I u n d e n bugüN



Yüklə 7,14 Mb.
səhifə41/129
tarix09.01.2019
ölçüsü7,14 Mb.
#94242
1   ...   37   38   39   40   41   42   43   44   ...   129

Bibi. N. Atuf (Kansu), Türkiye Maarif Tarihi Hakkında Bir Deneme, II, İst., 1932; N. Ayaş, Türkiye Cumhuriyeti Millî Eğitimi Kuruluşlar ve Tarihçeleri, Ankara, 1948; Ergin, Maarif Tarihi, IV, V; F. R. Unat, Türkiye'de Eğitim Sisteminin Gelişmesine Toplu Bir Bakış, Ankara 1964; N. Şakaoğlu, Cumhuriyet Dönemi Eğitim Tarihi, ist., 1992.

NECDET ŞAKAOĞLU



AKŞAMCILIK

Bizans içki kültürünün etkisinde 16. yy'ın ikinci yarısında yeni bir canlanış gösteren İstanbul'a özgü bir gelenektir. Zamanla başka büyük kentlere de yayılmış; 20. yy başında, ortamını, tiplerini, üslubunu yitirmiştir.

İstanbul'da eskiden beri akşamcılıkla "iyş-i müdâm" denen alkoliklik farklı algılanmıştır. Hattâ daha da ileri gidilerek içiş vakitlerine göre "sabahçılık", "gün-düzcülük", "akşamcılık" ve "şâribü'1-ley-lü ven'n-neharlık" (gece gündüz aralıksız içmek) deyimleri kullanılmıştır. Kimileri de akşamcıları "keyif için", alkolikleri ise "ihtiyaç için" içenler olarak tanımlamışlardır. Akşamcılara göre günün sadece akşam saatlerinde birkaç kadeh içmek bir bakıma "rûh-ı sâni"ye (ikinci bir canlılığa ve neşeye) kavuşmaktır.

İstanbul'da kalan Rumların, tanınan haklar çerçevesinde kendi meyhane geleneklerini sürdürdükleri kuşkusuz olmakla birlikte bunların işlettiği taverna, meyhane ve balozlara Müslüman Türklerin hangi padişah döneminde gitmeye başladıkları konusunda bir bilgi mevcut değildir. Kanuni döneminde (hd 1520-1566), Türkler arasında da akşamcılığın yaygınlaştığı bilinmektedir. Bu nedenle de ilk içki yasağı bu dönemde birkaç kez yinelenmişti. Bu önlemler ve yasaklamalar Bakî, Nev'î gibi dönemin ünlü şairlerini dahi etkilemiş; onların, yasağa ilişkin, Reh-i meyhaneyi kat'etdi tiğ-ı kahrı sultânın / Su gibi arasın kesdi. Stanbul u Galata'nm veya Kalb-i aşk gibi viran eldiler meyhaneyi / Bî-vefâlar ahdine döndürdüler peymâneyi vb dizeleri halk dilinde de yer etmişti.

Akşamcılığı ya da içkiye düşkünlüğüyle tanınan II. Selim döneminde (hd 1566-1574), ilkin sınırsız bir içki serbestisi tanınmış, hattâ söylenti doğru ise bu padişah babasının anısına tüm İstanbul'un donanmasını, minarelerden de "iyş ü işret" (yiyip içmek ve eğlenmek) için selalar okunmasını buyuracak kadar aşırılıkları göze almıştı. Onun bu yaklaşımını ünlü Münşeat yazarı Feridun Bey'in desteklediği ve "Niçün hilaf tutalım (karşı çıkalım), mizac-ı âlem (toplumsal bünye) her zaman kaabız üzere (yasaklama) tahammül eylemez. Gâhi basit (özgürlük) ister. Padişah-ı âlemin kalb-i şerifleri her neye teveccüh eylerse caiz ki anda hayrola!" dediği tarihe geçmiştir. Bu yaklaşımdan cesaret alan şair Hayalî Bey daha da ileri giderek dizelerinde namaz eşyası olan hırkanın ve seccadenin rehine verilip içki meclislerinin aksatılmamasmı yaza-bilmiştir. Dönemin ünlü şeyhülislamı Ebussuud Efendi (ö. 1574) ise cuma namazı kılınan kentlere açıkça içki sokulmasının doğru olmayacağına, alım satımının da yine açıkta yapılmayacağına ilişkin fetva vermişti. Buna göre, istanbullu gayrimüslimler ve kentteki yabancılar kendi aralarında içki alıp satabilecekler, gizlice içebileceklerdi. Bu hoşgörü, akşam karanlığının sağladığı gizlilik olanağı ile birlikte Müslümanlar için de bir kapı araladı ve akşamcılık denen ilginç gelenek, 16. yy sonlarına doğru yaygınlık gösterdi. Bununla birlikte içki yasağı ve akşamcıların huzursuz edilmeleri kısa aralıklarla yinelendi. Örneğin I. Ahmed dönemindeki (hd 1603-1617) yasak çok etkili oldu. Naima bu yasağı anlatırken "humların (küpler) pare pare ve meyhanecilerin âvâre (işsiz) olduğunu" yazar. Son içki yasağı koyan padişah, III. Selim'dir. Onun döneminde (hd 1789-1807), İstanbullu akşamcıların bahçelerine imbik kurup kaçak rakı imal ettikleri ve evlerinde demlendikleri biliniyor. Nihayet son bir içki yasağı 1922'de milli ordunun İstanbul'a girmesinin ardından ilan edilmiş ve 1930'lu yıllara kadar sürmüştür. Bu dönemin bir akşamcı ozanı: Meyhanede görünce bizi

Ressam Münif Fehim'e göre eski İstanbul akşamcıları. Yazılarında akşamcılığı anlatan Ahmed Rasim de resimde canlandırılmıştır (soldan ikinci). Resimli Tarih Mecmuası, S. 6, 1950

sındaki kopukluk ve farklılıktı. İçgü-veyler, kaynana, kayınpeder baskısından yılgınlar, görücü usulüyle evlenip karısına sıcaklık duymayanlar, evindeki yoksulluktan rahatsız olanlar, iş sonrasında bir-iki saatlik akşamcı keyfi yaşadıktan sonra yapay bir neşeyle eve gitmeyi yeğlemekteydiler. Akşamcılar arasında sıkça geçen "İnsan, evdeki çopur kocakarıyı sütlaç görüyor!" deyimi bu duygunun bir ifadesidir. Yine akşamcılığın İstanbul'daki yaygınlığında, eski Rum meyhane ve taverna geleneklerinin özellikle de Sakızlı meyhanecilerin etkisi büyüktü. Evdeki üç-beş kişilik sade ve çoğu ortamda soğuk birlikteliğe karşılık, Barbaların, Apostolların, Lan-ga'daki, Limon Iskelesi'ndeki, Samat-ya'daki, Galata'daki meyhanelerinde samimi arkadaş grupları arasında olmak, edebiyat konuşmak, müzik dinlemek, nükteler ve fıkralarla açılmak, çok farklı ve vazgeçilmez bir ihtiyaçtı. Akşamcılar birbirlerini beklerler, ararlar, nereye gideceklerini, ne içeceklerini, mezelerini çoğu kez önceden kararlaştırırlardı.

İstanbul akşamcılığı 19. yy'a kadar "gedikli" meyhanelerde, Abdülaziz dö-

Günümüzde

istanbul


akşamcılarının

uğrak


yerlerinden

Kumkapı'da

gecenin

ilerlemiş



saatleri.

Elif Erim

neminden (hd 1861-1876) başlayarak da "selatin" meyhanelerde sürdürüldü. Çünkü bu tür meyhaneler ruhsatlıydı. Bu nedenle de hem meyhaneler zengin donanımlı, hem gelenler belli düzeydeydi. Ayrıca buralarda Evliya Çele-bi'nin deyimiyle "akşamcıları çekmek için meyhane içre hanende ve sazende ve mutribân" da (saz ve söz takımları) bulunmaktaydı. Akşamcılığın en çok özenilen yönü ehlidil denen, duygulu, kültürlü, sanatsever ve görgülü insanların bu ortamlarda buluşmalarıydı. İstanbul akşamcıları ister esnaf takımından, ocaktan (asker), ister Babıâli'den olsun, mutlaka nüktedan, sözü sohbeti dinlenir, rint insanlardı. Aralarında taklit yeteneği olanlar, meddahlar, müzisyenler, şairler de bulunurdu.

Akşamcıların "vakt-i kerahet" dedikleri ikindi sonrasından güneşin batımına kadarki süre, daha çok içkiye hazırlık faslıydı. Asıl seviyeli sohbetler, saz ve söz geçişleri bu sırada yapılırdı. Alaturka saat 10.00 sularında (akşam ezanına 1-1,5 saat kala) başlayan bu fasıl, ezanın okunmasından hemen sonra yerini içki faslına bırakırdı. Akşamcıların içişleri de iki aşamalıydı; meyhanecinin "orta kandili" yakışına değin (akşam-yatsı arasının yarısı) "çakırkeyif' olunur, yatsıya kadarki son 30-40 dakikalık zamanda da "keyif' sınırı yakalanırdı. Akşamcılar arasında bu sınırı aşmak ve içkiye devam etmek istemek görgüsüzlük sayılırdı. Demlenme süresince yudumlama usullerine uymayanlar, kadehi bir dikişte boşaltanlar da ayıplanır bunlar hakkında "delik taşa su döküyor!" denirdi. Akşamcıların zaman kavramına saygıları şaşmaz bir titizlik örneğiydi. Hattâ, meyhaneci "sofra şamdanı"nı ya da gaz lambasını yakmadan kadehini dudağına değdirmeyen akşamcılar çoktu. Yine, hem ev halkını bekletmemek, hem içki müptelası olmamak bakımından kalkışta da bir saat kol-lanırdı ki, bu konuda eski akşamcıların "müezzin minareye (yatsı ezanı için), biz evin kapısından içeriye!" dedikleri bilinir.

Bir başka ölçü "gıda" denen içki ile "meze"de gözetilirdi. Her akşamcı kendi "gıda"sım aşmamaya dikkat ederdi. Bu, eski ölçü ile 25-30 dirhemlik l veya 1,5 karafakiyi aşmazdı. Kadehe 1/4 oranında rakı konup su katılması; vaktin uzunluğuna göre, gıda miktarı artırılmamak koşulu ile bir kadehin, en az beşer dakika aralıklarla ve "küçük yudum" denen usulle 6-8 kalkışta bitirilmesi, ortalama bir kuraldı. Gerçek bir akşamcı, sabaha kadar içmek durumunda dahi kalsa gıdasının miktarını artırmaz, yudumlarını daha seyrek ve az tutarak idare ederdi.

İstanbul akşamcılarının meze (lezzet) seçimindeki titizlikleri de meşhurdu. İlk sırayı haşlanmış yumurtaya vermiş olmaları ilginçtir. İkinci sırada sakız leblebisi gelirdi. Eski akşamcılar için şu dört şey, tam bir keyif için gerekli saydırmış: Sakız mastikası (rakı), istragalya meze (sakız leblebisi), civan perçemi tütün,

r

AKŞAMCILIK



170

171

AKŞEMSEDDİN TEKKESİ

K İ


M

R

K



İstanbul akşamcıları, ekseriyetle hoşsohbet, kalendermeşrep adamlardı. Rindâ-ne gazeller söyleyen, destan semaî düzen bu saz ve söz sahiplerinin arasına eli bıçaklı ve yumruk oyununa alışmış baldırı çıplaklar pek karışamazdı. Bu gibilerin gittikleri yerlere de berikiler ayak atmazdı. Kanlı kavgalar daima süflî koltuk meyhanelerinde çıkardı. Yeniçeri kabadayıları, akşamcılığa yeni yeni ayak uydurmağa çalışan delikanlıları mütecaviz sarhoşlara karşı müdafaa etmekle övü-nüıierdi. Akşamcılardan bir kısmı da muziplikleri tuhaflıkları ile meşhurdu. Gedikli meyhanelerin kapanma saati alaturka 1,5 sulan idi. Vakit gelince, uşaklar çıngırağı çalarlardı. Hanlar içindeki gediklilerde çıngırak bulunmaz, davul çalınırdı.

Akşamcılar meyhane dönüşlerinde semtlisi ile birleşerek yolda da muhabbet ve sohbet ederlerdi. Fazla kaçıranlardan bazan yollarda dökülüp kalanlar da olurdu. Hoş bir fıkradır:

Akşamcının biri evinin kapısına kadar gelmiş, fakat tokmağı vuracak takati kalmadığından kapı önünde sızmış, kalmış. Derken kol (devriye) geçmiş. Bir yeniçeri çorbacısı (kolluk subayı) sarhoşu uyandırıp:

- Kalk! "Kapı"ya (karakol) gideceksin. Demiş. Sarhoş gülmüş:

- Ağa, hâlim olsa, evimin kapısından içeri girerdim! Demiş.
(...)

Devlet ricalinden, kalem âmirlerinden, hattâ ulemâdan ve müderrislerden bile kıyafetlerini değiştirip gedikli meyhanelere giden akşamcılar olurdu. Bazı fakir akşamcılar da vardı ki tatlı dili, güzel sesli yahut herhangi bir sazdaki hüneri ile meyhanelerde her akşam bir sofranın misafiri olurdu. Geçen asrın başlarında yaşamış imameci kalfalarından Kırbalı Ahmed bunların en namlılarından biridir. Daha çocukluğunda çığırtma çalmağa heves etmiş, az zamanda fevkalâde hüner sahibi olmuş, bu yüzden pek genç yaşında akşamcılar arasına düşmüş, meyhane âlemlerinden kendisim kurtaramamış, meyhane meyhane dolaşmış, rakıyı bol, arkadaşı teklifsiz bulmuş ve akşamcıların tabiriyle "okkalık'lar-dan olmuştu. Öyleki yaptırttığı yarım okkalık bir kırbayı da eve giderken dol-dururmuş. Kırbalı lâkabı bundan ötürü kalmış.

Reşad Ekrem Koçu, Osmanlı Tarihinde Yasaklar, s. 24

kafadar marka sarma kâğıdı. 19. yy'm sonlarına doğru İstanbul'da içilmeye başlayan "düz" rakıyı, akşamcılar uzun zaman benimseyememişlerdir. Sakız leblebisini tercih nedenleri, hem ağız kokusunu alması, hem mide suyunu emmesindendir. Mezenin karın doyurmak maksadıyla atıştırılması da akşamcılar arasında bir görgü noksanlığı kabul ediliyordu. Fakat, sofralarında her çeşit mezenin bulunmasından da zevk almaktaydılar. Eski meyhanelerde akşamcılar için hazırlanan başlıca mezeler; sardalye, çiroz, likorinoz, ringa, ançüez, ciğer tava, piyazlar, pilaki, havyar, peynir türleri, muska böreği, midye tavası, pavurya, İstakoz, kuzu söğüşü, turşu, bumbar, dolmalar, işkembe tuzlaması, patates ezmesi, keten helva, kâğıt helva veya tahin helvası, zeytinyağlılar, çerkez tavuğu, kaz ciğeri ezmesi, pastırma, mevsim meyveleri, reçelden kadayıfa kadar tatlı çeşitleri idi. Sofranın zenginliği ne ölçüde olursa olsun bir akşamcıyı en çok üzen şey, daha fazla içmesi konusunda ısrar edilmesiydi. Deneyimli akşamcılar, böyle bir pozisyonun olasılığım hissettiklerinde "sızma" numarasına yatarak kendilerim kurtarırlardı. Ayrıca, tanımadıkları, huyunu suyunu bilmedikleri insanları sofralarına yaklaştırmazlar, uzak dururlardı. Cıvıyan, içtikçe konuşan, coşan tipleri ise meyhaneci içeriye almaz, "senin hakkın iki değil bir buçuk!" deyip bir önceki akşamın tatsız durumunu hatırlatır, gerektiğinde "racon keser", fazla içki vermezdi. Kendi masasında to-sunluk ve kabadayılık yapmaya kalkışanı da, akşamcıların huzurunu kaçırmamak için, "sofra oğlanlarının (garson) yardımıyla olaysız dışarı atardı.

Gedikli meyhanelerde, akşama yakın, esnaf kalfalarının, genç Babıâli kâtiplerinin tezgâh başında bir-iki kadeh alarak akşamcılığa adım atmalarına olumlu bakılır, fakat böyleleri fazla kalmadan meyhaneden uzaklaşırlardı. Çünkü adlarının akşamcıya çıkması evlenip yuva kurmalarına engel olabilirdi. Asıl akşamcılar, yaşını başını almış ocak ağalan -bunlara her gittikleri meyhanede ilk sırada saygı gösterilir ve "dayı" denilirdi-, esnaf, gemi reis ve kaptanları, şair, yazar takımı ile kabadayılar daha sonra gelmeye başlarlardı. Meyhaneciler, akşamcıları davet işareti olarak hava kararmak üzereyken ilkin kendi sofralarının şamdanını yakarlar, "ateş oğlanı" (çubuklara ateş tutan), "sofra oğlanları" (bunların çoğu Sakızlı Rum gençlerdi), tertemiz giyinmiş, kapıda ve sofra başlarında müşteri beklerlerdi. İstanbul akşamcılarının en çok titizlendikleri bir husus da meyhanenin temizliği, servisin düzenli ve dikkatli yapılmasıydı. Akşamcılar arasında, ateş veya sofra oğlanlarından birine tutulup her akşam aynı meyhaneye gidenler de olurdu ki, bunlardan şair olanlar, İstanbul edebiyatının özgün bir türünü oluşturan birçok "sâki-name'ler yazmışlardır.

İstanbul'un değişik semtlerindeki

meyhanelere devam eden akşamcılar arasında sınıfsal ve mesleksel farklılıklar da söz konusuydu. Örneğin, yeniçeriler, topçular, kalyoncular, esnaf, oda, kışla veya mahallelerine yakın meyhanelere giderlerdi. Galata meyhanelerinde Müslüman akşamcıdan çok gayrimüslimler ve levantenler görülürdü. Tersane halkı ise Kasımpaşa, Salıpazarı, Fındıklı meyhanelerini tercih etmekteydiler. Akşamcılığı meyhane yerine evinde sürdürenlerin tezgâhına ise "çilingir sofrası" deniyordu. Bu, o gün evde hazırda veya pişmiş ne varsa her birinden küçük tabaklara konmuş bir tepsi ile karafaki ve sürahisinden ibaretti. Akşamcı, evin kendi zevkine uygun bir köşesinde yalnız demlenir, ev halkı ise yer sofrasında akşam yemeğini yerdi.

Akşamcılar için "mola" denen içkiye ara vermek, kandil ve cuma geceleri, ramazan ayı, ertesi gün kabir veya türbe ziyaretine gidilecek akşam, daha inançlılar için ayrıca muharrem ayının ilk on günü, hattâ tövbe aylan (recep, şaban) boyunca olabilirdi. Kimi akşamcılar da şaban ayının 15. günü ağızlarını yıkarlar, Ramazan Bayramı'mn üçüncü günü akşamına kadar içmezlerdi.

Eski İstanbul'da akşamcılığın kent nüfusuna oranı çok düşüktü. Ahmed Ra-sim, taş çatlasa her mahallede bir veya iki akşamcı ve sarhoş olduğunu belirtmiştir. Bu sınırlılıkta, toplumun içmenin her türlüsünü onaylamayışmm, din bas-

kısının, türlü kaygı ve korkuların etkisi vardı. Örneğin İstanbullular "Akşamcının kızını alma dükkânın varsa meyhane yapar!" derlerdi. Mahalle çocukları gün boyu, sokak aralarında sarhoş taklidi yaparlardı. Kadıya "Efendim bu adam akşamcıdır. Gece gündüz içer!" dendiği an, kişinin tanıklığı kabul edilmezdi. Mahalle kadınları, kocası akşamcı olan komşularına "Senin yerinde olsam bu herifin derdini bir gün çekmem!" derlerdi. Kısacası, son derece seviyeli ve kontrollü olmalarına karşın, akşamcıların toplumdaki konumları olumsuzdu.

Akşamcılık, İstanbul'da yüzyıllarca birçok incelikleri, kuralları, alışkanlıkları özümseyerek, edebiyat, müzik, taklit, nükte ortamlarında gelişme gösterdikten sonra 20. yy başında, âb âlemi(-») ve daha birçok özgün âdet gibi nitelik kaybına uğradı ve biçim değiştirdi. Günümüzde, İstanbul'un meyhane muhitlerinde, örneğin Çiçek Pasajı'nda, Kum-kapı'da ve Boğaz'da, turizme dönük, nostaljik atmosferli meyhaneler varsa da eski akşamcılık âdetleri unutulmuştur.

Bibi. A. Rasim, "Rakı Nasıl İçilmelidir?" Resimli Ay, no. 2-4, 1927; A. Refik, "16. Asırda içenler", Aydabir, no. 4, 1936; A. Rasim, "Zevalini Sevinçle Gördüğümüz Fena İtiyatlardan: Akşamcılık" Resimli Tarih Mecmuası, no. 6, 1950; R. E. Koçu, "içki Yasağı" Osmanlı Tarihinde Yasaklar, İst., 1950; M. Tev-fik, "Meyhane Yahut İstanbul Akşamcıları", istanbul'da Bir Sene, İsi., 1991.

NECDET SAKAOĞLU



AKŞEMSEDDİN

(1390, Şam - 1459, Göynük) II. Meh-med'in hocası ve Bayramı tarikatına mensup mutasavvıf.

Asıl adı Şemseddin Muhammed olan Akşemseddin'in aile kökeni, babası Şeyh Haınza tarafından ünlü mutasavvıf Şehabeddin Suhreverdi'ye (ö. 1234) dayanır. Yedi yaşında iken babasıyla birlikte Şam'dan Anadolu'ya geldi ve A-masya'nın Kavak İlçesi'ne yerleşti. İlk dini bilgileri babasından aldı. Daha sonra zahiri ilimlerde bilgisini derinleştirdi ve Osmancık Medresesi'ne müderris oldu. Bu görevde uzun süre kalmayarak tasavvufa duyduğu ilgi nedeniyle Hacı Bayram-ı Velî'ye (ö. 1429) intisap etti ve Bayramı hilafeti aldı. Tarikatı yaymak amacıyla Beypazarı ve İskilip'e gitti. Her iki yerde de birer mescit yapıp müritlerinin eğitimiyle meşgul olduktan sonra Göynük'e gelerek yerleşti. Hacı Bayram-ı Velî'nin vefatıyla birlikte Bayramî meşi-hatini üstlendi. Daha önce şeyhi Hacı Bayram-ı Velî aracılığıyla II. Murad ile tanışmış ve şehzade II. Mehmed ile de ilişki kurmuştu. Bu yakınlığın sonucu olarak II. Mehmed'i manevi yönden etkiledi ve padişahın yakın çevresine girerek diğer Bayramî şeyhleriyle birlikte İstanbul'un fethine katıldı. Şehrin alınmasından sonra Ayasofya Camii'nde ilk cuma hutbesini okudu. Bir süre kiliseden çevrilen Zeyrek Camii'nde ders verdi. Ardından tekrar Göynük'e döndü ve burada vefat etti. Türbesi vefatından beş yıl sona 1464'te yaptırıldı.

Akşemseddin İstanbul'un tarihinde iki ayrı açıdan önemli rol oynamıştır. Birincisi, fetih sırasında kuşatmanın kaldırılması fikrini ileri süren Çandaıiı Halil Paşa'ya karşı çıkıp kuşatma yanlısı Zağanos Paşa'ya destek vermesi ve bu amaçla II. Mehmed'e bir mektup yazarak padişah üzerindeki nüfuzunu kullanmasıdır. Bu açıdan Akşemseddin, fetih konusunda padişahı cesaretlendirmiş ve bu tutumu nedeniyle İstanbul'un manevi mimarı olarak kabul edilmiştir. İstanbul tarihinde oynadığı ikinci önemli rol, mensubu bulunduğu Bayramîliğin şehir hayatına girmesi için uygun ortamı hazırlamasıdır. Ancak Bayramîlik(->) Akşemseddin'in vefatından sonra onun halifeleri aracılığıyla şehir hayatına girebilmiş ve kısa sürede yaygın bir örgütlenme başarısı göstermiştir.

Bayramîlikten kendi adına kol ayıran Akşemseddin, Şemsîliğin kurucusudur. Hacı Bayram-ı Velî'nin vefatını izleyen yıllarda kendisi gibi Bayramî halifesi olan Bıçakçı Ömer Dede (ö. 1475) ile arasında tasavvuf anlayışı bakımından ayrılık çıkmış ve Bayramîlik iki ana kola ayrılmıştır. Bunlardan Akşemseddin'e bağlı olan Şemsîlik, klasik Bayramîliğin bir devamı niteliğini taşımış, Ömer Dede ise ikinci devre Melamîliğinin temellerini atmıştır.

Şemsîliğin Akşemseddin tarafından İstanbul'da ne ölçüde yaygınlaştırıldığı bilinmemektedir. Buna karşın Bayramîlik,

II. Bayezid döneminde (hd 1481-1512), Akşemseddin'in halifelerinden İbrahim Tennûrî'ye (ö. 1482) bağlı olan Muhyied-din Mehmed İskilibî (ö. 1514) tarafından İstanbul'da örgütlenmiş, Bıçakçı Ömer Dede'ye mensup bulunan Bayramî Melamîliği ise İsmail Maşûkî (ö. 1529) aracılığıyla ancak Kanuni'nin ilk saltanat yıllarında şehir hayatına girebilmiştir.

İstanbul'da Akşemseddin'in adını taşıyan bir mescit ve iki tekkenin onunla olan tarihsel ilişkisi eldeki mevcut bilgilerin azlığı nedeniyle yeterince aydınlatı-lamamıştır. Fatih'te Keçeciler Cadde-si'ndeki Akşemseddin Mescidi'nin(->) onun tarafından yaptırıldığı rivayet edilmekte ise de bu kesin değildir. Bu mescidin yanında bulunan ve Şeyh Muhyî Efendi Tekkesi olarak bilinen Akşemseddin Tekkesi'nin de dunumu aynıdır. Tekke Kadirî tarikatına bağlı olup Mehmed Şemseddin Efendi (ö. 1812) tarafından kurulmuş ve Cumhuriyet dönemine kadar faaliyet göstermiştir. Bilinen son şeyhi, Hayrullah Efendi'dir. Akşemseddin'in adını taşıyan ikinci tekke ise Zeyrek'te-dir. Semerci İbrahim Efendi Tekkesi olarak da tanınan bu dergâhın Bayramîlikle ilgisi kurulamamıştır. Nakşibendîliği İstanbul'a getiren Abdullah İlahî(->) bu tekkenin ilk postnişini olup daha sonra meşihat makamına Halvetî ve Celvetî şeyhlerinin geçtiği bilinmektedir.

Akşemseddin'in tasavvuf alanında kaleme aldığı Risâletü'n-Nûriye ile Def'u Metâini's-Sûfiye Arapça ve Maka-mât-ı Evliya, Türkçedir. Bunlardan Risâletü'n-Nûriye, 1434-1438 yılları arasında yazılmış olup Hacı Bayram-ı Velî ve Bayramîliğe yöneltilen eleştirilere bir cevap niteliği taşımaktadır.



Bibi. Enisî, Menâkıb-ı Akşemseddin, Millet Ktp, Emirî Şer'iye, no. 1044; Abdürrezzak Ey-yübî, Tuhfetü'l-lhvânfîMenâkıb-ı Akşemseddin, Süleymaniye Ktp, Esad Efendi, no. 3622/10; Lâmîî, Nefehât, 685; Mecdî, Hada-ikü'ş-Şakaik, 240-246; Ataî, Hadaiku'l-Haka-ik, 64-65; Şeyhî, Vekayiu'l-Fuzalâ, I, 55; Ay-vansarayî, Mecmuâ-i Tevârih, 270; Feridun Ahmed, Münşeatü's-Selâtîn, I, İst., 1274, s. 28; Osmanlı Müellifleri, I, 12-15; Vassaf, Sefine, II, 130; Gölpınarlı, Melâmilik, 40-42; Er-gun, Türk Şairleri, I, 400-401; H. J. Kissling, "Ak Şems ed-Din: Ein Türkischer Heiliger aus Endzeit von Byzanz", Byzantinische Zeit-schrift, XLIV (1951); A. İhsan Yurd, Fatih'in Hocası Akşemseddin. Hayatı ve Eserleri, îst., 1972; H. J. Kissling, "Zur Geschichte deş Denvischordens der Bajrâmijje", Dissertati-ones Orientales et Balcanicae: I. Das Der-ıvischtum, München, 1986, s. 237-268; H. İnalcık, Fatih Devri Üzerinde Tetkikler ve Vesikalar, I, Ankara, 1987, s. 127-28; K. Eras-lan, "Akşemseddin'in Dinî-Tasavvufî Şiirleri" Türk Dili Araştırmaları Yıllığı (Belleten), 1987, s. 11-85; O. F. Köprülü-M. Uzun, "Akşemseddin", DİA, II, 299-302.

EKREM IŞIN



AKŞEMSEDDİN MESCİDİ

Fatih İlçesi'nde Hırka-i Şerif Camii civarında, Mimar Sinan Mahallesi'nde Keçeciler Caddesi üzerindedir.

Banisinin Fatih'in şeyhi Akşemseddin olduğu tahmin edilmektedir. 18. yy'ın

Akşemseddin Mescidi

Erkin Emiroğlu, 1993

ilk çeyreğinde III. Ahmed bu camide öğle namazı kılmış, mescidin ismini sorup Akşemseddin tarafından yaptırıldığı söylenince minber koydurmuş ve vazifelilerin gündeliklerini artırmıştır. 953/ 1546 tarihli İstanbul Vakıfları Tahrir Defteri 'nde Ali Paşa Camii nahiyesinde gösterilip, evkafı olmadığından yazılmadığı bildirilmektedir. II. Abdülhamid devrinde Bosnalı Hacı Emine Hanım isminde bir hayırsever kadının vasiyeti üzerine tamir edilmiştir. Tamir kitabesi, kapıdan girerken kapı ile sağdaki pencere arasındadır. Talik yazı ve siyah zemin üzerine sarı yaldızlı kitabe 1322/1904 tarihini taşımaktadır. Yapıda 1944'te mahalle halkının yardımlarıyla geniş bir tamir yapılmıştır.

Yapının harim kısmı kare planlı, duvarları kagir, ahşap çatılı ve kiremit örtülüdür. Cephelerde ikişer tane dairesel kemerli pencereler vardır. Pencereler batı normunda tuğlalarla çevrelenmiştir. Kuzeydoğudaki minarenin kaidesi almaşık düzende, pabuç kısmı taş tuğla üçgenlerden oluşmuş, tuğladan gövdesi ise çokgendir. Şerefesi kesme taştan düz korkuluklu, külah kısmı kurşun kaplı ahşap konik bir biçimdedir. 1993 Haziran'mda cami onarımda idi. Son cemaat yeri tamamen yenilenmiştir. Eski son cemaat yerinin ahşap olduğu ve dikdörtgen pencerelerle aydınlatıldığı bilinmektedir. Camiin güneybatı ve kuzey yönünde bir haziresi vardır. Yapının önünde Akşemseddin adına yapılmış mermerden bir anıt bulunmaktadır.

Bibi. Ayvansarayî, Hadîka, I, 40; ISTA, I, 558-559; Öz, İstanbul Camileri, I, 21; Bar-kan-Ayverdi, Tahrir Defteri, 410; Ayverdi, Fatih Devri, III, 314; İKSA, I, 507-568; Fatih Camileri, 54.

EMİNE NAZA



AKŞEMSEDDİN TEKKESİ

bak. MEHMED ŞEMSEDDİN EFENDİ TEKKESİ



AKŞEMSEDDİN TEKKESİ

bak. SEMERCİ İBRAHİM EFENDİ TEKKESİ

•fe

r

AKTANSEL, SAİM TURGUT



172

173

AKTARLAR

Evliya Çelebi, 17. yy ortalarında İstanbul'da sağlıkla ilgili maddeler satan dükkânların ve buralarda çalışan usta ve kalfaların sayısı hakkında bilgiler vermektedir. Buna göre 300 macuncu dükkânında 500 kişi, 41 gülsuyucu dükkânında 70 kişi, 8 ilaç yağlan satıcısı dükkânında 14 kişi, 70 dekçi aktar dükkânında 100 kişi, 2.000 hoca aktar dükkânında 3.005 kişi, 35 amberci dükkânında 100 kişi, 25 buhurcu dükkânında 35 kişi, 3 bağdemyağcı aktar dükkânında 8 kişi çalışmaktadır. Dükkân sahibi olmayan seyyar aktarların sayısı ise 300'dür.

A. Süheyl Ünver de BOA'da. bulunan 1.686 sayılı dosyaya dayanarak 1260/ 1884'te İstanbul'da toplam olarak 492 aktar dükkânı bulunduğunu ve bunların vergi yönünden 9 sınıfa ayrılmış olduklarını saptamıştır. Bunlardan 35'i birinci sınıf, 30'u ikinci sınıf, 27'si üçüncü sınıf,


Yüklə 7,14 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   37   38   39   40   41   42   43   44   ...   129




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin