Zamanında her yıl, bunların sahibini nasıl da sevindirdiğini düşünüyordu Mazlum.
‘Yıllarca bunlarla yaşamaya alışmış insanlar, bunlarla hayatlarını sürdürmekten zorla mahrum bırakılınca, kim bilir hangi acıların parçalayıcı pençesine düştüler? Cennet bütün nimetleriyle birlikte gelip buraya konmuş ve o insanlar sahip olmaya güçlerinin yetmediği cennetlerinden kovulmuşlar. Onları, cehennemin dayanılmaz ızdıraplarına konuk ederlerken, gözlerinin yaşına bakmamışlar.’ diyordu.
Gabar, kendisinin üstünde titreyen insanlardan yoksun kalabilir mi? Buna katlanmaya sabrı elverebilir mi? Emeğin kumaşından dokunmuş o insanlar, elleriyle, tırnaklarıyla Gabar'ı karış karış işlemişler. Sert kayaların üstüne avuçlarıyla bereket toprağını çekip hayranlık uyandıran sayısız tarlalar sermişler. Ve bütün bunlar, abartısız birer gerçek. Kör olmayan gözlerin gelip görmesini davet eder.
Tırmanış yukarı doğru çıktıkça, önlerine, meyveleri altında dalları eğilmeye başlayan geniş badem bahçeleri çıkıyordu. Badem bahçeleri köyün etrafını çevreleyen bağ bahçelerin sınırını teşkil ediyordu. Uzun bir hat şeklinde sıra sıra dizilen badem ağaçlarının altına düşen patikaya girmişlerdi. Badem bahçesinin etrafında bir sur kadar sağlam, büyük siyah taşlardan ördükleri uzun duvarın kenarında patika zirveye doğru kıvrılıp gidiyordu.
Yine yolun bilen öncüsü Şahin'di. Onun arkasında Mazlum, Mazlum'un arkasında da Hasan ilerliyordu. Onları zirveye doğru taşıyan patika, badem bahçesini aşınca, uzun zamandır baltanın girmediği meşe ağaçlarından oluşan sık ormanlığa dalıyordu. İlk meşe ağacı aşılıp ormanlığa girildiğinde, kurumaya yüz tutmuş yarım boy yüksekliğindeki sık otların arasından, yerlere yapışık ağaç dallarından takımlar halinde kana susamış sivrisineklerin hücumu başlıyordu. Ormanlığın bu küçük zebanilerinden korunmaya, ellerin pataklamaları yeterli gelmiyordu. Saf dışı bırakılan birinin yerini, on tanesi alıyordu. Buldukları çıplak derinin üstüne konup en nazik yerden etrafı siyah hortumla çevrili ince iğneyi ustaca kanın içine gönderirlerdi. Yürüyüşün hızlı temposu bile onlardan kurtulmaya yetmiyordu.
Hasan, ormanlığın bu arsız saldırgan bekçilerine, ‘Benim sihirli bir çözümüm var.’ dediğinde Şahin hemen sordu.
‘Nedir bu sihirli çözümün? Bul da kurtulalım.’
‘Hep sivrisineklerden kurtulmanın yolu, bataklığı kurutmaktan geçer derler. Ben de peşimizi bırakmayan bu illetlerden kurtulmanın yolu, ormanı yakmaktan geçer diyorum. Ayrıca bir sigara içmekten bile daha kolaydır.’
Şahin lafını ağzından alarak, ‘Bin yaşa, hatta bin bir yaşa Hasan. Sen halkımızın daha keşfedemediği gerçek bir mucitsin.’
Mazlum, ‘Böylesine insani bir buluşun mucidiyle tanışmaktan kıvanç duyarım. Hele onunla arkadaş olmak gurur verici.’
‘Ne o, beğenmediniz mi buluşumu? Sizin yeni fikirlere açık olmadığınızı zaten biliyordum.’
Mazlum, ‘Daha tadılmamış bu yeni fikirlerini çiğneyecek dişimiz yok ki, midemiz hazmedebilsin.’ dediğinde Şahin de, ‘Benim cevabım budur.’ dedi.
Şahin'in altından geçtiği ağacın kuytuluğunda üç köşeli başını havaya kaldıran engereğe takıldı Hasan’ın gözü. Eline bir taş geçirmeye davranıp ‘Durun arkadaşlar büyük tehlikedesiniz.’ dedi.
Şahin, ‘Karışma gördüm.’ dedi.
Mazlum, ‘Heval Hasan, doğamızın canlılarından ne istiyorsun Allah aşkına. Sana bir kötülükleri mi dokundu yoksa?’
Hasan, eline taş almaktan vazgeçip ‘Aman tanrım, etrafımın çevrecilerle sarıldığını bilmiyordum.’ dedi.
‘Demek ki, mucidimizin tanrısı kendisine doğruları söylemiyor, yoksa çoktan fark ederdi.’
‘Benim tanrıma laf dokunduramazsınız arkadaş. Sen söyle heval Mazlum, tanrıya laf dokundurulur mu?’
‘Kusura bakma heval Hasan. Galiba tanrın biraz hasta, baksana midesi ekşimiş, eski bulantılarının girdabında boğuluyor, üstümüze kusmak üzere.’
Hasan, içi su dolmaya başlayan koyu gri bulutlara bakarak ‘Buna bakıp içiniz kararırsa, yarını düşünemezsiniz tabii ki. Tanrım şu an diyor ki, buna bakıp aldanma, bunun arkasındaki yarını düşün.’
‘Önümüzde bana engel olan bu yol olmasa, sana hep yalan söyleyen o dişleri çürümüş tanrının başına öylesine bir taş fırlatırdım ki, olan aklı da başından uçup giderdi. Belki de o zaman herkes onun derdinden biraz rahat ederdi.’
Hasan, öfkelenmiş bir edaya bürünüp sesini yükselterek, ‘Benim tanrıma böyle hakaretlerde bulunamazsınız. O hoş görülüdür, ama hakaretleri affetmeye gelmez. Çabuk ondan af dileyin, sizi pişmanlık yasasından faydalandırsın.’ sözleri üzerine ormanın içinden yukarı doğru kahkahayla yol almaya devam ettiler.
...
Yer yer patikayı kapatan dikenli çalıları aşmak yıpratıcı bir uğraşı gerektiriyordu. Bacaklar, yapışmaya hazır dikenlerden kurtulduğunda, kollar takılı kalmaya başlıyordu. Kollar kurtulduğunda, bu sefer de parmaklara batmaya geliyorlardı. Ön açıldığında, arkadan tutup geriye çekiyorlardı. Yürüyüşü çekilmez kılan, önlerine çıkan ormanlığın bu türden sivri silahlarıydı. Dikenli çalılar aşıldığında bir tarafını yaralamayan, elini ayağını, yüzünü gözünü kanatmayan yoktu.
Hasan, ‘Sinir bozucu bu şeylerden ormanı kurtarmadıkça, ormanın hiçbir güzelliği olmaz. Bir çakışta halledelim diyorum, bizimkiler de olmaz diyor. En kolay kestirme yoldan gidelim diyorum, bizimkiler yanaşmıyor. Bu dünyada iyiliğe yer kalmadı. Vay mağrur iyiliğimin başına gelenler vay!’ deyip yeniden takılmalarına başladı.
Mazlum, ‘Heval Hasan, söylediklerinde haksız olduğuna dair kuşkum yok. Bana bu iyiliğini göndermene vesile olan bu alçak dikenin parmağımdan fışkırttığı kanın acısına nasıl ortak olduğuna da şahidim. Ama yine de eksik bıraktığın bir yan var. Bu küçücük dikenin bıraktığı kendinden büyük acının içindeki saklı sevgiyi ara desem, ne diyeceksin? O tür davransan, eminim aklına sakıncalı kestirme yollar gelmez.’
‘Madem ki öyle, o zaman dikenleriniz bol olsun!’
Şahin, ‘Biz güllerimizi toplamaya çıkarken, batacak dikenlerin hesabını da yaptık hevalım. Başı dertten kurtulmayan iyiliğini mendiline sarıp cebine koysan, kim bilir nasıl sevinir gariban.’
‘Paşa gönlünüz bilir, başınız dert gördüğünde sakın imdada çağıralım demeyin, çünkü çığlığınız yalnızca havada asılı kalır.’
İlerlemeye devam ettiler. Mazlum, yürürken parmağına batan dikeni Hasan’dan saklamaya çalışarak çıkarmakla uğraşıyordu. Derine battığından, kesik tırnaklarla gömüldüğü etin içinden çıkarılamıyordu. Yürüyüşün temposunu yavaşlatmasın diye uğraşmaktan vazgeçti.
Bahar sularının sel olup içinden aktığı küçük vadiye daldıkları an, yabani çam ağacının altında uykuya çekilmiş kızıla çalan toprak renginde iri bir yaban domuzu yerinden fırlayıp can telaşıyla önlerinde koşmaya başladı. Kalkınca, ağaçların arasından çıkardığı ani gürültünün heyecanı bastırıldıktan sonra Hasan, sesli sesli hayıflanmasını dile getirmeye başladı.
‘Görüyor musun şu domuzu. Şişlerimizi sırtına bindirip nasıl da kaçıyor? Kaçıyorsan kaç da bari şişlerimizi götürme hayırsız hınzır. Bana rastladığın an, bu an olmayacaktı da, görürdün sen gününü. Şişlerimin ucuna takıp kızgın közlerin üstünde dansa kaldırırdım etini.’
Şahin tekrar yetişti lafına. ‘Domuzların bedduasına uğrayan dişlerinle mi çiğneyecektin?’
Hasan altta kalmayarak ‘Bilmeyen de ağzında bedduadan kurtulan bir dişinin kaldığını sanacak. Hani dinime küfreden Müslüman olsa diyorlar ya, işte öyle. Bak bir süre sonra heval Mazlum bile, bize bakıp rahat rahat gülemeyecek.’ deyip ucu Mazlum'a kaydırınca, Mazlum da hemen kusurdan arındırdığı cevabını dudaklarının arasından çıkararak, ‘Devrimin son gününde tertemiz fırçalayıp parlattığım bu sapasağlam dişlerimle, kıskanan bakışlarının altında ağzındaki rahmetlilere üzülmeyi de ihmal etmeden kasıla kasıla gülmezsem, bana her istediğini söyleyebilirsin.’ dedi. Hasan’ın ‘Buna inanmak istemediğimi düşünme.’ demesi ardından patikayı kovalamayı sürdürdüler.
İzledikleri patika yukarı doğru çıktıkça, hızlarını daha da kesen asi ve sert bir yokuş önlerine çıkmaya başlıyordu. Hızlı adım atmaya imkan tanımıyordu. Ayaklar, altına taş bağlanmış gibi kalkmakta güçlük çekiyordu. Baldırların üstünden geçen damarlar şişip çatlamak istiyordu. Dizler betonlaşıp üstündeki ağırlığı taşıyamaz oluyordu. Ciğerler şişiyor, kesilen nefesi bırakmak istemiyordu. Kuruyan boğaz, dudakların üstünde toplanan suyu alıp içine çekiyordu. Derinin üstünde açılan görünmez delikler, kanın içindeki tuzlu suyu çıkarıp vücudun üstüne boşaltıyordu. Alından aşağıya doğru boşalan ter, gözlerin açılmasını engelliyordu. Hararetlenen kanın içinden süzülüp gelen tuzlu sudan, vücudun ıslanmadık tek bir yeri kalmıyordu. Islanıp ete yapışan giysileri, yapıştığı yerden ayrılmaya gelmiyordu. Ayrılmak istese, ona tuzlu suyu verip kendine çeken deri bırakmıyordu. Her birkaç adımda oturmadan ayakta dinlenip nefes almaya kalkışsalar, geç kalıp yakınlaşan yağmura tutulurlardı. Tabanlarına kuvvet verip adımlarına hız katsalar, dizleri taş kesilip, ayaklar yere çakılacaktı. Tuttukları temponun üstüne çıkmak bir türlü, altına düşmek ise başka bir türlüydü. Düşürmeden aynı tempoda yürümek en iyi olanıydı. Uçan perilerin pabuçlarını ayaklarına geçirmiş değillerdi. Bedenlerine, kuş bedeninin hafifliğini katıp kanatlandırmanın büyüsüne de sahip değillerdi. Önlerinde bütün harbiliğiyle duran asi sert yokuşu, yalnızca bir insanın sahip olabileceği özelliklere sahip ayaklarıyla aşmak mecburiyetindeydiler. Dik yokuşun, üzerlerine çöktürdüğü ağırlığın altında ilerlerken, bir insanın duyabileceği bütün sızıları duyuyorlardı.
Pes etmemek, sızılarına yenilmemek, onları normal insanların dışına çıkarıp aralarına belirgin bir fark koyuyordu. Hep zirveye doğru taşıyan o tarifsiz duyguydu onları farklı kılan. Onun için de aradıkları her şeyi bulabiliyorlardı. Aradıkları güç, sabır, inat, coşku, azim, sevgi, kısacası her şeyi, onun içinden çıkarıyorlardı. En yüksek zirvelere inatla tırmanmak, basan yorgunlukların altında çöküntüye girmemek, çöküntünün ezdirici ağırlığı altında yılgınlığa düşmemek, geride bıraktıkları dik yokuşun üstüne, ‘İşte seni de aştım’ dercesine, durdukları yerden ayaklarıyla bir taş yuvarlamak, zirvelerin tam tepesinde ellerini gururla, neşe içinde gökyüzüne sallamak, altlarında uçan kartalları daha yüksekten izlemek ve bütün bunların içinde kendi gücünün farkına varmak, vazgeçemedikleri zevklerinin içinde yer alırdı.
Yorucu tırmanışın son kısmına dayanıyorlardı. Seyrekleşen meşe ağaçlarının arasından Mazlum arkasına baktı. Aştıkları mesafe gözlerinin önüne açıldığında, kabına sığmamaya başlıyordu.
‘Elimde son icattan bir makine olsa da, bu anı yukardan aşağıya ebediyen ölümsüz kılabilsem.’
Arkasında etrafı açık kül rengi, ortası kızıla çalan yüksek kayalar, yukardan aşağıya bakınca ürküntü uyandıran, kafa döndüren derin uçurumlar bırakmıştı. Çok aşağılarda bıraktıkları köyden, yüksek kavak ağaçlarının dışında bir iz seçilmiyordu. Çırav ve Basret'ten gelip Şikefte İsiva’nın üstünde birleşerek büyüyen Ruye Sor, derin vadinin içinde Dicle'ye doğru coşkun akıp giderken, gözle zor seçilen küçük bir kanal gibi geliyordu. Etrafında birbirine yapışık ve ardarda dizili, Dicle'ye kadar boydan boya uzayıp giden meyve bahçeleri, kenarını süslüyordu. Göklere doğru gururla başını kaldırmış yüksek tepeler, yeşil örtünün altında kalmış derin vadiler, birbirini takip ederek uzayıp giden sırtı keskin bıçak sıra dağlar, açık gözlerle bakabileni rüyalar alemine sürüklüyordu.
Tam zirveye ayak basacakları an, sol taraflarına düşen karşı kayalıklarda telaştan uzak otlayan sürüye takıldı Hasan’ın gözleri. Heyecanla ‘Bakın, bakın.’ deyip arkadaşlarının dikkatlerini sürünün üstüne çekti. Bir çobanın kendisini yönetmesine ihtiyaç duymadan, kendi kendini yönetmeyi başarabilen bu yaban keçisi sürüsü, tehlikeden uzak, nerede konumlanıp nerede doyasıya otlanabileceğini iyi buluyordu.
‘Arkadaşlar bunlara dokunmayın, bunlar benim asi keçilerim. Devrimden sonra onlara istedikleri gibi rahat edecekleri harika bir ağıl yapacağım. Yemyeşil otların bir boy yükseldiği geniş çayırlar açıp onları boydan boya hapsetmeden özgürce içine salacağım. Karakış günleri geldiğinde kendi ellerimle yemlerini önlerine vereceğim. Her baharda sürü sürü doğan küçücük sevimli oğlaklarını kendi ellerimle emzireceğim, hatta anne sütünün yetmediği küçüklere bu ellerimle mama hazırlayacağım, hiçbirini kesip öldürmeyeceğim. Tadımlık dahi olsa, bir kez bile yemeyeceğim. Onlara zarar vermeden besleyip büyüteceğim. Doya doya sevip okşayacağım. Yalnızca onların artan sütünden tulum tulum peynir yapacağım.
Hasan’ın bu sözleri üzerine gülümseyen Şahin, cebinden çıkardığı ıslak mendiliyle alnından seyrek sakalının içine boşalan terini silerken, yeniden Hasan’a takılmadan edemedi.
‘Her zirveye çıkışımızda samimiyetinden kuşku duymadığım bu türden numunelik düşünceler yeniliklere açık o taze beynine hücum edip geliyorsa, o zaman seni zirvelerin başından indirmememiz lazım. Zirvelerin başında hep zirvedeki düşünceler gelip seni buluyor. Böyle giderse devrimimiz tezlerine uygun, doğanın gerçek dostu ve doğadaki canlıları korumaya kendini hasretmiş yetişkin bir devrimciyi bulur. Devrimimizin bu yeni kazanımını şimdiden alkışlıyor ve bu tür örneklerin çoğalmasını diliyoruz.’
Hasan hemen söylediklerinin üstüne atladı.
‘Beni daha iyi tanımadığınızı biliyordum zaten. Bana hep dış tarafımla baktınız, bir de içimi açıp baksaydınız, o vakit görürdünüz içimde nelerin saklı olduğunu. Yoldaşınızın içini içinize almadan sadece dış tarafıyla onu görüp yargılamaya kalkışırsanız, onu birçok yerinden sakat bırakırsınız, haberiniz olsun.
Mazlum bunun bir şakanın ötesine geçtiğini, duymak isteyen kulaklara gerçeğin bir sitemini çaldığını biliyordu. Bu nedenle de kendini ona şimdiye kadar olduğundan daha fazla yakın hissediyordu. Aynısını Şahin de iyi anlıyor, ona hak da veriyordu. Ama yine de sitemin havasına girmekten kaçınarak muzipliğini sürdürdü.
‘Heval Hasan, içten yargılama dediğin şeyi aynen paylaşıyorum, ama sana bir de küçük bir tavsiyem var.’
‘O zaman söyle de değerlendirelim tavsiyeni.’
‘Besleyip korumayla ilgili olan düşüncenin tümü kusursuz. Fakat düşüncenin başında, sonradan gelişecek ihmallere sebebiyet verecek bir hata var. Tavsiyem, o doğal güzellere ilişkin düşünceni kendine bağımlı, uysal ve evcil kılan yanlardan arındırmandır. Çünkü benimdir deyip evcilleştirmeye kalkarsan, bir gün birileri gelip onları kesmeye de başlayacak. O zaman her şey yeniden başa dönmüş olur. En iyisi onları, kendi doğalarıyla baş başa bırak. Onlar kendilerini yönetmesini bizden daha iyi bilir.’
‘O zaman yeniden düşünelim diyorsun öyle mi?’
‘Şüphesiz.’
‘Madem öyle diyorsun, o zaman bu sefer doğruluk senden yana davransın. Yeni bir zirveyi tırmandığımızda onu da düşünelim.’
‘O zaman biz de ortak oluruz.’
Bu esnada zirvenin üstündeki düzlüğe ulaşmışlardı bile ve burada adımlarına hız katarak yollarına devam ettiler. Baharın yeni kucakladığı zirvenin düzlüğünü, meşe ağaçlarından uzak duran yabani armut ve alıç ağaçları süslüyordu. Aralarına fark koyup birbirlerine mesafeli duran bu ağaçlar, olgunlaşan meyvelerine tatlı sular bıraktıklarında, gelen geçene sapsarı meyvelerini, ta uzaklardan gösterip iştahla onları kendilerine doğru koşturuyorlardı. Sonbaharın serinliğinde bu diyara uğrayan misafirlerine cömertçe meyvelerini sunmanın yarışından hiç kopmuyorlardı. Alıç ağaçlarının arasından kıvrılıp giden patikayı bırakmadan hızla yol almaya devam ediyorlardı.
Daha boy atmaya devam eden yeşil otların arasından sert kamburunu sırtında taşıyan iri bir kaplumbağa, gelenlerin önünde patikanın üstüne doğru ağır ağır ilerlemeye çalışıyordu. Tükenmeyen o derya gibi sabrıyla saatlerce küçücük bir taşı dönmenin uğraşından bıkıp usanmıyordu. Küçük bir çukurun üstüne geldiğinde önce derin derin çukurun dibini yokluyor, yuvarlak gözlerini her çakılın üstünde meraktan yoksun duygularla dolaştırıyordu. Bir yumruğun yerleşemeyeceği o küçücük çukuru yoklarken, kendisi de onun içinde neyi aradığını bilmiyor, boş gözlerle bakıp durdukça aradığını sandığı şeyi de unutmaya başlıyordu. Küçük çukurun öbür tarafına bakınca, önüne aşılamaz okyanuslar çıkıyor, öbür tarafa geçme istemini kararsızlığının çuvalına atıp yeniden başını önüne eğiyor, ‘Sanki öbür tarafa geçmesem, dünya mı yıkılır?’ diyerek kendi kendini avutmaya çalışıyordu. Başını çukurdan yana çevirip taze bir ot filizinin önüne getiriyor, tadı güzel ot filizinin kokusunu, kemikten yoksun et yığını içindeki ciğerlerine çekiyor, nazik ot filizini ağzına alıp almamanın hesabını uzun uzadıya yapmaya koyuluyordu. Defalarca burnunu ince gövdesine dayayıp kokusunu iyice öğrenmeye çalışıyor, tam ağzına almaya çalışacakken, yarıda bırakıyordu.
Onun derdinden filiz, kendi kendini yemeye başlıyor, çatlamanın eşiğine gelip, ‘Yiyorsan ye, yemiyorsan defol, çek git başımdan.’ demeye başlıyordu neredeyse. Filizin ayarından çıkmaya başladığını görünce, inat olsun diye son bir defa kokusuna bakıyor, kafasını geri çekip, ‘Ben bu kokuyu beğenmedim, bundan daha güzel tadı olan ot mu yok?’ deyip yemekten vazgeçiyordu. Önünde çalı çırpıdan, taştan çukurdan bir engelin olmadığı düzlükte sağlam deri sarması ayaklarını altına alıp yavaş yavaş patikaya doğru ilerliyordu.
Patikada hızla yol alanlar gibi, acelesi yoktu. Ama önlerine çıkıp onlara bir şey söylemek ister gibiydi. Kaygısızca söylemek istediği şey neydi? Gelip sadece onlara bir merhaba mı vermek istiyordu? Herkes gibi merak içerisinde onları görmenin aşkına mı tutulmuştu? Yoksa kendilerinin henüz fark etmediği önlerinde duran bir tehlikeye mi işaret etmek istiyordu?
Şahin hızla onu geçince, kendisini fark etmek istemiyor gibiydi. Mazlum tam karşısına geldiğinde, ona sevecen gözlerle bakmış, geçince de arkasından birkaç defa kendisine bakıp tatlı tatlı gülümsemişti. O da kendisine tatlı tatlı bakan Mazlum'u daha gördüğü ilk anda sevmeye başlamış, ona söylemek istediklerini tam da söylemeye başlayacağı anda elinden kaçırmıştı. Dilinin bir türlü dönemediğine inanamıyordu. Bütün ömrü boyunca ilk defa kızgınlığın ateşi ruhuna giriyordu. İlk defa kaygılanıyor, ruhu daralmaya başlıyordu. Yüzlerce yıl süren ömrü boyunca ilk defa unutamayacağı bir anı yaşamak, uzun ömrünün tecrübelerine ilk defa harekete geçen sezgilerini de katarak karşısındakini bundan faydalandırmak istiyordu. Ama tam da bu anı yakalamaya başladığını sandığı vakit, her şey elinden kaçıp gitmişti. Hayıflanıyor, kendini yerden yere vuruyordu ve elinden gelen hiçbir şey de yoktu.
Yükünün ağırlığı altında yürüyemez hale gelen koyu gri bulut, kanatlarını yere indirip olanca ağırlığıyla dağlara çökmeye başlıyordu. Buz gibi soğuk su tanecikleriyle yüklenen çılgın rüzgar, önüne kattığı her şeyi alıp götürüyordu. Mitolojik dünyanın acımasız tanrıları gazabın külahını başlarına takıp yeniden yeryüzüne inmişlerdi sanki. Güneşin sıcaklığıyla uyanan kucağı ışık dolu bugünün üstüne kara bir gün getirmiş, bu kara günde saklı tuttukları bütün fırtınaları zincirlerinden koparmışlardı. Meydana saldıkları korkunç canavarlarıyla insanlara çoktan unuttukları bir kıyamet gününü göstermek ister gibiydiler.
Esen rüzgarın şiddetinden yerlere yapışan ince dallar başlarını kaldıramıyorlardı. Suyu çekilmiş, kurumaya yüz tutan yaşlı ağaçlar, zayıflayan bedenlerini ayakta tutamıyorlardı. Gün boyu daldan dala konup neşeyle cıvıldayan rengarenk kuşlar neşelerini kaybediyorlardı. Alışık olmadıkları suskunluğa bürünüp kayıplara karışıyorlardı. Nazik filizlerin sırtında karnını şişiren çekirge sürüleri sıçramaktan vazgeçiyor, yapraklarına bindikleri otların üstünden atlayıp saklanacakları yer arıyorlardı. Kilometrelerce tünel kazıp hiç durmadan doldurasıya içine erzak çeken karıncalar, uğraşlarına son veriyor, sakin bir günün gelmesini beklemek üzere, yuvalarına çekiliyorlardı.
Mazlum, Şahin’in adımlarını takip ediyordu. Şahin’in bıraktığı dalları elleriyle tutup yumuşatarak kendine çekiyordu. Bir dal bırakıldığında ardından yenisi geliyordu. Şahin eline dallar geldikçe, ‘Hangisine dikkat edin, hangisine dikkat etmeyin.’ demekten yorulmaya başlıyordu. O bazen söylemeyi unutsa da, Mazlum dalın yüzüne doğru ne zaman fırlayacağını biliyordu. Bir tekrar, diğer tekrarı getiriyordu. Tekrarlar, alışkanlığa dönüşüyordu. Alışkanlık hakimiyetin güveniyle birleşiyordu. Güven, daha rahat yaklaşmaya götürüyordu.
Rahat karşılama, uçup gelen bir dalın yüze yapışmasına kapı aralıyordu. Şahin köküne sağlam bağlanmış lastik gibi esnek bir dalı eliyle itekledi. İteklediği dalı geçene dek elinde tuttu. ‘Dalı bırakıyorum.’ demeyi aklına getiremedi. Karanlık Mazlum’un dalı karşılamasına imkan vermedi. Son sınıra kadar gerilip gelen dal, bir kamçı gibi kan kırmızı yanaklarına yapıştı. Kulaklarına kadar yüz derisinin içine gömülmüştü. Bir anda gözlerinde kıvılcımlar çakmıştı. Acısı, iliklerine işlemişti. Bütün sinirler yüzünde toplanmıştı. Nefesi gidip gelmiyordu. Son hücresine kadar kasılmıştı. Elleri yüzünün imdadına koştu. Parmakları yüzünün acısıyla birleşti. Bir süre yerinde durup elini yüzünün üstünden kaldırmadı. Gözleri kapanmıştı. Duyduğu acıdan ses çıkarmayı ayıp sayıyordu. ‘Böyle küçük bir şeyden bağırıp çağırırsam, daha büyüğüne nasıl dayanırım?’ diyordu kendi kendine. Gururu ayaktaydı, içine işleyen acısını duymazlıktan geliyordu. Acısını hafifletmek için elleri yüzünü okşuyordu. Birkaç saniye yerinde kıpırdamadan durduğunu gören Hasan, ‘Ne oldu heval?’ diye sordu. Mazlum hemen kendine geldi, yüzüyle birleştirdiği ellerini indirdi. Önüne bakıp yüzünde kamçı olan dala elini uzattı. Hasan’ı uyarıp geçtiğinde dalı yumuşatarak bıraktı.
Hasan, dalın Mazlum’un yüzüne çarptığını anlamıştı ve o acının, gururunun elinde parçalanıp hafiflediğini de biliyordu. Bu gururun bayağı bir gurur olmadığı, asaletin saf kanından gelen bir duygu olduğundan da kuşku duymuyordu.
Şahin ara vermeden ilerliyordu. Nefes nefese Mazlum, arkasından düşmüyordu. Bu zifiri karanlıkta birbirine dolanmış, geçit vermeyen sık ağaçların arasında zikzaklar çizen inişli çıkışlı dar patikayı Şahin’in nasıl kaybetmediğine şaşırıyordu. Yılları alan bir uzun süre kullanılmamışlığın sonucu olarak kimi yerlerde bunun bir patika olup olmadığı dahi anlaşılmıyordu. İçindekini her an kaybetmeye götüren bir labirenti andırıyordu. Gözün açılamadığı, açılsa bile göremediği bu labirentin sonunu getirmek, her yiğidin harcı değildi. Görmeden içinde ilerlediği bu labirentin iplerini hislerine bağlamıştı Şahin. Ayağa kalkmış hislerinin gözüyle tutunmuştu bu ipe. Ve bu ip şaşırtmaya götürmeden, labirentin sonunu getiriyordu ayaklarının önüne.
Nihayet sonu gelmeye başlamıştı. Hasan alnından dökülen ter damlacıklarının farkına yeni varıyordu. Şahin rahat bir nefes alıp ‘Oh be! Bu şeytan mezarlığını da aştık.’ deyince, Hasan, Şahin’in söyleyeceğini önceden bekliyormuş gibi, ‘Sen daha neler neleri aşarsın, daha cadı mezarları bekliyor seni. Senin geleceğini haber alırlarsa eminim o dişleri çengel çengel cadıların hiçbiri mezarında kalmaz.’ dedi. Mazlum, Hasan’ın önceki halini düşününce kendini tutamadı.
Mazlum katıla katıla gülerken, ‘İntikamını aldın ha!’ deyince Şahin, mahsustan bağırıyormuş gibi sesini daha da kalınlaştırarak ‘Gene mi başladın heval Hasan? Ne zaman bırakacaksın elinde tuttuğun o şeytanın burnunu?’
‘Niye öfkeleniyorsun yoldaşım, o burnunu elimden çıkarmıyor, benim günahım ne? Hem bu kadar yorulmuşken, kim kaldırmak ister onun ağırlığını?’
Bu sözleriyle Şahin’i daha da kışkırtmak istedi. Ama Şahin’in vakit kaybetmeye niyeti yoktu.
‘Parmaklarının arasına alacağım şeytanının kulağını sonraya bırakalım.’ deyip adımlarına yeniden hız kattı.
Kedi kulaklarına benzer sorgucularını rüzgarın getireceği sesleri, kepçe tutan baykuşun kavalımsı notasız böp sesleri vadinin başlayan sessizliğine hüzünlü bir melodi gibi işledi. Sesinde göklere bir yalvarış vardı sanki. ‘Bu gecelik bu kadarı yeter, ne olur acı bize’ dercesine bir yalvarıştı bu. Baykuşun sesi Şahin’in kulağına her çaldığında yüreği burkuluyordu. Hayat zincirine eklenen acı halkaları bir bir gözlerinin önüne getiriyordu. Ait olduğu varlığının trajedisinden yükselen seslerle yüklenmişti bu ses. Bu vadileri bırakmaya mecbur kalan halkının sesini yankılandırıyordu kulaklarında. Bu ses kulak memelerini her aştığında keskin bir bıçağa dönüşüp yüreğinin üstüne iniyordu. O da yapayalnız, bir başınaydı. Melül melül bakınıp duruyordu. Her güneşin batışından sonra hüzünden söyleyen gecenin ozanıydı. Ve bütün yırtıcılığını, kanatlarının arasında saklıyordu. Şahin, baykuşun sesi kulaklarında kaybolana dek etkisinden çıkmadan yürüdü. Bıktıran zikzakları çoktan aştığını fark edememişti.
Dostları ilə paylaş: |