ŞEREFÜDDÎN MÜNÎRÎNİN
“rahime-hullahü teâlâ” MEKTÛBU:
(Sebeblere Yapışmak Lâzımdır)
Hindistânda yetişmiş olan islâm âlimlerinin büyüklerinden Şerefüddîn Ahmed bin Yahyâ Münîrî “rahmetullahi aleyh”, fârisî (Mektûbât) kitâbının onsekizinci mektûbunda buyuruyor ki:
İnsanların çoğu, şübhe ve hayâl ile hareket ederek yanılıyorlar. Böyle bozuk düşünenlerden bir kısmı (Allahü teâlânın bizim ibâdetlerimize ihtiyâcı yokdur. İbâdetlerimizin Ona hiç fâidesi yokdur. İnsanların ibâdet veyâ isyân etmeleri, Onun büyüklüğü karşısında müsâvîdir. İbâdet yapanlar, boşuna sıkıntı, zahmet çekiyorlar) diyorlar.Böyle düşünmek yanlışdır. İslâmiyyeti bilmedikleri için, böyle söylemekdedirler. İbâdetlerin Allahü teâlâya fâidesi olduğunu ve bunun için emr olunduklarını zan etmekdedirler. Böyle zan etmek çok yanlışdır. Olmıyacak şeyi oluyor zan etmekdir. Her insanın yapdığı ibâdetin fâidesi, yalnız kendisinedir. Böyle olduğunu, Allahü teâlâ (Fâtır) sûresinin onsekizinci âyetinde açıkca haber vermekdedir. Böyle yanlış düşünen kimse, perhiz yapmıyan hastaya benzemekdedir. Bu hastaya doktor, perhiz tavsiye ediyor. Bu ise, perhiz yapmazsam doktora hiç zararı olmaz diyerek, perhiz yapmıyor. Doktora zararı olmaz demesi doğrudur. Fekat kendine zarar vermekdedir. Tabîb, kendine fâidesi olduğu için değil, onun hastalıkdan kurtulması için, perhiz yapmasını tavsiye etmişdir. Doktorun tavsiyesine uyarsa, şifâ bulur. Uymazsa ölür, gider. Tabîbin bundan hiç zararı olmaz.
Bozuk düşünenlerden bir kısmı da, hiç ibâdet yapmaz, harâmlardan sakınmaz, ya’nî islâmiyyete uymazlar. (Allah kerîmdir, rahîmdir. Kullarına çok acır. Afvı sonsuzdur. Kimseye azâb etmez) derler. Evet, ilk sözleri doğrudur. Fekat, son sözleri yanlışdır. Burada şeytân kendilerini aldatmakdadır. İsyâna sürüklemekdedir. Aklı olan kimse, şeytâna aldanmaz. Allahü teâlâ, kerîm, rahîm olduğu gibi, azâbı da şiddetlidir. Can yakıcıdır. Bu dünyâda, çoklarını fakîrlik ve sıkıntılar içinde yaşatdığını görüyoruz. Nice kullarını, hiç çekinmeden azâblar içinde yaşatıyor. Çok kerîm ve razzâk olduğu hâlde, zırâ’at, çiftcilik sıkıntıları çekilmezse, bir lokma ekmek vermiyor. Herkesi yaşatan O olduğu hâlde, yimiyen, iç-
-67-
meyen insanı yaşatmıyor. İlâc kullanmıyan hastaya şifâ vermiyor. Yaşamak, hasta olmamak ve mal sâhibi olabilmek gibi, dünyâ ni’metlerinin hepsi için sebebler yaratmış, sebebine yapışmıyanlara hiç acımayıp, dünyâ ni’metlerinden mahrûm bırakmışdır. İlâclar maddî ve ma’nevî olarak iki kısmdır. Bütün hastalıkları tedâvî eden ma’nevî ilâclar, sadaka vermek ve düâ okumakdır. (Hastalarınızı sadaka vererek tedâvî ediniz!) ve (Çok istigfâr okumak, bütün derdlere devâdır!) hadîsleri meşhûrdur. Maddî ilâclar çokdur. Tecribe ile anlaşılırlar. Ma’nevî ilâcları kullanmak, maddî ilâcları bulmağa da yardım ederler. Âhiret ni’metlerine kavuşmak da böyledir. Kâfirliği, kalbi ve rûhu öldüren zehr yapmışdır. Tenbellik de, rûhu hasta yapar. Bunlara ilâc yapılmazsa, rûh hastalanır, ölür. Küfrün ve câhilliğin biricik ilâcı, ilmdir, ma’rifetdir. Tenbelliğin ilâcı da, nemâz kılmakdır ve her ibâdeti yapmakdır. Bir kimse, dünyâda zehr yir ve Allah rahîmdir, zehrin zararından beni korur derse, hastalanır, ölür. İshâl olan, hind yağı içerse, [şeker hastası, tatlı ve hamur işi yirse], hastalıkları artar. İnsanların bedenleri nâzik olduğu için, lâzım olan ihtiyâç maddeleri [gıdâ, libâs ve mesken] çokdur. Bunları bulmak ve islâmiyyete uygun olarak kullanabilmek için, hâzırlamak çok güçdür. Bu işlerin kolay ve râhat yapılması için, insanlarda (Nefs) denilen ayrı bir kuvvet yaratılmışdır. Hayvanlarda bu kuvvetin yaratılması için bir sebeb yokdur. Nefs, bedene lâzım olan şeylerin yapılmasını ister. Bu şeyleri fazlası ile yapmak ona tatlı gelir. Nefsin isteklerine (Şehvet) denir. Şehveti, akla danışmadan, ihtiyâcdan fazla yapması, kalbe ve bedene ve başkalarına zarar verir, günâh olur. (Se’âdet-i Ebediyye) sh. 32 ye bakınız!
Bozuk düşünenlerden bir kısmı da, açlık çekerek riyâzet yapıyorlar. Böylece islâmiyyetin beğenmediği şehvet, gadab ve eğlence isteklerini kökünden yok etmek istiyorlar. İslâmiyyet, bunların yok edilmesini emr ediyor sanıyorlar. Uzun zemân açlık sıkıntısı çekerek, bu kötü isteklerinin yok olmadıklarını görüyor, islâmiyyet, yapılamıyacak şeyi emr etmişdir zan ediyorlar. (İslâmiyyetin bu emri yapılamaz. İnsan yaratılışında bulunan huylardan kurtulamaz. Bunlardan kurtulmak için çalışmak, siyâh kimseyi beyâz yapmağa çalışmak gibidir. Olamıyacak şeyi yapmağa çalışmak, ömrü boşuna harc etmek olur) diyorlar. Bunlar yanlış düşünüyor ve yanlış iş yapıyorlar. Hele, islâmiyyet böyle emr etmişdir demeleri tam bir câhillik ve ahmaklıkdır. Çünki islâmiyyet, gadabın, şehvetin, insanlık sıfatlarının yok edilmesini emr etmiyor. Böyle söylemek, islâmiyyete iftirâ etmek olur. İslâmiyyet, böyle emr etmiş olsaydı, dînin sâhibi olan Muhammed aleyhisselâmda bu sıfat-
-68-
lar bulunmazdı. Hâlbuki, (Ben insanım. Herkes gibi, ben de kızarım) buyururdu. Ara sıra kızdığı görülürdü. Kızması, hep Allahü teâlâ için olurdu. Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîmde, Âl-i İmrân sûresinin yüzotuzdördüncü âyetinde, (Gadablarını yenen) kimseleri medh etmekdedir. Gadab etmiyenleri medh etmemekdedir. Bozuk düşünen kimsenin, insan, şehvetini yok etmelidir demesi, pek yanlışdır. Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” dokuz hanımla “radıyallahü teâlâ anhünne” evlenmiş olması, bu sözünün yanlış olduğunu açıkca göstermekdedir. Bir kimsenin şehveti giderse, ilâc yaparak şehvete kavuşması lâzımdır. Gadab da böyledir. İnsan, zevcesini ve çocuklarını gadab sıfatı ile korur. İslâm düşmanlarına karşı, bu sıfat yardımı ile cihâd eder. Çoluk çocuk sâhibi olup, öldükden sonra şân ve şeref ile anılmak, şehvet sâyesinde olmakdadır. Bunlar, islâmiyyetin medh etdiği, beğendiği, övdüğü şeylerdir.
İslâmiyyet, şehvetin ve gadabın yok edilmesini değil, her ikisine hâkim olup, dîne uygun kullanılmalarını emr etmekdedir. Suvârînin atını ve avcının köpeğini yok etmeleri değil, bunları terbiye ederek, kendilerinden fâidelenmeleri lâzım olduğu gibidir. Ya’nî, şehvet ve gadab, avcının köpeği ve süvârînin atı gibidirler. Bu ikisi olmadıkça, âhiret ni’metleri avlanamaz. Fekat, bunlardan fâidelenebilmek için, terbiye ederek, dîne uygun kullanılmaları lâzımdır. Terbiye edilmezler, azgın olup, dînin sınırlarını aşarlarsa, insanı felâkete sürüklerler. Riyâzet yapmak, bu iki sıfatı yok etmek için değil, terbiye edip dîne uymalarını sağlamak içindir. Bunu sağlamak da, herkes için mümkindir. Medeniyyet, atom gücü kullanmak ve jet gibi şeyler yapmak değildir. Medeniyyet, bunları insanlara hizmet için kullanmakdır. Bu da, islâmiyyete uymakla ele geçer.
Bozuk düşünenlerin dördüncü kısmına gelince, bunlar kendilerini aldatmakdadırlar. (Herşey ezelde takdîr edilmişdir. Çocuk dünyâya gelmeden önce, (Sa’îd) veyâ (Şakî) olduğu bellidir. Bu, sonradan değişmez. Bunun için, ibâdet yapmanın fâidesi yokdur) derler. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, kazâ ve kaderin değişmiyeceğini, herşeyin ezelde takdîr edilmiş olduğunu anlatınca, Eshâb-ı kirâm da, böyle söylemişlerdi. (Ezeldeki takdîre güvenelim. İbâdet yapmıyalım) demişlerdi. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, bunlara karşı, (İbâdet yapınız! Herkese ezelde takdîr edilmiş olan şeyi yapmak kolay olur) buyurdu. Ya’nî, Allahü teâlânın ezelde sa’îd olarak bildiği kimse, dünyâda sa’îdlerin işlerini yapar. Bundan anlaşılıyor ki, ezelde sa’îd denilenlerin ibâ-
-69-
det yapmaları ve şakî denilenlerin ısyân etmeleri, sağlam yaşamaları ezelde takdîr edilmiş olanların gıdâ ve ilâc almalarına ve hastalanmaları, ölmeleri takdîr edilmiş olanların da, gıdâ ve ilâc almamalarına benzemekdedir. Açlıkdan, hastalıkdan ölmesi ezelde takdîr edilmiş olana, gıdâ ve ilâc almak nasîb olmaz. Zengin olması ezelde takdîr edilmiş olana, kazanc yolları açılır. Doğuda ölmesi takdîr edilmiş olana, batıya giden yollar kapanır. İşitdiğimize göre, Azrâîl aleyhisselâm, Süleymân aleyhisselâmın yanına gelince, oturanlardan birine dikkat ile bakdı. Bu kimse, meleğin böyle sert bakışından korkdu. Azrâîl aleyhisselâm gidince, Süleymân aleyhisselâma yalvarıp, rüzgâra emr etmesini, rüzgârın kendisini garb memleketlerinden birine götürüp, Azrâîl aleyhisselâmdan kurtulmasını istedi. Azrâîl aleyhisselâm tekrâr gelince, Süleymân aleyhisselâm, o adamın yüzüne niçin sert bakdığını sordu. Azrâîl aleyhisselâm, (Bir sâat sonra, garbdaki şehrlerden birinde, o kimsenin canını almak için emr olunmuşdum. Onu senin yanında görünce, hayretimden dikkat ile bakdım. Emre uyup garba gidince, onu orada görüp canını aldım) dedi. [Bu kıssa, Celâlüddîn-i Rûmînin “rahime-hullahü teâlâ”[1] (Mesnevî)sinde uzun yazılıdır.] Görülüyor ki, ezeldeki takdîr, bir emr değil, bir ilmdir. Altmışüçüncü sahîfeye bakınız! Ezeldeki kaderin hâsıl olması için, bu kimse, Azrâîl aleyhisselâmdan korkdu. Süleymân aleyhisselâm ona itâ’at etdi. Ezeldeki takdîr, sebebler zinciri ile yerine getirildi. Bunun gibi, ezelde sa’îd denilmiş olan kimsenin îmân etmesi, riyâzet çekerek, kötü huylarının düzelmesi nasîb olur. (En’âm) sûresinin yüzyirmibeşinci âyetinde meâlen, (Allahü teâlâ, hidâyete kavuşdurmak istediği kulunun kalbine islâmiyyeti yerleşdirir) buyurulmuşdur. Ezelde şakî olacağı bilinen, ya’nî Cehenneme gitmesi takdîr edilmiş olan kimse, (İbâdet etmeğe lüzûm yokdur. Herkesin sa’îd veyâ şakî olduğu ezelde takdîr edilmişdir) der. Böyle düşünerek ibâdet etmez. Böyle düşünerek ibâdet yapmaması, o kimsenin ezelde şakî olduğunu gösterir. Bunun gibi, câhil kalması ezelde takdîr edilmiş kimse (Herşey ezelde takdîr edilmişdir. Câhil kalması takdîr edilmiş olanın, okuyup öğrenmesinin fâidesi olmaz) der. Böylece çalışmaz, öğrenmez. Câhil kalır. Bir kimsenin zirâ’at yaparak bol mahsûl alması takdîr edilmiş ise, tarlasını sürmek, tohum ekmek nasîb olur. Ezelde sa’îd denilmiş olanların îmân etmeleri ve ibâdet yapmaları, şakî denilmiş olanların da, kâfir olmaları ve ısyân etmeleri böyledir. Ahmak olan kimse, bunu anlıyamaz. (Îmânın ve ibâdet yapmanın, ezelde sa’îd olmak ile ve küfrün, ısyânın
----------------------------
[1] Celâlüddîn-i Rûmî, 672 [m. 1273] de Konyada vefât etdi.
-70-
da şakî olmak ile acabâ ne ilgisi vardır?) der. Kısa aklı ile bu ilgiyi anlamak ister. Herşeyi, kendi aklı ile çözmeğe kalkışır. Hâlbuki, insanın aklı sınırlıdır. Aklın eremediği şeyleri akl ile anlamağa kalkışmak, aklsızlık, ahmaklık olur. Öyle düşünenlerin ahmak oldukları anlaşılır. Îsâ aleyhisselâm buyurdu ki, (Anadan doğma körlerin görmesini sağlamak, hattâ ölüleri diriltmek bana güç gelmedi. Fekat, ahmak olana, doğru sözü anlatamadım). Allahü teâlâ, sonsuz olan ilmi ve hikmeti ile, ba’zı kullarını melek derecesine yükseltir. Hattâ, meleklerden dahâ ileri olur. Ba’zılarını da, köpek, hınzır derecesine düşürür. Onsekizinci mektûbun tercemesi burada temâm oldu.
Şerefüddîn Ahmed bin Yahyâ Münîrî hazretlerinin (Mektûbât) kitâbında yüz mektûb vardır. 741 [m. 1339] senesinde yazılmış ve 1329 [m. 1911] senesinde Hindistânda basılmışdır. İstanbulda Süleymâniyye kütübhânesinde el yazması vardır. Yetmişaltıncı mektûbunda buyuruyor ki:
(Se’âdet), Cennetlik olmak demekdir. (Şekâvet), Cehennemlik olmak demekdir. Se’âdet ve Şekâvet, Allahü teâlânın iki hazînesi gibidir. Birinci hazînenin anahtarı, tâ’at ve ibâdetdir. İkinci hazînenin anahtarı, ma’sıyyet ya’nî günâhlardır. Allahü teâlâ, her insanın Sa’îd veyâ Şakî olacağını ezelde biliyordu. Bu bilgisine (Kader) denir. [Buna alın yazısı diyoruz.] Sa’îd olacağı ezelde bilinen kimse, Allahü teâlâya itâ’at eder. Ezelde, Şakî olacağı bilinen kimse, hep günâh işler. Dünyâda herkes, Sa’îd veyâ Şakî olduğunu,amelinden anlıyabilir. Âhireti düşünen din âlimleri, herkesin Sa’îd veyâ Şakî olduğunu böylece anlar. Dünyâya dalmış olan din adamı ise, bunu bilmez. Her izzet ve her ni’met, Allahü teâlâya, ihlâs ile itâ’at ve ibâdet etmekdedir. Her kötülük ve sıkıntı da, günâh işlemekden hâsıl olur. Herkese derd ve belâ, günâh yolundan gelir. Râhat ve huzûr da, itâ’at yolundan gelmekdedir. [Allahü teâlânın âdeti böyledir. Bunu kimse, değişdiremez. Nefse kolay ve tatlı gelen şeyi se’âdet zan etmemeli. Nefse güç ve acı gelenleri de şekâvet ve felâket sanmamalıdır.] Kudüsde Mescid-i Aksâda senelerce tesbih ve ibâdet ile ömrünü geçiren kimse, ibâdetin şartlarını ve ihlâsı öğrenmediği için, bir secdeyi terk edince, öyle zarar etdi ki, helâk oldu. Eshâb-ı Kehfin köpeği ise, pis olduğu hâlde, Sıddîkların arkasında birkaç adım yürüdüğü için, öyle yükseldi ki, hiç düşmedi. Bu hâl, insanı hayrete düşürmekdedir. Asrlar boyunca, âlimler, bu sırrı çözememişdir. İnsan aklı, bunun hikmetinianlıyamıyor. Âdem aleyhisselâma buğdaydan yime dedi ve yiyeceğini ezelde bildiği için, yimesini diledi. Şeytânın Âdem aleyhisselâma secde etmesini emr eyledi ve secde etmemesini diledi. Beni
-71-
arayınız buyurdu. Fekat ihlâsı olmıyanın kavuşmasını dilemedi. İlâhî yolun yolcuları, (Hiç anlıyamadık) demekden başka birşey söyliyemediler. Bizlere ne demek düşer. Onun, insanların îmân etmelerine, ibâdet yapmalarına ihtiyâcı yokdur. Kâfir olmalarının ve günâh işlemelerinin Ona hiç zararı olmaz. Mahlûklarına Onun hiç ihtiyâcı yokdur. İlmi, zulmetin temizlenmesine, cehli de, günâh işlenmesine sebeb yapdı. İlmden îmân ve tâ’at doğmakda, cehlden de küfr ve günâh hâsıl olmakdadır. Tâ’at, çok küçük olsa da, kaçırmamalı! Günâh, pek küçük görünse de, yaklaşmamalıdır! İslâm âlimleri buyurdular ki, üç şey, üç şeye sebebdir: Tâ’at, Allahü teâlânın rızâsını kazanmağa sebebdir. Günâh işlemek, Allahü teâlânın gadabına sebebdir. Îmân etmek, şerefli ve kıymetli olmağa sebebdir. Bunun için, küçük günâh işlemekden de çok sakınmalıdır. Allahü teâlânın gadabı, bu günâhda olabilir. Her mü’mini kendinden iyi bilmelidir. O mü’min, Allahü teâlânın çok sevdiği kulu olabilir. Herkes için ezelde yapılmış olan takdîr, hiç değişdirilemez. Hep günâh işleyip, hiç tâ’at yapmamış olan bir müslimânı, Allahü teâlâ, dilerse afv eder. Bekara sûresinin otuzuncu âyetinde, Melekler, meâlen, (Yâ Rabbî! Yer yüzünde fesâd çıkaracak ve kan dökecek olan insanları niçin yaratıyorsun) dediklerinde, (Onlar fesâd çıkarmazlar) demedi. (Sizin bilmediklerinizi ben bilirim) buyurdu. (Lâyık olmıyanları lâyık yaparım. Uzak kalanları yaklaşdırırım. Zelîl olanları azîz ederim) buyurdu. Siz onların işlerine bakarsınız. Ben kalblerindeki îmâna bakarım. Siz, günâhsız olduğunuza bakıyorsunuz. Onlar, benim rahmetime sığınırlar. Sizin günâhsız olduğunuzu beğendiğim gibi, müslimânların günâhlarınıafv etmeği de severim. Benim bildiğimi sizler bilemezsiniz. Îmânı olanları, ezelî olan lutfüme kavuşdurur, ebedî olan lutfüm ile hepsini okşarım buyurdu. Yetmişaltıncı mektûbdan terceme temâm oldu.
Şerefüddîn Ahmed bin Yahyâ Münîrî “rahmetullahi teâlâ aleyh”, 782 [m. 1380] senesinde vefât etmişdir. Hindistânda Bihar şehrinde yaşadı. Kabri de oradadır. Münir, Bihar şehrinin köylerinden birinin ismidir. Şâh Abdülhak Dehlevînin “rahmetullahi teâlâ aleyh” (Ahbâr-ül-ahyâr) kitâbında, hâl tercemesi uzun yazılıdır. Bu kitâb fârisî olup, 1332 [m. 1914] senesinde Hindistânda, Diyobend şehrinde ve sonra Pâkistânda Lahorda basılmışdır. (İrşâdüs-sâlikîn), (Ma’din-ül-me’ânî) ve (Mektûbât) kitâbları çok kıymetlidir.
[İmâm-ı Rabbânî “rahmetullahi aleyh” muhtelif mektûblarında buyuruyor ki, (Allahü teâlânın emr etdiği işlere (Farz) denir. Yasak etdiklerine (Harâm) denir. Farz veyâ harâm olmayan, ser-
-72-
best bırakılmış olanlara (Mubâh) denir. Farzları yapmağa, harâmlardan sakınmağa ve mubâhları Allah rızâsı için yapmağa (İbâdet etmek) denir. Bir ibâdetin sahîh ve makbûl olması için, ya’nî doğru olması ve Allahü teâlânın beğenmesi için, (İlm) ya’nî doğru yapmanın şartlarını öğrenmek ve (Amel) ya’nî şartlarına uygun yapmak ve (İhlâs) ile yapmak lâzımdır. İhlâs, para, mevkı’, şöhret gibi dünyâ menfa’atlarını düşünmeyip, Allahü teâlâ emr etdiği için, Onun rızâsını, sevgisini kazanmak için yapmakdır. İlm, fıkh kitâblarını, bir üstâd ile birlikde okuyarak, ihlâs da, bir Velînin sözlerinden ve hâl ve hareketlerinden ve tesavvuf kitâblarını okuması ile elde edilir. İslâm ilmleri, iki kısmdır: Din bilgileri ve fen bilgileri. Bunları, lüzûmu kadar öğrenmek farzdır. Meselâ, ilâcın kullanma şeklini, mikdârını ve elektrik lambası makinası kullananın elektrik hakkında kısa bilgi öğrenmesi farzdır. Öğrenmezse, ölüme sebeb olurlar.
Farzlara ve harâmlara inanıp da, tenbellikle veyâ kötü arkadaşlara uyarak, ibâdet etmeyen bir müslimân, tevbe etmeden ölürse, günâhı bitinceye kadar, Cehennemde yanar. Farzları öğrenmiyen, bilse de, kıymet, ehemmiyyet vermiyen, üzülmeden, Allahdan korkmadan terk eden, müslimânlıkdan çıkar, kâfir olur. Cehennemde, ebedî, sonsuz yanar. Harâmları yapmak da böyledir.
Bir ibâdetin ilmini öğrenmiyenin, şartlarını bilmiyenin, yapdığı ibâdet, ihlâs ile yapılmış olsa da, sahîh olmaz. Hiç yapmamış gibi, Cehennemde yanar. Şartlarını bilerek ve gözeterek yapanın, ibâdeti sahîh olur. Cehennem azâbından kurtulur. Fekat, ihlâs ile yapmadı ise, bu ibâdeti ve hiçbir iyiliği kabûl olmaz. Sevâb kazanmaz. Allahü teâlâ, bu ibâdetini ve hayrât ve hasenâtını beğenmiyeceğini bildiriyor. İlm ve ihlâs ile yapılmıyan ibâdetin fâidesi olmaz. İnsanı küfrden, günâhdan, azâbdan kurtarmaz. Ömr boyunca, böyle ibâdet yapıp da, küfr üzere vefât eden münâfıklar çok görülmüşdür. İlm ile, ihlâs ile yapılan ibâdet, insanı, dünyâda küfrden, günâhdan kurtarır ve azîz eder. Âhiretde de, Cehennem azâbından kurtaracağını, Allahü teâlâ, Mâide sûresinin dokuzuncu âyetinde ve Vel’asr sûresinde va’d etmekdedir. Allahü teâlâ, va’dinde sâdıkdır. Verdiği sözü elbette yapar.)]
Hak teâlâ, intikâmını yine kul ile alır.
bilmiyen (ilm-i ledünnî) anı kul yapdı sanır.
Cümle eşyâ Hâlıkındır, kul elîle işlenir.
emr-i Bârî olmayınca, sanma bir çöp deprenir!
-73-
-6-
ALLAHÜ TEÂLÂ VARDIR VE BİRDİR, ONDAN BAŞKA BÜTÜN VARLIKLAR YOK İDİ, YİNE YOK OLACAKLARDIR
Etrâfımızdaki varlıkları his organlarımız ile tanımakdayız. Duygu organlarımıza te’sîr eden şeylere (Varlık) [mevcûd] denir. Varlıkların beş duygu organımıza yapdıkları etkilere, te’sîrlere (Özellik) veyâ (Sıfat) denir. Varlıklar, birbirlerinden, özellikleri ile ayırd edilmekdedir. Zıyâ, ses, su, hava, cam, birer varlık ya’nî (Mevcûd)dur. Vezni, ya’nî ağırlığı ve hacmi olan, ya’nî boşlukda yer kaplıyan varlıklara (Cevher) veyâ (Madde) denir. Maddeler birbirlerinden, sıfatları, hâssaları ile ayırd edilirler. Hava, su, taş, cam, ayrı birer maddedir. Zıyâ, ses ise, madde değildir. Çünki, ışık ve ses, yer kaplamaz ve ağırlıkları yokdur. Her varlık, (Enerji) ya’nî (Kudret) taşımakdadır. Ya’nî, iş yapabilir. Her madde, sulb, ya’nî katı ve mâyi’ ya’nî sıvı ve gaz olmak üzere üç hâlde bulunabilir. Katı maddelerin şekli vardır. Sıvı ve gaz hâlindeki maddelerin, kendilerine mahsûs belli şeklleri yokdur. Bunlar, bulundukları kabın şeklini alırlar. Maddenin şekl almış hâline (Cism) denir. Maddeler hep cism hâlinde bulunur. Meselâ, anahtar, iğne, maşa, kürek, çivi, başka başka cismlerdir. Ya’nî şeklleri başka başkadır. Fekat, hepsi demir maddesinden yapılmışdır. Cismler ikiye ayrılır: Basît cism, Bileşik cism.
(Âlem mütegayyirdir) ya’nî, her cismde dâimâ değişiklik olmakdadır. Meselâ hareket ederek yer değişdirir. Büyür, küçülür. Rengi değişir. Canlı ise, hasta olur, ölür. Bu değişmelere (Olay) veyâ (Hâdise) denir. Dışarıdan bir te’sîr olmadan, maddede hiçbir değişiklik meydâna gelmez. Bir hâdise meydâna geldiği zemân, maddenin yapısı bozulmaz ve özü değişmezse, buna (Fizik olayı) denir. Kâğıdın yırtılması, bir fizik olayıdır. Bir maddede fizik olayı meydâna gelmesi için, bu maddeye bir kuvvetin te’sîr etmesi lâzımdır. Maddenin yapısını bozan, özünü değişdiren olaylara (Kimyâ olayı) denir. Kâğıdın yanıp kül olması kimyâ olayıdır. Bir cismde kimyâ olayı meydâna gelmesi için, buna başka bir maddenin te’sîr etmesi lâzımdır. İki veyâ dahâ çok maddenin birbirlerine te’sîr ederek, her birinde kimyâ olayı meydâna gelmesi işine
-74-
(Kimyâsal tepkime) veyâ (Kimyâ reaksiyonu) denir.
Maddelerin kimyâ reaksiyonuna girmeleri, ya’nî birbirine te’sîr etmeleri, en küçük parçaları ile olur. Maddelerin bu en küçük parçalarına (Cevher-ül-ferd) veyâ (Atom) denir. Her cism atomlardan yapılmışdır. Ya’nî, atom yığınıdır. Atomların yapısı birbirine benzer ise de, büyüklükleri ve ağırlıkları farklıdır. Bundan dolayı, bugün yüzbeş dürlü atom biliyoruz. En büyük atom bile, en kuvvetli mikroskopla görülemiyecek kadar pek küçükdür. Birbirlerine benziyen atomların biraraya gelmesinden (Basît cism) veyâ (Element) hâsıl olur. Yüzbeş dürlü atom olduğu için, yüzbeş dürlü basît cism vardır. Demir, kükürt, cıva, oksijen gazı, kömür birer elementdir. Başka başka atomların biraraya gelmesinden (Bileşik cism) veyâ (Mürekkeb cism) hâsıl olur. Yüzbinlerce bileşik cism vardır. Su, ispirto, tuz, kireç, mürekkeb cismlerdir. Mürekkeb cismler, iki veyâ dahâ çok basît cismin birbirleri ile birleşmesinden hâsıl olmakdadır. Basît cismlerin birleşmeleri, atomlarının birbirleri ile birleşmelerinden hâsıl olur.
Bütün cismler, meselâ dağlar, denizler, her dürlü bitki ve hayvanlar, hep yüzbeş elementden meydâna gelmekdedir. Canlı, cansız her cismin yapı taşı, hep bu yüzbeş elementdir. Bütün cismler, bu yüzbeş elementden birinin veyâ birkaçının atomlarının biraraya gelmesinden hâsıl olmakdadır. Hava, toprak, su, ısı, ışık, elektrik ve mikroblar, bileşik cismlerin parçalanmalarına veyâ cismlerin birleşmelerine sebeb oluyorlar. (Sebebsiz hiçbir değişiklik olmaz.) Bu değişmelerde, elementler, ya’nî bu varlıkların yapı taşları, cismden cisme yer değişdiriyor veyâ bir cismden ayrılarak serbest hâle geçiyorlar. Cismlerin yok olduklarını görüyoruz.Gördüğümüze göre hükm ederek aldanıyoruz. Çünki, yok oluyor ve var oluyor dediğimiz bu görünüş, maddelerin değişmelerinden başka bir şey değildir. Bir cismin, meselâ mezârdaki ölünün yok olması yeni cismlerin, meselâ suyun, gazların ve toprak maddelerinin var olmaları şeklinde oluyor. Bir değişmede, var olan yeni maddeler, duygu organlarımıza te’sîr etmezlerse, bunların meydâna geldiklerini anlıyamıyoruz. Bunun için, değişikliğe uğrıyan birinci maddeye yok oldu diyoruz.
Yüzbeş elementden herbirinin şekllerinin değişdiğini, her elementde fizik ve kimyâ olayı olduğunu da görüyoruz. Bir element, bir bileşiğin yapısına katılınca, iyon hâline geçer. Ya’nî, atomları elektron verir veyâ alır. Böylece bu elementin çeşidli fizik ve kimyâ özellikleri değişir. Her elementin atomları, bir çekirdekle, (Elektron) denilen çeşidli mikdârlarda, dahâ küçük parçalardan yapılmışdır. Çekirdek, atomun ortasındadır. Hidrojenden başka,
-75-
bütün atomların çekirdekleri (Proton) ve (Nötron) denilen dâneciklerden yapılmışdır. Protonlar, pozitif elektrik yüklüdür. Nötronlar, elektrik yükü taşımaz. Elektronlar, eksi elektrik dânecikleridirler ve çekirdek etrâfında dönerler. Elektronlar, her ân yörüngelerinde döndükleri gibi, yörüngelerini de değişdirmekdedirler.
Atomların çekirdeklerinde de, değişmeler, parçalanmalar olduğu, (Radyoaktif) denilen elementlerden anlaşılmakdadır. Çekirdeklerin bu parçalanmasında, bir elementin başka elemente döndüğü, maddelerin yok olarak, enerji (Kudret) hâline döndüğü de anlaşılmış, bu değişme (Aynştayn)[1] tarafından hesâb bile edilmişdir. Demek ki, bileşik cismlerde olduğu gibi, elementler de, hep değişmekde, bir hâlden başka hâle dönmekdedir. (Canlı cansız her madde değişmekde, ya’nî eskisi yok olup,yenisi var olmakdadır.) Bugün, var olan her canlı, (her bitki, her hayvan) önce yok idi. Başka canlılar vardı. Bir zemân sonra da, şimdiki canlılardan hiçbiri kalmıyacak, başka canlılar var olacakdır. Cansız varlıkların hepsi de böyledir. Canlı cansız her varlık, meselâ bir element olan demir veyâ birkaç cism karışımı olan taş, kemik, bütün maddeler, bütün zerreler hep değişmekdedirler. Ya’nî eskileri yok olmakda ve başkaları var olmakdadır. Var olan madde ile, yok olan maddenin özellikleri birbirine benziyorsa, insan bu değişikliği anlamıyor, maddeyi hep var sanıyor. Sinemada, hareket eden film şeridinde, objektif önüne, her ân başka resmler gelip gitmekde iken, seyrciler bunu anlamayıp, aynı resm perdede hareket ediyor sanmaları gibidir. Kâğıd yanıp kül olunca bu değişikliği anladığımız için, kâğıd yok oldu, kül var oldu diyoruz. Buz eriyince, buz yok oldu, su var oldu diyoruz. Modern madde bilgisi, (Se’âdet-i ebediyye) kitâbında, 546, 971 ve 1041.ci sahîfelerde de geniş yazılıdır. Lütfen oralardan da okuyunuz!
(Şerh-i akâid) kitâbının başında diyor ki, (Bütün varlıklar, Allahü teâlânın varlığına alâmet olduğu, Onun varlığını gösterdiği için, mahlûkların hepsine (Âlem) denir. Varlıkların bir cinsden olanlarına da birer âlem denir. Meselâ, insanlar âlemi, melekler âlemi, hayvanlar âlemi, cansız maddeler âlemi denir. Yâhud, her bir cism, bir âlemdir.
(Şerh-i mevâkıf)[2] kitâbının dörtyüzkırkbirinci sahîfesinde diyor ki, Âlem, ya’nî herşey, hâdisdir, ya’nî mahlûkdurlar. Ya’nî yok iken, sonradan var olmuşdurlar. [Her zemân, birbirlerinden de var
----------------------------
[1] Einstein yehûdî fizikcisi, 1375 [m. 1955] de öldü.
[2] (Şerh-i mevâkıf) müellifi Seyyid Şerîf Alî Cürcânî, 816 [m. 1413] de Şirâzda vefât etdi.
-76-
olduklarını yukarıda bildirdik.] Cismlerin maddesi de, sıfatları da, hâdisdir. Burada dört şey düşünülebilir:
1 - Müslimânlara, yehûdîlere ve nasârâya ve mecûsîlere göre, cismlerin maddeleri de, sıfatları da hâdisdir.
2 - Aristoya ve onun yolunda olan felsefecilere göre, cismlerin maddeleri de, sıfatları da kadîmdir. Ya’nî ezelîdir, hep vardır derler. Bu sözün yanlış olduğunu, modern kimyâ bilgisi kesin olarak bildirmekdedir. Böyle inanan ve söyliyen, müslimânlıkdan çıkar. Kâfir olur. İbni Sînâ[1] ile Fârâbî[2] de kadîm demekdedir.
3 - Aristodan önce olan felesoflara göre, maddeleri kadîm olup, sıfatları hâdisdir derler. Bugün, fen adamlarının çoğu da böyle yanlış düşünmekdedir.
4 - Maddenin hâdis, sıfatların kadîm olduğunu söyliyen olmamışdır. Calinos bu dördünden hiçbirine karar verememişdir).
Müslimânlar, maddelerin ve sıfatlarının hâdis olduğunu birkaç yoldan isbât etmekdedir. Birinci yol, maddeler ve bütün zerreleri hep değişmekdedir. Değişmekde olan şey, kadîm olamaz. Hâdis olması lâzımdır. Çünki, her maddenin, kendinden öncekinden meydâna gelmesi işi, sonsuz öncelere kadar gidemez. Bu değişmelerin bir başlangıcı olması, ya’nî ilk maddelerin, yokdan var edilmiş olmaları lâzımdır. Yokdan var edilmiş olan ilk maddeler bulunmasaydı, ya’nî sonraki maddenin kendinden önceki maddeden hâsıl olması işi sonsuz öncelere gitseydi, maddelerin birbirlerinden meydâna gelmelerinin bir başlangıcı olmazdı ve bugün hiçbir maddenin var olmaması lâzım gelirdi. Maddelerin var olmaları ve birbirlerinden hâsıl olmaları, yokdan var edilmiş ilk maddelerden üremiş olduklarını göstermekdedir.
Ayrıca deriz ki, gökden düşen bir taşa, sonsuzdan geldi denemez. Çünki sonsuz, başlangıcı, ucu yok demekdir. Sonsuzdan gelmek, yokdan gelmek olur. Sonsuzdan geldiği düşünülen şeyin, gelmemesi lâzım olur. Gelen birşeye, sonsuzdan geldi demek, akla, fenne uymıyan ve câhilce bir söz olur. Bunun gibi, insanların birbirlerinden hâsıl olmaları, sonsuz öncelerden gelemez. Yokdan yaratılmış olan bir ilk insandan başlıyarak üremeleri lâzımdır. Yokdan var edilmiş olan ilk insan olmayıp, insanların birbirlerinden hâsıl olmaları, sonsuz öncelerden gelmekdedir denirse, hiçbir insanın var olmaması lâzım olur. Her varlık için de böyledir. Maddelerin, cismlerin birbirlerinden hâsıl olmaları için, (Böyle gelmiş
----------------------------
[1] İbni Sînâ Hüseyn, 428 [m. 1037] de vefât etdi.
[2] Muhammed Fârâbî, 339 [m. 950] de Şâmda vefât etdi.
-77-
böyle gider. Yokdan var edilmiş ilk maddeler yokdur) demek, akla ve fenne uymıyan, câhilce sözdür. Değişmek, sonsuz olmağı değil, yokdan yaratılmış olmağı, ya’nî (Vâcib-ül-vücûd) olmağı değil, (Mümkin-ül-vücûd) olmağı göstermekdedir.
Süâl: Bu âlemi yaratanın kendisi ve sıfatları kadîmdir, ezelîdir. Bu âlemin de kadîm olması lâzım gelmez mi?
Cevâb: Kadîm olan yaratıcının, maddeleri, zerreleri, çeşidli sebeblerle değişdirdiğini, ya’nî yok edip, bunların yerine başkalarını yaratmakda olduğunu, her zemân görüyoruz. Kadîm olan yaratıcı, irâde etdiği, dilediği zemân, ya’nî her zemân maddeleri birbirlerinden yaratmakdadır. Âlemleri, her maddeyi, her zerreyi sebeblerle yaratdığı gibi, irâde etdiği zemân, sebebsiz, vâsıtasız olarak, yokdan da yaratır.
Âlemlerin hâdis olduğuna inanan, fânî olduklarına, ya’nî, tekrâr yok olacaklarına da inanır. Yok iken sonradan yaratılmış olan varlıkların yine yok olabilecekleri meydândadır. Birçok varlıkların yok olduklarını, şimdi de görüyoruz.
Müslimân olmak için, maddelerin ve cismlerin, ya’nî her varlığın, yokdan var edilmiş olduklarına ve tekrâr yok olacaklarına inanmak lâzımdır. Cismlerin yok iken sonradan var olduklarını ve tekrâr yok olduklarını, ya’nî şekllerinin ve özelliklerinin kalmadığını görüyoruz. Cismler yok olunca, maddeleri kalıyor ise de, bu maddelerin de ezelî olmadıklarını, çok öncelerde, Allahü teâlâ tarafından yaratılmış olduklarını ve Kıyâmet gününde hepsini tekrâr yok edeceğini yukarıda bildirdik. Zemânımızın fen bilgileri, buna inanmağa mâni’ değildir. İnanmamak, fenne iftirâ etmek ve islâm düşmanı olmak demekdir. İslâmiyyet, fen bilgilerini red etmiyor. Din bilgilerini öğrenmemeği ve ibâdet vazîfelerini yapmamağı red ediyor. Fen bilgileri de, islâmiyyeti inkâr etmemekdedir. Hattâ, onu te’yîd ve tasdîk etmekdedir.
Âlem hâdis olunca, bunu yokdan bir yaratan vardır. Çünki, hiçbir olayın kendiliğinden olamıyacağını yukarıda bildirdik. Bugün fabrikalarda binlerce ilâc, ev eşyâsı, sanâyı’ ve ticâret maddeleri, elektronik âletler, harb vâsıtaları yapılıyor. Bunların çoğu, ince hesâblardan, yüzlerce tecribeden sonra elde ediliyor. Bunlardan birine dahî, kendi kendine var oldu diyorlar mı? Bunların, bilerek ve istiyerek yapıldıklarını söyliyorlar ve hepsinin bir yapıcısının bulunması lâzımdır diyorlar da, canlılarda, cansızlarda görülen ve her asrda, dahâ yenileri, dahâ inceleri keşf edilen ve çoğunun yapısı henüz anlaşılamayan milyonlarca maddenin ve hâdisenin kendi kendilerine tesâdüfen var olduklarını söyliyorlar. Bu iki
-78-
yüzlülük, koyu bir inâddan veyâ açık bir ahmaklıkdan başka ne olabilir? Görülüyor ki, her maddeyi, her hareketi var eden tek bir yaratıcı vardır. Bu yaratıcı (Vâcib-ül-vücûd)dur. Ya’nî, yok iken sonradan var olmuş değildir. Hep var olması lâzımdır. Var olması için hiçbirşeye muhtâc değildir. Hep var olması lâzım olmaz ise, (Mümkin-ül-vücûd) olurdu. Âlemler gibi hâdis, ya’nî mahlûk olurdu. Mahlûk, başka bir mahlûkun değişmesinden veyâ yokdan var edilir. Onu da yaratan lâzım olur. Böylece sonsuz yaratanlar lâzım olur. Mahlûklardaki değişmelerin sonsuz olamıyacağını yukarıda bildirdiğimiz gibi düşünürsek, yaratıcıların da sonsuz olamıyacağı, yaratmanın birinci bir yaratıcıdan başlıyacağı anlaşılır. Çünki, yaratıcıların biribirlerini yaratmaları sonsuz olarak gider denince, hiçbir yaratıcının bulunmaması lâzım olur. İşte, yaratılmış olmıyan birinci ilk yaratıcı, mahlûkların tek yaratıcısıdır. Ondan önce ve sonra, başka bir yaratıcı yokdur. Yaratıcı yaratılmaz. O, hep vardır. Bir ân yok olsa, her şey yok olur. Vâcib-ül-vücûd, hiçbir bakımdan hiçbir şeye muhtâc değildir. Yerleri, gökleri, atomları, canlıları, düzenli, hesâblı yaratanın kudretinin, kuvvetinin sonsuz olması, âlim olması, dilediğini hemen yapması, bir olması, onda hiç değişiklik olmaması, lâzımdır. Kuvveti sonsuz olmasa ve âlim olmasa, böyle düzenli, hesâblı mahlûkları yaratamaz. Bu yaratıcı birden çok olursa, birşeyin yaratılmasında, istekleri uymayınca, istediği yapılmıyanlar yaratıcı olamazlar ve yaratılan şeyler karma-karışık olur. Dahâ çok bilgi almak için Alî Ûşînin[1] yazdığı (Emâlî Kasîdesi)nin arabî ve türkçe şerhlerini lütfen okuyunuz!
Yaratıcıda hiç değişiklik olmaz. Şimdi nasılsa, âlemi yaratmadan önce de öyle idi. Herşeyi yokdan yaratmış olduğu gibi, her zemân da, şimdi de, herşeyi yaratmakdadır. Çünki değişmek, mahlûk olmağı, yokdan yaratılmış olmağı gösterir. Onun hep var olduğunu, yok olmıyacağını yukarıda bildirdik. Bunun için, Onda hiç değişiklik olmaz. Mahlûklar ilk yaratılmalarında Ona muhtâc oldukları gibi, her ân da muhtâcdırlar. Herşeyi yaratan, her değişikliği yapan yalnız Odur. Düzenli olmaları için ve insanların yaşıyabilmeleri ve medenî olabilmeleri için, herşeyi sebeblerle yaratmakdadır. Sebebleri O yaratdığı gibi, sebeblerin te’sîr etmelerini, iş yapabilmelerini de, O yaratmakdadır. İnsanlar sebeblerin maddelere te’sîr etmelerine vâsıta olmakdadır.
Aç olunca, birşey yimek, hasta olunca ilâc almak, mum yakmak için kibriti çakmak, hidrojen elde etmek için çinko üzerine
----------------------------
[1] Alî Ûşî, 575 [m. 1180] de vefât etdi.
-79-
bir asid dökmek, çimento yapmak için kireç taşı ile kil karışdırıp ısıtmak, süt elde etmek için ineği beslemek, elektrik elde etmek için hidro-elektrik santralı kurmak, her çeşid fabrika yapmak, sebebleri kullanarak, yeni şeyler yaratmasına vâsıta olmakdır. İnsanın, irâdesi ve kuvveti de, Allahü teâlânın yaratdığı birer sebebdir. İnsanlar da, Allahü teâlânın yaratmasına vâsıta olmakdadır. Allahü teâlâ, böyle yaratmak istiyor. Görüliyor ki, insan birşey yaratdı demek, akla ve dîne uymıyan, câhilce bir sözdür.
İnsanların, kendilerini yaratan, yaşatan, muhtâc oldukları şeyleri yaratıp gönderen bu bir yaratıcıyı sevmeleri, Ona kul, köle olmaları lâzımdır. Ya’nî, mahlûkların Ona ibâdet etmesi, tapınmaları, itâ’at etmeleri, saygılı olmaları lâzımdır. Böyle olduğu yedinci sahîfe başındaki, üçüncü cild, onyedinci mektûbda uzun yazılıdır. Vâcib-ül-vücûd, bir olan bu ilah, bu tanrı, isminin (Allah) olduğunu kendisi bildirmişdir. Kulların, Onun bildirdiği ismini değişdirmeğe hakları yokdur. Haksız yapılan iş, zulm olur, pek çirkin birşey olur.
Hıristiyanlar, papazlar, yaratıcının üç olduğuna inanıyorlar. Yukarıdaki yazılarımız, yaratıcının bir olduğunu, hıristiyanlığın, papazların sözlerinin yanlış ve bozuk olduğunu isbât etmekdedir.
İlm olmazsa, din, sıyrılıp kalkar aradan,
öyleyse, cehâlet denilen, yüz karasından,
kurtulmaya çalışmalı, başdan başa millet,
kâfi değil mi yoksa, bu son dersi felâket?
Bu felâket dersi, neye mal oldu, düşünsen,
beynin eriyip, yaş gibi, damlardı gözünden.
Son olaylar, ne demekdir, bilsen ne demekdir:
Gelmezse eğer, kendine millet, gidecekdir.
Zîrâ, yeni bir sarsıntıya pek dayanılmaz,
zîrâ, bu sefer, uyku ölümdür uyanılmaz.
Ahlâkı düzeltip, fenne çok çalışmak lâzım,
dîne bağlı, atomla silâhlı er olmak lâzım!
Din bilgisi, harb gücü, ileri olmak gerek,
ikisidir ancak, millete huzûr verecek.
-80-
Dostları ilə paylaş: |