I d I n I a V a V x h o n I n < I j V a h I x V l a I o I l n V v h fi X l Q



Yüklə 7,77 Mb.
səhifə109/139
tarix27.12.2018
ölçüsü7,77 Mb.
#87837
1   ...   105   106   107   108   109   110   111   112   ...   139

GULTEPE

istanbul'un batı yarısında Kâğıthane Ilçe-si'ne bağlı bir mahalledir. Gültepe Mahallesi doğuda Telsizler, güneydoğuda Şişli llçesi'nin Gülbahar, güneyde Mecidiye -köy ve Kuştepe mahalleleri, güneybatıda Hürriyet, batı ve kuzeyde Harmantepe, kuzeydoğuda da Çeliktepe mahalleleriy-le çevrilidir. Ancak Gültepe denince, bu sınırları aşan oldukça geniş bir semt akla gelir. Geniş anlamda Gültepe semti Ortaba-yır, Telsizler ve hattâ Harmantepe'nin bazı bölümlerini de kapsar.

Mahallenin burada kurularak gelişmeye başlaması 1950'lerden sonraya rastlar. Bu alan eskiden kısmen Kâğıthane Köyü'ne, kısmen de hazineye aitti. Buranın Kâğıthane Köyü'ne ait olan kesimleri taşocağı işletmeciliği, tavukçuluk ve küçük tarımsal faaliyetler yapmak üzere kiralanırdı. Beşiktaş ve Levent'te canlanan inşaat faaliyeti sırasında çıkarılan hafriyat toprağı buraya dökülüyordu. 1955-1956'da, İstanbul Belediyesi'nin şehrin değişik yerlerinde başlattığı imar faaliyetleri sırasında ev ve arsaları istimlak edilenlere yeni yer verilmesi sorunu ortaya çıktı. 6188 sayılı yasaya dayanarak belediye sınırları içindeki boş arazilerin mülkleri istimlak edilenlere ücreti karşılığında dağıtılması düşünüldü. Ancak arazinin belediyeye ait olmaması sorun yaratıyordu, istanbul Belediyesi Kâğıthane Köyü'yle anlaşarak bu sorunu çözmeye çalıştı. Belediye, tapusu yine Kâğıthane Köyü'ne ait olmak üzere bir kısım a-raziyi aldı ve "parsel kâğıdı" karşılığında gerekli kişilere sattı. Gültepe ve çevresinde bu tarihten sonra hızlı bir gecekondulaşma başladı. Daha önce Kâğıthane Köyü'nden arazi kiralamış olan kişiler de kiracılık haklarını küçük parçalara bölerek başkalarına devretmeye başladılar. Böylece bu alan, bir kısmı izinli bir kısmı izinsiz çok hızlı bir gecekondu yerleşmesine sahne olmaya başladı. Vadilere hafriyat toprağı dökülmesiyle ortaya çıkan yapay tepelerden oluşan bu alandaki dolgu toprağı üstüne yapılan gecekondulardan bazıları yağışlardan sonra çökerek kazalara neden oldu.

1955 öncesinde buranın nüfusu kesin olarak bilinmemekle birlikte, bunun 100'ü aşmadığı tahmin edilmektedir. Oysa 1955-sayımında bu çevrede yaşayan nüfus 4-5.000'e çıkmış, bu tarihten sonra Gültepe ve çevresinde hızlı bir nüfus artışı görülmüştür. 1965'te Gültepe Mahallesi'nde 9.276 kişi yaşıyordu. Gültepe'nin nüfusu bu tarihten sonra da artmaya devam ederek 1985'te 11.279 olmuştur.

Gültepe bu tarihlerde, Kâğıthane gibi Şişli îlçesi'ne bağlı bir mahalle durumundadır. Gültepe, 1987'de ayrı bir ilçe yapılan Kâğıthane İlçesi'ne bağlanmıştır. Yeni mahalle yapısında Gültepe Mahallesi'nin nüfusu 1990 sayımında 10.690 olarak görülmektedir. Ancak geniş anlamda Gültepe semtinin kısmen Yahya Kemal, Harmantepe, Telsizler ve Ortabayır mahallelerini de içine aldığı düşünülürse, 1990 sayımı itibariyle nüfusunun en az bunun dört katı olduğunu sanılır. Daha çok gelir düzeyi orta veya ortanın altında olan işçiler, küçük memur ve hizmetliler ile küçük esnaf tarafından iskân edilmiştir. Gültepe' de, çevredeki diğer gecekondu mahallelerinde de görüldüğü gibi çoğunluğu İç Anadolu, Karadeniz ve Doğu Anadolu bölgelerinden gelenler yaşamaktadır. İstanbul doğumluları Sivas, Rize, Giresun ve Kastamonu doğumlular izler. Zamanla tek katlı gecekonduların yerini, kat çıkma yöntemiyle yoksul görünümlü apartmanlar almıştır. Ulaşım belediye otobüsleri ve minibüslerle sağlanmaktadır. Gültepe-Beşiktaş,

Gültepe-Eminönü, Gültepe-Mecidiyeköy ve Gültepe-Taksim otobüs seferleri ve Gültepe-Beşiktaş ile Gültepe-Şişli minibüs seferleri Gültepe'yi düzenli olarak istanbul' un değişik merkezlerine bağlamaktadır.



Bibi. 1. Çalışkan, "Gültepe, Harmantepe Gecekondu Mahallelerinin Beşeri Tetkiki", (Coğrafya Enstitüsü mezuniyet tezi), İst., 1963; N. Öz-tap, "Gültepe, Çeliktepe Gecekondu Sahasının Beşeri ve İktisadi Etüdü", (Coğrafya Enstitüsü mezuniyet tezi), İst., 1968; N. Saran, "İstanbul'da Gecekondu Problemi", Türkiye, Coğrafi ve Sosyal Araştırmalar, ist., 1971; M. Tarhan, "Gültepe Gecekondu Kesiminde Yerleşmeyi Belirleyen Etmenler", (İÜ Edebiyat Fakültesi Sosyoloji Bölümü mezuniyet tezi), ist., 1968.

SEDAT AVCI



GÜLÜŞTÜ KADIN EFENDİ TÜRBESİ

Fatih Külliyesi'nde, caminin kıble yönündeki hazirenin ötesinde, Nakşıdil Sultan Külliyesi'nin avlusunda yer almaktadır.

Abdülmecid'in (hd 1839-1861) eşlerinden, son padişah VE. Mehmed'in (Vahided-din) annesi Gülüştü Kadın Efendi (ö. 1861) için yaptırılmıştır. Tespit edilemeyen inşa tarihinin, Abdülmecid döneminin son yıllarına rastladığı söylenebilir.

Duvarları kesme küfeki taşı ile örülmüş olan türbede, Osmanlı türbe tasarımında pek az kullanılan dairevi plan uygulanmıştır. Silindir biçimindeki türbeyi, kısa bir kasnakla donatılmış ve kurşunla kaplanmış olan kubbe örter. Basık'kemerli giriş doğuya açılmaktadır. Duvarlarda, iki sıra halinde düzenlenmiş ve dışarıdan profilli sövelerle kuşatılmış olan basık kemerli pencereler sıralanmaktadır. Alt sırada 9, üst sırada 10 adet pencere bulunur. Girişin solunda yer alan pencere, diğerleri ile aynı boyutlarda olmasına rağmen, yanlardan pilastrlar ile kuşatılarak ve kısa bir saçakla donatılarak farklı bir görünüme kavuşturulmuştur. Söz konusu açıklığın aslında türbenin kapısı olarak tasarlandığı, sonradan pencereye dönüştürüldüğü yolunda görüşler ileri sürülmüş ise de bunun bir ziyaret penceresi olması daha muhtemel görünmektedir.

Türbenin cephesindeki yalın ifade, Sultan Selim Camii haziresindeki Abdülmecid Türbesi'nde de gözlenmekte ve bu dönemde henüz Osmanlı mimarisinde etkisini sürdüren ampir üslubuna bağlanmaktadır. Pencerelerin alt hizasında yer alan iki silme, hiçbir süsleme öğesinin bulunmadığı cephe boyunca devam eder. Aynı sadelik türbenin, siyah renkli kalem işlerinden oluşan iç süslemesinde de dikkati çeker. Pencere kemerleri akant yapraklarından meydana gelen alınlıklarla taçlandırılmış, kubbe eteğinde sıralanan vazolardan çıkan bitkisel motifler kubbe merkezine doğru uzatılmıştır.

Türbede, Gülüştü Kadın Efendi'ye ait olandan başka 8 sanduka daha bulunur. Simli puşidelerle örtülü olan bu sandukalardan V. Mehmed'in (Reşad) (hd 1909-1918) eşlerinden Dürrüadn Kadın Efendi' ye (ö. 1909) ait olara, geç dönem Osmanlı ahşap oymacılık ve kakmacılık sanatla-



Gülustu Kadın Efendi Türbesi

Yavuz Çelenk, 1994

n açısından dikkate değer bir şebekeyle kuşatılmıştır. II. Abdülhamid döneminde (1876-1909) Yıldız Sarayı Marangoz-hanesi'nde üretilmiş olması muhtemel bu şebekede islam sanatının çeşitli üsluplarından derlenmiş öğeler dikkati çeker. Köşelerde yükselen babaların uçları mu-karnaslarla yumuşatılmış, gerek babalar gerekse de şebeke yüzeyini dikdörtgen ve kare panolara ayıran kayıtlar, sedef kakma stilize çiçek motifleri ile bezenmiştir. Dikdörtgen panolar sivri kemerlerle, kare panolar ise, Arap ülkelerinde "muşara-biye" olarak adlandırılan, torna işi ve geçmeli kafeslerle doldurulmuştur. Ayrıca şebekenin üst kesiminde, sedef kakma ru-mîlerle dolgulanmış palmetlerin taçlandırdığı, içlerinde altı kollu yıldız (Mühr-i Süleyman) motiflerinin bulunduğu yuvarlak madalyonlar sıralanmaktadır. Sandukanın başucu tarafındaki yuvarlak madalyonlara sedef kakma tekniği ile istlfli sülüs hatlı kitabe yerleştirilmiştir.



Bibi. Uluçay, Padişahların Kadınları, 149; Önkal, Hanedan Türbeleri, 275-277.

M. BAHA TANMAN



GÜLZÂRÎ

(19. yy) Âşık.

Asıl adı bilinmiyor. İstanbullu olduğunu bildiren kaynaklar vardır. Uzun yıllar donanmada hizmet ettiği, Kırım Savaşı'nı (1853-1856) konu edinen destanın sonunda yer alan "Donanma emekdarı şaşkın Gülzârî" mısraından anlaşılmaktadır. Gül-zârî'nin günümüze üç destanı dışında çok az şiiri kalmıştır. Ancak destanlarıyla büyük bir ün kazanmıştır.

Gülzârî'nin II. Mahmud'un ölümü (1839) üzerine yazdığı 29 dörtlüklük destanı Anadolu ve Rumeli'de yazılan cönk ve mecmualarda ilk biçimi bozularak da olsa yaygın olarak yer almıştır. Padişahın hastalığı ve ölümü, İstanbul halkının ölen padişaha gösterdiği sevgi, oğlu Abdülmecid'

GÜMRÜKLER

446

447

GÜMÜŞÇÜLÜK

Gülzârî'nin Kınm Savaşı'ru (1855) konu alan Destan-ı Sivastopol'ünün 19. yy'da basılmış bir destan mecmuasındaki ilk dörtlükleri. M. Sabri Koz koleksiyonu

in tahta geçişi "ağladı" redifli bu destanda acılı bir dille anlatılmıştır. Olayların gelişimi ve bazı ayrıntılar, destanda yer aldığı biçimiyle tarihsel kaynaklarda verilen bilgilerle doğrulanmış bulunmaktadır.

Gülzârî'nin bilinen destanlarından ikincisi Mısır Valisi Mehmed Ali Paşa'nın ölümü (1849) üzerine söylenmiştir. Tek yaprak halinde ve taşbasması olarak çoğaltılan bu destanda, Mehmed Ali Paşa'dan ve yaptığı hizmetlerden söz eden Gülzârî, bu ünlü valinin ölümüne halkın duyduğu ü-züntüyü dile getirmiştir.

Gülzârî'den kalan üçüncü destan Kırım Savaşı'yla (1853-1856) ilgilidir. 39 dörtlükten oluşan "bu sene" redifli destanda "Rusya" ve "Sultan Mecid" savaşan taraflar; "ingiliz" ve "Fransız" ise Osmanlı Devle-ti'ne yardıma gelen müttefikler olarak karşılıklı konuşturulurlar. Özellikle padişahın ve Rusya'nın ağzından yazılanlar devletin ve Türk halkının Rusya ile ilgili yargılarını güzel bir biçimde ortaya koymaktadır. Dörtlüklere yayılmış bir durumda çeşitli savaş sahneleri anlatıldıktan sonra Aslı havyarcısın ye taratoru /Bunca Rusiye' nin imparatoru /Merdce cenk etmeği gördün mü bari/Beyân oldu hoş imtihan bu sene denilerek inceden inceye alay etme yoluna gidilmiştir. Kırım Savaşı'nda kazanılan basan, bu başarının asker ve istanbul halkı arasında yarattığı sevinç destanın ana duygusunu oluşturmuştur.

Destanın son dörtlüğünde ve bu dörtlüğe eklenen iki mısrada kimliği ile ilgili bilgiler veren Gülzârî, Matlubâtın çt-raklıkdır Gülzârî / Şah dan ola sana ihsan bu sene diyerek padişahtan ihsan beklediğini belirtmekte; bu dörtlüğün sonuna eklediği iki mısra ile de kendisini "donanma emektarı" olarak tanıtmakta, beklediği ihsana kavuştuğunu dile getirmektedir. Bibi. Destan-ı Medhiyye-i İstanbul, Destan-ı



Bahr, Destan-ı Vehhâbî, Destan-ı Sivastopol, ist., ty, s. 13-16; M. H. Bayrı, "Gülzârî", Yeni Türk, S. 61 (îkincikânun 1938), s. 1282-1285; ay, Halk Şiiri, XIX. Yüzyıl, ist., 1956, s. 7, 35; E. S. Sünbüllük, Halk Şiirlerinden Tarihî Destan ve Divanlar, ist., 1940, s. 8-13; M. F. Köprülü, Türk Sazşairleri, III, ist, 1940-1941, s. 464, 468; M. Â. Özder, "Bir Cönk ve 57 Âşık", TFA, X, S. 211 (Şubat 1967), 4335-4336; C. Öz-telli, Uyan Padişahım, ist., 1976, s. 122-127; M. S. Koz, "Gülzârî", TDEA, III (1979), 402; K. Pa-mukciyan, "ikinci Sultan Mahmud'a Dair Ermeni Harfli Türkçe Dört Manzum Methiye", Belleten, LIV, S. 211 (Aralık 1990), Ankara, 1991, s. 1053-1071.

M. SABRI KOZ



GÜMRÜKLER

Gümrük sözcüğü, hem bir verginin adıdır, hem de bir kent söz konusu olduğunda gümrük işlemlerinin yapıldığı idari binaları, antrepoları vb ifade eder.

Türkçedeki gümrük sözcüğünün kökeni kesin olarak bilinmemekle birlikte, "eşya" anlamındaki Yunanca "kommerki-on"dan ya da aynı kökenli ve ticaret anlamındaki Latince "commercium"dan geldiği sanılmakta; böyle bir vergi uygulamasına ise gerek Eski Yunan'daki, gerekse Ortadoğu'daki site devletleri zamanında başlandığı, kente giren ve çıkan ticaret mallarından belli bir vergi alındığı belirtilmektedir. Günümüz istanbul'unun eski geçmişinde yer almış topluluklardan Bizanslılar giriş vergisine önceleri Latince "commercia", sonra da Yunanca "kommer-kion", Venedikliler "dörtte bir" anlamında "quadragessima" derken, diğer Latin topluluklarından Cenevizliler, Latincede "liman" anlamına gelen "portus"tan türemiş "portorio" sözcüğünü hem giren, hem de çıkan mallardan alınan vergi için kullanırlardı.

Gerek Konstantinopolis'in kendisi ve onun liman yörelerinde (bugünkü Eminönü, Bahçekapı vb) yer alan küçük Latin kolonileri, gerekse karşı yakaya (Galata) yerleşmiş Cenevizliler açısından ticaret,

Bir kartpostalda Haydarpaşa Gümrüğü. Galeri Alfa

(özellikle deniz ulaşımından ve kentin bir liman kenti olmasından ileri gelen deniz ticareti) büyük önem taşımaktaydı. Bu nedenle, hem Bizans devletinin Bizans halkıyla olan ilişkilerinde, hem de Venedikliler, Cenevizliler, Pisalılar, Amalfililer, An-konalılar vb gibi topluluklarla ilişkilerinde yahut da Sırplar, Araplar, daha sonra da Selçuklular ve nihayet Osmanlılar ile olan çeşitli siyasi ve ticari bağlarında gümrük rüsumları sık sık söz konusu olmuş, içte ekonomik kriz dönemlerinde vergiler artırılırken gümrük vergileri de yükseltilmiş ya da halktan yana reformlar yapılmak istendiğinde vergiler azaltılırken, gümrükler de düşürülmüştür.

Yüzyıllar boyu süren bütün bu deneyimler sonucunda Bizans hayli gelişkin bir gümrük mevzuatına erişmişti. Öte yandan Selçukluların gümrük uygulamalarım devralarak uygulayan Osmanlı Devleti'nin de gümrük kuralları vardı; kent Osmanlılar tarafından alındığında birçok konuda ve kurumda olduğu gibi gümrük vergisinde de Bizans'ın Osmanlı gümrük mevzuatında derin etkisi oldu. Bu hususu, II. Mehmed (Fatih) zamanında (1451-1481) fetih öncesinde ve sonrasında yayımlanan ilgili kanunnamelerin karşılaştırılmasıyla görmek mümkündür.

Osmanlılar, ithalattan, ihracattan ve hattâ transit geçen mallardan gümrük almışlardı. Mastariye (giriş vergisi), reftariye (çıkış vergisi), baç, kantariye, ihtisap gibi vergiler bu kapsamdaydı. Ne var ki, gümrüğü daha çok bir devlet geliri saymışlar, yerli üretimi ve üreticileri kollayan bir himayecilik olarak kullanmamışlardı. Nitekim II. Mehmed döneminden başlayarak Venediklilere, I. Süleyman (Kanuni) döneminden (1520-1566) itibaren de Fransızlara uygulanan ayrıcalıklı gümrük politikaları Tanzimat'tan sonra İngiltere ve Rusya'yı, derken başka Avrupa ülkelerini de kapsamına almıştı. Gümrüğün himayecilik amacıyla değerlendirilmesinin ilk

belirtilerine ise 1861 sonrasında ihracat vergisinin kademeli olarak yüzde l'e düşürülmesiyle rastlanır.

Tanzimat'a kadar gümrük vergileri "mu-kataa" denilen bir yolla, yani yıllık bir bedel karşılığı birtakım özel kişilere gümrük alma yetkisi verilerek yapılırdı. Kentin belli yerlerine kurulan, "çardak", "mengene", "mizan" ya da "kapan" gibi adlarla anılan mahallerde ve tesislerde kente giren ve çıkan mallar tartılır ya da sayılır, gümrük vergisini gerektirenlerin gerekli işlemleri yapılırdı. Günümüze dek yaşayagelmiş Unkapanı, Yağkapanı, Balkapam, Kara-gümrük vb gibi yer adlan o çağlardan kalmadır. Tanzimat'tan sonra devlet gümrük rüsumlarını bizzat toplamaya başladı; edinilen deneyler sonucu, 1858'de gümrükleri düzenlemek amacıyla ülkenin 17 kıyı kentinde "gümrük emaneti" denilen i-dari birimler kuruldu, bu idareleri yöneten amirlere de "gümrük emini" adı verildi. Halic'in ağzının güney yakasını oluşturan Eminönü'nün adı, istanbul'un gümrük e-mininden gelmektedir.

186l'de değişik gümrük daireleri birleştirilerek, Rüsumat Emaneti ihdas edildi, yöneticisi de rüsumat emini oldu. Aynı yıl imzalanan ticaret antlaşması ile ithalattan ve ihracattan alınacak gümrük vergilerinin yüzdeleri de tespit edildi. 1907'ye kadar geçerli olan bu antlaşmadan sonra ithalat vergisi artırılmıştı. II. Meşrutiyet'e gelindiğinde Rüsumat Emaneti kaldırıldı, gümrükler Maliye Nezareti'ne bağlandı, Cumhuriyet'te 1929'da Gümrük Tarife Kanunu çıkarıldı, 1931'de kaçakçılığa karşı Gümrük Muhafaza Umum Kumandanlığı, aynı yıl Gümrük ve inhisarlar Vekâleti (Gümrük ve Tekel Bakanlığı) kuruldu. 1980 li yıllarda ise gümrükler Maliye Bakanlığı'na bağlanarak, bakanlık Maliye ve Gümrük Bakanlığı adını aldı.

1990'larm ortalarında istanbul'daki gümrükleri şöyle sıralayabiliriz: Deniz gümrükleri: Haydarpaşa çıkış ve giriş gümrükleri, Serviburnu ve Çubuklu akaryakıt gümrükleri, Tuzla deri gümrüğü, Kalamış Yat Limanı gümrüğü, Karaköy Yolcu Salonu gümrüğü. Karayolu gümrükleri: Halkalı giriş ve çıkış gümrükleri, Çerkezköy gümrüğü, Erenköy giriş ve çıkış gümrükleri, istanbul bedelsiz ithal ve naklihane gümrükleri, Halkalı tekstil ihtisas gümrüğü, Halkalı teşvik TIR gümrüğü, Yeşilköy otomotiv ihtisas gümrüğü, Haramidere akaryakıt gümrüğü, Trakya serbest bölge gümrüğü. Havayolu gümrükleri: Atatürk Havalimanı Yolcu Salonu gümrüğü, havalimanı giriş ve çıkış gümrükleri, havalimanı gümrük hattı dışı satış mağazaları ve depoları gümrüğü, havalimanı koli tasnif ve kurye gümrüğü, havalimanı serbest bölge gümrüğü. Demiryolu gümrükleri: Sirkeci gümrüğü. Posta gümrüğü: Uluslararası postalar yoluyla gönderilen ticaret dışı paketlerin gümrük muayeneleri için, Galata'da "paket postanesi" diye bilinen istanbul posta gümrüğü ve havalimanındaki koli gümrüğü.

İSTANBUL

GÜMÜŞ BABA TEKKESİ

bak. TAŞÇI TEKKESİ



GÜMÜŞÇÜLÜK Bizans Dönemi

Bizans döneminde gümüşçüler, şehrin ticaret merkezi olan Meşe Caddesi'nin re-vaklarmda yerleşmişlerdi. Günümüze u-laşmış yemek takımları, aydınlatma aletleri ve kilise eşyalarında, başkent atölyelerinden çıkmış eserlere rastlamaktayız. Kaybolmuş gümüş eserleri ve çağın gösteriş merakını, döneme ait yazılardan göz önüne getirmek mümkündür. Paulus Si-lentarius'un büyüleyici Ayasofya tasviri, gümüş levhalarla kaplı ambona (vaiz kürsüsü) dikkati çekerken, kubbeden sallanan yüzlerce gümüş kandillik birçok seyyahı şaşkınlığa uğratmıştır. I. Basileios (hd 867-886) Büyük Saray'ın(-») içinde inşa ettirdiği Nea Ekklesia'mn mermer dinsel tören eşyalarını, VII. Konstantinos (hd 913-959) ise sarayın resmi ziyafet salonu olan Khrisotriklinos'un kapılarını gümüş levhalarla kaplatmıştır. Büyük Saray davetlerinde masalara serilen şatafatlı altın ve gümüş yemek takımları De ceremora'z's'te(-<) anlatılır.

I. îustinianos'un (hd 527-565) damga sistemi, gümüşün kalitesini kontrol eden 5 yüksek devlet memurunun damgasından oluşmaktadır. İmparatorun monogramıy-la büstünü içeren dairenin etrafında, altıgen, dörtgen ve haç biçiminde damgalar basılmaktadır. Damgalarda rastlanan mo-nogramların arasında şehir eparkı (valisi) ve imparatorluk hazine şefi de vardır. Aynı eser üzerinde 5 yüksek devlet memurunun damgası gerektiğinden, bu dam-

Bizans dönemine ait gümüş buhurdan (üstte) ve tepsi, Antalya Müzesi. Brigiîte Pitamkis fotoğraf koleksiyonu

galann Konstantinopolis'te vurulduğu kabul edilmektedir.

Orta Bizans devrinde damgalı gümüşler ortadan kalkmışsa da devletin kalite kontrolü yetkisi, gümüşçü loncalarını denetleyen Konstantinopolis eparkına geçmiştir. VII. Konstantinos döneminde gümüşçü loncaları merasim günlerinde ve imparatorun askeri sefer dönüşlerinde, şehri ve sarayı gümüş şamdan ve buhurdanlarla donatmaktan sorumluydu. O devirde tüm el sanatlarında ortak stilize bir re-pertuvar oluşmuştur. Bitkisel bir zemin ü-zerinde dar ve uzun dini figürlerle Doğu sanatının etkisi olan hayvansal kompozisyonlara yer verilmektedir. Orta Bizans devrinden günümüze gelen gümüşler daha ziyade ikona kaplamaları, rölik kutuları ve haçlardan oluşan dini eserlerdir. Gümüşün yapım ve süsleme teknikleri a-sırlar boyu değişikliğe uğramamıştır.



Bibi. Argenterie Romaine et Byzantine, (yay. F. Baratte), Paris, 1988; F. Baratte, "Vaisselle d'argent, souvenirs litteraires et manieres de table: exemple deş cuillers de Lampsaque", Cahiers Archeologiques, S. 40 (1992), s. 5-20; E. Cruikshank-Dodd, "Byzantine Silver Stamps", Dumbarton Oaks Studies, VII, Washington, 1961; ay, Byzantine Silver Treasures, Bern, 1973; M. Mundell-Mango, Silver From Early Byzantium, The Kaper Koraon And Related Treasures, The Walters Art Gallery, Baltimore, 1986; Vie de Theodore de Sykeon, (yay. A.-J. Festugiere), Brüksel, 1970.

BRİGİTTE PİTARAKİS



Osmanlı Dönemi

Osmanlı döneminde İstanbul'da gümüş-çülük büyük gelişme göstermiştir. Herkesin bir mührünün olduğu bu dönemde İstanbullu hakkaklerin kazıdıkları gümüş mühürler dünya mühürcülüğünün şaheserleri olarak yerli ve yabancı müze ve ö-zel koleksiyonları süslemektedir. Tespit edilebilen 105 hakkakten en tanınmışları Mecdi Efendi, Ali Efendi, Zeki Efendi, Benderyan Efendi ve Yümni Efendi'dir. Bu dünyanın en zor mesleğinin ustalarının adlan ne yazık ki sanat literatürüne geçmemiştir.

Yine İstanbul'a has gümüş tekniklerinden olan İstanbul tarzı gümüş kakmacılık bu sanat dalı içinde kendine ayrı bir yer bulmuştur. Zift üzerine yatırılmış plaka gümüşün çelik kalemlerle dövülerek biçimlendirilmesi olan bu tarz ile, mushaf mahfazaları, mücevher kutuları, kemer tokaları, leğen, ibrik, yastık aynası gibi çok sayıda ve çeşitte eser ortaya konulmuştur. Son dönemin en önemli gümüş kakma ustalarının başında Kakmacı Ziya Aygan gelmektedir. 1980'de vefat eden Aygan'dan sonra onun talebeleri Hüseyin Baykal, Kirkor İnce, Artin Helvacıoğlu ve M. Zeki Kuşoğ-lu bu sanatı yaşatmaktadır.

Ayrıca, yüzlerce yıldır bir sanat ve kültür merkezi olarak ülkenin her yerinde yetişen sanatçıları kendisine çektiğinden yerel sanat dalları ve teknikleri İstanbul' da da uygulanır olmuştur. Mesela Trabzon' un hasın, Van'ın savatı, Mardin'in telkarisi İstanbul'da aynı güzellikte, hattâ bazen daha güzel işlenir olmuştur.

Bu arada kalemkârlık çeşitleri arasın-

GÜMÜŞHANEVÎ TEKKESİ

448

449

GÜMÜŞSÜYÜ ASKERİ

da gümüşe atılan İstanbul kalemini unutmamak gerekir. Bu teknikle de daha çok sadekârlarm yaptıkları tütün tabakası, gümüş ziynet kutuları üzerine kalem işi yapılmıştır. Bu sanatkârlar gümüşü hakkaklerin usulünde çalışırlardı.

Yine Batı'dan geldiği bilinen ve istanbullu ustalarca benimsenip uygulanan ve çokça itibar gören Aznavur işini de zikretmek gerekir. Bu sanatın son ve büyük ustası Reşat Gülen'di.

Bütün bu eserler özellikle yabancılar
tarafından büyük bir beğeni ile satın alın
maktadır. Ayrıca dönemin padişahının şim
diki TSE karşılığı olan tuğra damgasını ta
şıması bu eserleri daha da aranılır hale
sokmaktadır. Tuğra damgalı eserler diğer
eserlere oranla çok daha pahalıya- satıl-
maktadır. M. ZEKi KUŞOĞLU

GÜMÜŞHANEVÎ TEKKESİ

Eminönü İlçesi'nde, Alemdar Mahallesi'n-de, istanbul Valiliği (eski Babıâli) karşısında, Hükümet Konağı Sokağı ile Gümüşha-neli Sokağı'nın kavşağında yer almaktaydı, istanbul'da, son dönemde, Nakşibendîliğin Halidî koluna bağlı tekkelerin en önemlisi olan bu kuruluş, Şeyh Ahmed Zi-yaeddin Gümüşhanevî(-») tarafından 11407 1727 tarihli Fatma Sultan Camii'neO) 1859' da meşihat konulması sonucunda teşekkül etmiştir. Adı geçen yapı, tekkeye dönüştürüldükten sonra da, tekke mensuplarının yanısıra çevre halkı tarafından cami olarak kullanılmaya devam etmiş, ayrıca "hatm-i hacegân" denilen hafi (sessiz) zikir usulünün icra edildiği tevhidha-ne görevini üstlenmiştir. Cami-tevhidhane-nin batı yönüne 1875'te harem ve selamlık bölümlerinin eklenmesi sonucunda, bir tarikat kuruluşunun gerektirdiği mimari programa kavuşan Gümüşhanevî Tekkesi, tekkelerin kapatıldığı 1925'e kadar faaliyetini sürdürmüş, A. Ziyaeddin Gümüşha-nevî'nin vefatından sonra tekkenin postuna Şeyh Hasan Hilmî Efendi (ö. 1911), Şeyh ismail Necati Efendi (ö. 1918), Dağıstanlı Şeyh Ziyaeddin Ömer Efendi (ö. 1926) ve Şeyh Mustafa Feyzî Efendi (ö. 1926) oturmuşlardır. Cumhuriyet döneminde kadro harici camiler arasına katılan tekke binaları bir müddet İstanbul Valili-ği'nin yatakhanesi ve elbise deposu olarak kullanıldıktan sonra 1957'de yol açma gerekçesiyle yıktırılmıştır.

Osmanlı döneminden gümüş kakma mushaf muhafazası (solda) ile 19. yy'a ait mühür,TSM. M. Zeki Kuşoğlu koleksiyonu ve arşivi

Gümüşhanevî Tekkesi'ni oluşturan binalardan cami-tevhidhane, sokakların kav-şağındaki küçük bir avlunun gerisinde yer almakta, tuğla örgülü babalara oturan demir parmaklıkların sınırladığı bu avlu, daha ziyade cami cemaatince kullanılan basit bir kapıyla Hükümet Konağı Sokağı'na açılmaktadır. Arsanın batı kesimini işgal eden diğer tekke bölümleri ise, kapısı Gü-müşhaneli Sokağı'na açılan ve bir şadırvanla donatılmış bulunan diğer bir avlu-

Gümüşhanevî Tekkesi'nde cami-tevhidhanenin kuzeydoğudan görünüşü (üst) ve cami-tevhidhanenin batı

duvarındaki

hünkâr mahfili.

IAM Encümen

Arşivi, 1936,

(üst ve alt)



Fotoğraflar Nedret

İşli arşivi

nun (tekke avlusunun) çevresinde yer alır. İki katlı ahşap harem binası bu kesimin kuzeydoğu köşesinde bulunmakta ve ca-mi-tevhidhaneye bitişmektedir. Bunun gerisinde, aynı şekilde cami-tevhidhanenin batı duvarına bitişen tek katlı ahşap bina selamlık birimleri ile derviş hücrelerini barındırır. Tekke avlusuna girildiğinde sağ köşede küçük bir şadırvan vardır.

Tevhidhane olarak kullanılan Fatma Sultan Camii 1826'da Hocapaşa yangınında harap olduktan bir yıl sonra 1243/1827' de II. Mahmud (hd 1808-1839) tarafından ihya edilmiştir. Son haline oranla daha büyük ve gösterişli olması muhtemel ilk binanın mimari özellikleri bilinmemektedir. II. Mahmud döneminin özelliklerini yansıtan son yapı, derinliğine gelişen dikdörtgen planlı bir harim ile enine yerleştirilmiş dikdörtgen planlı ve kapalı bir son cemaat yerinden meydana gelir, Aynı çatı altına alınmış bulunan bu mekânların duvarları moloz taşla örülmüş, yalnızca son cemaat yeri kuzey (giriş) yönünde ahşap bir duvarla sınırlandırılmıştır. Son cemaat yerinin kuzey ve doğu duvarlarında iki sıra halinde dikdörtgen pencereler sıralan-

maktadır. Harimin, zamanında jandarma koğuşuna bitişik olan mihrap duvarı ile tekke müştemilatına bitişik olan batı duvarı sağır bırakılmış, Hükümet Konağı Sokağı üzerindeki doğu duvarı, alttakiler dikdörtgen, üsttekiler yuvarlak kemerli o-lan dört çift pencere ile donatılmıştır. Kuzey duvarı boyunca uzanan mahfiller bir seki ile yükseltilmiş, fevkani mahfili taşıyan ahşap dikmelerle ve torna işi korkuluklarla sınırlandırılmıştır. Ortasında kavisli bir çıkma ile genişletilmiş olan fevkani mahfil son cemaat yerinin üstünde de devam etmekte, batı kesiminde, harem dairesi ile bağlantılı olan ve kafesli bölmelerle sınırlandırılmış bulunan bir kadınlar bölümü yer almaktadır. Batı duvarının ekseninde, hünkâr mahfilinin kavisli çıkması dikkati çeker. Oymalı hotozların taçlandırdığı kafeslerle donatılmış olan hünkâr mahfilinin, 1875'te eklenen selamlık kanadı ile irtibatlı olduğu anlaşılmaktadır. Mihrap yarım daire planlı ve yuvarlak kemerli bir niş şeklinde tasarlanmıştır.

Ahşap minberin kayda değer bir özelliği yoktur. Harimin duvarlarında, son döneme ait dini ve sivil yapıların hemen hepsinde görülen türde, basit kalem işleri bulunmaktadır. Dörtlü çıta grupları ile karelere taksim edilmiş olan ahşap tavanın merkezine, iki kare çerçevenin ortasına, II. Mahmud dönemi süslemesinin ürünü olan güneş motifi (Sultan Mahmud güneşi) biçiminde bir tavan göbeği oturtulmuştur.

Cami-tevhidhanenin kuzeybatı köşesinde yükselen ve gövdesine kadar olan kesimi ahşap harem dairesine saplanan minarede kesme taş işçiliği görülmektedir. Silindir biçimindeki gövde, kare tabanlı, basık bir kaide ile "S" profilli bir pabuca oturmakta, şerefe korkuluklarında kabartma perde motifleri seçilmektedir. Yapının kuzey ve özellikle doğu cephelerinde ampir üslubunun sadeliği gözlenmekte, minare ile harimdeki birtakım ayrıntılarda ise son demlerini yaşayan Osmanlı baroğunun etkileri hissedilmektedir.

Gümüşhaneli Sokağı üzerinde yer alan ve tekkenin müdavimleri ile burada ikamet eden şeyh ailesi tarafından kullanılan kapı bağdadi sıvalı, içbükey profilli, dikdörtgen bir çerçeve içine alınmış ve eteği kavisli bir saçak oluşturan, kurşun kaplı bir kubbe ile taçlandırılmıştır. Mermer sövelerin kuşattığı kapı açıklığının üzerinde, ortada, Cumhuriyet döneminde sıva ile örtüldüğü anlaşılan II. Mahmud tuğrası, yanlarda, yapının 1243/1827'de adı geçen hükümdar tarafından yenilendiğini belgeleyen manzum kitabenin beyitleri yer alır. Ta'lik hatlı kitabede yer alan İzzet mahlaslı kıt'anın Keçecizade İzzet Molla' ya (ö. 1829) ait olması muhtemeldir. Kapıyı çerçeveleyen içbükey kuşağın, kitabenin üzerine isabet eden yerine, alçı kabartma olarak kıvrık dallardan bir süsleme yerleştirilmiştir. Gerek tasarımına gösterilmiş olan özen gerekse de kitabeyle donatılmış olması, ayrıca hünkâr mahfilinin konumu, aslında bu kapının söz konusu mahfile geçit veren hünkâr girişi olarak düşünüldüğünü kanıtlamaktadır.


Yüklə 7,77 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   105   106   107   108   109   110   111   112   ...   139




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin