MÜHÜRCÜLÜK
Bizans Dönemi
Bizans'ta mühürler (Yunanca sfragis, Latince sigillum ya da bulla) genellikle kurşun, altın, gümüş ve balmumundan yapılırdı. Arkeolojik araştırmalar sonucu bulunan bu mühürlerin çapları 15 ila 80 mm arasında değişmekte olup ortalama boyut 23-28 mm civarındadır. Mühür genellikle hazırlanan belgenin o kişiye ait olduğunu, kişinin gerçek imzasını belgeye ekleyerek kanıtlamak amacıyla kullanılırdı. Bizans'ta bir mektup ya da yazı hazırlandıktan sonra kapatılarak, arkası bir telle bağlanırdı. Bu tel balmumundan bir mühürle işaretlenir ya da telin iki ucu kurşundan bir mührün içine raptedilir ve gereken yere ulaştırılırdı.
Bizans'ta toplumun bütün kesimlerinin mührü vardı. Başta imparatorlar, yüksek saray görevlileri, hâkimler ve soylular olmak üzere, ticaret ve zanaat erbabı, memurlar ve halktan kişiler bile mühür kullanabilirdi. Günümüze dek ulaşan mühürler arasında imparatorlarınkilerin yanısıra kasaplara, noterlere ve hâkimlere ait olanlar bunu göstermektedir.
İmparatorlar ve onun yüksek temsilcileri altın, balmumu ve kurşun mühürler kullanırdı. Pseudo-Kodinos'un(->) anlattığına göre imparator karısı, oğlu ya da annesi gibi yakın akrabalarına yazdığı yazıları balmumu ile mühürlerdi. Buna karşılık başka kişilerin ne gibi durumlarda balmumu mühür kullandığına ilişkin açık bilgi yoktur. Sarayın büyük memurlarının kullandığı balmumu mühürlerden biri "sebas-tokrator" Nikeforos Petralifas'a ait olup 1200 tarihli bir dokümanın altındadır.
Kurşun mühürler 4. yy'dan itibaren kullanılmış olmalıdır. Fakat bunlara ilişkin buluntular çok nadirdir. En büyük koleksiyonlar 6. yy mühürlerinden oluşur. Bizans'ın nihayetine (1453) kadar kullanılan bu mühürlerin 1200'den sonraki döneme ait olan örnekleri nadirdir. Bunu, kurşun teminindeki güçlüğe ya da nüfus azalmasına bağlamak mümkündür.
Altın mühürler ise 8. yy'dan itibaren kullanılmıştı. Bunların yapılışına ilişkin teknikler yüzyıllar içinde büyük değişiklikler geçirmiştir. İlk olarak kurşun mühürler gibi, eritilmiş madenin kalıba dökülmesiyle, 11. yy ortalarında iki altın yaprağın birbirine lehimlenmesiyle, 14-15. yy'larda ise
iki ince altın tabakanın balmumu ile rapte-dilmesi suretiyle imal edildiler. Bir altın mührün ağırlığı Bizans para birimi olan altın solidi'ye bağlanmıştı. 10. yy'dan kalma De ceremoniis(-*} adlı kitaba göre, dönemin papalarından biri, bir altın mührü, iki altın paraya (solidi) eşdeğer görürken, Antiokheia (Antakya) ve Kudüs patrikleri üç solidi değer biçmişlerdi.
Gümüş mühür örneklerine çok az rastlanmıştır. Bunlardan biri Epiros hükümdarlarından II. Mihael Dukas'ın (hd 1231-1271) monogramrm taşımaktadır. Bizans'ta en çok rastlanan tip olan kurşun mühürler ise merkezi ve eyalet yönetimlerinde çalışan her kademeden görevliler ve sivil ya da dini, kadın ya da erkek her kesim tarafından kullanılıyordu.
8. yy'a kadarki Bizans mühürlerinin büyük bir kısmına bir ismin birkaç harfinden ya da başharflerinden oluşan monog-ramlar ya da yazılar kazınmıştır. Bu yazılardan bir kısmı İsa'ya ve Meryem Ana'ya yöneltilmiş yakarışlar, diğer kısmı ise mühür sahibinin adı ve unvanı idi. Kimi zaman bir karışıklığı önlemek için isim açık biçimde tekrar yazılırdı. Az sayıda olmasına karşılık ikonografik mühürlere de rastlanmıştır. En çok rastlanan ikona Meryem'e ait olup bunu İsa ve azizlerin tasvirleri izlemiştir. 726-843 arasında yaşanan İkonok-lazma(->) döneminden sonra bu uygulamaya daha çok rastlanmıştır. 6-7. yy mühürlerinde rastlanan hayvan figürlerine (kuşlar ve griffon denen mitolojik hayvan) 10. yy'da tekrar dönülmüştür. Çok nadiren sahibinin portresini taşıyan mühürler de bulunmuştur.
Bizans mühürlerinin büyük çoğunluğunda Grek alfabesi, 6. yy'da nadiren de olsa Latince kullanılmıştır. 10. ve 11. yy'la-ra ait bazı mühürlerde nadiren de olsa A-rapçaya ve Suriye diline rastlanır.
Bibi. N. Oikonomides, "The Usual Lead Seal", Dumbarton Oaks Papers, no. 37, 1983, s. 147-157; Studies in Byzantine Sigillography, (yay. haz. N. Oikonomides), Washington, 1987; G. Vikan- J. Nesbitt, Security in Byzan-
Saray
başkâtibi
Basileos'a
ait kurşun
mühür
(7. yy
sonu / 8. yy başı). Birinci yüzde Hodegetria Meryem'i, ikinci yüzde Basileos'un monogramı görülmektedir. Dumbarton Oaks Koleksiyonu
tiıım Washington D.C.. 1980; G. Zacos. Byzan-tineLead Seals, 2 c., Basel-Berne, 1972-1984.
AYŞE HÜR
Osmanlı Dönemi
Türkçede aslı Farsça olan "mühür" yerine bazı hallerde, yüzük biçiminde oluşları dolayısıyla "hatem" kelimesi de kullanılmıştır.
Mimari, hat, tezhip, minyatür vb sanatlarda önceleri Anadolu Selçuklu sanatının bir devamı gibi gözüken Osmanlı sanatı, geçiş döneminden sonra kendi tarzım ortaya koymuştur. Onun neticesidir ki, Osmanlı mühürcülüğü başka hiçbir islam ülkesinde benzeri olmayan güzellikte eserler yaratmıştır. Osmanlı'nın bütün sanatlarındaki hâkim unsur olan sadelikte güzeli yakalamak fikri mühürcülük sanatına da yansımıştır.
Osmanlılarda mühür kazıyanlara hakkak denirdi (bak. hakkâklık). Hakkâklar genellikle başparmak tırnağı büyüklüğündeki bir alana isim, unvan, baba adı, güzel söz, hattâ ayet ve hadisleri büyük bir hünerle yerleştirirlerdi.
Hat sanatı, kendine has birçok estetik kuralı bulunan, yapılması zor sanatların başında gelmektedir. Hakkâklar ise bu zor sanatı, çelik veya elmas uçlu kalemlerle çok sert zeminlere ters olarak, kamıştaki ahengi bozmadan kazırlardı. Bu yüzden mühürcüler çıraklık dönemlerinde sülüs, ta'lik gibi bu sanatta çok kullanılan yazı çeşitlerini ve süslemeleri öğrenirlerdi. Bazı hakkâklar, ünlü hattatların hazırladığı örneğe göre de mühür kazırlardı. Türk hakkâklar bu ustalık ve titizlikleriyle İslam dünyasının, hattâ zevk sahibi ve estetik görüşü zengin bazı Avrupalı asil ve zenginlerin de takdirlerini kazanmıştır. Bugün birçok müze ve özel koleksiyonlarda bu çeşit mühürler bulunmaktadır. 18. yy'da Osmanlı ordusuna hizmet eden ve Kumbaracı Ahmed Paşa(->) diye anılan Comte de BonnevaPın Din-i İslamdır Atâ-yı müte-al/ Ulu nimet sana Ahmed bu neval ibaresini taşıyan mührü buna bir örnektir.
Birçok sanat dalında olduğu gibi mühürcülükte de İslam dünyasının merkezi İstanbul'du. İstanbul mühürcülerinin dükkânları eskiden Hakkâklar Çarşısı olan bugünkü Sahaflar Çarşısı'ndaydı(->). Ayrıca bazı büyük cami avlularında da küçük mühürcü tezgâhlan bulunurdu. İslam dünyasının her alandaki kalburüstü kişileri mühürlerini büyük ücretler ödeyerek İstanbullu mühürcülere kazıtmışlardır. Bu bilgiler, hakkâkların kazıdıkları mühürlerin bir örneğini kendi mühür defterlerine basarak meydana getirdikleri mühür mecmualarından öğrenilmektedir. Mühürcülük tarihi açısından da önemli olan bu defterlerin bir kısmı müze ve özel koleksiyonlarda mevcuttur. Bu ünlü hakkâklar ayrıca yapmış oldukları bazı mühürlerin uygun bir boşluğuna, bir iki milimetreyi aşmayacak bir büyüklükte kendi adlarını da kazımışlardır. Bunlar sayesinde yüzlerce İstanbullu mühürcünün adlan tespit edilebilmektedir. Pek çok mühürde hakkak adının bulunmaması mühür sahibine duyulan saygıdan kaynaklanmaktadır. Ayrıca kadın mühürlerinin büyükçe bir kıs-
mında da hakkak ismi bulunmamaktadır. Bilinen meşhur mühürcü hakkâklar içinde, özellikle yazı kompozisyonları ile çok başarılı olan bazılarının adları şunlardır: Aş-kî, Azmî, Bendeıyan, Fehmî, Fennî, İlmî, Mecdî, Nadir, Resmî, Sabrı, Samı, Vefa, Yümnî ve Zekî.
Bütün mühürcüler mesleki bilgilerinin yanısıra ünlü hattatlardan ders alarak yetişirlerdi. Bunun yanısıra hakkâklar tezhip ve edebiyat bilmek mecburiyetinde idiler. Bu sebeple meslekleri gereği hakkâklar çok kültürlü idiler.
Mühürler genellikle sülüs, ta'lik, divani, kufi, bazen de rık'a yazı karakterinde kazınmışlardır. Üç yüzlü mühürlerin ise her yüzüne ayrı yazı karakteri kazılırdı. En çok dairevi (yuvarlak), beyzi (oval), kesik köşeli murabba (kare), kesik köşeli mustatil (dikdörtgen) biçiminde yapılan mühürlerde süslü saplar da bulunurdu. Mühürlerin sapları da genellikle kişilerin meslek ve meşreplerini yansıtacak biçimde yapılmışlardır. Kadın mühürlerinin saplarının çoğu çiçek kompozisyonluydu. Erkek asker ise sınıfının, tarikata mensup ise o tarikatın simgesi yapılırdı.
Mühürler genellikle gümüşe, varlıklılar için altın veya kıymetli ve yarı kıymetli taşlardan olan zümrüt, akik, kantaşı ve ne-cefe, dar gelirliler için ise sarıya kazılırlardı. Hz Muhammed'in mührü akik taşından olduğu için Türkler arasında bu taş kutsal sayılmış ve ucuzluğundan dolayı yaygınlık kazanmıştır.
Ayrıca mühürlerin bir kısmının etrafında veya içlerinde gül, karanfil, lale gibi çiçek motifleri de yer almıştır. Bazı mühürlerde edebi sözlere de sıkça rastlanmaktadır. Bir Osmanlı paşasının mühründe görülen Sedd-i İslanım sipehsâlârı hakkın bendesi / Murtaza Paşa 'yım oldur Han Murad efkendesi beyti ile meşhur eşkıya Kara Feyzî'nin mühründeki, Kıl şefaat ya Resûlâllah / Ümmetindir Molla Feyzul-lah beyti buna örnektir.
Mühürler "saltanat mühürleri" (tuğralar), "devlet daireleri mühürleri" (mühr-i resmî), "vakıf mühürleri" ve "şahıs mühürleri" (mühr-i zatî) olmak üzere dört ana sınıfa ayrılabilir.
Tılsım mühürü
(sol) ve Fatma
Sultan'a ait
mühür.
M. Zeki Küf oğlu
koleksiyonu (sol),
TSM
Hakkak Mecdî Efendi'nin mühür defterinin
ilk sayfası.
Atıf Efendi Kütüphanesi
Tahta çıkan Osmanlı padişahlarının ilk işi dört adet mühür kazdırmak olurdu. Saltanatının simgesi olan bu mühürlerin biri zümrütten ve dört köşeli olup yüzük biçimindeydi ve padişah onu parmağına takardı. Diğer üç tanesi ise beyzi (oval) biçimde olup altındandı. Bu mühürlerden biri sadrazama verilir ve buna hatem-i şerif, hatem-i vekâlet veya mühr-i hümayun denilirdi. Diğer altın mühürler ise hasodacı-başına ve harem haznedarına verilirdi. Bu mühürlerin üzerlerinde ise padişahın adı, babasının adı ve "Allah onu daima başarılı kılsın" veya "her zaman muzaffer" anlamında bir ibare de bulunurdu. Padişah mühürleri tuğra biçiminde hazırlanır ve kazılırdı.
MÜHÜRDAR
18
19
MÜTAREKE DÖNEMİNDE
Her devlet dairesinin bir mührü olduğu gibi o dairenin başında bulunan kişinin mührü de evrakı mühürlemek için kullanılırdı. Anadolu Kazaskeri Abdülhalim bin Mehmed'in mühründe "Ey günahları bağışlayan ve hataları örten Allah'ım Abdülhalim, lutfundan ihsanlar diler" mealindeki Ya gâfire'z-zünûbi/ Ya sâtire'l-hatâ-yâ / Yercû Abdülhalim / Min lutfike 'l ataya ibaresi kazılıdır.
Vakıf eserleri Osmanlı'da önemli bir yer işgal ettiği için, özellikle kitap vakfedenlerin kitaplarına, taşınamayan eser vakfedenlerin vakfiyelerine vurulan kadı mühürleri kendine has karakteristik özellikler gösterir. III. Ahmed'in vakfettiği kitaplara vurulan mühür şöyledir: " Vakf-ı Sultan AhmedHan bin Gazi Sultan MehmedHan H15."~Bu yuvarlak mührün alt kısmında ise tuğra şeklinde "Ahmed şah bin Mehmed Han el-muzaffer daima" yazılıdır.
Eskiden resmi ve özel her çeşit yazışmada ve belgede mühür kullanılması zorunluluktu. Herkesin bir, bazen de belirli gayeler için birden fazla mühre sahip olması, mühür ve mühürcülük sanatının toplumda nasıl bir yere sahip olduğunu ortaya koyar. Her meslekte olduğu gibi, önemli bir güzel sanat dalı olan mühürcülük de lonca teşkilatına bağlıydı ve idaresi mühürcüler kethüdası tarafından yapılırdı. Zamanın en usta hakkâkma ise hakkâkbaşı denirdi.
Hakkâklar meslek şereflerine son derece düşkün insanlardı. Meslekleri sahtekârlığa son derece müsait olmasına rağmen tarih içinde sahtekâr bir hakkâka rastlanmamıştır. Onlar kazıdıkları bir mührün benzerini bir daha kazımadıkları gibi kaybolan ve kendilerinde tatbik edilmiş örneği bulunan mühürleri aynı tarih ve istifle yeniden hazırlamazlardı. Teşkilat, isimleri aynı olan hakkâkları ayrı semtlerde görevlendirir ve imzalarını da farklı yapmalarını isterdi. Onun için Baba Yümnî ile aynı adı taşıyan Sanayi-i Nefise Mektebi'nin son hak hocası Oğul Yümnî'nin imzaları farklıydı.
Evliya Çelebi, Seyahatname 'sinde İstanbul esnafını anlatırken mühürcüleri ve hakkâkları da ayrıntılı olarak tanıtır. 18. yy'a kadar gelişme gösteren mühürcülük, bir ara duraklamışsa da 19. yy'm ortalarında canlanmaya başlamış ancak mühür üzerine kazınan ibarelerde kısalma ve sadeleşme görülmeye başlanmış, mühür boyutları küçülmüştür. Önce harf devrimi (1928), ardından mühür yerine imza kullanılmaya başlanması ile de devrini tamamlamış sanatlardan biri olarak geçmişte kalmıştır. Okur-yazar olmayanlar için parmak basmanın yeterli sayımladığı resmi işlemlerde kullanılmak üzere yeni harflerle de mühür kazılmaya bir süre daha devam edilmiştir.
Bibi. Evliya, Seyahatname, I, 575; İ. A. Gövsa, "Eski Mühürcülük Sanatı", Yedi Gün, S. 407; Pakalın, Tarih Deyimleri, II, 605-609; G. Kut-N. Bayraktar, Yazma Eserlerde Vakıf Mühürleri, Ankara, 1984; M. Z. Kuşoğlu, Dünkü Sanatımız Kültürümüz, İst., 1994; U. Derman, "Mühür ve Mühürcülük", TA, XXV, 24-26; Bün-
gül, Eski Eserler, II, 25-26; P. Lecomte, Türkiye'de Sanatlar ve Zeneatlar. Ondokuzun-cu Yüzyıl Sonu, İst., ty, s. 169-171.
M. ZEKİ KUŞOĞLU
MÜHÜRDAR
Kadıköy İlçesi'nin, Kadıköy Evlendirme Dairesi'nden Moda Burnu'na kadar, Marmara Denizi'ne paralel uzanan dar kıyı şeridi Mühürdar adıyla tanınır. Bu bakımdan Moda'nın Marmara kıyısı olduğu söylenebilir. Bu şeridin Kadıköy'e yakın kısımlarına Kumluk ve Zaharof da denilirdi. Böyle küçük semt adları zamanla yok olmaktadır.
Mühürdar'ı oluşturan ve Kadıköy tarafında deniz seviyesinde bulunan kıyı şeridi Moda Burnu'na doğru yükselir. Burası günbatımını ve tarihi yanmada manzarasını seyretmek için çok elverişli bir perspektif sunduğundan eskiden beri ev yaptırmak isteyenleri cezbetmiştir. Eski fotoğraflarda evlerin ve bahçelerin geçit yeri bırakmayacak şekilde yamacın ucuna kadar geldiğini görüyoruz. Daha sonra, Mo-da'ya kıvrılan Rıza Paşa Sokağı'nın köşesinden Yeni Fikir Sokağı'nın ucuna kadar bir sokak açılmış ve böylece bazı bahçe bölümleri bu sokağın deniz tarafında kalmıştır. 1990'lı yıllarda ise kıyı boyunca deniz doldurularak yol ve park alanı kazanıldı. Eski Zaharof bölgesine de kanalizasyon arıtma tesislerinden biri kuruldu.
Denizdeki kirlenme Mühürdar kıyısını kötü etkilemiş ve yazları kıyıya vurup çürüyen yosunların, lağımla da birleşen kokusu buradaki evlerde yaşamayı güçleştirmiştir. Bu durum yeni kanalizasyon tesisi ve yeni yoldan sonra görece olarak düzelmiştir.
Mühürdar'ın en görkemli konutu, Mah-mud Muhtar Paşa'nın, şimdi Kadıköy Kız Lisesi olan köşküydü. Burada daha çok bahçeli, iki-üç katlı, bağımsız evler vardı. 1940'larda bazı özenli apartmanlar da yapılmıştı, ama yakınlarda bunlar da yıkılıp yerlerine daha yüksek binalar inşa edildi.
Yüzyıl başından bir kartpostalda Mühürdar. A. Eken, Kartpostallarda istanbul, ist., 1992
Böylece, Mühürdar'ın da mimari bir özelliği veya diğer semtlerden farklılığı kalmadı. Eski Moda'nın sevimli bir köşesi olan Mühürdar Bahçesi de apartmanlaşma karşısında ortadan kalktı. Bugün Mühürdar Bahçe-si'nden arta kalan yamaçlarda bazı lokantalar hizmet vermektedir.
MURAT BELGE
MÜLKİYE MEKTEBİ
bak. MEKTEB-İ MÜLKİYE
MÜLLER-WIE1NER, WOLFGANG
(l 7Mayıs 1923, Friedrichsıvert/Thümn-gen - 25 Mart 1991, istanbul) Alman asıllı sanat ve mimarlık tarihçisi.
Çalışma ve araştırmalarının en önemli bölümü eski Yunan, Osmanlı ve Mısır'la ilgilidir. 1976'dan 1988'e kadar İstanbul' daki Alman Arkeoloji Enstitüsü'nün birinci direktörlüğünü yapmıştır.
WolfgangMüller-Wiener 17 Mayıs 1923' te Almanya'nın Thürringen bölgesinin Got-ha kenti yakınındaki Friedrichswert'te doğdu; aynı bölgede Stettin'de yetişti. Temel eğitimini marangozluk meslek okulunda yaptı ve 1948'de kalfalık sınavını vererek okuldan mezun oldu. Yükseköğrenimini Karlsruhe Yüksek Teknik Okulu Mimarlık Bölümü'nde yaptı, 1951'de buradan mezun oldu. Yapı ve mimarlık tarihine ö-zel ilgisi daha o zamandan başladı. 1954'te bitirdiği doktora tezinin konusu ("Baden'de Sanayi Binalarının Gelişmesi") bu ilgiyi haber veriyordu. 1952-1956 arasında Suriye'de Resafa kazılarına, Epidduros Tiyatrosu çalışmalarına katıldı ve Doğu Akdeniz'in klasik uygarlıkları ve eski kentlerini tanıdı. 1956'da Alman Arkeoloji Enstitüsü İstanbul şubesinde çalışmaya başladı.
İstanbul'da geçirdiği bu ilk yıllarda, daha sonraki büyük araştırma projelerinin ve eserlerin temelleri atıldı. Bunların başında İstanbul'un tarihsel topografyasının mahalle mahalle, dönem dönem, yapı yapı incelenmesi geliyordu. 20 yıla yakın süren bu
araştırma ve çalışmanın ürünü 1977'de yayımlanan ve Müller-Wiener'in başeseri sayılan Bildlexikon zur Topographie Istan-buls olacaktı.
Aynı dönemin diğer önemli çalışmaları Milet antik kenti kazıları ve İyonya'da geç Bizans dönemi kaleleri konusundaki araştırmalarıydı. Bu konudaki araştırmalarının sonuçlan 1961, 1962, 1967, 1975'te-ki geliştirilmiş makalelerinin toplandığı Von der Polis zum Kastron çalışmasında, 1986'da yayımlandı. 1966'da yayımladığı, Bodrum'dan Suriye'deki Basra Kalesi'ne kadar 45'e yakın kaleyi inceleyen Burgen deş Kreuzritter de (Haçlı Kaleleri) benzer bir konudaydı. Yine bu dönemde Bergama, Milet ve Mısır'da Abu Mena kazılarına katıldı.
1962'de Alman Arkeoloji Enstitüsü'nün ikinci direktörlüğüne atanan W. Müller-Wiener, İskenderiye'deki Abu Mena kazılarını yönetti ve konuya ilişkin çeşitli makaleler yazdı.
1965'te, "İyonya'daki Kaleler" teziyle doçent olan Müller-Wiener, 19ö7'de Darm-stadt Yüksek Teknik Okulu'nda mimarlık tarihi kürsüsüne atandı ve akademik kariyeri başladı. Ders ve ilgi konuları çeşitliliğini sürdürmekle birlikte, Türkiye, özellikle de İstanbul, çalışmalarının ağırlık noktasını oluşturdu.
1976'da Alman Arkeoloji Enstitüsü İstanbul Şubesi'nin birinci direktörlüğüne seçilen Müller-Wiener bu görevde 1988'e kadar kaldı. Yine 1976'da İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi'nde antik dönem mimarlık tarihi dersleri vermeye başladı ve 1986'da üniversiteden ayrılana kadar derslerini sürdürdü. Aynı dönemde Milet ve Pri-ene kazılarım da yönetti.
