Hldlniava V l h o n I n, I,1 V a hjhvi 3a I o I l n V 31 V h fi 11 fi



Yüklə 8,43 Mb.
səhifə109/147
tarix27.12.2018
ölçüsü8,43 Mb.
#86791
1   ...   105   106   107   108   109   110   111   112   ...   147

Sakallı Celal

Ümit Bayazoğlu arşivi

bir oda tahsis edilmişti. Yaşamını bu odada tamamlayan Sakallı Celal, Aşiyan Me-zarlığı'nda gömülüdür.

ÜMİT BAYAZOĞLU

SAKARYA, ABBAS

(istanbul, 1911) Güreşçi, yüzücü ve spor adamı.

Ortaokul öğrencisiyken girdiği Beşiktaş Jimnastik Kulübü'nde(->) yetişip parladı. Önce jimnastik, sonra da güreş sporuyla uğraştı. 1932'de milli güreş takımına seçildi. Aynı yıl yapılan Balkan Şampiyona-sı'nda 56 kiloda Balkan şampiyonluğunu kazandı. 1933'te Sovyetler Birliği'ne giden güreş takımında yer aldı. Orada yaptığı 6 güreşin 5'ini kazandığı gibi milli yüzme ekibinde de milli mayoyu giydi, tramplen atlama yarışlarına katıldı. En verimli çağında spor hayatını kapattı, Macaristan'a giderek orada yüksek beden eğitimi öğrenimi yaptı. 1939'da Budapeşte Kraliyet Yüksek Beden Eğitimi Enstitüsü'nü bitirerek Türkiye'nin ilk diplomalı spor adamlarından biri olarak yurda döndü. Burada kendisine verilen görev, halkevi kütüphane memurluğu oldu. Daha sonra İstanbul Üniversi-tesi'nde beden eğitimi öğretmenliğine verildi. Bu arada eski arkadaşlarından Suat Erler ile birlikte İstanbul Yüzme İhtisas Ku-lübü'nü kurdu. 1945-1947 arasında Galatasaray, 1947-1948 arasında Fenerbahçe ve 1955-1960 arasında Beşiktaş kulüplerinde spor uzmanı olarak çalıştı. Bu arada uzun bir süre Robert Kolej'de spor öğretmenliği de yaptı. Halen kurucularından olduğu İstanbul Yüzme İhtisas Kulübü'nde spor hizmetini sürdürmektedir.

CEM ATABEYOĞLU

SAKSI HANI

Beyoğlu İlçesi'nde Galata'da, Perşembe Pazarı Sokağı ile Mahkeme Sokağı'nın kesiştiği köşede yer almaktadır. Diğer iki yönüyle de Bakır Sokağı'yla çevrilidir. Böylece yapı 19x13,50 m ölçüsündeki tek parsel bir adada inşa edilmiştir.

Saksı Hanı, alışılmamış bir plan yorumuyla ve avlusuz olarak inşa edilmiştir. Bu şekildeki bir yorumu sonradan kazandığı düşünülen yapı, bugünkü cephe özellikleri de değerlendirilerek 18. yy'a ta-rihlenebilir.

Saksı Hanı iç mekânlarında görülen bö-lümlenmede taşıyıcı kemerler yuvarlak şekilli, iç hacimler loş, ışıksızdır. Bu hacimler beşik tonoz örtülüdürler. Üst kata, giriş koridorunun bilimindeki taş merdivenlerle ulaşılır. Yapıda dört yöndeki cephe muntazam kesme taş ve tuğla-derz hatıllı olarak inşa edilmiştir. Giriş kapısı taştan yuvarlak kemerli olup, taş konsollarla taşınan çıkma, cepheyi hareketlendirir. İki sıra kademeli konsolların taşıdığı çıkmada bir çift taştan dikdörtgen söveli pencere ile altta biri kapıya dönüştürülmüş iki küçük pencere bulunmaktadır. Cephelerde üst kat mekânlarına açılan pencereler de tuğla-derz dokulu, sivri kemerli olarak cepheyi hareketlendirirler. Üç sıra testere dişi tuğla saçak ise cepheleri üstten sınırlar.



Saksı Hanı

Yavuz Çelenk, 1994

Yapı cephesindeki veriler değerlendirildiğinde, yapının daha önceki yapılaşmanın kalıntıları üzerine inşa edilmiş olabileceği düşünülmektedir. Söylentiler bu yapının ahırlarının olduğu şeklindedir. Ancak günümüze ulaşmamıştır. Diğer taraftan yapının mahkeme olarak kullanıldığı ve Perşembe Pazarı Sokağı köşesindeki dikdörtgen planlı, beşik tonoz örtülü yapı biriminin de hapishane olduğu söylenenler arasındadır.

Böylece yapı, özellikle avlusuz, iki katlı ve birbirine açılan odalar ve sofalanyla han fonksiyonunu yüklenen yapıdan çok farklı bir fonksiyonla günümüze gelmiştir. Bu da dönemi içinde mahkeme yapısı olarak, eski yapı kalıntıları üzerine yeniden inşa olmasıyla açıklanabilecek bir durumdur.

Saksı Hanı'nm yerindeki ilk yapılaşmanın çağı içinde Ceneviz yapı kalıntıları üzerine inşa edilmiş bir ahır ve avlulu bir kervansaray olduğu, ancak zamanla harap olup, etrafındaki hızlı yapılaşma ile üzerinde inşa edildiği alanını yer yer kaybettiği, kalan alanda da bir mahkeme binası yapıldığı, hattâ bir hapishane mekânının da karşı köşede inşa edildiği, yapının 20. yy'da ise bu fonksiyonunu kaybederek han olarak günümüze ulaştığı düşünülebilir.



Bibi. Güran, İstanbul Hanları, 131-132; G. Güreşsever (Cantay), "Anadolu'da Osmanlı Devri Kervansaraylarının Gelişmesi" (yayımlanmamış doktora tezi), İst., 1975.

GÖNÜL CANTAY



SALACAK

Anadolu yakasında, Harem'in l km kadar kuzeyinde, Marmara Denizi'nin Boğaziçi'ne açıldığı yerdeki semt. Karşısında Kız KulesiO) vardır. Günümüzde batısı sahil yolu ile çevrilidir. Güneyinde Harem ve



SALACAK

422

423

SALGINLAR

Üsküdar-Ihsaniye; kuzeyinde Üsküdar-Ayazma mahalleleri bulunmaktadır. Üsküdar'ın güneyindeki burunda küçük bir semt olan Salacak'ın sınırlarını batıda sahil yolu, doğuda Doğancılar Caddesi, kuzeyde Ayazma, güneyde Salacak iskele Caddesi olarak çizmek mümkündür.

Tarihte, semtin sınırları Üsküdar ve Ha-rem'le sürekli iç içe olmuştur. Bu bölgede, Bizans ve 17. yy'a kadar Osmanlı dönemi yapılarının; manastır, kilise ve sarayların tam nerede bulundukları oldukça tartışmalıdır. Yine tartışmalı olmakla birlikte, Bizans döneminin Damalis'inin Salacak Burnu ve Kız Kulesi'nin kayalığı olduğu; 12. yy'da burada Skutarion adlı bir yazlık sarayın bulunduğu ileri sürülür. Kesin olarak bilinen ise, gerek Bizans, gerekse Osmanlı dönemlerinde Üsküdar'dan Haydarpaşa'ya uzanan sahil ve yamaçlar boyunca manastırların, ayazmaların, daha çok yazlık sarayların bulunduğudur.

Semt "Salacak" adını büyük olasılıkla İstanbul'un fethinden sonra almıştır. Semtin adının etimolojisi konusunda kesin bilgi bulunamamıştır. Oldukça tutarsız ve yakıştırmadan ibaret çeşitli rivayetler arasında istanbul'un fethi sırasında askerin buradan "salındığı"; Venedik'e kadar balık ihraç eden bir yöre olduğu için ağların denize salınması anlamında "Salacak" dendiği de vardır. "Salacak" sözcüğü "teneşir" anlamına geldiğine göre yörenin topog-rafik yapısının böyle bir benzetmeye yol açtığını düşünmek de mümkündür. 1450' lerde, fetihten hemen sonra semtin önem kazandığı, 1453'ten sonra yöredeki ilk mescidin (muhtemelen Akşemseddin adına) burada yapıldığı ve ilk hutbenin burada okunduğu bazı kaynaklarda yazılıdır.

Salacak'ın üstündeki Imrahor Mesci-di(-0 16. yy'ın sonuna tarihlenmektedir. Hemen yakınındaki Ayazma Camii'nin(->) yapımı ise 18. yy'ın ikinci yarısmdadır.

Anadolu yakasında, Topkapı'ya bakan ve İstanbul'un belki de en güzel manzarasına hâkim olan Salacak mevkiinde her dönem saray ve köşklerin olması doğaldır. Evliya Çelebi 17. yy'da burada Ayşe Sul-tan'ın ve diğer bazı sultanların sarayları bulunduğunu yazar. Çağdaşı Eremya Çelebi de sahilde Fatma Sultan'ın bahçesi bulunduğunu söyler. İlk kuruluş tarihi ve tam

İÜ

Salacak

Tahsin Aydoğmuş

20. yy'ın başından bir kartpostalda Salacak.



M. Tuğrul Acar arşivi

yeri tartışmalı olan Kavak Sarayı'nm(->) da Harem ve Salacak iskeleleri arasında bulunduğu bilinmektedir.

Salacak'a ilk vapur iskelesi 1852'de Şir-ket-i Hayriye tarafından kurulmuştur. Sahil yolunun açılmasından sonra işlevini yitiren ve özel lokale dönüştürülen Salacak İske-lesi'nin yanında büyük kayıkhaneler ve Harem'e doğru da köşkler vardı. Burada bulunan plaj 1960'ların sonuna kadar açıktı. Salacak'tan Harem'e kadar yörenin bir özelliği de yamaçlardaki kayaklıklar arasından sızan tatlı sulardı. 1970'lerin ikinci yarısına kadar, Salacak'ta, iskelenin yanında, Bizans döneminden kaldığı söylenen bir liman kalıntısı varlığını sürdürüyordu. Sahil yolunun açılması ve denize dik inen, deniz kenarında yer yer yürünebilecek incecik bir yolun bile bulunmadığı sahilin doldurulması sırasında, tarihi kalıntıların tümü yok olmuştur.

Salacak 16. ve 17. yy'lardaki önemini daha sonraki dönemlerde bir ölçüde kaybetmiş ve tek tek bazı önemli kişilerin yalı ve köşkleri dışında, Üsküdar'ın mütevazı ve sessiz bir semti haline gelmiştir. Sem-

tin yeniden rağbet bulmaya başlaması, buradaki eski ahşap evlerin "koruma yasası" uyarınca restore edilmesi, yeni ve lüks yapıların üst gelir gruplarını semte çekmesi, 1980'lerin sonlarına, 1990'lara rastlar. İstanbul'a Kız Kulesi'nin ardından bakan ve günbatımının en güzel izlendiği bu çevre, öncelikle konumu ve manzarası yüzünden değişen İstanbul'da prestijli bir konut bölgesi haline gelmektedir. İmrahor ve Ayazma camilerinin çevresinde, Boğaz'a ve İstanbul'a hâkim tatlı meyilli yamaçlardaki eski eserlerin onarımları ve eski konakların, dış görünümleri bir ölçüde korunarak çok daireli apartmanlara dönüştürülmesi süreci hızla devam etmektedir. Semti Üsküdar iskele meydanına ve Ha-rem'den geçerek Selimiye, Haydarpaşa, Kadıköy ve bağlantılarla Ankara Yolu'na (E-5 ve TEM'e) bağlayan sahil yolunun Salacak'tan Harem'e doğru uzanan bölümü boyunca, sahilde restoranlar, gazinolar, çay bahçeleri sıralanmaktadır. Semt Üsküdar'ın yakın bir mahallesi olarak konut ağırlıklı bir gelişme göstermektedir.

İSTANBUL


SALGINLAR

Bilimin gelişmediği dönemlerde insanlar, salgınları Tanrı'nın gazabı ve günahkâr kullarına gönderdiği bir ceza olarak kabul etmişler ve salgınlara karşı önlemler almayı yararsız bulmuşlar, bunun Tanrı'ya karşı gelmek, hattâ isyan olduğunu düşünmüşlerdir. Bu nedenle 19. yy'ın başında İstanbul'da görülen bir veba salgınında yatsı ezanından sonra minarelerde "sure-i ah-kaf" okutuluyor ve sur kapıları dışına yerleştirilen görevliler sadece çıkan tabutları sayıp ölü sayısını tespit ediyordu. Halk vebanın mızraklı bir cinin dürttüğü yerde çıkan yumurcak sonucu oluştuğuna inandığından bu cinin zarar vermesini önlemek için muskalar da yazılırdı.

Eski Türk hekimleri taun sözcüğünü hı-yarcıklı veba için, veba sözcüğünü ise mahiyeti tam olarak bilinemeyen salgın hastalıkları ifade etmek için kullanmışlardır. Konstantinopolis'te veba ilk kez 542'de I. İustinianos (Jüstinyen) döneminde görülmüş ve bu nedenle tarihçiler tarafından "Jüstinyen vebası" olarak anılmıştır. Bu hı-yarcıklı veba salgınında Konstantinopolis'te 10.000'den fazla kişi ölmüştür. Bu salgından sonra Avrupa'da ortaçağın sonuna kadar 32 veba salgını görülmüş, İstanbul da hemen hemen bunların hepsinden etkilenmiştir.

Evliya Çelebi'ye göre, Bayezid Hama-mı'nm zemininde bin parçadan oluşan dört köşe bir sütun İstanbul'u tauna karşı korumaktaydı. Bayezid Hamamı'nın yapımı sırasında bu taşın yıkılmasından sonra İstanbul taun istilalarına uğramaya başlamıştır. Yine Evliya Çelebi, Bizans döneminde taunlu yerlerden gelenlerin, Yedi-kule'de yedi gün durmadıkça İstanbul'a giremediklerini bildirir.

MÖ 10-9. yy'dan beri bilinen veba (peşte), önceleri Hindistan ve Çin gibi Uzakdoğu ülkelerinde endemik olarak bulunan bir hastalıktı. Zamanla ticaret yollarının açılmasıyla Orta Asya, Mezopotamya ve Yakındoğu'ya ulaşarak ticaret merkezlerine yerleşmiştir. Buralardan da İskenderiye, İstanbul, Rusya'ya, Anadolu üzerinden ise Afrika ve Avrupa'ya yayılmıştır. Zaman zaman büyük salgınlara yol açarak çok sayıda insanın ölümüne sebep olmuştur. 1346-1353 arasında Avrupa'ya da yayılan ve "kara ölüm" adı verilen dehşet verici salgında toplam 40.000.000 kişinin öldüğü tahmin edilmektedir. Avrupa'nın bu salgındaki kaybı ise, nüfusunun dörtte biri olan 25.000.000 kişidir. Ölenler arasında, Bizans İmparatoru VI. İoannes Kantakuze-nos'un oğlu da bulunmaktaydı.

1466-1467'de görülen salgın, Makedonya ve Trakya'yı kasıp kavururken İstanbul'u da etkisi altına almıştı. Bundan sonra İstanbul'da 1539, 1573, 1576, 1578, 1591-1592 ve 1596'da veba salgınları görülmüştür. 1591-1592 salgınında günlük ölü sayısı 325'e yükselmiş, halk bu afetin yok olması için dağlara duaya çıkmış, padişah sarayını terk etmiş, dükkânlar kapanmış ve tutuklular affedilerek salıverilmiştir. 1596'da Hersekzade Ahmed Paşa,

1865 kolera

salgınında,

mücadele

çalışmalarında

başarılı

olanlara


verilen kolera

madalyasının

ön ve arka

yüzü.


Nuran Yıldırım

16 sultan ve Halep Valisi Hızır Paşa taundan ölmüştür.

1615, 1617, 1620, 1637, 1650 ve Iö55'te görülen salgınlardan 1637'deki "büyük taun", 1655'teki ise "şiddetli taun" olarak adlandırılmıştır. 1751 salgınında İstanbul'da binlerce insan ölmüş ve ardından şehrin büyük bir kısmı yanmıştır. 18. ve 19. yy' larda küçük salgınlar görülmüştür. 1803'te İstanbul'da vebadan 150.000, 1813'te ise 110.000 kişi ölmüştür.

1831'e kadar kolera ve vebalıların tecrit ve tedavileri Maltepe Askeri Hastanesi'nde yapılmaktaydı. Ancak 1831 yazında İskenderiye'den gelen bir ticaret gemisinde veba çıkması üzerine burası ihtiyaca cevap vermediğinden Kız Kulesi, Kız Kulesi Mat'ûnîn (Vebalılar) Hastanesi adıyla Asâkir-i Has-sa-i Şâhâne'nin koleraya yakalanan erlerine tahsis edilmiştir. 1836-1837'de İstanbul'da görülen ve ölü sayısının, 20.000-30.000 olduğu tahmin edilen son büyük salgında hastalar kısmen burada tecrit ve tedavi edilmiştir.

1837'de Osmanlı İmparatorluğu'nda ka-rantina(->) uygulamasının başlaması ve örgütlenmesi ile veba salgınları büyük ölçüde önlenmiştir. İstanbul'da 1901'deki veba salgını, hastalık görülen yerlerin dezen-feksiyonu ve alınan ciddi önlemlerle kısa sürede önlenmiştir. Şehremaneti Hıfzıssıh-ha Komisyonu, bu salgın için hazırladığı istatistiği; 1317 Senesi Zarfında Dersaadet'te Zuhur Eden Veba Hastalığının İstatistiki-dir(lst, 1902) adıyla yayımlamıştır. Bu salgında vebalı hastaları muayene ve tedavi eden hekimlerin giymeleri için Viya-na'dan muşamba elbiseler getirtilmiştir.

1919'daki salgında, Şişli'deki Etfal Hastanesi bahçesindeki barakalar vebalı hastalara ayrılmıştır. Tophane'den başlayan veba oradan Galata, Karaköy, Arap Camii civarı, Makaracılar, Yağkapanı ve Nusretiye Camii yöresine yayılmıştır. 1929'a kadar tek tuk veba vakaları görülmüş, bu tarihten sonra İstanbul'da vebaya rastlanmamıştır.

18. yy'ın ikinci yarısında İstanbul'a gelen seyyahlara göre veba İstanbul'a gemilerle İskenderiye'den geliyordu. Yayılmasında ise ölenlerin elbiselerinin eskiciler tarafından satılması ve para kullanımı önemli etkenlerdi. Ayrıca veba genellikle kıtlık görülen yılların ilkbaharında başlıyor ve kuvvetli sıcaklar gelinceye kadar devam ediyordu. Veba salgınlarında ölenler gömüldükten sonra günlük hayat kısıtlama olmaksızın devam ediyordu. Elçilikler ve ticaretle uğraşan Avrupalılar ise hastalık

başlar başlamaz Beyoğlu'ndaki evlerini terk ederek Boğaziçi'ndeki köylere çekilirlerdi. Böyle zamanlarda en revaçta olan yerler, Tarabya, Büyükdere ve Kefeliköy' dü. Taksim'de bugün Fransız Kültür Merkezi olarak kullanılan binanın yerinde H6-pital deş Français de la Peşte a Pera (Pe-ra Fransız Veba Hastanesi) vardı (bak. Fransız Pastör Hastanesi).

İmparatorluğun ticaret merkezi olan İstanbul'da kolera salgmları(->) da sık sık görülmekteydi.

Çok eskiden beri bilinen çiçek hastalığı zaman İstanbul'da salgınlar yapmış, önceleri bu hastalık ile mücadelede telkih-i cüderi (varialation) adı verilen Türk usulü çiçek aşısı kullanılmıştır. Tarihlerimizde Anadolu'dan gelen bir aşıcının l679'da İstanbul'daki çocukları aşıladığına dair kayıtlar vardır. Bu aşının 18. yy'ın başlarında Edirne'de de yapıldığı bilinmektedir. Bu aşı yöntemi ilk kez İstanbullu Dr. Emanu-el Timonius'un 1714'te yayımlanan Latince kitabı ile tanıtılmıştır. Lady M. W. Monta-gue(->), Şark Mektupları adlı eserinde, Türklerin çiçek hastalığını bir aşı ile önlediğini bildirmiş ve bu usulün İngiltere'de de uygulanmasını tavsiye etmiştir. Türk usulü çiçek aşısı Avrupalı hekimler tarafından hükümlüler üzerinde denenerek olumlu sonuçlar alınmış, İngiliz kraliyet ailesinin de bu aşı ile aşılanması bu usulün bütün Avrupa ülkelerine yayılmasına neden olmuştur.

Edward Jenner'in, 1796'da telkih-i ba-kari (cow-pox, vaccination) adı verilen inek çiçek aşısını bulmasıyla, Türk usulü çiçek aşısı önemim kaybetmiş ve İstanbul'da Jenner usulü ilk aşı, 23 Aralık 1800'de yapılmıştır. Dışarıdan aşı getirme, aşının saklanmasının zorluğu ve pahalığmı göz önünde bulunduran Şânizade Ataullah Efendi(->) Ayazağa Köyü'nde bulunan çiçekli ineklerden aldığı madde ile aşıladığı kişilerden aldığı cerahati başkalarına bulaştırarak pek çok kişiyi aşılamıştır. Bu şekilde aşı maddesi elde edebileceğini padişaha arz etmişse de kendisine karşı olanların engellemeleri yüzünden gerçekleştirilememiştir.

Tanzimat'ın ilanı ile sağlık alanında başlayan atılımlar çerçevesinde 1839'da Mek-teb-i Tıbbiye-i Adliye-i Şahane, çiçek aşısı uygulamasıyla görevlendirilmiştir. 1840' ta aşının parasız yapılması yolunda bir irade çıkmış ve aşıcı olarak, Dr. İstefanaki Bey (İstefan Karateodori) görevlendirilmiştir. 1847'de Cerrahhane Müdürü İsmail Paşa, yerli hayvanlardaki virüslü aşıyı ye-



SALGINLAR

424

425

SALI PAZARI

nilemiş fakat ilk uygulamalardaki şiddetli reaksiyonlardan korkularak yeniden aşı ithal edilmeye başlanmıştır.

1845'te şiddetli bir çiçek salgını görülmesi üzerine 1846'da Üsküdar, Eyüp ve Gureba Hastanesi'nde de birer aşı istasyonu açılmış ayrıca aşı yapmak üzere gezici hekimler görevlendirilmiştir. Boğaziçi'nde oturanlara ise kayıkla dolaşan bir hekim aşı yapmaktaydı. İmparatorluğun çeşitli yörelerinden getirtilen gençler Tıb-biye'de aşıcı olarak yetiştirilip aşıcı muavini unvanıyla memleketlerine gönderilmiş böylece aşılama yurt çapında yaygınlaştırılmıştır. Çiçek hastalığı konusunda halkı bilgilendirmek amacıyla, o tarihte hekimbaşı olan ismail Paşa tarafından yazılan, Menâfiü'l-Etfal(İst., 1846) adlı kitap, Türkçe, Ermenice, Rumca ve Yahudi İs-panyolcası olmak üzere dört dilde basılarak dağıtılmıştır.

1871'de İstanbul'da görülen çiçek salgınının ardından Meclis-i Umûr-ı Tıbbiye-i Mülkiye, 15 Mayıs 1872 tarihli toplantısında, İstanbul'da bir Aşı Enspektörlüğü kurulmasını kararlaştırmış ve başına da Dr. Hüseyin Remzi Bey getirilmiştir. 23 Temmuz İ892'de, Telkihhane-i Şahane adıyla bir çiçek aşısı hazırlama istasyonu açılmıştır.

1884'te çiçek aşısı mecburi hale getirilmiş, bu mecburiyet 1909'da yeni bir nizamname ve 1930'da da Umumi Hıfzıssıh-ha Kanunu ile teyit edilmiştir.

19. yy'da sıtma salgınları da görülmekteydi. 1910'dan itibaren sıtma mücadelesi için parasız kinin dağıtılmaya başlanmıştı. Kısa süre sonra I. Dünya Savaşı'nm başlaması sıtma salgınını yaygınlaştırmış ve 412.000 er sıtmaya yakalanmıştı. Sıtmalı erlerin cepheden dönmesiyle genişleyen sıtma İstanbul'da da görülmeye başlamıştır. Bunun üzerine Darülfünun hocalarının da katıldığı Sıtma Mücadele Komisyonu kurulmuştur. Çeşitli bölgelerden getirtilen sivrisinekler Tıp Fakültesi Parazitoloji Kür-süsü'nde incelenerek türleri belirlenmiştir. 1924'te hazırlanan programa göre sıtma mücadele teşkilatı kurulmuş, İstanbul'da mücadele çalışmalarına, Büyükçekmece ve Küçükçekmece gölleri çevresinde başlanmıştır.

Asırlar boyunca insanları yavaş yavaş

1910'da kafesli

arabalara

doldurularak

Hayırsız

Ada'ya


gönderilen

köpekler.



Nuran Yıldırım

arşivi

eritip yok eden verem (tüberküloz), II. Mahmud ve Abdülmecid gibi padişahların bile ölüm sebebi olmuştur. Robert Koch, 1890'da tüberkülini bu hastalığı tedavi eden bir ilaç olarak açıkladığında, II. Ab-dülhamid bu buluşa büyük ilgi göstermiş ve derhal Dr. Horasancı, Dr. Feyzi Paşa, Dr. Naim ve Dr. von Düring'den oluşan bir ekibi Berlin'e göndermiştir. Burada tüberkülin uygulanan kliniklere devam eden Osmanlı hekimleri, Koch'un keşfettiği bu maddenin tedavide etkili olmadığını tespit ederek dönüşlerinde bir raporla padişaha bildirmişlerdir. Bir süre sonra, Berlin'deki deneylerin olumsuz sonuçlan, İstanbul'daki Alman Hastanesi'nde başlayan deneylerden de olumlu sonuç alınamaması, tüberkülin tedavisi için İstanbul'da yapılması düşünülen hastanenin kurulmasını önlemiştir. Tüberkülin testinin verem teşhisinde kullanılmaya başlaması üzerine, 1910-1913 arası bizde de tüberkülin yapımı ve uygulaması gerçekleştirilmiştir.

II. Abdülhamid, başhekimi Mavroyeni Paşa aracılığıyla, Cemiyet-i Tıbbiye-i Şahane'den veremden korunmak için neler yapılması gerektiğini sormuş, hazırlanan rapor üzerine, hastane ve tutukevlerinde veremliler ayrılmaya başlanarak her birine birer tükürük hokkası verilmiş, kışla ve okullarda yere tükürmek yasaklanmıştır.

1910-191 l'deki

kolera

salgınında



Gülhane'de

kurulan hasta

pavyonları.

Nuran Yıldırım

arşivi

I. Dünya Savaşı sonlarına doğru kötü yaşam koşulları veremi artırmış, mücadele için 1918'de İstanbul'da Veremle Mücadele Osmanlı Cemiyeti kurulmuştur. Besim Ömer Paşa'nın (Akalın) başkanı olduğu cemiyet, Haydarpaşa'daki Tıp Fakültesi'nin yanında bir-iki barakada faaliyete geçerek burasını dispanser gibi kullanmış ve Mütareke'den sonra kapanmıştır.

İstanbul'daki Rus Hastanesi(->) hekimlerinden Dr. Stçepotief Adalar'ın sanatoryum kurulması için çok elverişli olduğunu bildirmiş ancak ilk çocuk sanatoryumu 1904'te, Etfal Hastanesi'nde(->), ilk genel sanatoryum ise 1924'te Heybeliada'da açılmıştır (bak. Heybeliada Sanatoryumu).

Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlığı'nın, 1952'de WHO (Dünya Sağlık Örgütü) ve UNICEF (Birleşmiş Milletler Çocuklara Yardım Fonu) ile yaptığı anlaşma sonucu l Ocak 1953'te Edirne'de başlayan BCG kampanyası daha sonra yaygınlaştırılmıştır. Bu çerçevede İstanbul'da oluşturulan sabit ve gezici gruplar okulları tarayarak tüberkülin testi uygulamışlar ve menfi olanlara aşı yapılmıştır.

Emile Roux, 1894'te Budapeşte'de toplanan Uluslararası Hijyen ve Demografi Kongresi'nde, geliştirdiği difteri serumunu tanıtarak tedavide başarı ile kullanıldığını açıklamıştı. Kongre üyeleriyle İstanbul'a gelen A. Chantemess, bu serumdan bir kutu getirerek II. Abdülhamid'e takdim etmiş, böylece difteri serumu bilim dünyasına tanıtıldıktan sadece birkaç gün sonra İstanbul'a gelmiştir. Bulaşıcı ve salgın hastalıklarla mücadeleye büyük önem veren II. Abdülhamid, Chantemess ile yaptığı görüşmeden sonra bu serumun Bakteriyolo-jihane-i Şâhâne'de(->) üretilmesini istemiş ve Bakteriyolojihane-i Şahane Müdürü Dr. Nicolle, Kasım 1894'te serumun hazırlanışını öğrenmek üzere Paris'e gönderilmiştir. Bakteriyolojihane'de 4 Aralık 1895'ten itibaren yerli difteri serumu üretilmeye başlanmıştır. II. Abdülhamid, 1898'de ölen kızı Hatice Sultan'm anısına Hamidiye Etfal Hastahane-i Âlisi'ni yaptırmıştır. Bu hastanede bir de kızıl ve kuşpalazı serumla-nyla çiçek aşısı hazırlama yeri bulunmaktaydı.

İstanbul'da ilk kuduz tedavihanesi 1887' de açılmış, kuduz ile mücadele ise 1910" da, Şehremini Tevfik Bey'in İstanbul so-kaklarındaki başıboş köpekleri toplattır-masıyla başlamıştır (bak. Kuduz Hastanesi). Kısa sürede toplattırılan 80.000 köpek Sivriada'ya gönderilmiş, verilen fetva uyarınca öldürülmeyerek burada aç susuz bırakılan köpekler birbirlerini yiyerek telef olmuştur. Bu olay iç ve dış basında büyük ilgi görerek tartışmalara neden olmuştur. Daha sonra Şehremini Cemil Paşa da (Topuzlu) 30.000 köpeği yavaş yavaş imha ettirmiştir.

1856'dan sonra genelevleıln(-») faaliyete geçmesi bir zührevi hastalık olan frenginin yayılmasına sebep olmuştur. Genelevlerde daha çok, Ermeni, Rum, Yahudi kadınlarıyla dışarıdan gelen yabancı fahişeler çalışmaktaydı. Paşa konaklarında çalışan aşçı, ayvaz ve müstahdemler buralardan aldıkları frengiyi ailelerine bulaştırarak salgının öncülüğünü yapmışlardır. İstanbul'daki yabancı uyruklular, Kapitülasyon hükümlerini ileri sürerek, kişisel hak ve özgürlüklerinin kısıtlanacağı iddiasıyla, genelevlerde çalışan kadınların sağlık kontrollerinin yapılmasını engelliyordu. 1869-1870'te, Altıncı Daire-i Belediye'de fuhuşla mücadele için bir sağlık komisyonu kurulmuş ve burada Dr. Serviçen Efendi görevlendirilmiştir.

1879'da Dr. Misel ile Dr. Agop Handan-yan, genel sağlığın temininin hükümetin görevi olduğu, frenginin insan sağlığı üzerinde önemli etkisi nedeniyle Beyoğlu ve Galata'daki genelevlerin düzenli bir şekilde teftiş edilip buralarda çalışan kadınların sağlıklarının kontrol edilmesi gerektiğini vurgulayan bir rapor hazırlayarak Altıncı Daire-i Belediye Başkanlığı'na vermişlerdir. Bunun üzerine Altıncı Daire-i Belediye Nisa Hastanesi açılmış ve genelevlerde çalışan kadınların sağlıkları kontrol altına alınmıştır (bak. Beyoğlu Nisa Hastanesi).

Avrupa'da çok kötü koşullarda toplum dışı bırakılan cüzamlılar, İstanbul'da uzun zaman Üsküdar'daki cüzamhanede tecrit edilerek bakılmışlardır (bak. cüzamha-neler).

Kırım Savaşı (1853-1856) sıralarında Fransız ve Türk askerlerinde görülen tifüs, özellikle savaş yıllarının kötü koşullarında orduda salgınlar yapmış, 1914-1915 kışında en yaygın halini almıştır. Dezen-feksiyon gereçlerinin çoğalması nedeniyle yapılan etkin bit mücadelesi sonucu, 1917'den sonra önemli ölçüde azalmıştır. Cox tipi tifüs aşısı bizde ilk olarak 1943'te Gülhane Hastanesi'nde hazırlanıp uygulanmıştır.

İstanbul'da zaman zaman, kızıl, kızamık, boğmaca, tifo, dizanteri, influenza gibi hastalıklar da görülmüş ancak büyük salgınlar yapmamıştır.


Yüklə 8,43 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   105   106   107   108   109   110   111   112   ...   147




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin