İHRAMDA EŞİTLİK
İhrama girenler, sosyal ve ekonomik statülerini gösteren, makam ve mevkilerini ortaya koyan; zevklerini, kültürlerini ve karekterlerini yansıtan her türlü göstergeleri ve dünyevî elbiselerini bırakıp, Allahu Teâlâ’nın önünde herkesin eşit olduğunu sembolize eden iki basit giysiye bürünmüş olurlar.
Yani ihram, Allahu Teâlâ’nın nezdinde mal, mülk, makam ve mevkinin ve her türlü statünün bir hiç sayıldığı, bütün müslümanların bu kutsal iklimde eşit ve kardeş olduklarını ifade eder.
Artık dünyevî farklılığı, hatta bencilliği ve ihtirasları temsil eden elbiseler çıkartılmış ve alışkanlıklar bırakılmış, sadece kimlikler, kişilikler ortaya konulmuştur. Diğer bir ifade ile kişilikleri örten, şahsiyetleri gizleyen süslü elbiseler atılmış, “takva elbisesi” esas alınmıştır. Burada örtülen iki parça bez de, sadece eşitliği sağlamaya yöneliktir. Yüce Allah, “Takva elbisesi daha hayırlıdır.” (A’raf, 26) buyurmaktadır.
İhrama giren başı açık, yalın ayak, yokluk ve yoksulluk görüntüsü içinde, sonsuz güç ve kudret sahibinin karşısında kendi güç, kudret, makam, mevki ve varlığının bir anlam ifade etmeyeceğini ortaya koymuş bir vaziyette girer Harem bölgesine.
Şu halde ihram, sadece görünürde değil, insanca yaşama ve davranış biçiminde de köklü bir değişiklik demektir.
İhramlı için konulan yasaklar, bütün yaratıklara şefkat ve merhamet, zorluklara sabır, düzenli ve disiplinli yaşama alışkanlığı kazandırır. Böylece bu eğitimden geçen müslümanlar, önce zararsız olmayı, ardından da çevresine yararlı olma alşıkanlığını kazanırlar.
Hacda arzu edilen arınma ve ruhî yücelmeyi sağlayabilmek için, ihrama girerken kişi içindeki her türlü manevi kir ve pası, ruhuna yük teşkil eden bütün ağırlıkları da söküp atmalıdır. Tüm dünyalık kaygıları bir tarafa bırakıp ruhunu arındırmaya tam anlamıyla yoğunlaşmalıdır.
İHRAMA GİRME YERİ (MÎKAT) VE ÖNEMİ
Mîkat, hac veya umre yapacakların Mekke çevresinde ihrama girecekleri noktalardır.2 Mîkat, haklarında hüküm verilecek olan büyük günde (kıyamet gününde), insanların Allah’a kavuşma vakti olarak anılmaktadır (Nebe’, 17; Duhân, 44).
Her randevunun belli bir zamanı olduğu gibi, belli bir yeri de vardır. İşte mîkat, haccın veya umrenin başladığı yer ve zamanı ifade eder. Mîkata gelen hacı, yıllarca beklediği zamana ve mekâna kavuşmuştur. Randevunun sonucunu ise, niyet, sabır, gayret, samimiyet ve bu kutsal havayı en verimli bir şekilde değerlendirme belirleyecektir.
Asıl, o mîkat gelip çatmadan önce, bu geçici mîkat provası ile gerekli dersleri çıkarmalı, mîkatta bu düşüncelerle ihrama girilmelidir.
Hac ve umre amacıyla dışarıdan Mekke haremine girmek isteyen müslümanların mîkat sınırını ihramsız geçmesi yasaklanmıştır.
Mîkat sınırlarını ihramsız geçmeme hükmü ihrama girerek Kâbe ve Harem’e saygı gösterme anlamını içerir.
Dünyanın çeşitli bölgelerinden Mekke’ye akın eden müslümanlar, mîkat denilen belirli sınırlarda, kendilerini eşitleyen, birleştiren ve onları dünya müslümanlığının bir üyesi olmanın bilincine erdiren ihram elbiselerini giyerler.3
Mîkatta, kişiyi sunî ve yapay yapan kimliklere büründüren bütün örtüler çıkarılıp atılacaktır. İki parçalı beze büründüğünde, farklı görünümler ortadan kalkacaktır. Allahu Teâlâ’nın yolunda kişi, “olduğu gibi” değil, “olması gerektiği” gibi olacaktır. “Ve dönüş Allah’adır” (Nur, 42).
Hacda kişi Allah’a yönelmeye karar verir. Bütün benlik ve bencillik eğilimleri mikatta bırakılır. Kişiye hayatının son noktası hatırlatılır.
Mîkattan sonra; her yer mahşer yeri gibi, farklılıklar kalkmış, kimse birbirini tanımaz, eşsiz bir birlik havası hâkimdir.
Herkes kendini mikatta eritir ve yeni bir insan şekli oluşturur, “benlik” değil “biz” ortaya çıkar. Cehaleti ve zulmü yenerek, ilim ve adaletle aydınlanılır. (A. Şerîatî, a.g.e., s. 28).
NİYET
"Niyet", yapılacak haccın şeklini kalben belirlemektir. Ayrıca lisanen söylenmesi müstehaptır. Burada temettu haccının yapılışı esas alındığına göre niyet umre için yapılacaktır.
Şöyle niyet edilir:
“Allah’ım! Senin rızanı kazanmak için umre yapmak istiyorum. Onu bana kolaylaştır ve kabul buyur!”
Hac meşakkattir. Elbette, her bir zorluğu kolaylık takip eder. Zorluk ve sıkıntı, kolaylık ve ferahlıkla iç içe, arka arkayadır. İşte bunun için hac niyeti yapılırken “kolaylaştırma” telebinde bulunulur.
Büyük bir değişiklik ve dönüşün başlangıcı olan mîkata varmadan önce niyet edilebilir. Bu, kendi evinden insanların arasına; hayattan sevgiye, eşitliğe, içtenlik ve gerçeğe; günlük hayattan ebedî hayata; bencillik ve gayesizlikten bağlılık ve sorumluluğa geçme niyetidir. Kısaca “ihramlı oluşa” geçiştir.
Niyet sesli ve kalpten yapılmalıdır. Niyet kuvvetle belirtilmeli, son derece şuurlu olarak bu niyetin anlamı kalpte duyulmalıdır.
Böylece yeni bir iş, yeni bir yön ve yeni bir benlik seçilecektir. Önemli olan böylesine üstün bir ibadeti, gereği gibi yerine getirerek onun faziletinden yararlanmaktır.
Kulun yapısı gereği kaçınamadığı günahlar, onun derin pişmanlık duygularıyla Allahu Teâlâ’ya yönelmesini sağlayan birer vesile olarak görülmektedir. Bu sebeple kulun tekrar tekrar işlediği günahların affı için Allah’a yönelmesi, bir hadise göre her defasında afla sonuçlanacaktır (Müslim, “Tevbe”, 29).
Bu niyetle kul, en belirgin bir şekilde Yüce Allah karşısında aczini ortaya koyma, kulluğunu ifade etme ve O’nun verdiği nimetlere şükretme imkânı bulacaktır.
Çünkü mal, mülk, makam ve mevki gibi dünyevî unsurlardan sıyrılarak Cenâb-ı Hakk’a yönelmiş, sonsuz güç ve kudret sahibinin karşısında teslimiyetini ve bağlılığını ifade etmiştir.
Bu durum kendisine Allahu Teâlâ’ya kul olma zevkini tattırır.
Ayrıca, Allahu Teâlâ’nın kendisine lütfettiği sağlık, mal ve mülk, gibi dünyevî nimetlerin şükrünü eda etmiş olacaktır.
Niyet etmekle umre başlamıştır. Artık bütün benliğiyle ihramlı olarak Allah’a koşacak, “Lebbeyk …” diyerek Allahu Teâlâ’ya itaat edecektir.
TELBİYE
İhrama girdikten sonra; her namaz kılışta, her yokuş çıkışta, her inişte, her inene rastgelişte ve seher vakitlerinde, orta derecede sesi yükselterek “lebbeyk …” diyerek telbiye edilir.
Telbiye;
“Lebbeyk’ Allahümme lebbeyk! Lebbeyke lâ şerîke leke lebbeyk! İnnel hamde ve’n-ni’mete leke ve’l-mülk. Lâ şerîke lek.”
"Allah’ım! (Beni çağırdın) davetine icabet ediyorum, emrine boyun eğiyorum. Bütün varlığımla sana teslim oldum, Senin hiçbir (eşin, benzerin) ortağın yoktur, tekrar tekrar davetine icabet ediyorum! Şüphesiz hamd sana mahsustur, nimet senindir, mülk de senin. Senin hiçbir (eşin, benzerin) ortağın yoktur." demektir.
Telbiye, namazdaki iftitah tekbiri gibidir.
Telbiye, tevhid ve teslimiyetin ilan ve ikrarından ibarettir. İkrar kalbte olanı ifade etmektir. Telbiye, farklı boyutlarda idrak edilen kulluğun ikrarı ve kulluğun ilanından ibarettir. Telbiyenin sözlü tekrarı, ikrarı yapılan şeyin havasına insanı taşır. Önceleri belki taklidî olur. Önce taklit edilerek başlar, zamanla tekrar ede ede, mânasına, ruhuna, özüne nüfuz gerçekleşir ve taklit birden tahkiki olur. Bugün olmazsa yarın, yarın olmazsa bir başka gün, ama mutlaka bir gün, o insan telbiyenin mânasını derinden derine ruhunda, vicdanında duyacak ve doya-doya, duya-duya, âdeta bal şerbeti yudumlar gibi, “Lebbeyk Allahumme lebbeyk …” diyecektir.
Hacı adayı, telbiye getirirken, mahşer günü toplanacak insanlarla arasında bir benzerlik görmeye çalışır.
İhrama girip telbiye getiren mü’min, aynı zamanda zırhını giyip de komutanının karşısına çıkan asker gibidir ve böyle bir teslimiyet içindedir: “Buyur Allah’ım, emrindeyim, emrine boyun eğiyorum. Bütün varlığımla Sana teslim oldum!” derken kendisini Rabbinin huzurundaymış gibi hisseder.
İhramın rükünlerinden olan telbiye ile kulluk bilinci, niyetle de günahlardan uzak yeni bir hayata adım atma iradesi yenilenmiş olur. Böylece niyet edilip telbiye söylenerek ihrama girildiğinden "ihram yasakları" da başlar.
İhrama giren kimseye, "muhrim" denir. Bundan sonra, kerâhat vakti değilse iki rek’at "ihram-şükür namazı" kılınır.
***
İhrama girerken, ameliyata giden bir hastaya benze yeter!..
Allah’ın maddeye kondurduğu evine bakarken ürper yeter!..
Arafat’ta mahşer arsasını hayal et yeter!.. (Feridun Yüceler).
İHRAMA GİRDİKTEN SONRA ŞÜKÜR NAMAZI
Bu hazırlıklardan, ihrama girme ve niyetten sonra hacı adayı iki rek’at şükür namazı kılar.
İhrama girildiğinde neyin ve niçin yapılmasının gerektiği bilinerek, namaza durulmalıdır. “Allah’ım! Senin huzurunda Hz. İbrahim (a.s.) gibi duruyorum. Âhiretteki gibi, orada giyeceğim elbiselerin aynısını giymiş bir insan olarak karşındayım.” (A. Şerîatî, a.g.e., s. 33).
Bu namaz, İhram giymekle hayata yeniden doğacağı, yeni ve yepyeni bir insan olacağı, Rabbinden kulluk nişanesini alacağı hac yolculuğunun ilk ve en önemli kavşaklarından birisinde yer alır. Bu namaz, sıradan ve her zaman yaptığımız gibi taklidin derinlikleri içine boğulmuş, çeşitli problemlerin, düşüncenin baskısı altında kıldığımız namazlardan farklı olmalıdır. Yine kalp, akıl ve bedenin her anının, namazda doyduğu, doyuma ulaştığı cinsten bir namaz olmalıdır, bu namaz.
Namazla beraber, erişilen nimetin Allahu Teâlâ’dan geldiğinin bilinmesi üzerine hamdedilir. İlahî nimete nâil olan ihramlı, Rabbinin kendisine ikramda bulunduğunu söyleyerek şükreder.
“Rahman ve Rahim olan Allah’ım! Sana ibadet ederim, çünkü yalnızca Sen ibadet olunmaya layıksın. Sen, din gününün (mahşer gününün) Rabbı ve sahibisin, başkasını tanımam.”
“Yalnız sana ibadet eder, yalnız senden yardım bekleriz
Bizi doğru yola (gerçeğin, bilincin, doğrunun, güzelliğin, tamlığın, sevginin ve iyiliğin yoluna), nimet verdiklerinin yoluna hidâyet et;
Gazap ettiklerinin ve sapıklıkta kalmışların yoluna değil” (Fâtiha, 5-7).
Cehaletin içinde ne kadar kaybolduğumuz, görülmelidir. Mîkatta, âhiret elbisesi içinde, her rükû ve secdede, korku ve aşırılığın neden olduğu günahlar reddedilir ve hayatımızda işlenen günahlar için af ve bağışlanma dilenir.
Mîkatta kılınan namazda ve sonrasında söylenen sözler uzağı değil, yakını gösteren sözlerdir.
Böylece, ihram bezine bürünmüş olarak, yeni bir doğuş, öldükten sonra diriliş yaşanır. Artık şeytana uyulmayacak ve şeytan aldatamayacaktır.
İşte bu duygularla, namazdan sonra, yüksek sesle telbiye söylenir. Hanımlar telbiyeyi söylerken seslerini yükseltmezler.
İHRAM YASAKLARI
İhramlı İçin Yasak Olan Şeyler
İhrama giren kimse için bazı iş ve davranışlar yasaktır. Bunlara "ihram yasakları" denir. Bu yasaklar ihrama girildiği andan, yani niyet ve telbiye anından itibaren başlar, ihramdan çıkıncaya kadar devam eder.
Namaza başlarken alınan iftitah tekbiri nasıl kişiye namaz içinde bazı davranışları yapmasını yasaklıyorsa, ihram ile birlikte hacı da, önceden mübah olan bazı şeyleri kendisine yasaklamaktadır.
Yasaklardan “rafes” kişiyi şehvetine, “fısk ve fusûk” nefsine yani işleyeceği günahlara ve kötülüklere karşı, “cidâl” de kişiyi başkalarıyla yapacağı kavga ve sövme gibi durumlara karşı korumayı amaçlamaktadır.
Bu durumda kişi, hac esnasında ne şehvetiyle, ne nefsiyle ve ne de din kardeşleriyle problem yaşamayacak ve barış içinde olacaktır.
İhramlı işini, mevkiini, sosyal sınıf ve ırkını hatırlatan her şeyden kaçınacaktır. Mîkattan önceki hayatına ait bütün dünyevî sorunlar yasaklanmıştır.
Bu durumda, geçmişin zevkli anları hatırlanmayacaktır.
Kimseye emir verilmeyecek, kardeşlik havası içinde olunacaktır.
Saçlar kısaltılmayacak, tırnaklar kesilmeyecek, güzel koku dahi sürülmeyecektir.
Hayvan ve böcekler gibi canlılar dahi incitilmeyecektir.
Bitkiler kırılmayacak ve koparılmayacak, tabiata karşı barışçı olunacak, saldırı eğilimleri yok edilecektir.
Cinsel yaklaşım düşüncesinden uzak kalınıp, gerçek muhabbetten nasip alınacaktır.
İffetli, uyumlu, uysal ve mütevazi olunacaktır.
Böylece kişinin, anasından doğduğu günkü gibi tertemiz olacağı müjdelenmektedir (Buhârî, Hac, 4).
İhrama giren hacı adayları, ihram yasaklarına riâyet ederek, telbiye, tekbir, tehlil ve salavât-ı şerîfe söyleyerek, Mekke’ye ulaşırlar.
Yasaklara Uyulması Durumu
İhram, Allahu Teâlâ’ya yakın olma şuurunun bütün mahlukatla ilişkilere yansıtılmasını ve mahşerde ilâhî huzurda duruşu simgeler.
İhramlı kimseden toplumsal barış ve bütünlüğü bozucu, bencilliği uyandırıcı her türlü söz ve davranıştan uzak durması istendiğinden bu yönüyle de ihram ölümü çağrıştırır.
İhram esnasında günlük giyeceklerini bırakıp lekesiz ihram örtülerine bürünen müslümanlar her türlü gösteriş ve kibirden uzaklaşmayı, ziynet ve servetle böbürlenmemeyi, insanların kardeş ve eşit olduğunu yaşayarak öğrenir, ölümü ve ötesini yakından hisseder.
Hacı adayı, ihram giymeyi, öldüğü zaman giyeceği kefen olarak algılamalıdır.
Dünyanın çeşitli bölgelerinden âdeta her biri bir temsilci ve gözlemci sıfatıyla Mekke’ye akın eden müslümanların, hac esnasında normal elbiselerini çıkararak, ihrama girmesi mahşer gününü hatırlatır. Artık “ben” yok, “biz” vardır.
Trilyonlara hükmeden bir zenginle, geçimini zor karşılayan bir fakire aynı kıyafet içinde Arafat’ta beraberce el açıp dua ettiren ve Kâbe’nin etrafında yan yana tavaf ettiren hac ibadeti, insanlara makam, mevki, mal-mülkle böbürlenmemeyi, İslâm kardeşliği içinde tanışıp kaynaşmayı ve mahşeri unutmamayı öğretir.
İşte, ihram süresince toplumsal barışı bozabilecek, bencilliği uyandıracak, geçici haz ve mefaatleri hatırlatacak mahiyetteki her türlü eşya ve fiiller yasaklanmştır.
İhramlı olarak Mekke’ye yaklaşıldığında Allahu Teâlâ’nın nuruna, büyük nimetine doğru bir hareket içinde olunduğu hissedilir. Bu kutsal koku hissedildiğinde heyecan artar. Dünya giysileri ve mal-mülk, evlâdüıyal derdi bırakıldığından şeytanın vesveseleri ortadan kalkmış, sel gibi coşan manevi havanın içine girilmiştir.
Damlaların deryalara kavuşup ummanların oluşumu gibi, maneviyat ummanına kavuşmanın heyecanı bütün benliği sarmıştır. Artık sonsuz ummanda yok oluş ve vuslat zamanıdır. Derelerin, çayların ırmaklara karışması, ırmakların denizlere ulaşması gibidir. Artık damlalar, çaylar yok; deryalar, ummanlar vardır.
Mekke ve Mîkat Yerleri
Medine yakınında Zülhuleyfe, Cuhfe, Zâtü ırk, Karnü’l-Menâzil, Yemenlilerin ihrama girdiği Yelemlem.
2. KÂBE’Yİ TAVAF
MEKKE-İ MÜKERREME
Etrafı, dağlarla çevrili olan Mekke, huzurun ve mutluluğun kaynağı oluyor. Vâdilere, tepelere yağan rahmetin oluşturduğu sel suları gibi, akıntıya kapılıp Kâbe’ye doğru büyük bir mutluluğa, ebedîliğe, telbiyelerle ve tekbirlerle gittiğini görür insan.
Mü’minin ibadetlerinde, hastaların yataklarında, ölenlerin kabirlerinde yöneldiği Kâbe’ye daha da yaklaşılmıştır.
İlk Tövbe ve Bağışlanma
İnsanların atası olan Hz. Âdem (a.s.) ile Havva anamız, tarif edilmesi mümkün olmayacak kadar çetin ıztıraplarından ve sıkıntılarından Mekke-i Mükerreme’nin topraklarında kurtuldular. Bu şehre ve topraklarına onların tasaları ve pişmanlıkları âdeta yağmur yağar gibi serpildi.
İlk hatalarının bağışlanması için yaratıcılarına, birlikte bu şehrin topraklarında tövbe edip yalvardılar.
İnsan varlığına kaynak olan bu iki yüce insan, bu şehrin topraklarından olan Arafat’ta, Cebeli Rahme’de elele tutuşup gözyaşları dökerek Allahu Teâlâ’ya yalvardılar. Dua ve yakarışlarının Rahman ve Rahim olan Cenâb-ı Allah’ın katında kabul gördüğü müjdesi kendilerine, bu şehrin topraklarında bildirilmiştir.
Böylece insanlar tarafından işlenen hataların ilk tövbesi burada kabul edilip, Hz. Âdem ve Havva anamızın hataları burada bağışlandı. Onların bu topraklarda bağışlanışı, dua ve niyazlarının kabul edilişi buraları kutsallaştırmış, tövbe ve yakarışları, bu kutsal topraklarla birlikte bizler için önemli bir miras olmuştur.
Hz. Âdem soyundan gelen bizim gibi âsi kullar bir imkânını bulup da o mukaddes topraklara varabilirlerse, haccedip Arafat’ta vakfe yapma imkânı bulurlarsa, Hz. Âdem’in eriştiği bağışlanma ve günahlarından arınma mertebesine ererler.
Hz. Âdem’in bağışlanmasından bu yana bu mukaddes topraklarda nice günahkârlar, bu ilk bağışlanmanın gerçekleştiği yerde ilâhî affa nail olmuşlardır. Günah kirlerinden arınmanın ötesinde kalp ve gönüllerindeki manevi hastalık, kirli düşünce ve nefsânî arzularına mağlup olma gibi nice hastalıklarından tedavi olanlar da az değildir. Bütün bunlar bu şehrin faziletini artıran önemli olaylardır.
Mekke’nin Fazileti
Yüce Allah’ın (c.c.) emrine bağlı müslümanlar dünyanın dört bir yanından bu topraklara, dini görevlerini yerine getirip bağışlanmak için Mekke’ye gelirler.
Peygamber (s.a.s.) Efendimiz;
“Yemin olsun ki ey Mekke, sen yeryüzünün en hayırlı parçasısın! Benim en çok sevdiğim yurtsun. Yine yemin ederim ki, şâyet kavmim beni seni terk etmeye mecbur etmeseydi asla senden ayrılmazdım,” (Tirmizî) buyurmuştur.
Mekke şehri müslümanların tüm kutsallarını bağrında bulunduran bir şehirdir. Kıblemiz orada, Arafat orada, Safâ ve Merve, Zemzem ve Makâm-ı İbrahim orada. Bu yüzden tüm müslümanların kalbi orada! Allahu Teâlâ, o belde-i tâhire hürmetine cümlemizi bağışlasın.
Mekke’ye yaklaşıldığında, bir güvenlik hissi duyulur. Kavga, gürültü, itilip kakılma, öldürme, zulüm hiç birine izin verilmez, “Harâm” bölgede.
Kâbe’ye yaklaşıldığında heyecan artar. Bütün hava ilâhî nurla dopdolu olduğu için gözyaşları tutulamaz. Hava, sessizlik, düşünce ve sevgiyle doludur.
Hac ibadeti eda edilirken, insan kendinden koptuğunu ve ilâhî nura, anlatılması mümkün olmayan bir aydınlığa doğru itildiğini hisseder.
Bu şehrin hareminde yerine getirilen kulluk görevleri diğer yerleşim birimlerinde ve yeryüzünün başka yerlerinde yerine getirilen ibadetlerden yüz bin defa daha sevaplıdır.
İmam Azam, İmam Şafiî ve Ahmed b. Hanbel bu hususta Mekke’yi tafdil ile Peygamber (s.a.s.) Efendimiz’in:
“Benim mescidimdeki (Medine Mescidi) bir namaz, Mescid-i Harâm hariç başka yerlerde kılınan bin namazdan hayırlıdır. Mescidü’l-Haram’da kılanan bir namaz da, (başka mescitlerde kılınan) yüz bin namazdan hayırlıdır.” (İbn-i Mâce ve Ahmed b. Hanbel) hadisini delil gösterirler.
Kâbe-i Muazzama; Kur’ân’da “mübareke” lafzıyla övülmektedir. İşte bu tavsif de ibadetlerin orada kazandığı bereketten olsa gerek. Peygamber (s.a.s.) Efendimiz’in şu hadisleri de onun bereketini tasdik ve tebcil eder:
“Benim şu mescidimde kılınan bir namaz (Mescidü’l-Haram’dan) başka mescidlerde kılınan bin namazdan hayırlıdır” (Buhârî, 605; Müslim, 505-1394).
“Kim Allah için hacceder de hac esnasında kötü sözlerden ve Allah’a karşı gelmekten sakınırsa annesinin onu doğurduğu günkü gibi (günahlarından arınmış olarak) döner.” buyurmuştur (Buhârî, Hacc, 4; Müslim, “Hac”, 438).
Allah ve Resûlü’nün övgülerine mazhar olmuş bulunan Mekke’nin faziletleri saymakla bitmez.
Onun taşıdığı eşsiz hazinelerden biri de “Makâm-ı İbrahim” adı ile bilinen taştır.
Mecid-i Haram dahili emindir. Âyet-i kerimede; “Kim oraya girerse güven içinde olur.” (Âl-i İmrân, 96-97) buyurulmuştur.
Elbette ki bu kutsal yurtta işlenen günahların cezası da bu oranda olmasa bile diğer yerlerde irtikâp edilen kötülüklerin karşılığı olan cezalara nisbetle daha da acıtıcıdır.
Bu mukaddes şehir ve civarında kötülük işlenmemeli, işlenmesine göz yumulmamalıdır. Bu, kutsal beldenin manevi yapısına ağır gelir. Bu topraklar üzerinde kötülük işleyenler bu kutsal şehrin havasını alma hakkını kaybeder. Kötülük dünyanın hiçbir yerinde sahibini ebedileştirmez.
Mekke’de İkâmet Durumu
İlk İslâm bilginleri, hacdan sonra Kâbe etrafında uzun müddet ikamet edilmesini doğru bulmazdı. Bu hususta delil olmak üzere Hz. Ömer’in Arafat’tan sonra hacılara hitaben;
“Ey Yemen hacıları, ey Şam ve Irak hacıları! Beldelerinize dönünüz; tâ ki Allah’ın evi hakkındaki hürmetiniz bâki kalsın.” demesini gösterirler.
Hz. Ömer de bu hareketine Peygamber (s.a.s.) Efendimiz’in; “Hacdan sonra kişi, ehlinin yanına dönmekte acele etsin.” hadîs-i şerifini gerekçe gösterdiği anlatılmaktadır.
İmam Azam ve İmam Mâlik hacdan sonra Mekke’yi terk etmeyi tercih etmişlerdir. Bunun için de iki mahzur göstermişlerdir:
-
Kâbe-i Muazzama’yı sık sık görmek onun hakkında duyulan hürmet hislerini köreltir.
-
Kâbe etrafında yapılan küçük kabahatlar bile büyük günah hükmüne geçer ve suçlu, ekseriya hemen orada cezasını bulur.
İki büyük imam, bu hususları dikkate alarak ve insanların günahtan uzak kalamayacaklarını hesaba katarak bu fetvâyı vermişlerdir. Ancak daima zikirle, ibadetle meşgul olan sâlih insanların Kâbe etrafında bulunmaları onların ecrü sevabını artırır, eksiltmez. Bu sebeple, mezkur hükmün sadece günah işlemeye müsait olan insanlar için olduğunu kabul etmek gerekir.
KÂBE
İhramla “benlik” duyguları, mikatta çıkartılmış, “biz” olarak Kâbe’de birleşmiş ve yekvücut olmuştur.
Kâbe ve Kâbe’nin Kıblegâh Olmasının Değeri
Haccın sebebi ve namazlarda kıblegâhımız olan Kâbe, yeryüzünde âlemlere bereket ve hidâyet kaynağı olarak insanlar için kurulan ilk binadır.4
Kâbe, müslümanların ibadetlerinde, günde beş defa kendisine yönelerek namaz kıldığı, böylesine mukaddes kıblemiz; varlığın, imanın, sevginin ve hayatın merkezi, ebedî yöneliş merkezidir.
Kâbe’nin, arşın altındaki Beyt-i Ma’mur ile birlikte melekler tarafından inşa edildiği rivâyet edilmektedir.
Bir âyet-i kerîmede;
“Bir zamanlar İbrahim’e Beytullah’ın yerini hazırlamış ve (ona şöyle demiştik): Bana hiçbir şeyi ortak koşma; tavaf edenler, ayakta ibadet edenler, rükû ve secdeye varanlar için evimi temiz tut” (Hac, 27).
Böylece Kâbe, yeryüzü halkının kıblesi ve tüm insanların ibadet etmesi için var edilen bir mekân olmuştur.
Âyet-i kerîmede:
“Şüphe yok ki, insanlar için ilk tesis edilmiş olan ev, Mekke’deki o, çok mübarek ve âlemler için hidâyet kaynağı olan Beyt-i Muazzama’dır. Onda açık alâmetler, İbrahim’in makamı vardır. Ve her kim ona girerse emin olur.
Kâbe-i Muazzama’ya (ziyaret için) gitmeye mâlen ve bedenen gücü olanların hac etmeleri Allah’ın insanlar üzerinde bir hakkıdır. Kim bu hakkı tanımaz (Allah’ın verdiğini inkâr ederse) şüphesiz ki Allah bütün âlemlerden müstağnidir, hiçbir şeye ihtiyacı yoktur” (Âli İmrân, 96-97).
Hz. İbrahim, Cenâb-ı Allah (c.c.)’ın emriyle hanımı Hacer validemizle oğlu Hz. İsmail’i getirip, Kâbe’-i Muazzama’nın bulunduğu vâdiye yerleştirmişti. Bütün bunlar Allahu Teâlâ’nın kendisine “mutlak olarak güvenilmesi” içindir. İnsan aklı buradaki hikmetleri kavramayabilir. Hacer validemiz ve yavrusu Allahu Teâlâ’ya güven duymuşlar ve feryat etmemişlerdir. Hacer validemiz, kendisini tamamen Allahu Teâlâ’nın iradesine teslim etti, bu vadide oğluyla birlikte kaldılar.
Hz. İbrahim ise, Allahu Teâlâ’ya kalbinin feryadını şöyle arz etmişti:
“Hatırla ki İbrahim şöyle demişti: Rabbim! Bu şehri (Mekke’yi) emniyetli kıl beni ve oğullarımı putlara tapmaktan uzak tut! Çünkü onlar (putlar), insanlardan birçoğunun sapmasına sebep oldular, Rabbim!
Şimdi kim bana uyarsa o bendendir. Kim de bana karşı gelirse, artık sen gerçekten çok bağışlayan, pek esirgeyensin.
Ey sahibimiz! Namazı dosdoğru kılmaları için ben, neslimden bir kısmını senin Beyt-i Harem’inin (Kâbe’nin) yanında, ziraat yapılmayan, bitkisi bulunmayan bir vadiye yerleştirdim.
İnsanlardan bir kısmının gönüllerini onlara meylettir. Onlara gelip gitsinler. Lütuf ve kereminle onları çeşitli meyvelerden rızıklandır! Umulur ki bu nimetlere şükrederler” (Bakara, 127-128).
Hz. İbrahim’in duası kabul olmuştu. Bu dua sebebiyledir ki, Kâbe’-i Muazzama ve çevresi bereketle doldu.
Ancak, Kâbe yön gösteren bir kılavuz, yol gösteren bir işarettir.
Âyet-i kerîmeler, Kâbe’nin kendisine yönelenleri hem maddi hem de manevi kirlerinden temizleyeceğini ve tüm insanlar için ne büyük değer taşıdığını açıkça belirtmektedir. Onda, bağış, rahmet, bereket, güven, şifa, Allahu Teâlâ’yı zikir, insanları sevme vs. gibi daha nice yüce değerler vardır.
Yaratılışının gereği olarak inanan insan dua etmeyi de şiddetle ister. Cenâb-ı Allah; “Bana dua ediniz ki size icabet ederim.” (Bakara s. 186) buyuruyor. Âyette, umumi olarak her duaya cevap verileceği ifade edilmektedir.
Allahu Teâlâ, “İnkâr edenlerin refah içinde diyar diyar dolaşması sakın seni aldatmasın;
Az bir süre (dünya nimetlerinden) faydalanmadan sonra onların, nankörlüğü sebebiyle varacakları yer cehennemdir. O cehennem ne kötü varılacak yerdir!” (Âli İmran, 196-197).
Allahu Teâlâ, inkâr edenleri de dünya nimetlerinin her çeşidinden rızıklandırmakta ve dünya nimetlerinden diledikleri gibi istifade etmelerine imkân vermektedir.
Şu halde dünya nimeti, dindarlığa bağlı değildir. Dünya nimeti mümine de kâfire de verilir. Bunlar birer imtihan vesilesidir; hayırlı olup olmadıkları neticeye bağlıdır. Servet ve iktidar, kulluğa ve hayra vesile olmuş ise o zaman iki cihan saadetidir. Azgınlık ve sapıklığa sebep olmuş ise ebedi hayatı mahvetmiş, saadet yerine felaket getirmiş olur.
Dostları ilə paylaş: |