1985'te, Almanya'da Frankfurt kentinin en önemli müze binalarından biri sayılan El Sanatları Müzesi'nin açılışının "Osmanlı Dönemi Türk Kültür ve Sanatı" sergisiyle yapılması, onun desteği ve yardımlarıyla oldu. 1988'de Griechisches Bauıvesen (Yunan Yapıları) kitabı, yine aynı yıl Rena-te Schiele ile birlikte hazırladığı 19. Yüzyılda istanbul'da Gündelik Hayat adlı fotoğraf albümü yayımlandı. Albümdeki fotoğraflar, 1860'larda İstanbul'un en ünlü fotoğraf atölyesi olan Sebah ve Joaillier'in tüm fotoğraflarını içeren koleksiyonundan seçmelerdi ve bu koleksiyonu Alman Arkeoloji Enstitüsü'ne Müller-Wiener kazandırmıştı. IstanbulerMitteilungen'm(-+) yayımlanma ve zenginleşmesinde de önemli katkıları oldu. 1988'den sonra İstanbul'dan ayrılan Müller-Wiener, 1988-1991 arasında Frankfurt ve Darmstadt üniversitelerinde dersler verdi. Ancak İstanbul ve Milet'e sık sık gelerek çalışmalarını sürdürdü. Son olarak üzerinde çalıştığı "Bizans, Konstantinopolis ve İstanbul'un Limanları" incelemesi ise elyazısıyla kaldı. Wolfgang Müller-Wiener'i, ölümün İstanbul'da yine böyle bir gezi sırasında yakalaması, onun hayatının ve bilimsel ilgisinin doğal çizgisinin bir devamı gibiydi. Ömrünün ve biliminin büyük bölümünü hasrettiği İstanbul'da 25 Mart 1991 gecesi hayata veda etti.
Wolfgang Müller-Wiener
Alman Arkeoloji Enstitüsü
En önemli eseri sayılan Bildlexikon zur Topographie Istanbuls'da. (İstanbul Topografyası Üzerine Resimli Lügat), Bizans dönemi için suriçinde kalan, Osmanlı dönemi içinse suriçinden başka Eyüp, Galata, Üsküdar ve Boğaziçi kesimlerini de kapsayan ve ilk yapım tarihleri 1920'lere kadar giden bütün yapılar ele alınarak İstanbul'un âdeta bir topografyası çıkarılmış; bütün bu binaların günümüze kadar geçirdiği aşamalar, restorasyonlar ve halen ne durumda oldukları da kaydedilmiştir.
Müller-Wiener'in çeşitli kitapları ve dergilerde çıkmış çok sayıda makaleleri arasında İstanbul'la ilgili olanların başlıca-ları şunlardır:
"Die Genuesen von Pera. Eine Stadt in einer Stadt" (Pera'nın Cenevizlileri. Şehir İçinde Bir Şehir), Merian, 15, 1962; "Kons-tantinopel", Spâtantike undFrühes Chris-tentum, Propylâen-Kunstgeschichte, 1977; "Byzans und die angrenzenden Kulturkrei-se (Architektur)" (Bizans ve Sınırdaş Kültür ÇevKlen-Mimzrı),Jahrbuch der Öster-reichischen Byzantinistik, 31/2, 1981; "Is-tanbul-Zeyrek. Studien zur Erhaltung eines traditionellen Wohngebietes" (İstanbul-Zeyrek. Geleneksel Bir Konut Bölgesinin Korunması Üzerine Çalışmalar), (J. Cra-mer'le birlikte), Mitteilungen deş Deutsc-hen Orient-Institutes, no. 17, 1982; "Eine neuentdeckte Kirche aus der Griindungs-zeit Konstantinopels: Hagios Agathoni-kos?" (Konstantinopolis'in Kuruluş Döneminden Kalmış Yeni Keşfedilmiş Bir Kilise: Ayios Agathonikos), Studien, zurspât-antiken und byzantinischen Kunst, c. l, 1986; "Manufakturen und Fabriken in istanbul vom 15.-19. Jahrhundert" (İstanbul'da 15.-19- yy Fabrika ve Atölyeleri), Mitteilungen der Frânkischen Geograp-biscben Gesellschaft, 33/34, 1986/1987; "Zur Geschichte deş Tershane-i Amire in istanbul" (İstanbul'da Tersane-i Âmire'nin
Tarihi), Türkische Miszellen, Varia Tur-cica, 9 (1987); "İstanbul'da Bizans Sarayı ve Kent İlişkisi Üzerine", AMY, 11 (1990); "İstanbul'da Erken Dönem Endüstri Yapıları", Architekt, 6 (1991).
İSTANBUL
MÜNİFFEHİM
bak. ÖZARMAN, MÜNİF FEHÎM
MÜNİRE VE CEMİLE SULTAN SARAYLARI
bak. ÇİFTE SARAYLAR
MÜŞTAKZADE TEKKESİ
bak. ALTUNCUZADE TEKKESİ
MÜTAREKE DÖNEMİNDE / İSTANBUL
Mütareke terimiyle adlandırılan 1918-1922 dönemi, Osmanlı Devleti'nden Cumhuriyet Türkiye'sine geçiş evresidir. Siyasal olduğu kadar toplumsal dönüşümlerin de izlendiği bu dönem İstanbul için ayrı bir önem taşır. Beşeri dokunun yamsıra değerler de büyük bir dönüşüme uğrar. Payitaht giderek siyasal etkinliğini yitirir; siyasal anlamda iki karşıt görüşü, devleti Sevres Antlaşması hükümleri doğrultusunda Batı boyunduruğuna sokmayı tek çözüm olarak gören İstanbul Hükümeti ile Ankara'da Müdafaa-i Hukuk adıyla tanınan hareketin İstanbul uzantısını barındırır. I. Dünya Savaşı son bulmuştur. Sevres Osmanlı'yı parçalamıştır. Ancak, Ankara'da odaklasan Müdafaa-i Hukuk direnmekten yanadır. İstanbul, işgal kuvvetleri, saray ve Ankara' daki kuva-yı milliyeciler arasındaki girift ilişkilere sahne olur.
İstanbul'un işgali 13 Kasım 1918'de İtilaf devletlerinin 55 parça gemiden oluşan donanmasının Haydarpaşa önlerinde de-mirlemesiyle başladı ve 5 yıla yakın bir süre devam etti. 1919'da İtilaf devletleri temsilcileri giderek kente hâkim olmaya başladılar. Azınlıkların saldırganlıkları artıyor, iktidarla birlikte ülkeyi de terk eden İttihad ve Terakki liderlerinin yakınları ve.çalışma arkadaşları aleyhine başlatılan yıldırma kampanyası kente dehşet salıyordu.
Mütareke İstanbul'unun siyasal hayatta hâkim en güçlü unsuru işgal kuvvetleriydi. Saray ve Ayan Meclisi, I. Dünya Sa-vaşı'ndan galip çıkan ve İstanbul'u işgal eden devletlerin Osmanlı Devleti'ne Sevres Antlaşması'yla verdikleri cezaları kabullenmekten başka çözüm bulamamıştı. Ancak, kısa sürede İstanbul İtilafçı-İttihat-çı çekişmesine sahne oldu. Saray büyük ölçüde gücünü yitirdi. Maddi gücünü Anza-vur birliklerinde, manevi gücünü şeyhülislam fetvalarında aradı. Ankara'yı karşısına aldı.
Mütareke yıllarında İstanbul'daki siyasal gelişmeler İttihad ve Terakki'nin kendini feshetmesiyle başladı. Mondros Mütare-kesi'nin imzalanışından sonra VI. Mehmed (Vahideddin), İttihatçıların çoğunlukta olduğu Mebusan Meclisi'ni feshetti (4 Kasım 1918). Hürriyet ve İtilaf, tekrar siyaset sahnesinde yerini aldı. Başta Ziya Gökalp ol-
MÜTAREKE DÖNEMİNDE
20
21
MÜTAREKE DÖNEMİNDE
^ ,
ta-•
İşgalci Doğu Orduları Komutam General Franchet d'Esperey'in istanbul Limanı'nda Cevat Paşa
ve ingiliz General Wilson tarafından karşılanışı.
M. Özel, Cephelerden Kurtuluş Savaşı'na, İmparatorluktan Cumhuriyete, İst., 1992
Beyaz Ruslarla birlikte Beyoğlu yeni bir görünüm kazandı. Lokanta, konser, bar, kabare ve kumarhane işi kısa sürede Rusların eline geçti. Ekserisi Rus Yahudileri tarafından yönetilen bu yerlerde Osmanlı delikanlısı Ruslara özgü gece hayatını ve eğlencesini tanıdı. Böylece işgal altında kan ağlayan bir kent halkının, Ruslar sayesinde biraz yüzü güldü; İstanbul'un durgun ve kapalı yaşamına bir ölçüde canlılık geldi.
Bu eğlence mekânlarında İstanbul'a Wrangel ordusu döküntüleriyle gelmiş kibar Moskof kadınları garsonluk ediyorlardı. Ekseriya zabit rütbesinde olan kocalar, lokanta ve barlarda kapıcı, barmen, krupiye ya da becerisi varsa piyanist olarak istihdam edildiler. Rus aristokrasisine mensup bir generalin lokanta bulaşıkçısı ya da seyyar satıcı olması o günler için doğaldı. General üniformalarıyla küçük oyuncak bebekler satmak üzere köhne İstanbul sokaklarına dalan; "Bir matmazel beş kuruş" diye müşteri ayarlan Rus zabitleri olağan sahnelerdi.
Ancak, zevcelerin bulunduğu yerlerde çalışmak kuraldışıydı. Bu tür yerlerde karı kocanın gözden ırak olması gerekiyordu. Kadınlar iş saatlerinde kocalarından uzak ve serbesttiler. Tutkunlarına ucuz gönül vermemeyi de biliyorlardı. Sessiz sedasız İstanbul hovardasını soyup soğana çevirmede hayli marifetliydiler. Sabahın saat ikisinden sonra her koca karısını diğer barın kapısında bekler ve eve götürürdü.
mak üzere İttihad ve Terakki'nin 69 üyesi tutuklandı; partinin mallarına el kondu; halka camilerde İttihad ve Terakki düşmanlığı telkin edildi.
İttihad ve Terakki, kendisini feshettikten sonra bazı siyasal örgütlerle varlığını sürdürdü. Bunlardan biri Teceddüt Fırka-sı'ydı. Şeyhülislam, Divan-ı Harb'in ve Ku-va-yı İnzibatiye'nin denetimine girdi. Şûrayı Saltanat, 1919 ve 1920'de iki kez toplanarak, devletin kaderim Batılı işgal kuvvetlerinin merhametine bırakmıştı. Alman yanlısı İttihatçı politikayı dengelemek için İngilizler'den medet umuldu. İngiliz Muhipleri Cemiyeti, Ankara'ya karşı İstanbul'un tavrını belirleyen kuruluş oldu.
Ancak, Anadolu'da Heyet-i Temsiliye, Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Ce-miyeti'nin temsilci organı olarak, Sivas Kongresi'nden , TBMM'nin açılışına kadar fiili bir siyasal güç odağı oluşturdu. Ankara ve İstanbul bir süre birlikte çalışma olanakları aradı; Amasya görüşmeleri ve protokolleri sonucu 1919 genel seçimini kararlaştırdı. Osmanlı Meclis-i Mebusan'ı 12 Ocak 1920'de İstanbul'da toplandı. Açılışı izleyen gün Sultanahmet Meydanı'nda 150.000'e yakın İstanbullunun katıldığı büyük bir miting düzenlendi. Meclis-i Mebu-san üyelerinin önemli bir bölümünü Ku-va-yı Milliye'nin temsilcisi olan mebuslar oluşturuyordu. Meclis-i Mebusan'ın çalışmaları arasında en önemli karar Ahd-ı Mil-li'nin kabulü oldu (28 Ocak 1920). Bu program daha sonra Misak-ı Milli adıyla ünlendi.
Bu arada Londra Konferansı'nda İstanbul'un işgal edilmesi kararlaştırıldı (4 Mart 1920). Bütün güçlerini İstanbul'a çeken İngilizler 9 Mart'ta İstanbul Türk Ocağı'nı, 14 Mart'ta da Telgrafhane'yi işgal ettiler. Toplu işgal eylemi 15 Mart gecesi başladı. Bakırköy'den Kadıköy'e kadar bütün İstanbul Limanı İtilaf donanması tarafından abluka altına alındı. Sabaha karşı karaya çok sayıda asker çıkarıldı. 16 Mart 1920 günü 150 kişilik bir İngiliz birliği, Şehzadebaşı'nda-ki 10. Kafkas Tümeni Karargâhı binasına giderek uykudaki askerlerin üzerine yay-
lım ateşi açtı. Saldırıda 5 asker öldü, 10 asker yaralandı. Bu kanlı faciadan sonra, fiili işgal durumu resmi bir nitelik kazandı. Harbiye eski nazırı Cemal Paşa tutuklandı. Öğleye doğru İtilaf güçleri İstanbul'un hemen her köşesini tutmuş, kavşakları denetim altına almıştı. Başta nezaret binaları olmak üzere çok sayıda resmi daire işgal edilmişti.
Salih Paşa hükümeti İstanbul'un fiilen işgal edilmesinden sonra gönderilen İtilaf notasını geri çevirdi. Giderek gerginleşen ilişkiler sonucu aynı gün öğleden sonra İngiliz askeri Meclis-i Mebusan'ı bastı. Heyet-i Temsiliye üyesi Kara Vasıf ve Rauf beylerin kendilerine teslim edilmesini istedi. 18 Mart'ta yasama görevinin yapılmasına olanak verecek bir ortam yaratılınca-ya kadar meclis toplantıları ertelendi. Padişah, 11 Nisan'da gönderdiği bir iradeyle meclisi feshettiğini açıkladı. 150 kadar siyasi şahsiyet tutuklanarak Malta'ya sürgün edildi. Tüm bu gelişmeleri İstanbul'un Müslüman halkı dehşetle izliyordu. Bu arada, kiliselerde toplanarak şehrin Yunanistan'a ilhak edilmesi için ayin ve sokaklarda aynı amaçla gösteri yapan Rumlar da vardı. Bunlara, erkekleri cepheden dönmemiş, Milli Mücadele saflarına katılmış ya da takipten kaçmak için bir yere sinmiş kadınlardan yanıt geliyordu. Kadın direnişi Mart 1919'da Fatih Türbesi'nde şehitleri anma toplantısıyla başladı. Onu Mustafa Kemal'in Samsun'a çıktığı gün yapılan işgali telin mitingi izledi. Bu mitinglerin en görkemlisi Halide Edip'in önderlik ettiği Fatih Mitingi'ydK-»). Döneme damgasını vuran bir diğer gösteri Darülfünun greviy-di(->). Öğrencilerin Milli Mücadele karşıtı olarak gördükleri Ali Kemal ve diğer müderrisler Darülfünun'dan uzaklaştırıldı. • İstanbul'da işgale ve saraya karşı direnişin diğer boyutu gizli örgütlerdi. Anadolu'ya gizli yollardan asker, silah ve cephane sevk eden bu örgütler aynı zamanda istihbarat görevi görüyorlardı. Bunlar arasında Karakol Cemiyeti(->), Mim Mim Grubu ve Müdafaa-i Milliye Teşkilatı bel-libaşlılarıdır.
Karakol Cemiyeti, Mütareke ertesi İstanbul'da gizli olarak kurulan ilk direniş örgütüdür. Cemiyet Müdafaa-i Hukuk ile uyum içerisinde çalıştı. Nitekim Sivas Kong-resi'nde cemiyet, reisi Kara Vasıf Bey tarafından temsil edildi. Silahlı bir yapıya sahip olan cemiyet, hamallar ve diğer esnaf cemiyetleri yardımıyla etkinliklerini sürdürdü. Ancak zamanla Kara Vasıf ile Mustafa Kemal Paşa arasında fikir ayrılığı doğdu; Heyet-i Temsiliye'nin emri üzerine Karakol Cemiyeti lağvedilerek yerine Müdafaa-i Milliye Teşkilatı diye de bilinen direniş örgütleri, Mim Mim grupları kuruldu. Gizli olarak ve gruplar halinde çalışan bu örgütün yükü iki grup üzerinde toplanmıştır: Müsellâh Mim Mim ve Mim Mim grupları. Bunlar TBMM'nin ve Erkân-ı Harbi-ye-i Umumiye Riyaseti'nin İstanbul'daki u-zantılarıydı. Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti ile yakın ilişkideydi.
İlk adım 1920'nin nisan ve mayıs aylarında Topkapı semtinde atıldı. İlk Müdafaa-i Milliye örgütünü Piyade Yüzbaşısı Emin Ali Bey ve Kasımpaşa Bahriye İtfaiye Taburu'ndan bölük kumandanı Bahriye Yüzbaşısı İsmail Hakkı Bey bu semtte kurdular. Bunu Şehremini izledi. Yine Karakol Cemiyeti üyelerinden Topkapılı Hakimza-de Mehmed Bey bu semti örgütledi. Kısa sürede örgüt mahalle düzeyinde yaygınlaştı. İstanbul'un hemen her yanına yayıldı. Bu kuruluşlar, bazı yurtseverlerin girişimleriyle, karşılıklı yardımlaşmayla kurulmuş ve genişletilmişti. Erkân-ı Harbiye'de tutulan kayıtlarında her semt ayrı ayrı belirtilmiş ve her semte belirli numaralar verilmişti. Bu kayıtlara göre şube adedi 52, üye sayısı 10.000 dolayındaydı.
Müdafaa-i Milliye Teşkilatı, Erkân-ı Har-biye'ye gönderdiği 29 imzalı ve 29 Kasım 1920 günlü raporunda teşkilatın kuruluş nedeni ve görevlerini şöyle açıklıyordu: "Her türlü ihtimal ve tehlike kısışında ve İstanbul'un herhangi bir ihtilal vazıyetinde hal ve mevkiye hâkim olarak İstanbul'daki Müslüman kuvvetini gaye-i milliyeye doğru sevk ve idare etmek ve Anadolu'daki mücadeleye İstanbul'dan manen ve maddeten zahir olmak üzere teşekkül etmiştir."
Müdafaa-i Milliye Teşkilatı Milli Mücadele yıllarında İstanbul'un Anadolu ile bağlantısını kuran örgütlerden biriydi. İstanbul'daki askeri kıtalar ve Dersaadet Jandarma Alayı erkânı ile Harbiye Mektebi, Tıbbiye Mektebi, Darüleytam, Galatasaray ve İstanbul sultanileri ile medrese öğrencilerinin büyük bir kesiminin ve Müslüman sporcuların desteğini alıyordu.
Teşkilat her ne kadar İstanbul'un Müslüman halkını işgal günlerinde tecavüzden korumayı amaçlamışsa da, kimi kez, askeri ambar ve depolardan ilgili subay ve memurların yardımıyla, kimi kez baskınlarla, Anadolu'ya silah ve cephane sağlanmasında önemli bir rol üstlendi.
Mütareke yıllarında İstanbul'un toplumsal dokusu köklü dönüşümlere uğradı. Savaş ve işgal koşullan nedeniyle hareketli bir nüfusa sahip oldu (bak. nüfus). Kimi A-nadolu'ya yöneliyor, kimi İstanbul'a sığını-
yordu. Bu dönemde işgal kuvveden ve Rus göçmenler kent yaşamına o güne kadar alışılmadık bir görünüm kazandırdılar.
Günlük yaşamı etkileyen temel etmenlerden biri Rus göçmenler oldu. Çarlık Rus-yası Bolşeviklerce devrilince, İstanbul Beyaz Rus ordularıyla birlikte kaçan Rus aristokrasisi ve zengin tabakası sersefil İstanbul'a varmıştı (bak. Beyaz Ruslar). On binlerce kadınlı erkekli Rus İstanbul'a yerleşti. Bunların toplam sayısı, aynı anda İstanbul'da bulunmasalar bile, 200.000'i buldu. Kaçanlar varlıklı kimseler olmalarına karşın, yanlarına pek az şey alabilmiş; çoğu kez canlarını kurtarmakla yetinmişlerdi. Göçmenlerin pek fazla seçenekleri yoktu. O sıralarda İstanbul ve Sırbistan dışında göçmen Rusa kimse vize vermiyordu.
Yabancı orduların ve Rusların istilasına uğrayan İstanbul yeni kültürel alışkanlıklar edinmekte gecikmedi. İşgal güçleri belirli tüketim örüntülerini özendirirken, yoksul halk güç koşullar altında yaşamını sürdürebiliyordu.
Rus göçmenlerle birlikte sefalet giderek yayıldı. Sefahat ile sefalet İstanbul'da buluştu. Göçmenler İstanbul'a gemiyle varıncaya değin çok güç günler geçirdiler. Çoğu üzerinde ne varsa öylece kaçtığından pislikten, sefaletten bitlenmişti. Bu nedenle kadınlar saçlarını kökünden kestiler; ne buldularsa başlarına geçirdiler.
İstanbul yoksulluğuna karşın kendine özgü estetik değerleri oluşturmakta gecikmedi. İstanbul ahalisi Rus kadınların saç biçimini moda belledi: "Rusbaşı" adıyla kısa kesilmiş saç revaç buldu. Dersaadet hanımefendileri bu zavallı göçmenlerin rengârenk örtülerini taklit etmekte de gecikmediler. Omuzları yırtık elbiseler çabucak moda oldu. Böylece Mütareke ile birlikte gündeme gelen "milli moda" ile "Rus modası" kaynaştı. Bir zamanlar II. Abdülha-mid yönetimine karşı modanın simgesi olan çarşaf artık demode oldu ve Osmanlı kadınının "tesettür"e karşı savaşında boy hedefini oluşturdu. Osmanlı feminizmi çarşafa karşı tavrını bundan böyle açık bir dille ifade ediyordu. Bu yıllarda İnci ve Yeni İnci dergileri Cumhuriyet öncesi "milli moda"nın öncülüğünü yaptılar. Çarşaf ismen kalkmasa bile Batı kadın giysilerinden fark edilemeyecek oranda değişime uğradı. Peçe kalktı; baş Rus kadınlarında olduğu gibi bir tülbentle sarıldı. İstanbul hanımları Cumhuriyet'in kılık kıyafet ve şapka devrimine Mütareke'den itibaren hazırdılar.
İstanbul'da Mütareke ile birlikte "mesire" anlayışı değişti. Boğaz yerine artık Adalar'a gidilir oldu. İstanbullu denize girmeye başladı. Plaj modasını Rus göçmenler getirdi. Yüzyıllardır denizden kaçan İstanbul halkı bu kez "Fülürye"ye koştu. Burada yan çıplak Rus dilberleri denize giriyorlardı. Eskiden halk, tarihi çınarlar ve memba suları ile meşhur Fülürye'ye fülür-ye kuşunu dinlemek için giderken bu kez kızgın kumlar üzerinde yatan Rus dilberle-riyle önce göz, ardından deniz banyosu yaptılar. Bu arada "Fülürye" Rus şivesi ile "Florya"ya dönüştü. Böylece mahremlik
l
-V
B&^^--__ / JHâk^Cıv^iLj1-:. î>rııL' - ı. Lit'î.ı•• "-" ~ - ^^^^j^fc.!r-:"L:vO"."vt?â"-"-'"'"v:
İM]
İşgal kuvvetleri
İstiklal
Caddesi'nde.
V. Dumesnil, îşgal
İstanbul'u, ist.,
1993
giderek kalktı; Türk kadınları için de açılma devri başladı.
Mütareke'nin istanbul'a bir diğer hediyesi barlardı. İstanbul hovardası Galata'mn izbe meyhanelerinden barlara terfi etti. Gene Rus göçmenler bu konuda öncülük ettiler. Bar öncesi benzer işlev gören kafe-konserler vardı. Sesleri akortsuz Romen aktörler, kendi ülkelerinde gözden düşmüş Fransız şantözler, garip şiveli Danimarkalılar, Japonya'dan gelme canbazlar, kısacası feleğin savurduğu tüm insanlar Osmanlı'nın son döneminde bu kafekonserlere doluşmuştu.
İstanbul delikanlıları bir süre bu kafekonserlere dadandı. Ama Mütareke ile birlikte barlar revaç buldu. Öte yandan yeni doğmakta olan sinemaların geniş bir müdavim kitlesi oluştu. Mütareke sinemalarında dünyayı devretmiş, aşınmış filmler art arda gösteriliyordu. Değişik ülkelerde yapılan bu filmler çoğu kez Fransız yapımı diye halka yutturuluyordu. Fransız dilberleri o yıllarda da revaçtaydı. İstanbul seyircisi ellerinde pastırma ya da su-cuk-ekmek bu havasız, izbe mekânlarda günlerini geçiriyorlardı.
Keza tiyatro kumpanyaları arasında da Fransızlar revaçtaydı. Ancak, Fransız etiketini hemen hemen tüm kumpanyalar kullanıyorlardı. Paris'in Cimnaz tiyatrosundan gelmiş diye ilan edilen matmazelin şivesi Felemenkçeye çalıyor ya da Alman aksanıyla Fransızca konuşuyordu.
Dostları ilə paylaş: |