I d I n I a V a V x h o n I n < I j V a h I x V l a I o I l n V v h fi X l Q



Yüklə 7,77 Mb.
səhifə97/139
tarix27.12.2018
ölçüsü7,77 Mb.
#87837
1   ...   93   94   95   96   97   98   99   100   ...   139

GEVHER AĞA CAMÜ

bak. ÜMRANİYE CAMİİ



GILLES, PIERRE

(1490, Albi - 1555, Roma) Doğabilimci ve gezgin.

Yunanca ve Latince öğrenim gören Gilles, Akdeniz ve Adriyatik balıkları konusunda yapmış olduğu araştırmalarını 1533'te Lyon'da yayımlayarak, Kral I. Fran-çois'ya sundu ve ondan antik medeniyete tanık olduktan sonra barbarların elinde düşen ülkelerin keşif ve tasvirini yapabilmek için yardım istedi. Öneriyi kabul eden I. François'nın Gilles'i Osmanlı ülkesine göndermiş olduğu söylenir. Söylentiye göre Anadolu'yu gezerken parasız kalan Gilles İran seferine giden Osmanlı ordusuna katılmış. O dönemde Anadolu'yu tek başına gezen, üstelik 60 yaşında bir Avrupalının Osmanlı ordusuna alınması inandırıcı gelmemekle birlikte, İran seferine katılan Fransa Elçisi Gabriel d'Ara-mon(->) ve maiyetinin 1548-1549 kışını Osmanlı ordusuyla birlikte Halep'te geçirirken Gilles'i orada askerlerin arasında bulup yanlarına aldıkları da bir gerçektir. Buradan heyetle birlikte Ocak 1550'de İstanbul'a gelen Gilles, bir yıl sonra yine d'Ara-mon'la birlikte Fransa'ya dönmüştür.

Gilles'in İstanbul'a ilk gelişinin tarihi bilinmiyor. Osmanlı ordusuna katılmasıy-

GERGER

396

397

GİYİM KUŞAM

la o ana kadar toplamış olduğu bilgi ve malzemelerin kaybolduğunu yazar. Gerçekten de kitaplarında verdiği bilgiler yalnız İstanbul'a ait olduğundan bunların Ocak 1550-Ocak 1551 arasında toplanmış olduğunu düşünebiliriz. Ancak verdiği bilgilerden 1547'den beri istanbul'da bulunmuş olması gerektiği anlaşılıyor.

Gilles'in projesi antik dönem ve Bizans dönemi hakkında bilgi vermektir ve projeyi ancak İstanbul için gerçekleştirir. Fakat bu konuda verilen ayrıntılı bilgiler, eski bina ve anıtları tespit ve yerleştirme çabaları onu gününün İstanbul topografyası ve binaları için bilgiler vermeye zorlar. Böylece yazıları, 16. yy ortaları İstanbul'u için çok önemlidir. Yazar, İstanbul'un topografyasından yola çıkarak ve kenti tepelere ve vadilere ayırarak sistemli olarak gözden geçirir, her bölgeyi tasvir eder. Birinci tepe, ayrıntılı bir biçimde anlatılan Topkapı Sarayı'mn ve Ayasofya'nın bulunduğu yerdir. Atmeydam'nın tribünlerinin son zamanlan kadar var olduğunu ve İbrahim Paşa Sarayı yapılırken yıkıldığını yazar. Birinci vadi, Yerebatan Sarnıcı'ndan Gülhane Parkı'na doğru uzanan yer, ikinci tepe ise sonradan Nuruosmaniye Camii' nin yapıldığı yüksekliktir. İkinci vadi ise Kapalıçarşı'dan Haliç kıyısındaki Balık Pa-zarı'na kadar uzanır. Burada tüccarların evleri vardır. 1546'da iki bedestenin dışında Kapalıçarşı tümüyle yanmış olduğundan yazar çevrelerindeki dükkânlardan ayrılan bu iki binayı ayrıntılı bir biçimde görme olanağını bulur.

Üçüncü tepede Bayezid Camii ve Eski Saray vardır. Eski Saray'ın kuzeyinde Sü-leymaniye Camii'nin yapımına başlanmıştır. Yazarın İstanbul'a ilk gelişinde eski sarayın çevresi 6.000 adımdı, ancak bunun bir bölümü Süleymaniye Camii'ne ayrılmıştır, sarayın içinde olan kadınlar mezarlığı da ayrıca duvarla çevrilmiştir. Üçüncü vadide Bozdoğan Kemeri, dördüncü tepede Fatih Camii, beşinci tepede Sultan Selim Camii vardır, altıncı tepe ise Edir-nekapı'dır. Bunun altında Halic'e yakın Blahernai Kilisesi'nin kalıntıları vardır. Yedinci tepe ise Arkadios Sütunu'nun bulunduğu Avrat Pazarı'dır.

Ayrıca Gilles, zamanında hâlâ görülen Bizans kalıntıları konusunda da ilginç bilgiler verir. Bunların arasında Hippodrom' dakine benzeyen kare kesitli bir sütundan söz eder ve bunun Topkapı Sarayı'mn birinci avlusunda cam imalathanelerinin yanında bulunduğunu belirtir. Yazarın İstanbul'a ilk gelişinde ayakta olan bu sütun az sonra devrilmiş ve ölçülünce boyunun 35 ayak, her kenarının 6 ayak olduğu görülmüş. Venedik asilzadelerinden biri bunu satın alarak Venedik'e götürmüş ve San Stefano Çarşısı'na dikmiştir. Hippodrom'da bulunan 17 ayak yüksekliğinde bir sütunun tepesine İbrahim Paşa, Macaristan'dan getirilen Herkül heykelini dikmiş, ancak ölümünden sonra bu heykel indirilerek parçalanmıştır. Gilles İstanbul'a ilk geldiğinde Hippodrom'un deniz tarafındaki ucunda 17 tane sütun duruyordu, ikinci gelişinde ancak bunlar-

dan 5'i kalmış, geri kalanı Süleymaniye Ca-mii'nde kullanılmak üzere kaldırılmıştır. Ayasofya önünde bulunan İustininnos heykeli ise uzun zaman önce indinin iş ve e-ritilmiştir, kalan parçaların arasında, yazarın boyundan uzun olan, İustinianos'un bir ayağı ve burnu ile atının ayaklan vardır.

Bundan başka Gilles Küçük Ayasofya' dan, Balıkpazarı'ndan, Çemberlitaş'tan, Tavuk Pazarı'ndan, Langa'dan ve Saraçhane Çarşısı'ndan söz eder ve Fatih Camii'ni ayrıntılı bir biçimde anlatır.

Kitabın ikinci cildi Haliç'teki kapılar ve mahallelerden başlar. Kentin dışında Eyüp, Kemerburgaz (Pirgos), Hasköy (Ayia Pa-raskevi) ve Kasımpaşa semtleri anlatılır. Galata'nın ötesinde Ayaspaşa varoşu, Barbaros Hayreddin Paşa Türbesi'nin bulunduğu Beşiktaş vardır. Boğaziçi köyleri ise şöyle sıralanır: Ayios Fokas (Ortaköy), Villa Demetriana (Kuruçeşme), dönemin Rumları tarafından Asomaton adı verilen Vi-cum Michaelium (Arnavutköy), Mega Rhe-uma (Akıntıburnu), ayrıntılı bir biçimde anlatılan Chelis (Bebek) ve Neocastrum (Rumelihisarı), Leosthenius (İstinye), The-rapia, Bathycolpos ya da Biutere (Büyük-dere), Kalos Agros (Hünkârçayırı), Vicum Scletrina (Sarıyer), Chrysorroas (Altınkum) ve Meryem Kastaniotissa Manastırı, Anadolu yakasında ise, yalnızca Türklerin o-turduğu Beykoz, Göksu, Stavros (Beylerbeyi) ve Üsküdar, ki buradaki Mihrimah Sultan Camii de anlatılır. Ayrıca Kadıköy, Kalamış (Calamoti) ve buradaki Ayios İo-annis Hrisostomos Kilisesi ve Adalar hakkında bilgiler de vardır.

Dönüşünden sonra Roma'ya yerleşen Gilles orada öldü. Kitapları ise 156l'de Latince olarak Topogmphia Constantinopo-leos et de Illius antiquitatibus libri qu-atuorve de Bosphoro Thracio libri tres adlarıyla Lyon'da yayımlandı. Burada yazarın adı Latince Petrus Gyllius olarak yazılmıştır. Birinci kitabın 1632 tarihli bir Leiden baskısı ve 1729 tarihli Londra'da basılmış bir İngilizce çevirisi vardır. İkinci kitabın ise Leiden 1632 ve 1635 tarihli iki baskısı ve Buchon'un Collection deş chroniques nationeles'in üçüncü cildinde (Paris, 1828) Fransızca bir çevirisi vardır. Ayrıca her iki kitap Banduri'nin Antiquitates Constan-tinopolitanae'sine de (Paris, 1712) alınmıştır.

STEFANOS YERASİMOS



GERGER

Türk karikatür ve mizahına yeni bir ufuk açan haftalık dergi.

Oğuz Aral tarafından 1971'de Gün gazetesinde bir aktüel karikatür köşesi olarak başladı. Başarı üzerine bir tam sayfaya çıkarıldı ve ertesi yıl dergi olarak yayıntıma girişildi. Demokrasiye girişle 1946' dan itibaren büyük bir gelişme gösteren karikatür alanına, çizgi romanın özelliklerini sokan Gırgırdır ekol oluşturdu. Televizyonun da etkili olmaya başladığı 1970'li yıllarda daha öz ve 68 kuşağı denilen genç kuşaklarca daha kolaylıkla anlaşılmak amacım güden bir yaklaşım örneği ortaya kondu. Altyazının açıkladığı

resim yerine çizgiyle balon içindeki yazıyı bütünleştiren bir teknikle karikatüre yeni bir devingenlik kazandırıldı.

Oğuz Aral, topluma mal olmuş ancak seçilmişler tarafından dışlanan konuları (arabesk tartışması gibi) konu edinerek kitleye mal olmanın yamsıra, televizyonun güncelleştirdiği konuları da mizahi açıdan topluma sundu. Aynca konularda güncelliği pekiştirmek için, baskıdan önceki son gün 24 saat yoğun çalışma ile en son durumu yansıtma yöntemini kullanarak, karikatüre "taze haber" niteliği katmaya çalıştı.

Sarı rengi kullanışı, çizgilerdeki yumuşaklık ve lise-üniversite öğrencisinin konuştuğu konulan işlemesiyle büyük ilgi toplayan Gırgır, 12 Eylül döneminde açıkça söylenemeyeni de işleyerek Türk basın tarihinde görülmemiş 500.000'i aşan bir tiraja ulaştı. Bu niteliğiyle, Amerikan Madve Sovyet Krokodil mizah dergilerinden sonra dünyada üçüncülüğe de oturdu. Oğuz Aral'ın kardeşi Tekin Aral tarafından çıkarılan Fırt da, 200.000'e yaklaşan tirajıyla, onun izinden başarıya ulaştı. Dergi bir okul görevi üstlendi. 1970'li ve 1980'li yılların pek çok karikatüristi orada yetişti, ayrıca Aral, açtığı karikatür kursları ve dersleriyle bilgilerini topluma aktarmaya çalıştı. Gırgır'm birçok kopyası da çıktı. Seveni kadar politikacılar arasında düşmanı da olan Gırgır, bağlı bulunduğu Günaydın grubunun satışı sırasında Oğuz Aral'dan koparıldı, sahip değiştirdi ve 1980'lerin sonundan itibaren özelliğini yitirdi.

ORHAN KOLOĞLU

GİYİM KUŞAM "7 Bizans Dönemi

Bizans'ta temel giysi, belden kemerle bağlanan bol ve uzun bir gömlekle (hiton), sağ omza iğne ile tutturulan mantodan (hlamys, himation) oluşur. Üst üste geçi-rilebilen gömleklerin sayısı ve kumaşların cinsi kişinin toplumdaki yerine göre değişir. Hiton'u süsleyen dikey şeritler, kenar süslemeleri ve yakalat da sosyal statüyü temsil etmektedir. Kadın ve erkek kıyafetleri arasında önemli bir fark yoktur. Kadınlar, uzun gömleğin üzerine attıkları mantoyla başlarını da örtmektedirler. Erkek şapkalarına 11. yy'dan itibaren rastlanmaktadır. Bizanslılar konçları bilek hizasına gelen ayakkabılar giymektedirler.

7. yy'dan sonra Doğulu kaftanların etkisiyle, Bizans giysilerinde bir daralma görülmektedir. Gömlekler artık vücudu ve kolları sarmaktadır. İranlı süvarilerden a-lınmış "skaramangion", 10. yy'da imparator ve saray ileri gelenlerinin merasim giysisi olmuştur. Belden kemerli skaramangi-on'lara içten samur kürkü geçirildiği de bilinmektedir. Saray kıyafetlerine ait ikinci bir gömlek türü ise "divitision"dur. Pa-leologos Hanedanı(->) döneminde divi-tision'un yerini "sakkos" almıştır.

Konstantinos Porfirogennetos'un De cerewowMs'inde(-0 saray giysilerinin katı protokol kurallarına dayandığı anlatılır.

Saray ileri gelenleri kırmızı, beyaz ve yeşil elbiseler giyerken, erguvan rengi imparatorun ayrıcalığıdır. İmparatorluğun diğer bir simgesi "loros"tur. Omuzdan bele çapraz bağlanıp sol kola geçirilen bu atkı türü, altın işlemeler ve değerli taşlarla bezelidir. 11. yy'dan itibaren, paralarda ve Ayasofya mozaiklerinde de gördüğümüz gibi, loros'un şekli değişmiş, önceleri "V" şeklinde bir atkıyken, omuzları saran "T" şeklinde bir yaka haline gelmiştir, împa-ratoriçe tasvirlerinde, loros'un etek hizasında kıvrılarak bir kalkan şeklini alması "torakion" olarak adlandırılmıştır. Saray dışında ve tören alaylarında, imparator ve maiyeti gömleğin üzerine bir manto türü olan "sagion"u geçirmektedir. İmparatorun mantosu değerli taşlarla süslü olup, sağ omza yine değerli bir taştan yuvarlak bir "fibula"yla tutturulmaktadır. Saray erkânının mantoları da altın işleme ve incilerle bezelidir. Mantoların göğüs hizasına, simli dörtgen kumaş parçası olan "tab-lion" asılır. İmparatorluk tacı, iki yanından inciler sarkıtılan "diadem"dir. I. Aleksios Komnenos(->) yüksek kenarlı bir başlık şeklinde taç geleneğini getirmiştir.

6. yy Bizans saray giysilerinin en güzel sergilendiği sanat eseri Ravenna'daki San Vitale Kilisesi'nin mozaik panolarıdır. 10. yy saray giysilerinin görkemi, asrın başında Konstantinopolis'te mahkûm olan Harun bin Yahya tarafından hayranlıkla anlatılmaktadır. Aynı şekilde, Tudelalı Ben-jamin (bak. Bünyamin [Tudelalı]) de Kom-nenos Hanedam'mn göz kamaştırıcı elbiselerinden söz eder. Kral VII. Louis'i ziyarete gelen Manuel Komnenos'un elçileri, -Odo de Deuil'ün tasvirine göre- vücudu ve kolları saran kısa, dar, ipekli elbiseler giymektedirler. Paleologoslar döneminde ise uzun elbiseler ve Şark etkisi tekrar gündemdedir. Kariye Camii(->) mozaiklerinde Teodoros Metohites, altın işlemeli, u-zun bir elbisenin üzerinde, bitkisel desenli yeşil bir bol manto ve türbanı anımsatan kabarık bir başlıkla tasvir edilmiştir. Aynı dönemin minyatürlerinde, iran geleneklerine göre süslenmiş brokarlar, kaftanlar, türban ve takkelere geniş çapta yer verilmektedir.

Din adamları, ipek veya keten gömlek olan "stiharion"un üzerine bir pelerin türü olan "phelonion'la birlikte "epitrachi-lion" diye adlandırılan bir atkı geçirmektedirler. Piskoposların atkısı haçlarla bezeli "omoporion"dur. Diğer bir piskoposluk işaretiyse, kol kenarlarına geçirilen işlemeli "epimanikia'lardır. Yüksek rütbeli papazlar diz hizasında, "epigonation" diye adlandırılan baklava biçimli, simli bir kumaş parçası sallandırır. Keşişlerin giysisi de kukuletalı kahverengi bir cüppeden oluşmaktadır.

Antik çağda kullanılan üç tip; açık sandalet, normal ayakkabı ve yüksek konçlu ayakkabı, Bizans'ta kullanıldı fakat uzun konçlu tip daha yaygındı. Niketas Koni-ates'e göre, uzun konçlu beyaz ayakkabı "krepides" ancak işçilere yakışırdı. Buna karşılık, resimlerde imparator ve ailesi daima uzun konçlu kırmızı ayakkabılar için-

Günlük

giyimiyle I.



Süleyman'ı

(Kanuni)


betimleyen

bir çizim.

M. J. Jouannin-

Jules Van Gaver,



Turguie,

Paris, 1840



Galeri Alfa

de gösterilmiştir. Bu ayakkabılar, genellikle burun ve bileklerinde incilerle süslü olurdu. Saray memurları, uzun tuniklerinin altında güçlükle seçilebilen siyah ayakkabılar giyer, din adamları ise alçak siyah terlik demek olan "kaligia"yı kullanırdı. Konstantinopolis'teki Pantokrator Manastın'na (Zeyrek Kilise Camii) bağlı olan bir keşişin yılda bir çift "kaligia" alma hakkı olduğunu biliyoruz. Geç Roma dönemine ait olan "kampagia" ise bir çeşit sandal olup, Bizans'ta askerler tarafından kullanılmıştır. İoannes Malalas'a(->) göre, askerler kampagia'yı ancak bayram ve yortularda giyebilirdi. De ceremoniis'e göre, bu ayakkabı memurlara aittir. Genellikle siyah ve beyaz renkte olup, deri ya da ipekten yapılan ayyakabıların, mavi, mor ve yeşil gibi parlak renkli olanları imparatorlara ve yüksek rütbelilere ait kabul edilirdi.



Bibi. Constantini Potpbyrogeneti imperatoris De cerimoniis aulae byzantinae librei duo, (yay. J. J. Reiske), Bonn, 1829; Livre deş Cere-monies, (yay. A. Vogt), 2 c., Paris, 1967; J. Eber-solt, Le Grand Palais de Constantinople et le Livre deş Ceremonies, Paris, 1910; E. Piltz, "Cos-tume in Life and Death in Byzantium", Bysans och Norden, Akta för Nordiska forskarkursen

i bysantinsk konstvetenskap, Uppsala, 1989, s. 153-165; Ph. Koukoules, Byzantionbioskaipo-litismos, Atina, 1948-1957, c. IV, s. 395-418.

BRİGİTTE PİTARAKİS Osmanlı Dönemi

İstanbul'da giyim kuşam saray, devlet a-damları, halk ve meslek grupları bakımından yüzyıllara göre farklılıklar göstermiştir.

Erkek Kıyafetleri: Dokumacılık sanatının en güzel örnekleri olan saray dokumaları ve bunlardan yapılan giysiler padişah kıyafetlerinin ve özel eşyalarının ö-lümünden sonra da saklanması geleneğiyle bugüne kadar korunmuştur. Topkapı Sarayı Müzesi'nde bu yolla biriktirilmiş yaklaşık 2.500 parçalık bir koleksiyon bulunmaktadır. Saray giyim kuşamı hakkında derli toplu bilgiler veren bu koleksiyonun büyük bir kısmını padişah kaftanları oluşturmaktadır. Kaftanlarda ve giysilerde biçim farklılığından çok zengin kumaş çeşitleri ve desenler dikkat çeker. Ağır do-kulu bu kumaşlardan dikilen kaftanlar içe ve dışa giyilmek üzere iki türde yapılırdı. Dışa giyilen kaftanlar tören kaftanlarıydı. Yapımlarında çatma, kemha, seraser, sof gibi kumaşlar kullanılırdı.

GİYİM KUŞAM

398

399

GİYİM KUŞAM

Din adamlarının da görev ve rütbelerine göre değişen kıyafetleri vardı. Dervişlerin, şeyhlerin giysileri mensup oldukları tarikata göre farklılıklar gösterirdi. Medrese mensubu molla ve müderrisler, suhte, hoca, müftü, ulema görev yerlerine göre değişen, gelenek haline gelmiş giysilere sahiptiler.

Bu sınıfın saraya mensup olanları da daha belirgin giysi ve serpuş taşırlardı. En yaygın din adamı giysisi kavuk üzerine beyaz sarık, çizgili pamuklu dokumadan mintan ve şalvar, desenli kuşak, koyu renk cüppe ve uçları yukarı doğru kıvrık yemeniden ibaretti.

Kadın Kıyafetleri: Saray kadınlarının giysileri, 16. yy'dan itibaren başlatılan ö-len padişahların ve şehzadelerin giysilerim ve özel eşyalarım saklama geleneğine tabi tutulmamıştır.

Batılı ressamların hazırladıkları albümler ve gravürlerden 18. yy sonu ve 19. yy başlarına kadar olan kadın giysileri hakkında birtakım bilgiler edinilebilir.

18. yy'da saray kadınlarının giysileri için dokunan kumaşlarda serpme desenler ve küçük çiçekler tercih edilirdi. Başlarında çeşidi adlar verilen tepesi sivri hotozlar bulunur, üzerleri güzel renkli çiçekler, sorguç ve değerli taşlarla süslenirdi. Hotozla birlikte "çarpi" adı verilen ince tül-

Bazı Osmanlı devlet görevlileri: Soldan sağa, baş çuhadar, defterdar, defter emini, nişancı

efendi, darphane emini.

Müşir Arif Paşa, Leş Anciens Costumes de l'Empire Ottoman, Paris, ty (1864)



Galeri Alfa

Osmanlı Devleti'nin ekonomik sarsıntı geçirdiği yıllarda dokumacılıkta altın ve gümüş kullanımı yasaklanmıştı. "Serenk" adı verilen kumaş, bu yıllarda kaftan yapımında kullanıldı. Kumaş kalitelerinin düşmesiyle desenlerde de çözülmeler başlamıştı.

Dış kaftanlar içe giyilenlerle aynı biçimde olur, yalnızca kol yuvasının arkasında omuzdan aşağı sarkan, koldan daha uzun bırakılan ve "yen" denilen bir parça bulunurdu. Yen, görünüşü itibariyle gösterişli yapılır, yen ağzı kürkle ve kaytanla çev-relenirdi. Merasimlerde yen öpülmesi saygı göstergesiydi.

Kaftanlar önden açık, yanlarından yırtmaçlı olurdu. Omuzdan arkaya devşirilir; yaka, ön kenarlar, omuzda kol yuvalarının altı kürkle kaplanırdı. Çok renkli brokar ya da lamie üzerine güneş şeklinde mücevherlerle bezenmiş kaftanlar tipik 17. yy modelleridir.

16. yy içoğlanlannın sadece resmi törenlerde "dolma" giydikleri bilinmektedir. Dolma Avrupa dillerine de geçmiş, hem iç elbise, hem de kaftan anlamında kullanılmıştır.

Saray memurlarından sultanlara kadar herkes mevsimine uygun zengin malzeme kullanılarak yapılmış kaftan çeşitleri giyerlerdi. Kışın yorgan gibi dikilmiş, kapitone yapılmış kürk astarlı kaftanlar tercih edilirdi. "^~~"^~—~-~.

Saray çalışanları tayin ve terfi törenlerinde de kaftana benzer şeref cüppeleri kuşanırlardı. Yabancı büyükelçilik görevlileri de huzura alındıklarında bu cüppelerle onurlandırılırlardı. Bunlar sultan kaftanlarına benzeyen geniş etekli, uzun kollu, yere kadar uzanan, zengin malzeme ve aksesuvarla süslenmiş, değerli düğmeleri olan giysilerdi.

Kaftanın altına çakşır giyilirdi. Çakşır, içdonu üzerine giyilir, uzun ve kısalığına

göre "potur" ya da "şalvar" olarak da adlandırılırdı. Çoğunlukla üste giyilen giysilerin altında kalır, gözükmezdi. Ancak tören ve özel günlerde iç kaftanlarıyla, ava sefere giderken boyu belde biten kısa ceket/cepken türü giysilerle giyilirdi. Çakşır belden uçkurla büzdürülürdü. Dizkapağından aşağısı baldırı kapatır, daralarak ayak bileğine kadar inerdi. Bazen de paçalar bol bırakılır, bilekte büzdürülürdü. Seferde olmayan yeniçeriler, "diz çakşı-rı"yla, ayak bileğinden dize kadar baldırı kaplayan "tozluk" giyerlerdi. Saray ileri gelenleri için ağır kumaşlardan yapılan çakşırlar, giyenin rütbesi ve mevkiine göre çuha türü kumaşlardan da dikilirdi. Rengi giyenin mesleki konumuna göre değişirdi. Çakşırın üstünde yün-pamuk ya da ipek-pamuk karışımı kumaştan yapılmış iç gömlek olurdu. Bele bir som sırma kemer ya da kuşak sarılırdı. Bunlar için de yine mevsimine uygun ipekli veya yünlü kumaşlar tercih edilirdi. Sarayda som sırma kemerleri yüksek dereceli kişiler kullanırlardı. Rütbe ve derece gösteren kemerleri ise yalnızca bostancılar takmışlardı. Saray ağalarının kullandıkları ağır kuşaklar işlemeli Acem şalı, lahuri şal, Tosya kuşakları, yün tezgâhlarında dokunan kaba kuşaklara kadar uzanan bir çeşitliliğe sahipti.

Osmanlı giysileri yüzyıllar boyunca değişmeme yönündeki tutuculuğuna rağmen mutlak bir üniforma anlayışında değildi. Kıyafetlerdeki farklılıklar devletin çeşitli kademelerinde yer alan insanların sosyal sınıf ve durumlarını gösterirdi. Kaynaklar I. Süleyman'dan (Kanuni) (hd 1520-1566) sonra bu sosyal farklılıkların özel başlıklarla belirlendiğini göstermektedir.

Her sultan kendisinden önceki sultanın kullandığı başlığın şekil, malzeme, renk ve üzerine sarılan baş bezinde değişiklikler yaparak kendi başlık formunu o-

luştururdu. Hiç kimse, hiçbir sınıf bir diğerinin başlığım giyemezdi. Cumhuriyet' in ilanına dek külah, kavuk, takke, fes ve kalpak gibi başlıklar kullanılmıştır.

1827-1839 kıyafet değişikliklerinden sonra geleneksel giyim yerine Fransız ve ingiliz askeri giysilerinden esinlenilmiş yeni üniformalar benimsendi. Setre ve pantolon; apoletli, kruvaze kesimli, çift düğmeli, boyu uzun tutulan ceketler kabul gördü. Hâkim yakalı, önde göğüs üzerinde simetrik düğmeli, dizkapaklarına kadar inen uzunlukta setrenin omuzları apoletlerle süslenirdi. Bu apoletler kimi zaman püsküllerle süslenir, kimi zaman da kordonet ve sırma ile işlenirdi. Düğmeler, altın ya da gümüş yaldızlı olurdu. Yakalar, kolağızla-n gümüş, altın sırma ile işlenir, işlemeler özenle yapılırdı. Pantolon kesimleri günümüz pantolonlarına benzerdi. Bu dönemde henüz ütülenmeyen pantolonların düzgün durması için ayak altından geçirilen bantları olurdu.

Askeri kıyafetlerde Batı üniformalarının modelleri yakından takip edilir olmuştu. Kenarlan biyeli pantolonlar, kruvaze ya da tek düğmeli setreler üzerine çapraz a-sılan nişan kurdeleleri, göğse takılan diğer nişanlar böyle bir zevkin ürünleriydi. Beldeki kemere merasim kılıcı takılır, beyaz eldiven ve boyunbağı mutlaka olurdu.

Setre-pantolon modası zamanla halktan kimseler arasında da yaygınlık kazanmıştı. 1860'a doğru istanbul terzileri öncelikle aydınlar arasında yaygınlaşan setre-pantolondan alaturka bir setre yaratmışlar ve buna "istanbulin" adını vermişlerdi. Yine aynı yıllarda Avrupa'da pantolonları ü-tüleme modası çıkmış ve birkaç yıl sonra istanbul'da da uygulanmıştı. tstanbu-lin-setrede yakalar kısa tutulmuş, göğsün ön kısmında süs gibi duran düğmeler i-liklenir hale getirilmişti. Özellikle devlet memurlarının resmi kıyafeti halini alan istanbulin, çok az değişikliğe uğrayarak II. Meşrutiyet, hattâ Cumhuriyet'e kadar resmi kıyafetler arasında kaldı. Sırmalı mülkiye üniformaları da istanbulin kesimiyle biçilir, rütbeye göre yaka, göğüs ve yen ağızları sırmayla işlenirdi, içine dik yakalı beyaz gömlek, siyah boyunbağı ve düğmeli yelek giyilen istanbulin biçimi setre, "Kâtibim" şarkısına da konu olmuştu. Yine aynı yularda redingot ve tek düğmeli setre modaydı.

Redingot, II. Abdülhamid döneminde (1876-1909) istanbulin yerine giyilmeye başlanmış, Cumhuriyet döneminin ilk yıllarından sonra modası geçmişti. Siyah şayaktan yapılan redingotları sivil devlet erkânı, yüksek sivil memurlar resmi törenlerde giyerlerdi. Boyu dizkapağının altına kadar uzun olur, pantolon da aynı kumaştan yapılırdı. Yakası kolalı frenkgöm-leği, boyunbağı ve yelekle giyilirdi.

19. yy'm başlarında her türlü aşın hareketi yapan yeniçerileri taklit eden istanbul gençleri arasında "Cezayir kesimi" denilen giyim şekli moda olmuştu. Bu giyim zamanın âsî gençliği arasında hemen kabul görmüştü. Cezayir kesiminde başa sa-

di. Dizkapağma kadar uzun yün çoraplarla mestli yemeni/terlik birlikte kullanılırdı. Başlık renkli, işlemeli bir külahtı. Omuzdan geçirmeli arkalık ve elde dokunmuş kalın kolonlarla taşınacak eşyayı sırtlarlardı.

Su satan sakalar, pamuklu kumaştan beyaz gömlek üstüne aba yelek ve boyu dizkapağında biten geniş ağlı, körüklü diz çaksın ya da potur giyinip bellerine bir kuşak sararlardı. Başlarında ise koyu renk fes türü bir başlığı, üstüne ince bir kumaş dolayarak kullanırlardı. Ayağa ise poturun altına uzun çorap ve onun üstüne de mestli yemeni giyerlerdi.

istanbul yaşamında eskiden beri yeri o-lan istanbul külhanbeyleri ile yangın köşklüleri de kendilerine özgü kıyafetler giyerlerdi. Tulumbacılar ise dizkapağının üstünde kısa pantolon ve mintan giyerler, bellerine kuşak sannırlardı. Yangına giderken "tulumbacı yemenisi" giyerler, bazen de yalınayak koşarlardı.

Külhanbeyleri ise dar kalıplı vişneçürüğü fes, sivri burunlu ve topuklu ayakkabı giyerlerdi. Bu ayakkabının arkasına basarak giymek ve topuk göstermek, külhanbeyi tipinin gereğiydi. Koyu renk pantolon, açık renk gömlek üzerine yelek giyerlerdi. Yeleğe köstek takılır, ceket giyilmez, omuzda taşınırdı.

rık, bele de şal kuşak sarılırdı. Kuşağın bir ucu arkadan yere kadar sarkar, yürüdükçe ayak topuğuna vururdu. Başa sarılan sarık ve bel kuşağı iyi cins ipeklilerden seçilir, kuşağa gümüş kakmalı yatağan takılırdı. Sırta bürümcükten bir gömlek giyilir, yakası iliklenmezdi.

Başta abani sarık, keten ya da pamukla dokumadan mintan, giyenin yaşına ve mesleğine göre altında uzun paçalı çakşır ya da potur, baldırda dolak; gömlek üstüne salta-cepken ya da yelek, ayakta yemeniden oluşan giyim Cumhuriyet'in ilanına kadar halk arasında yaşadı. Yaşlıların cepkenleri koyu renk, gençlerinki al ve mavi renkte çuhadan yapılırdı, uzun kollu olan cepkenler giyenin ekonomik durumuna göre önleri, arkası, kolları sırma işlemeli olurdu.

Esnafın bir başka kesimi de bürümcükten ya da beyaz pamuklu ince çizgili dokumadan, yakası göğse kadar açık ve ilikli iç gömlek üzerine, önü kavuşmayan zengin işlemeli koyu renkte yelek ve ağı geniş ve yerden 15-20 cm yukanda açık renk şalvar giyerdi. Ayakta yemeni ve başta da püsküllü fes olurdu.

Hamallar, önden düğmeli mintan üzerine kalın ve dayanıklı kumaştan yapılmış, uzun kollu cepken (o zamanki adıyla "a-ba") ve altına dizde biten çakşır giyerler-

Istanbullu hanımların üç etekli entari, şalvar ve bürümcük iç gömlekten oluşan ev içi giyimlerini betimleyen bir resim (solda). Göksu Çaym'nda

feraceli ve yaşmaklı hanımlar.

Camille Rogier, Galerle Royale Peints d'apres nature, Paris, ty (yak. 1845) (sol), G. Brindesi, Souvenir de Constantinople, Paris, ty (1855-1860)



Galeri Alfa (sol), Ara Güler fotoğraf arşivi

Yüklə 7,77 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   93   94   95   96   97   98   99   100   ...   139




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin