ANKARAVÎ MEHMED EFENDİ MEDRESESİ
1686-1688 arasında şeyhülislamlık yapan Mehmed Emin Efendi adına yaptırılan medrese, Saraçhanebaşı'nda, İstanbul Büyükşehir Belediye Sarayı'nın güneybatısında yer almaktadır.
Kapısı üzerindeki yazıta göre medrese 1119/1707 tarihinde, Osmanlı mimarlığının klasik çağının sonlarında yapılmıştır. Mimarı bilinmemektedir. 1935 tarihli Pervititch planında medrese girişinin Hoşkadem Medresesi Sokağı üzerinde yer aldığı ve giriş yönü hariç, yapılarla çevrili olduğu görülmektedir. 1950'ler-de Belediye Sarayı yapımı sırasında çevresindeki kentsel doku istimlak edilerek kaldırıldığından, medrese bugün yeşil alan içinde tek başına durmaktadır.
Hoşkadem Mescidi'ne yakınlığı dolayısıyla Hoşkadem Medresesi olarak da anılan yapı, günümüzde (1993) Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı ve Kaşgarlı Mahmut Dil Enstitüsü tarafından kullanılmaktadır.
Ankaravî
Mehmed
Efendi
Medresesi
Erkin Emiroğlu
Medrese, bir külliyeye bağlı olmadan yapılan tek medrese türü içine girmektedir. Bir dershane, on dört hücre ve helalardan oluşmaktadır. Hücreler dar, uzun bir avlunun üç kenarı üzerinde, "U" plan düzeninde sıralanmakta, dershane onlardan bağımsız olarak dördüncü kenar üzerinde yer almaktadır. Güneydoğu cephesindeki girişten beşik tonozlu dar bir geçitle revaklara ulaşılmaktadır. Girişin üzerinde ahşap bir saçak olduğu, geriye kalan demir kancalardan anlaşılmaktadır. Avlu zemininden yükseltilmiş olan dershane, giriş ekseni üzerindedir. Önündeki revak, alışılmıştan farklı olarak tek açıklıklıdır ve üzerinde dar bir tonoz vardır. Kare planlı olan dershanenin duvarlarında pencereler ve nişler yer almaktadır; dilimli tonoz bingilere oturan bir kubbe ile örtülüdür.
Üç kol üzerinde yerleştirilen hücrelerden güney kol üzerinde yer alan dört tanesi diğerlerinden daha büyüktür. Kuzey kol üzerinde beş hücre dizilmiştir. Zemin kattaki on üç hücreye ek olarak, girişin üstünde, merdivenle ulaşılan küçük bir hücre yer almaktadır. Helalar güneybatı köşesindedir.
Medrese yapılarla çevrili olduğundan, dershane ve hücreler avluya açılan pencerelerle aydınlatılmıştır. Yalnız dershanenin batı yönüne açılan üç üst penceresinin yanısıra kuzeydoğu köşesindeki küçük bahçeye bakan alt pencereleri vardır.
Revaklar taştan yekpare olarak yapılmış kaide ve sütunlara oturmaktadır. Ki-reçtaşından yapılan sütun başlıklarının üzerlerinde yüzeysel olarak işlenmiş baklava motifleri bulunmaktadır. Kuzey ve güney yönündeki kemer biçimleri farklıdır; kuzeydekiler basık sivri kemer biçimlidir. Kemerler tuğladan yapılmıştır; yalnızca kilit taşları küfeki taşındandır. Revak kemerleri üstünde ve dershanede bir sıra taş, iki sıra tuğladan oluşan almaşık örgü uygulanmıştır. Dıştan ise, giriş cephesi dışında kalan ve çevre yapılarla kapanan kısımlarda özensiz, kaba yönü taş örgü vardır. Hücreler kubbe, revaklar aynalı tonozlarla örtülüdür. Revak örtüsünün eğimi avluya doğru verilmiş ve yağmur suları sütun eksenleri üzerine yerleştirilen cörtenlerle uzaklaştırılmıştır.
Medresenin kötü bir onarım geçirdi-
ği, birçok özgün ayrıntısını yitirdiği gözlenmektedir. Kalan izlerden kornişlerin kirpi saçak, çatı kaplamasının kurşun olduğu anlaşılmaktadır.
Bibi. Ayvansarayî, Hadika, 98; ISTA I, 87-88; Unsal, Eski Eser Kaybı, 22; Kütükoğlu, istanbul Medreseleri, 297-299; Kütükoğlu, Darü'l-Hilafe, 81-82.
ZEYNEP AHUNBAY
ANKONALILAR
İtalya'nın Adriyatik kıyısında küçük bir liman şehri olan Ankona'nın, 12-15. yy'larda Konstantinopolis'te koloni kuran halkı.
İtalya Yarımadası'nda, Bizans İmpa-ratorluğu'nun yürüttüğü politikalara destek veren Ankonalılar, 1173-1174 yıllarında Alman İmparatorluğu ve Papalık tarafından kuşatıldıktan sonra, Bizans İmparatoru I. Manuel Komnenos'un(->) (hd 1143-1180) desteği ile bazı ayrıcalıklar elde ettiler. Bu döneme ait bir emirnamede, bunalım dönemlerinde, Ankonalıların "akla uygun" ve "dürüstçe yapılmış" her türlü isteğinin karşılanması konusunda imparatorun talimatı görülür. Kentleri düşmana teslim olduktan sonra, Ankonalıların, Konstantinopolis'te belli bir toprak sahibi olmayı talep edip etmedikleri bilinmemekle birlikte, başkentteki faaliyetleri hakkında yazılı belgeler vardır.
11 Şubat 1199'da, St. Peter ve Pisalı-lara ait St. Nikolas kiliselerine gönderilen bir protokolde, Ankonalılara ait St. Stephen adlı kiliseden ve onun rahibi Dominik'ten söz edilmektedir. (15. yy'da yapılmış bir Ankona portolanına İdeniz haritasına] eklenmiş listede, Konstantinopolis'teki St. Stephen Kilisesi zikredilmiştir.) 1308 tarihli bir imparatorluk emirnamesinde, II. Andronikos Paleologos'un (hd 1282-1328) Ankonalılara da, Venedikliler(-k) ve Cenevizlilere^) tanınan ayrıcalıkları tanıdığı belirtilmektedir. Buna göre Ankonalılar şehrin limanlarına gelen ve buradan giden mallar için sadece yüzde 2 vergi ödemekle yükümlü idiler. Bu belgede her ne kadar Ankonalıların nerede yerleştikleri konusunda kesin bilgiler yoksa da, anlaşıldığına göre bu mahalle, diğer İtalyan yerleşimleri gibi, Halic'in güney kıyısında, Pisalılar(->) ile Cenevizlilerin
ANTEL, NECİP CELAL
276
277
ANTİKACILIK
mahalleleri arasında, "Porta Veteris Rek-toris" (bugün Sirkeci) civarında olmalıdır. 17 Ağustos 1380 tarihli bir talimatta, Konstanünopolis'ten Ankona'ya gönderilen buğday yüklü gemiler anlatılır; 30 Eylül 1380 tarihli bir yazıda, imparator V. İoannes Paleologos'un (hd 1341-1391) uygulamalarından zarar gören Ankona kolonisinin şikâyetleri sıralandıktan sonra, seçimle gelen yöneticisi G. Angeli di Michele'den söz edilir. 1389'da yazılmış bir mektupla, Konstan-tinopolis'teki St. Stepnen Kilisesi'nin onarımı için Loggia'dan (tüccarlar evi ya da sarayı) yardım istenmesi, Ankona kolonisinin şehirde başka kurumlara da sahip olduğunu düşündürmektedir. 1392'de, Ankonalıların Konstantinopo-lis'teki yöneticisi olduğu sanılan "con-sul" G. de Arduinis adlı bir soylunun, imparator II. Manuel Paleologos'u (hd 1391-1425X-») kutlamak ve Ankonalı tüccarların kentte kalmasına izin vermesini sağlamak amacıyla imparatoru ziyaret ettiği bilinmektedir. Bu ziyaret sırasında, şehirde yaşayan Ankonalıların gönderdiği 25-30 duka değerinde bir hediye de imparatora verilmiştir.
8 Nisan 1419 tarihli bir mektup ise, genel konsül olarak seçilen F. de Alferi-is'i kutlayan II. Manuel'e, Ankona kolonisinin teşekkürü hakkındadır. 20 Nisan 1430'da toplanan koloni meclisi, imparator VIII. İoannes Paleologos'un(->) (hd 1421-1448) elçisi olarak Papa V. Martin'i ziyaret eden heyetin, Anko-na'da "Plazzo della farina"da ağırlanmasının, imparatoru çok hoşnut edeceği konusunda görüş bildirir. 21 Nisan 1440 tarihli bir belgeye göre bu konsül, Konstantinopolis limanlarına Ankonalı-larca getirilen mallar için belli bir yüzde almaya hak kazanmıştı.
Bütün bu belgelerden anlaşıldığına göre, Ankonalılar şehirde en az bir kiliseye, bir "Loggia"ya, kendilerini temsi-len seçilmiş bir konsüle ve Italya'daki Ankona genel meclisinde temsil hakkına sahiptiler. Bu meclise gönderilen temsilciler koloni halkı tarafından 3 yıllık bir dönem için seçiliyorlardı. Ankonalıların yönetim biçimi de aynen diğer italyan kolonilerindeki gibi olmalıdır. Venediklilerin "balyoz"u, Cenevizlilerin "potes-tas"ı gibi onların da "konsüF'leri vardı. Bazı kaynaklarda kentin Osmanlılar tarafında kuşatılması sırasında Ankona konsülü olarak zikredilen Boldoni, fetihten sonra Fatih Sultan Mehmed tarafından bağışlanmış ve daha önce el konan bir gemi yükü mal kendisine iade edilerek şehri terk etmesine izin verilmişti. Ankonalıların Konstantinopolis'ten başka ikinci büyük yerleşimlerinin bulunduğu Gallipoli'de (Gelibolu) yaşayan ünlü Ankonalı tüccar ve gemi sahibi Lil-lo Ferducci'nin kayınbiraderi olan bu zat, bazı kaynaklara göre, Fatih'in Fer-ducci ailesine duyduğu yakınlıktan yararlanmıştı. Bazı kaynaklar ise, Boldo-ni'nin uzun yıllar önce Fatih'in dedesi Mehmed Çelebi'ye tam donanımlı bir
gemi hediye etmesinden dolayı bu ayrıcalıklı davranışı hak ettiğini belirtir. (Ferducci'nin oğlu Othman Lillo'nun adı da II. Muradın isteği üzerine konmuştur.) Othman Lillo ve Barnabei; Boldo-ni'nin bağışlanmasında, kendisinin Fatih'in yakın çevresinden bazı önemli kişileri Ankona'daki evinde ağırlamasının rolü olduğundan söz ederler. Bu aracılardan biri büyük ihtimalle Ciriaco adlı bir aydındır. Bu kişi istanbul'un fethinden sonra, Fatih'in maiyetinde yer almış ve ona danışmanlık yapmıştır.
Yakın zamanda bulunan bir belgeye göre ise, şehrin fethi sırasında Ankona Konsülü Boldoni değil Benvenuto adlı bir başka soyludur. Benvenuto tarafından şehrin kuşatılması sırasında yazılmış bir rapor ya da mektup, başlığı ve adresi bilinmemekle beraber, şehirdeki Ankonalıların tarihi hakkında önemli bir boşluğu doldurmaktadır. Bu şahsın yazılarındaki bilgiler, sonradan Kritobulos(->), Kievli İsidoros(->), Kioslu Leonardo(->) gibi tarihçilerin verdiği bilgilerle uyum içindedir. Fetihle ilgili olayların ayrıntılı bir dökümünü yapan Benvenuto, her ne kadar şehrin savunmasında kendisinin ve diğer Ankonalıların aldığı görevleri tam olarak belirtmiyorsa da, Cenevizlilerin ve Venediklilerin faaliyetlerine ilişkin önemli bilgiler vermektedir.
Bu tarihten sonra, bazı Ankonalıların adına, Fatih'in yakın çevresinde rastlanmakta ise de Ankona kolonisinin varlığını sürdüremediği bilinmektedir.
Bibi. A. Pertusi "The Anconitan Colony in Constantinople and the Report of its Consul Benuemuto, on the Fail of the City", Cbara-niş Studies, Essays in Honour ofPeter Chara-nis, Ed. A. E. Laiou, New Brunswick, N. O., 1980.
AYŞE HÜR
ANTEL, NECİP CELAL
(1908, İstanbul - 29 Aralık 1957, İstanbul) Besteci. Hukuk müderrisi ve Osmanlı Devleti nazırlarından Mehmet Ce-laleddin Bey'in en küçük oğlu, Cumhuriyet döneminin ilk pedagoglarından Sadrettin Celal'in kardeşidir. Küçük yaşlarda keman öğrenimine başlatıldı, tik
Necip Celal
Belkîs Özdoğan 'in izniyle
müzik hocası Tahir Sevenay'dır. Gözlerindeki ciddi rahatsızlık yüzünden ilkokuldan sonra özel öğrenim gördü. Ileri-ki yıllarda görme yetisini tümüyle yitirdi. Bir ara Almanya'da kimya öğrenimi gören ağabeyi ile birlikte Avrupa'ya gitti ve orada tedavi görürken Profesör Ha-bermann'ın keman ve kompozisyon öğrencisi oldu. Ailesinin ısrarla klasik müziğe yönlendirdiği Necip Celal, önceleri hafif müzik parçaları besteledi. İlk iki eseri "Sarı Yapıncak" ve "Daktilo" adlı iki fokstrottu. Sözlerini Necdet Rüştü Efe'nin yazdığı bu iki parçadan sonra ilk Türk tangosu olarak kabul edilen "Mazr'yi besteledi (1928). Yitirilen bir aşkın anısı için bestelediği bu tangoyu hemen hepsi beğenilen öteki eserleri izledi: 11 tango, liedler, viyolonsel sonatı, viyolonsel konçertosu, keman konçertosu, obua konçertosu, marş vb. Günlerini Sultanahmet ve İstinye'deki evlerinde İstanbul'un artık göremediği ama gönlünde hissettiği güzelliklerinden aldığı esinle dopdolu olarak geçiren Necip Celal'in istanbul sevgisi müziğinde ve tangoları için yazdığı dizelerde belirginleşir. Necip Celal'in en güzel tangolarından biri de Alman film yıldızı Evelin Hold'a adadığı "Özleyiş" adlı tangodur. Sanatçının tangoları bütün Türkiye'de çalınıp söylendiği gibi bazdan Avrupa radyolarında da seslendirildi. Son yazdığı üç tango dışında bütün tangoları Seyyan Hanım tarafından plağa okundu. "Ayrılık", "Suna", "Kimse Sevgimi Bilmez", "Yıllar", "Günler", "Bir An için" çok tanınmış tangolarından bazılarıdır. Plağa okunmayan, sözlerini de kendisinin yazdığı son üç tangosu "Benim Şarkım", "Damla Damla" "Geçmiş Zaman" adlarını taşır.
Hemen her çeşit müzik aletini çalabilen ve müziğin çeşitli türlerindeki bestecilik çalışmalarını ömrünün sonuna kadar sürdüren Necip Celal'in öteki eserleri arasında "Fenerbahçe Marşı" ile Atatürk'e adadığı "Yalova" adlı bir parça anılabilir.
Soyadı Kanunu'nun çıkarılmasından sonra Yahya Kemal Beyatlı tarafından
aileye ant içen el anlamında önerilen ve kabul edilen ANDEL soyadı, zamanla, fonetik kolaylık için ANTEL'e dönüşmüşse de Necip Celal bütün yaşamı boyunca soyadını ilk haliyle ve ANDEL olarak kullanmıştır.
FEHMİ AKGÜN
ANTEMİOS
(5. yy) Muhtemelen Mısır asıllı soylu ailelerden birine mensup yüksek düzeyde devlet görevlisi. Arkadios(->) ve II. Teodosios'un(->) imparatorlukları döneminde önce magister officiorum (404), sonra praefectus praetorio (405-414) olarak hizmet gördü. 404'te İoannes Hrisostomos'un(->) Konstantinopolis patrikliği görevinden alınmasında rol oynamış olması muhtemeldir. Bu tarihten iki yıl sonra, Peygamber Samuel'e ait kutsal emanetler Konstantinopolis'e onun refakatinde getirildi. Antemios, praefectus praetorio görevinin yetkileri dahilinde, başkentin iaşesini yeniden düzenledi ve şehir surlarını onarttı; onarım işleminin 4 Nisan 4l3'te tamamlandığı bilinmektedir. Çocuk imparator II. Teodosios'un hükümdarlığının ilk altı yılı boyunca devlet idaresini fiili olarak elinde tutan Antemios, imparatorun ablası Pulheria'mn(->) 4l4'te hâkimiyeti ele geçirmesinin hemen ardından görevinden alındı ve gücünü kaybetti. Pul-heria onun yerine Aurelianos isimli bir başka kişiyi atadı.
Ancak Antemios'un ailesi başkentteki nüfuzunu sürdürmüş olmalıdır ki, kendisiyle aynı adı taşıyan torunu 454'te Bizans tahtına aday olmuştur. I. Leon (hd 457-474) tarafından kayzerliğe yükseltilen torun Antemios, nihayet 467-472 arasında, fakat imparatorluğun doğu değil batı kesiminde hükümdarlık yapmış ve Roma'da ölmüştür.
Bibi. R. Martindale (haz.), The Prosopog-raphy of the Later Roman Empire, c. 2, Cambridge, 1980, s. 93-98.
NEVRA NECİPOĞLU
ANTEMİOS (Tralles'li)
(6. yy) Ayasofya'nın 6. yy'da yapımında çalışmış iki mimardan biri olarak bilinen Antemios'un (Anthemios) hayatı hakkında yeterli bilgi elde edilememiştir.
Batı Anadolu'da Tralles'li (Aydın) olduğu ve çağının tanınmış bir ailesinden geldiği bilinir. Kardeşlerinden biri de o yüzyılın ünlü hekimlerinden biri olarak isim yapmıştır. Tralles'li Antemios, 532'de Nika ayaklanmasında yanan Ayasofya'nın I. İustinianos tarafından yeniden, değişik ve iddialı bir mimari projeye göre yapılmasında Miletos'lu (Söke yakınında) İsidoros ile birlikte çalışmıştır. Her iki mimarın da Batı Anadolu'dan oluşu, yapı sanatında Anadolu'nun yaratıcı gücünü gösterir.
Ayasofya gibi bir yapının meydana getirilmesinde, göz önünde tutulması geren statik bilgilere sahip olduğuna göre, Antemios'un çağına göre bir mü-
hendis-mimar kabiliyetinde olduğu anlaşılır. I. İustinianos dönemine (527-565) dair bir tarih yazan Myrina'lı Agati-as onun üstün matematik bilgisine sahip olduğunu, kardeşleri Metrodoros'un kuvvetli bir matematik bilgini, Olynıpi-os'un tanınmış bir hukukçu, Dioskoros ve Aleksandros'un ise şöhretli hekimler olduğuna işaretle, "analarının böyle evlatlara sahip olmasıyla iftihar etmesi gerektiğini" yazar. Bunlardan Dioskoros Tralles'te kalarak mesleğini burada sürdürmüş, Aleksandros ise Roma'ya giderek, yerleşmiştir. Metrodoros ile Antemios'un şöhretlerinin yayılması üzerine imparator onları Byzantion'a çağırmış ve burada bilgilerini ortaya koyduktan başka "başka yerlerdeki birçok binayı inşa etmişlerdir". Antemios hakkında başka bir bilgi edinilemediği gibi diğer yapıları da tespit olunamamıştır.
Bibi. F. W. Unger, Quellen der Byzantinisch-
en Kunstgeschichte, I, Viyana, 1878, s. 45-46.
SEMAVİ EYİCE
ANTİKACILIK
Değerli ve eski eser satıcılığı, istanbul'a özgü antikacılık temelde, kuyumculuk işleri başta olmak üzere Doğu el sanatları ürünlerine dayalıdır. Koleksiyonculuk ve antika merakının giderek daha geniş alanlara yönelmesiyle etnografik ve arkeolojik eserler 19.yy'dan beri İstanbul antika pazarında yer almıştır.
Eski dönemlerde İstanbul'da "antikacı" denen satıcılar ve bir esnaf zümresi yoktu. Buna karşılık Kapalıçarşı'da özellikle de Cevahir Bedesteni'nde faaliyet gösteren mücevherciler, silahçılar, billurcular, kutucular, sedefçiler, alanlarıyla ilgili ya da elden düşme antika parçaları pazarlamaktaydılar. Evliya Çelebi, Seyahatname'de "Esnaf-ı bezazis-tan-ı atik" başlığı altında İç (Cevahir) Bedesten'deki esnafla ilgili bilgiler verir. Burasının güvenlikli oluşunu, kapı ve percerelerin demir kapaklı olduğunu, akşamları pasbanların (bekçi) kubbelerin çevresinde dolaşıp kapakları kapattıklarını, dört sokakta 600 dolap-dükkân bulunduğunu, murassa ve mücevherat eşyanın ortada bırakılsa bile çalınmasının olanaksızlığım vb anlatır.
Antikacılığın İstanbul'da gelişiminde, Bizans geleneklerinin ne ölçüde etkili olduğu konusunda bilgiler yoktur. Buna karşılık 16. yy'da, Batı'da ve Doğu'da pek çok ülkeyi kapsayan sefer ve fetihlerin, elde edilen ganimet mallarıyla İstanbul'u bir antika hazinesi durumuna getirdiği ve başta Cevahir Bedesteni esnafı olmak üzere başka zümrelerin de bunların alım satımına yöneldikleri anlaşılmaktadır. Saray ve Darphane hazinelerinde her yıl yapılan genel ayıklama ve düşüm işlemlerinde de pek çok değerli parçanın müzayede yoluyla İstanbul piyasasına devredildiği bilinmektedir.
İstanbul'un bir antika pazarı oluşunda, Ehl-i Hıref-i Hassa denen ve saraya bağlı bir sanatkârlar örgütü olarak çalı-
şan eski ustaların da rolü vardır. Bu sanatkârların, içinde ve çevresinde yerleştikleri Kapalıçarşı ise yeni üretilen fakat değerli olan parçalarla birlikte kıymetli eski eşyanın da pazarı olmuştur. Bu açıdan Kapalıçarşı, yüzyıllar boyunca Avrupa'nın, Anadolu'nun ve Ortadoğu'nun en zengin antika pazarı olma özelliğini korudu.
Osmanlı yönetiminin, İstanbul'a gelen tüketim maddelerinin ve iaşenin ihracını önleme konusundaki duyarlılığı, antika vb eşya, araç gereç için, son dönemlere kadar söz konusu değildi. 1582'de İstanbul'a gelen İngiliz gezgin-diplomat John Sanderson, bedestenleri kentin en önemli ticaret merkezi olarak tanımlanmıştır. Dükkânlarda çok ender rastlanan mallar, paha biçilmez mücevherler, inciler, samurlar, kumaşlar, yabancı taşlarla süslü palalar ve kılıçlar, ok ve yaylar, kalkanlar bulunduğunu anlatır. 17. yy'da İstanbul'a gelen yabancılar, efsanevi bir yer olarak düşledikleri Kapalıçarşı'ya mutlaka uğramakta, ilgilerini çeken parçalan, Nişabur firuzelerini, Arap mızraklarım, Bahreyn incilerini, Golkonda elmaslarını, Afgan ve Hint şallarını, Çin ve Rodos porselenlerini, eski çağlara ait paraları almakta ve ülkelerine götürmekte; çarşıda üretilen ve işlenen kutni ve kemha kumaşlara, pahalı kürklere de müşteri olmaktaydılar.
Çarşı içinde en zengin zümreyi oluşturan mücevherciler ya da bedesten ha-cegileri, dükkânlarında göz kamaştırıcı bir sergileme yapmayarak, salt neler alıp sattıkları konusunda fikir veren örnek parçaları, seyyar camekânlarına, raflara, önlerindeki tezgâh görevi yapan açık kepengin üstüne koyarlardı. Müşteriyle ilgilenmezler, ancak o bir şey sorar veya isterse, bazen dünyanın en eşsiz parçalarından birini çıkartıp önüne koyabilirlerdi. Buna karşılık kentte sık sık yinelenen şenliklerde, çarşıdaki süsleme kampanyasına bunlar da katılırlar ve dolap denen dükkânlarının içini dışını mücevherler, antika ziynet eşyaları, murassa hançerler, eyerler vb ile donatırlardı.
Antikacılığın Kapalıçarşı'da ve özellikle de İç Bedesten'de odaklanışında burasının yangına ve depreme karşı da güvenlikli oluşu etkiliydi. İstanbul'un sık sık geçirdiği yangınlar ve depremler pek çok yeri yok ederken bundan en az zarar gören yer Kapalıçarşı'ydı. Kentte yaşanan ayaklanmalarda da çarşı, soygun ve -yağma olasılığına karşı çok sağlam bir koruma yapısına ve güvenlik önlemlerine sahipti. Bununla birlikte 1695, 1701, 1750 yangınları, 1894 depremi, 1687'deki ayaklanma Kapalıçar-şı'yı, dolayısıyla da buradaki antikacıları olumsuz yönde etkiledi. 1687'deki ayaklanmada buraya saldıran yeniçeriler, İç Bedesten'de bir dolabı yağma edince tüm çarşı esnafı, dolap sahibinin açtığı bayrak altında toplanarak karşı eyleme geçmiş ve saraya yürümüşlerdi. Sonuçta, bedesten soyguncusu yeniçeriler yakalanıp idam edilmişlerdi.
ANTİKACILIK
278
279
ANTİKACILIK
vb) kandil zarfları, sedef kakmalı Kuran ve sakal-ı şerif mahfazaları, bunların bağa, fildişi işlemeli, altlıkları ajur süsle-meli olanları, Trabzon kemerleri, Van işi savatlı tabakalar, Tokat bakırı evani, Beykoz işi cam eşya, yaldız pullu şişeler, süt beyaz, mine rengi opalin şekerlikler, sürahiler, lacivert ve kırmızı camdan kandiller, laledanlar, bardaklar, kupa ve kâseler, fincanlar, ibrikler, aşurelikler, gülabdanlar, çeşmibülbüller, kuşlar (güvercin ve kumru), tabaklar, daldırmalar, kadehler, tuzluk, şekerlik, yumurtalık, karlıklar, nargileler, hokkalar, mühreler, mataralar, avizeler, askı topları, duvar, koyun saatleri, sandıklı saatler, sedef işli çekmeceler, rahleler, gümüş, altın, billur, çini kupalar, Osmanlı silahları, Edirnekâri çekmeceler, halkâri billur kutular, minekâri kutu ve çekmeceler, kuburlar, sadaklar, som veya geçme türlü ağızlıklar, Venedik işi gümüş el ve minder aynaları, Tophane işi lüleler, yazı takımları, sürahiler, ibrikler ve askılar, bağa, fildişi işlemeli kutular ve çekmeceler, hamam lalinleri, madeni hamam tasları, sabunluk ve killikler, tel-kırma, İstanbul işi, sırma işlemeli hamam takımları, günlük yaşamla ilgili fakat antika değerindeki bağa hoşaf kaşıkları, mercan saplı kaşıklar, billur kâ-
No. 24 .Constantinople - Antiquaire
1930'Iu yıllarda Kapalıçarşı'da bir antikacı dükkânı. Gökhan Akçura arşivi
16. yy'ın sonlarına doğru, antika eşya ticaretiyle uğraşan esnafla ilgili bazı hükümlerin çıkarıldığı tespit edilmektedir. Bunlardan biri 1573 yılına ait olup bedestende, esnaf ile tellalların anlaşıp hilelere başvurduklarına ve gelen eşyayı değerinden çok ucuza alıp sonra yüksek fiyatla sattıklarına ilişkindir. Bu konuda bedesten kethüdasının uyarıldığı görülmektedir. Yine aynı yıllarda, kimi esnafın damgasız gümüş evani ya da sahte şeyler sattıkları saptanmış ve bu tür suçları işleyenlerin hapsolunacakları bildirilmiştir. Yine bedesten hacegileri, kol-tukçu ve oturakçı denen esnafı aracı edinerek terekelerden ya da paraya sıkışanlardan pek ucuza mal kapatıp sonra kendi aralarında çıkışma denen yöntemle kazanç paylaşımı yapmaktaydılar. Bundan dolayı 19. yy ortalarına doğru suçlanmışlar ve birbirlerine müteselsil kefil olmuşlardı. 1582'de ise bir dilekçeyle saraya başvuran bedesten esnafı, vakıf sandığına yüksek bedeller ödeyerek tasarruf hakkını elde ettikleri dolaplarının, ölümlerinden sonra varislerine verilmeyip başkalarına kiralandığını, bu yüzden çoluk çocuklarının perişan oldu-
ğunu bildirdiklerinden istanbul kadısına ve Ayasofya mütevellisine hüküm yazılarak ölen esnafın tasarrufundaki dolabın varislerine verilmesi duyurulmuştur. Bedestendeki dolap denen, mücevheratla birlikte nadir ve yüksek değerli antikaların da satıldığı küçük dükkânlar ilginçti. Buralarda dükkân sahipleri salt kendi mallarını muhafaza etmez, belli bir saklama ücreti karşılığında çarşı içinden ve dışından varlıklıların da kıymetli öteberilerini, paralarını saklarlardı. İstanbullu zengin ailelerin bedestende bir dolap sahibiyle mutlaka bu tür bir ilişkisi vardı. Bu açıdan bedesten, tüm kentteki antikaların büyük bir bölümünün deposu durumundaydı. İç Bedesten'de 44 mahzen ve bunların önünde de dolap denen dükkânlar vardı. Mahzenler birer kasa odası durumundaydı. Diğer esnaf gibi antika alım satımı yapanlar da sandıklarını, camekânlarını, satmak istedikleri eşyayı, dolap raflarına, oturdukları tezgâhın çevresine yerleştirirler, akşam toplarlardı. Dolap sisteminde dükkânlar bedestenin dışında, Kapahçar-şı'nın başka yerlerinde de bulunuyordu. Bunların aşağıya ve yukarıya açılan iki
kanatlı kepenkleri, eşya teşhirinde işe yaramaktaydı. Eski eser alıp satanlar, önlerindeki, yanlarındaki kutulara, ca-mekânlara, raflara ve rahlelere porselen, fağfur, ayna, billur, lamba, şamdan, mangal, her çeşit eşyayı, .Venedik kristallerini, bindallıları, şalları, halı seccadeleri yerleştirirler, silahları, hançerleri asarlardı. Çarşının loş ortamında bunlar, olduklarından daha farklı gözükür, ilgi uyandırırdı. Sandal Bedesteni ise daha çok değerli kumaşların, giyim eşyasının pazarlandığı bir yer olmakla birlikte burada da antika alım satımı yapılıyordu. İstanbullu hanımlar, sokağa ve çarşıya çıkabilme iznine bağlı olarak en çok buraya gelmekte, bazen eski bir şey satmakta, bazen da alıcı olmaktaydılar.
Her köşe bucağı ile bir antika pazarı olan Kapalıçarşı ile Cevahir ve Sandal bedestenleri için Miss Julie Pardoe, "Avrupalıların binbir gece rüyası" deyimini kullanmıştır. Pardoe, bu çarşının, pazar-lanan değerli eserler bakımından, Ala-eddin'in sihirli lambası gibi ışıklar saçtığını yazar. İç Bedesten'i, Sandal Bedes-teni'ni ve Galata'daki daha eskiden mevcut olan ve benzeri şeylerin satıldı-
ğı kapalıçarşıyı tanımlar. Galata'daki bedestenle ilgili 22 Aralık 1585 tarihli bir belge önemlidir. Bu belgede, Galata ci-hetindeki aşırı gereksinim dikkate alınarak 20 kubbeli ve Bizans yapısı olan eski bir binanın onarılıp 55 dolaplı bir bedesten durumuna getirilmesi ve Ayasofya vakfına bu yoldan yeni bir gelir kaynağı sağlanması açıklanmaktadır. Kuşkusuz Galata Bedesteni'nde İstanbul ci-hetindeki antikacıların rağbet etmedikleri, daha çok gayrimüslimleri ilgilendiren ikonalar, tablolar, Hıristiyanlıkla alakalı eşya ve simgeler satılıyordu.
Bedestenlerde antika değerinde kitapların satıldığını ise 1672-1673 yıllarında buralardan hayli yazma eser alan An-tonie Galland anlatmaktadır. Galland, aldığı yazmalar arasında Hasan Çelebi'nin Tezkiretü'ş-Şuara'sı ile Lâmîî'nin Ceva-miü'l-ffikâyafmı da zikreder. Tarih bilgileri, yangın tehlikesi nedeniyle sahafların yüzyıllar boyunca Kapalıçarşı içinde ve bedesten civarında iş yaptıklarını doğrulamaktadır. Dolayısıyla İstanbul'a gelen yabancılar, gerek sahaflardan gerekse bedestenlerdeki antikacılardan nadir yazmaları, hatları, levhaları da almaktaydılar. Sahafların kitap alma ve satmalarının da yine bedesten esnafının alım satım gelenekleriyle aynı olduğu anlaşılmaktadır. Birer dolaba sahip olan sahaflar, antika değerindeki kitaplarını ortada bulundurmayarak uygun müşterisinin çıkmasını beklerlerdi. Bunlar, yeni kitap alımında ise tellalın o dolaptan ötekine dolaştırdığı sahafiye işi kitabı dikkatle incelerler, uzmanlarına danışırlar ve ona göre artırırlardı. Sahafların Kapalıçar-şı'dan dışarıya çıkıp şimdiki yerlerine (eski Hakkâklar Çarşısı) geçmeleri 19. yy'ın sonlarında başlamıştır.
İstanbul antikacılığının bir uzantısı ise Sultanahmet Arastası idi. Buradaki silahçılar aslında birer antikacıydı. Ed-mondo de Amicis, burayı anlatırken parlatılarak boy boy sıralanmış olan korkunç silahların, Türk, Macar, Arap kılıçlarının, kabzaları mücevherli, altın işlemeli tüfeklerin, piştov ve tabancaların, meşin kılıflı hançerlerin uyandırdığı duyguları dile getirir. Sedef, agat, sapları firuzelerle bezemeli simli kamaları, altın ve inci işlemeli eyerleri, at başlarına mahsus tombak zereleri, gümüş gemleri, haşaları, fitilli tüfekleri, Arnavut tabancalarını, baştan başa mücevher gibi işlenmiş uzun Arap tüfeklerini, türlü derilerden yapılma antik kalkanları, Çerkez ve Kazak zırhlarını, yayları, cellat palalarını... betimler. Satıcıları ise bağdaş kurmuş, yaşlı, zayıf, yüzleri gülmeyen insanlar olarak tanımlar. Gazeteci Mery (19. yy) silahçıların, İngiliz koleksiyoncuları ile antika meraklılarının istilasına uğradığını yazar. Birçok parçanın, Justinyan zırhı, son yeniçeriye ait kuka, III. Murad'ın hançeri vb yutturmalarla lortlara nasıl pazarlandığım hikâye eder. Antika fiyatları konusunda bilgiler veren gezgin Fellows'a (19. yy) göre ise antika silah ve öteberinin satıl-
dığı Sultanahmet Arastası müşteri açısından tenhadır.
Eski birçok resim ve gravürün delaletiyle Kapalıçarşı'da ve Mısır Çarşı-sı'nda seyyar antikacıların dolaştığı da biliniyor. Bunlar, omuzlarına attıkları şallar, ağır kumaşlar, boyunlarına geçirdikleri yay kirişleri, kılıçlar, kuşaklarına doldurdukları piştovlar, hançerler, kollarındaki dizilerle tespih, çubuk vb ile dolaşmakta ve ayaküstü pazarlıkla antika alıp satmaktaydılar.
Fakat, 19. yy ortalarına gelinceye değin İstanbul antikacılarının ev eşyası türünden parçalarla ilgilenmedikleri, toprak altından çıkan arkeolojik objeleri de türlü inanç kaygıları ve sakıncalar yüzünden alım satım konusu yapmadıkları anlaşılıyor. Saray çıkışlı bile olsa mobilya türü eşyanın bitpazarlarına gittiği ve çoğu zaman da antika fiyatlarıyla oran-lanamayacak düzeyde ucuza satıldığı veya en iyilerinin Sandal Bedesteni'nde, dışarıdaki mezat yerlerinde müzayedeye çıkarıldığı sanılıyor. Bu açıdan, eski İstanbul antikacılarının, deyimin anlamına uygun olarak yükte hafif pahada ağır nesnelerle uğraştıkları söylenebilir. Bakır, pirinç, gümüş, altın evani (mangal, güğüm, tepsi, fincan zarfı, gülabdan, buhurdan, fiske, şamdan semaver
Geçen yüzyılda
Kapalıçarşı'daki
bir antikacı
dükkânını
betimleyen
kartpostal.
Turhan Baytop
koleksiyonu
Dostları ilə paylaş: |