İkinci yönü ise: Fenâfillâh da, hakikatini idrak etme yolunda, mesafe katetmiş kendini ve âlemi tanıma yönünde oldukça mesafe almış, ve neticede Hakk’ta fani olmuş, haha sonra Hakk’la bâki olarak ef’âl şeriat mertebesi/âlemine gönderilmiş olan bakabillâh ehlinin anlayışıdır.
Bu anlayış ise, bu sefer, bütün gerçekliği ve hakikati ile, ef’âl/şeriat mertebesinin mutlak bir mertebe olduğunu idrak etmiş olması ve yeni hayatını bu iki ef’âl/şeriat mertebesi anlayışı içinde yaşamasıdır. Bu anlayışta ef’âl/şeriat mertebesi kendine asaleten mutlaktır, ve her bir fert kendi aslı üzere gerçektir ve bütün mertebelerde geçerlidir. Kâfir kâfirdir, Mü’min Mü’mindir ve kendi hakikatleri üzere gerçektirler. Hüküm, kişilerden çıkan fiillerin karşılığı, bu mertebenin vaz ettiği kurallara göre uygulanmaktadır.
Ef’âl âlemine esmâ ve sıfat mertebesinden bakıldığında her nekadar, orasının isimlerin ve sıfatların bir zuhur mahalli, ve her bir ismin o görüntü halinde zuhura çıktığı idrak ve anlayışı var isede, bu anlayış o mertebenin anlayışına göredir ve mertebe lâtif bir mertebedir. Ef’âl âlemi ise kesif bir mertebe olduğundan esmâ ve sıfat mertebesi bakış ve idraki sadece, idraki bir irfaniyyet anlayışıdır. İrfan ehlinin bu anlayışı şeriat/Ef’âl âlemindeki hükümleri hükümsüz kılmaz. Orada sait ve şaki vardır ve ayrıdır, göreceği muamelede ayrıdır. Çünkü oranın ehli olan birinci bölümdekiler kendilerinin farkında olmadan kendilerini var kabul etmişlerdir. Bu kabulleri kendilerince bir hüküm olduğundan emir ve nehiylerin üzerlerinde ki hükmü de işleycektir.
Ef’âl âlemine ikinci bakış içinde olan Ârifler ise, her iki bakışı bünyelerinde toplayıp gerek hayali ve gerek gerçek üzere olan varlık anlayışlarını, kendi bünyelerinde her iki yöndende kimlikleri kendi hakikatleri üzere var kabul etmişler, muamelelerini ona göre yapmışlardır. Zaman gelmiş karşılarındakini düşman görmüş savaşmış, bazılarını dost görmüş, muhabbet etmiştir. İlmi ve İrfani yönden her ikiside Allah’ın bir ismini ortaya çıkarıyor olsalar bile, bu husus ilmi bir husus olup bu sahada, zeminde fiil âleminde geçerli değildir. Burada geçerli olan “bende ben, sende sendir” ve bu ayrı iki benlik genelde hep çatışmadadır Aslında ilmi olarak bakınca “bende ben, sende ben” dir.
------------------------
Diğer insanlara göre yaşam hiçte böyle değildir, kendilerini mutlak ma’nâ da bireysel olarak var zannedenler ve hayata bu açıdan bakanlar. Bu halde şeriat mertebesi, hiç şüphesiz vardır, ve bireyin varlık kabulü üzere mutlak gerçektir. O halde herkes aynı merkezde değildir. Ve kendi merkezleride değişken ve geçicidir. Yani mutlak bir merkezleri yoktur. Dünyaya gelen çocuğun bulûğ çağına kadar merkezi başkadır, Bulûğ çağı ve gençlik merkezi başkadır, orta yaşlılık ve ileri yaşlılık merkezleri başkadır.
------------------------
Ancak bu hakikati Yaklaşık yedi milyara yakın insan topluluğundan milyonda kaçı bilmektedir. Rabb’ımıza şükrederizki, bu yüzdenin içinde bizlerde varız. Ve mevzularımız hep tevhid konularından olduğu için, sanki herkese göre bu dünya kâinat anlayışı böyle imiş zannediyoruz. İşin aslı ise genelin hayata bakışı, beşeri benlik yönündendir ve bu da bu mertebede geçerlidir.
İşte gerçek tevhid ehli de bu mertebede bu hükümlerin gerçeğini kabul ederek, aynı zaman da hakikat-i itibariylede hayata bakarak yaşamını sürdürmektedir, eğer böyle olmasa insanlarla ünsiyetini sağlayamazdı.
Şeriat ehline göre ef’âl âlemi mutlak vardır, ve kuralları yapılan fiilere göre geçerlidir. Marifet ehline göre ise şeriat/ef’âl âlemi hem hükmen hemde fiilen vardır. Ve kurallarına uymak mutlak lâzımdır.
İçinde bulunduğumuz ef’âl/şeriat mertebesi zıtlıklar üzerine kurulduğundan buranın merkezi “merkezsizlik” üzerine kurulmuştur. Yani burası “merkezsizlik merkezi”dir. “Her şey tek bir merkezde değildir.” Bu mertebede hüküm görünene göredir, gayba göre değildir.
Mevlânâ Hz. “Burası fark âlemidir burada birlik olmaz” demiştir.
------------------------
Dostları ilə paylaş: |