6. SALÂHADDÎN BOART (Amerikalı)
1338 [m. 1920] senesinde, bir doktoru ziyâret için mu’âyenehânesine gitdiğim zemân, bekleme odasında, Londrada çıkan (Orient Review) ve (African Times) mecmû’alarını görmüşdüm. Bu mecmû’ayı karışdırırken okuduğum: (Ancak bir tek Allah vardır) cümlesi, benim üzerimde çok derin bir te’sîr yapdı. Çünki hıristiyanlık dîninde, tâm üç dâne tanrı vardı ve aklımız kabûl etmediği hâlde, buna inanmak zorundaydık. Bu (Ancak bir tek Allah vardır) ibâresi, bu târîhden i’tibâren aklımdan çıkmaz oldu. Bu kudsî ve ulvî i’tikâd, müslimânların kalblerinde taşıdıkları, behâ biçilmez bir hazînedir.
Artık islâmiyyete alâkam artdı. Bir müddet sonra müslimân olmağa karar vermişdim. Müslimân oldukdan sonra, Salâhaddîn ismini aldım. Müslimânlığın en doğru din olduğuna inanıyordum.
-176-
Zîrâ müslimânlık, Allahü teâlânın hiç bir şerîki olmadığını ve bir günâhın ancak Allah tarafından afv edilebileceğini esâs olarak kabûl etmekdedir. Bu îmân, tabî’at kanûnlarına ne kadar uygundur! Tarlada, çiftlikde, köyde, şehrde, okulda, hükûmetde, devletde, kısaca her yerde, bir tek baş vardır. İkilik dâimâ ayrılığa sebeb olmuşdur.
İslâm dîninin en doğru din olduğunu bana gösteren ikinci delîl, islâmiyyetden evvel, temâmen vahşî bir tarzda yaşayan arabların, islâm dîni sâyesinde, çok kısa bir zemân içerisinde, dünyânın en medenî, en kudretli bir devleti hâline gelmeleri ve insan sevgisini Arab çöllerinden, tâ İspanyaya kadar götürebilmeleridir. Müslimân Arablar, İspanyayı bir çöl hâlinde buldular. Onu, kısa zemânda, bir gül bağçesi hâline getirdiler. John W. Draper gibi dürüst bir târîhci, (1226 [m. 1811]-1299 [m. 1882]) (The Intellectual Development of Europe=Avrupanın ma’nevî tekâmülü) adındaki eserinde, islâmın asrî medeniyyetin teessüsünde oynadığı son derece büyük ve mühim te’sîri anlatmakda, (Hıristiyan târîhciler islâmiyyete olan kinlerinden dolayı, bu hakîkati gizlemeğe çalışmakda, Avrupanın müslimânlara ne kadar borçlu olduğunu, bir dürlü i’tirâf edememekdedirler) demekdedir.
Aşağıda, müslimânların İspanyayı nasıl buldukları hakkında Draperin yazılarını aynen nakl ediyorum:
(O zemânki Avrupalılar temâmîle barbardı. Hıristiyanlık, onları barbarlıkdan kurtaramamışdı. Onlara hâlâ vahşî nazariyle bakmak gerekirdi. Pislik içinde yaşarlardı. Kafaları, hurâfelerle doluydu. Doğru dürüst düşünmek hâssasına bile mâlik değildiler. Âdî kulübelerde yaşarlardı. Eğer kulübenin zemîninde veyâ duvarlarında bir hasır örtüsü varsa, bu büyük bir zenginlik işâreti sayılırdı. Yidikleri, yabânî fasülye, havuç gibi sebzeler, ba’zı otlar, hattâ ba’zen ağaç kabuklarıydı. Elbise olarak, uzun müddet dayandığı için dabağlanmamış hayvan postları kullanıyorlar ve bunun için çok pis kokuyorlardı.
Müslimânlar, onlara her şeyden önce temizliği öğretdiler. Müslimânlar, günde beş def’a yıkanıyorlardı. Onların da günde hiç olmazsa bir kerre yıkanmasını sağladılar. Sonra, onların üzerinden pis kokulu, parça parça olmuş, bitlerle dolmuş olan hayvan derilerini çıkarıp atarak, onlara güzel kumaşlardan, renkli ipliklerden örülerek yapılmış olan kendi elbiselerinden verdiler. Onlara yemek pişirmesini, yemek yimesini öğretdiler. İspanyada evler, konaklar, serâylar inşâ etdiler. Mektebler, hastahâneler kurdular. Üniversiteler te’sîs etdiler. Bu üniversiteler, bütün dün
-177-
yâya bir nûr kaynağı oldu. Her tarafda bağçeler yetişdirdiler. Memleket, güllük gülistanlık oldu. Vahşî Avrupalılar, bütün bunları ağzı açık, şaşkınlık ve takdîrle gördüler ve yavaş yavaş medenî olmağa başladılar.)
Böyle vahşî insanları terbiyeye muvaffak olan, onlara medeniyyet rûhunu aşılayan, onları karanlıkdan, cehâletden, hurâfelerden kurtaran müslimân arablar, bu akla sığmaz mu’azzam işi ancak islâm dîni sâyesinde yapabildiler. Çünki islâm dîni, en doğru dindir. Allahü teâlâ muvaffak olmaları için, onlara yardım ediyordu.
Allahü teâlânın emri ile Muhammed aleyhisselâmın teblîg ve neşr eylediği islâm dîni ve Allahü teâlânın kelâmı olan Kur’ân-ı kerîm, dünyâ târîhini değişdirmiş ve onu karanlıkdan kurtarmışdır. Eğer islâm dîni olmasaydı, insanlık bugünkü medeniyyet derecesine, ilm ve fende bugünkü seviyesine erişemezdi. Müslimânların gözünde ilmin çok yüksek bir yeri vardır. Muhammed aleyhisselâm, (İlm Çinde de olsa, onu alınız) buyurmakdadır. İşte seve seve kabûl etdiğim islâm dîni böyle bir dindir.
7. THOMAS MUHAMMED CLAYTON (Amerikalı)
Tam öğle olmak üzereydi. Sıcakdan bunalmış, tozlu yoldan geçerken, bir aralık kulağımıza kendine mahsûs bir güzelliği olan, bir ses gelmeğe başladı. Bu ses, etrâfımızdaki bütün boşluğu sanki dolduruyordu. Bir ağaç topluluğunu geçince, önümüze insana hayret verici bir manzara çıkdı. Âdetâ gözlerimize inanamıyorduk. Tahtadan yapılmış ufak bir kule üzerine çıkmış, tertemiz cübbeli ve beyâz sarıklı yaşlı bir Arab ezân okuyordu. Ezânı okurken kendinden geçmiş, sanki dünyâdan temâmen ayrılarak, hâlıkının, sâhibinin huzûruna çıkmışdı. Bu yüce manzara karşısında, biz de sanki hipnotize olmuş gibi durakladık ve yavaş yavaş yere oturduk. Kulağımıza gelen seslerin ve sözlerin ma’nâsını anlamıyor, fekat onun te’sîri altında kalıyor ve rûhumuzda bir başkalık, bir ferâhlık his ediyorduk. Sonradan öğrendik ki, Arabın söylediği tatlı sözlerin ma’nâsı şu idi: (Allahü teâlâ en büyükdür. Allahü teâlâdan başka ilâh, ma’bûd yokdur). Birdenbire, etrâfımızda birçok insanlar belirdi. Hâlbuki, biz o zemâna kadar etrâfımızda kimseyi görmemişdik. Nereden çıkdıklarını, nereden geldiklerini bilmediğimiz bu insanların yüzünde büyük bir hürmet ve muhabbet ifâdesi vardı. İçlerinde her yaşdan, her sınıfdan insan
-178-
bulunuyordu. Elbiseleri başka, yürüyüşleri başka, görünüşleri başka idi. Fekat, hepsinin yüzünde aynı ciddî ifâde, büyük vekar ve aynı melâhat [sevimlilik] vardı. Gelenlerin mikdârı artıyor ve biz, gâlibâ bunların arkası bir dürlü kesilmeyecek diye düşünüyorduk. Nihâyet gelenler toplandı. Hepsi ayakkabılarını ve takunyalarını çıkararak saf saf dizildiler. Saflar kurulurken safa girenler arasında hiç bir fark gözetilmediğini büyük bir hayret ile görüyorduk. Beyâz insanlar, sarı insanlar, siyâh insanlar, zengin insanlar, fakîr insanlar, tüccarlar, me’mûrlar, işçiler, hiç bir ırk veyâ rütbe farkı gözetilmeksizin yanyana geliyor ve birlikde ibâdet ediyorlardı.
Ben, birbirinden bu kadar farklı insanın, kardeşçe yanyana gelmelerine, hayrân olmuşdum. Bu, ilk gördüğüm ulvî manzara üzerinden, şimdi üç sene geçdi. Bu arada ben de, insanları bu kadar birbirine yaklaşdıran bu ulvî din hakkında, bilgi toplamağa başlamışdım. Müslimânlık hakkında edindiğim bilgiler, beni bu dîne büsbütün yaklaşdırdı. Müslimânlar, bir tek Allaha inanıyor, hıristiyanların telkîn etdikleri gibi, insanların günâh içinde doğmadığını söylüyorlardı. Onları, yalnız Allahü teâlânın kulu olarak kabûl ediyor, onlara karşı büyük bir şefkat gösteriyor, doğru yolda oldukları müddetçe, onların râhat, huzûr ve se’âdet içinde yaşamalarını arzûluyordu. Hıristiyanlıkda, akldan geçen fenâ bir düşünce bile günâh sayıldığı hâlde, müslimânlar ancak Allahü teâlâya isyânı ve kullara karşı yapılan bir kötülüğü günâh sayıyor, insanı düşüncesinde temâmiyle serbest bırakıyordu. İslâm dîni, (İnsan, ancak yapdığı işden mes’ûldür) diyordu.
İşte, yukarıda sıraladığım bu sebeblerden dolayı, seve seve müslimânlığı kabûl etdim. Aradan üç sene geçdiği hâlde, ba’zı geceler rü’yamda o Arab müezzinin hazîn ve te’sîrli sesini duyar ve her tarafdan koşup gelen dürlü dürlü insanların saf saf dizildiğini görürüm. Allahü teâlâya ibâdet etmek için, aralarında hiç bir fark gözetmeksizin birlikde secdeye kapanan bu insanlar, muhakkak ki, samîmî olarak Allahü teâlâya ibâdet etmekdedirler.
Dostları ilə paylaş: |