin aynası olan, kendisini yine kendisi ile tanıdığı, has kullarının hürmetine zuhûra getirdiğini öğrendim. O zaman hikâyede anlatılan bu dört aşama, Kâmil İnsân olma yolundaki dört aşamaya denk gelebilirdi. DOĞDULAR- Şeriat- Ef’al, YAŞADILAR-Târîkat- Esmâ, ÖLDÜRDÜLER-Hakîkat-Sıfat, ÖLDÜLER-Marifet-Zât mertebelerine işaret edebilirdi. Bu dört aşamayı geçmek zorunda olan Kâmil İnsân olma yolcusu, ilk aşamada Mürşid-i Kâmil ile tanışarak doğmuş olur. Allah'ın izni ile bu doğumum sizinle tanışmam ile gerçekleşti. Sonrasında mürşidinin himmeti ile bu yolun duygusal tarafına, Allah'ın isimlerini tanıdığı ve anlamaya başladığı bunları yavaş yavaş hayata geçirdiği döneme girer. Bu benim dönemim. Yani dervişliği yaşamaya başlar. Sonraki mertebelerle ilgili yazacaklarım bilmediğimden dolayı tamamen zanna dayalı olacak. Anladığım kadarı ile kendimizde olan beşerî sıfatları tek tek öldürüp, Hakk'ın sıfatları ile sıfatlanmanın gerektiği, sıfatların tam mânâsı ile kavrandığı, daha doğrusu hâline bürünüldüğü bir döneme geçiliyor. Bu öldürmeler bitince, kişi kendisindeki insânî sıfatlardan ve taşıdığı benliklerden kurtulup kendini Hakk'ta yok edecek hale geliyor. Bu, Kâmil İnsân olmak, yani ölmek demek. Yalnızca yaşayanların bilebileceği bir hal.

Her mertebe içinde de bu dört aşamayı yaşayabiliriz diye düşündüm. Yani Şeriat, Târîkat, Hakîkat, ve Marifet mertebelerini geçmek için de, Doğup, Yaşayıp, Öldürüp, Ölmek gerekiyor. Her mertebeye geçişimizde bu dört aşama da gerçekleşmiş oluyor. Hatta yedi nefis mertebesi ve beş Hazarât-ı Hamse mertebelerini geçmek için de kendi içlerinde bu dört aşamayı geçmemiz gerekiyor. Her mertebede o mertebenin doğumunu gerçekleştirmeli, o mertebeyi yaşamalı, o mertebede kurtulmamız gere-kenleri öldürmeli ve sonunda o mertebeden ölerek, mertebeyi geçmeyi başarmalıyız. Padişahımız olarak, bu dört aşama ile, bâtında dervişliğin aşamalarını da özetliyorsunuz bizim için.

Benim yazabileceklerim bu kadar Terzi Babam. Haddimi aşacak şekil-de yazmadım diye umarım. Kusurumu affetmeniz dileği ile sevgilerimi ve saygılarımı sunuyor, hürmetle sizin ve Nüket Annem’in ellerinizden öpüyorum.

Evlâtlarınızdan, Ha….. Yı…... İS…….



Yüklə 1,01 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   16




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin