Bibi. Ayvansarayî, Hadîka, II, 46-47; M. Ziya, Yenikapı Mevlevihanesi, İst., ty, s. 84; M. Balta, "istanbul'da Açık Türbeler", (istanbul Üniversitesi Edebiyat Fak. Türk islâm Sanatı Anabilim Dalı basılmamış lisans tezi), ist., 1981, s. 33.
M. BAHA TANMAN
Aşçıbaşı
Camii'nin
batıdan
görünümü.
Ahmet Vefa
Çobanoğlu,
1993
AŞÇIBAŞI CAMÜ
Eyüp, Nişancı Mustafapaşa Mahalle-si'nde Aşhane Sokağı ile Aşçıbaşı Camii Sokağı'nın kesiştiği köşede yer alır.
Ayvansarayî'ye göre yapının banisi Aşçıbaşı Mehmed Ağa olup mihrabın önünde gömülüdür. Vakfiyesi 999/1589 tarihlidir. Çeşitli tamirlerle günümüze ulaşan yapı bugün, aralarda tuğla hatılları olan moloz taş duvar örgüsüne sahiptir. Mihraba dik, dikdörtgen bir plan arz eden yapı içten ahşap tavan, dıştan ise dört tarafa meyilli kiremit çatı ile örtülmüştür. Çatının altındaki bir sıra kirpi saçaktan sonra tuğlaların dekoratif yerleştirilmesi ile hareketli bir kuşak elde edilmiş olup bütün yapıyı çepeçevre dolanır. Kuzeydeki kapının üzeri konsollara oturan genişçe bir basık kemer şeklinde olup üzeri kirpi saçaklı sundurma gibi düzenlenmiştir. Bunun üzerinde ise tuğladan yuvarlak kemerli sağır bir pencere yer alır. Yine tuğladan yuvarlak kemerli yüksek pencere açıklıklarına sahip yapıda içte bir son cemaat yeri vardır. Asıl harim mekânı kare planlı olup son cemaat yerinin üstünde ahşap korkuluk-lu bir mahfil bulunmaktadır.
Dıştan dikdörtgen çıkıntı yapan mihrap, içten derin yarım yuvarlak bir niş şeklinde düzenlenmiştir. Mihrap nişi önünde köşelerde birer kaideye oturan yivli ahşap sütunçeler bulunmaktadır. Aşağıdan yukarıya hafifçe daralan bu sütunçeler üstte yine ahşap bir lento ile birbirlerine bağlanmıştır. Sade ahşap bir minberi bulunan camide mihrap nişi, duvar yüzeyleri ve pencere içleri tamamen geç devir kalem işleri ile süslenmiş-
tir. Harap durumda olan kalem işlerinde kiremit renkli çerçeveler içinde "C" ve "S" kıvrımlı sarı, kirli sarı renklerde bitkisel motifli süslemeler görülür. Pencerelerin alt hizasına kadar duvar yüzeyleri son yıllarda fayanslarla kaplanmıştır.
Cami hariminin kuzeybatı köşesinde dışa taşkın bir minare yer almaktadır. Bir sıra düzgün kesme küfeki taş, iki sıra tuğla ile almaşık örgülü kare kaide üzerinde geçiş bölgesindeki üçgenlerin biri taş, biri tuğla olarak ele alınmıştır. Kaval silmeden sonra sıvalı olan yuvarlak minare gövdesi tekrar kaval silme ile oval hareketli taş şerefeye kadar uzanır. Şerefede korkuluklar demir parmaklıklı olup yine sıvalı olan pabuç bölümünden sonra iri alem şeklindeki taş külah ile minare son bulur.
Caminin doğu tarafında sokak köşesinde uygun bir şekilde yer alan çevre duvarı üzerindeki mermer kaplamalı çeşme son yıllarda yapılmıştır. Bugün yapının mihrabı önünde ve batı tarafında toprağa gömülü olarak birkaç tane mezar taşı bulunmaktadır. Bibi. Ayvansarayî, Hadîka, I, 124; ISTA, II, 1337; Öz, İstanbul Camileri, I, 24.
AHMET VEFA ÇOBANOĞLU
AŞENl, AHMED FETGERİ
(1886, istanbul - 1966, Gölcük) Spor adamı. Beşiktaş Jimnastik Kulübü'nün kurucularındandır. Spora Mekteb-i Bahriye (Deniz Harp Okulu) öğrencisiyken başladı. Güreş ve aletli jimnastikle meş-gul oldu. 1903'te arkadaşlarıyla birlikte Beşiktaş Jimnastik Kulübü'nün kurulmasına katıldı. Türk sporunun en başarılı
ÂŞIK, CEMAL
361
ÂŞIK EDEBİYATI
yöneticilerinden biri olarak tanındı. 1923'te, Türk sporunun ilk örgütü Türkiye İdman Cemiyetleri İttifakı'nın kurucuları arasında yer aldı. 1923'te teşekkül eden ilk Güreş Federasyonu'nün da başkanı oldu. 1924'te Atletizm Federasyonu başkanlığı görevine getirildiyse de bir yıl sonra tekrar Güreş Federasyonu başkanlığına döndü. 1937'ye kadar bu görevi sürdürdü. 1924 Paris, 1928 Amster-dam ve 1936 Berlin Olimpiyat Oyunla-rı'na katılan Türk sporcu kafilelerine yönetici sıfatıyla katıldı. Kardeşi Mehmet Ali Fetgeri de mükemmel bir jimnastikçi ve halterci idi. Kızı Suat Fetgeri Tarı'yı da sporcu olarak yetiştirdi. Suat Hanım, Türkiye'nin ilk bayan eskrim şampiyonlarından biri olarak kendini gösterdi. 1936 Berlin Olimpiyat Oyunları'nda Ah-med Fetgeri Aşeni yönetici, kızı Suat Fetgeri de eskrimci olarak Türkiye'yi temsil ettiler. Deniz albaylığından emekli olduktan sonra Gölcük'e yerleşerek ömrünün son yıllarını orada geçirdi.
CEM ATABEYOĞLU
ÂŞIK, CEMAL
(yak. 1875, istanbul - ?, ?) Tektelli Âşık Cemal diye de tanınan, kalender-meş-rep, nüktedan, yan meczup halk şairi.
Evkaf Başmümeyyizi Trabzonlu Kambur Mustafa Bey'in oğludur. Babasını küçük yaşta kaybedip üvey ana baba elinde büyüdüğü için öğrenim göremedi. Genç yaşta Kocamustafapaşa'daki Ramazan Efendi Dergâhı'na kapılandı.
1874'te baba dostu Selanik Evkaf Muhasebecisi Ahmed Fahreddin Bey'in kızıyla evlendi ve Selanik'e gitti. Burada okumasını isteyen kayınpederinin ısrarı üzerine okula yazıldı, ama İstanbul'da kazandığı tekkelere devam etme alışkanlığını sürdürdüğü ve bu arada. esrara da alıştığı için aile düzeni bozuldu. Eşini ve küçük çocuğunu terk ederek İstanbul'a döndü, babasından kalan mirası da yiyip bitirerek bir tekkeye yerleşti. Esrar tiryakiliğini ilerleten, içki içmeye başlayan Âşık Cemal, şeyhinin Silivri Kapısı dışında bulunan Tepe-bağ'daki köşkünde Mazhar Bey adlı birinin hediye ettiği beş telli sazın dört telini çıkararak tek telli sazla âşıklığa başladı. Sazını tek telli hale getirmesini "Gönül bir, dost bir, Allah bir" sözüyle açıklayan, İstanbul sokaklarında dolaşarak ölçüsüz, kafiyesiz ama yer yer ince nükte ve buluşlar içeren şiirler söyleyen âşık, I. Dünya Savaşı'nm başlangıcında Bandırma, Bursa, Eskişehir, Ankara yoluyla Amasya'ya gitmiş ve mutasarrıfın huzurunda tek telli sazı ile "Arş ileri" marşını çalarak herkesi hayrette bırakmıştı. Amasya Seyahatnamesi (1926) adıyla yayımladığı kitapçıkta beş sayısının uğurlu rastlantılarıyla ilgili pek çok ortak noktayı dile getirmiştir. Kitapçığın sonuna eklediği uzun bir şiir, Seyrandayım bîkarar böyle haylice zamandır / Şu tek teli dinlemeyen buna asla inanmaz / Çalan Âşık Cemal am-
I
Âşık Cemal
Amasya Seyahatnamesi'nin kapağı, 1926 M. Sabri Koz koleksiyonu
ma çaldıran aşk-ı vatandır, dizeleriyle bitirmiştir.
Bastırdığı "Tek Telli Saz Şairi Âşık Cemal" levhasını göğsüne asarak İstanbul'u dolaşır, kendisine ilgi gösterenlere ya da tanıdıklarına şiirsel sözler söyleyerek takılır, tek^telli sazı ile gösteri yapardı. 1934'te "Âşık" soyadını almıştır. Ne zaman öldüğü bilinmemekle birlikte İstanbul Ansiklopedisi 'ne Hakkı Göktürk tarafından yazılan biyografisinden 1940'lı yıllarda sağ olduğu anlaşılmaktadır. Bibi. Hakkı Göktürk, "Aşık (Tek Telli Sazşa-iri Cemal)", İSTA, III, 1728-1729; M. Aksel, "Tek Telli Sazşairi Âşık Cemâl", istanbul'un Ortası, Ankara, 1977, 165-169.
İSTANBUL
ÂŞIK EDEBİYATI
16. yy'dan itibaren Osmanlı İmparator-luğu'nun dört bir yanında başta İstanbul olmak üzere büyük şehir ve kasabalarda, köylerde ve göçebe topluluklarda, yeniçeri, sipahi vb askeri ocaklarda, Kuzey Afrika'da yerleşen Garp Ocakla-rı'ndaki Türk denizcileri arasında yetişen âşıklar, birer sanatçı olarak yeteneklerine göre halk arasında rağbet kazanmışlardır.
İstanbul, daha 17. yy'da Âşık, Kâtibî, Kuloğlu ve Kayıkçı Kul Mustafa gibi ünlü âşıkların yaşadığı bir şehir haline gelmişti. Bunlardan Yeniçeri Ocağı'na mensup olanlar birçok sefere katılmışlar, şiirlerinde savaşların sıkıntılarından, zaferlerin sevinç ve şenliklerinden söz etmişlerdir.
Evliya Çelebi Seyahatname'de İstanbul'da çöğür çalmada usta saz şairlerini anarak şöhretlerinin yaygın olduğundan söz eder. IV. Murad'ın, âşıklara büyük ilgi göstermesi ve Bağdat Seferi'ne (1638-1639) çıkarken orduya çok sayıda âşık alması bu seferle ilgili pek çok destan söylenmesine yol açmıştır. Bu âşıklardan Âşık, IV. Murad'ın musahibi iken öldürülen Musa Çelebi için padişah ağzından bir "mersiye" söylemiş, padişah da bu mersiye için bir nazire yazmıştır. Âşık'ın hayatı hakkında ayrıntılı bilgi yoksa da asker olduğu, savaşlara katıldığı kesindir.
Bu dönem âşıklarından Kâtibî'nin de padişahın yakınları arasında yer aldığı, yeniçeri olduğu, Bağdat Seferi'ne katıldığı, seferle ve padişahla ilgili şiirler söylediği biliniyor.
Kuloğlu da İstanbul'da bulunmuş, padişahın yakınları arasında yer almış yeniçeri âşıklarındandır. IV. Murad'ın ölümüne (1640), İstanbul'da yaşayan diğer âşıklar gibi Kuloğlu da ağıt söylemiş, devrinin bazı siyasal olaylarına da karışmıştır.
Kayıkçı Kul Mustafa da ordu mensubu âşıklardandır. Gençliğinde denizcilikle uğraştığı, IV. Murad'ın Bağdat Seferi üzerine destan söylediği biliniyor. Bu sefer sırasında yararlıklar gösteren Genç Osman adlı bir yeniçeri için yazdığı destan büyük bir yaygınlık kazanmıştır. Kul Mustafa da arkadaşları gibi İstanbul'da yaşamış ve padişahın yakınları arasında yer almıştır.
Koroğlu, II. Osman'ın öldürülmesi olayına adı karışan yeniçeri âşıklarındandır. IV. Murad döneminde hapsedilmiştir; daha sonra da idam edilmiş olabileceği tahmin edilmektedir.
IV. Mehmed döneminde de (1648-1687) padişaha yakınlıkları olan âşıklar, gerçekleştirilen seferler için destanlar söylemiş, asker ve halk arasındaki şöhretlerini devam ettirmişlerdir.
Bu dönemin İstanbullu âşıklarından Üsküdarî, Köprülü Fazıl Ahmed Pa-şa'nın Uyvar Kalesi'ni zaptıyla (1663) ilgili bir destan söylemiştir.
1660'taki büyük İstanbul yangınıyla ilgili olarak iki bölümden oluşan bir destan söyleyen Aznavuroğlu da İstanbul'da yaşamış Türkçe şiirler söyleyen Ermeni aşuğlardandır.
Uzun yıllar taşra hizmetlerinde bulunduktan sonra hayatının son yıllarını İstanbul'da geçiren Âşık Ömer(-+), gerek İstanbul'dayken, gerekse İstanbul dışındayken bu şehre karşı derin bir sevgi ve özlem duymuştur. Âşık Ömer'in, İstanbul için söylediği destan ise şehrin kapıları, bazı semtleri ve özellikleri bakımından oldukça ilginçtir.
Ali Ufkî'nin(->) bu yüzyılda İstanbul'da hazırladığı Mecmua-i Saz ü Sö'z'de, 16. ve 17. yy'larda yaşamış birçok âşık tanıtıldığı gibi bilinen âşıkların yeni şiirlerine de yer verilmiştir.
İstanbul'la ilgili bir âşık olmamakla birlikte Gevherî'nin Kırım hanlarından I.
Selim Giray'ın 1100/l688-89'da İstanbul'a gelişiyle ilgili bir destanı vardır. Bu destanda hanın İstanbul'da nasıl karşılandığı, gördüğü izzet ve ikram saygılı bir dille anlatılmaktadır.
17. yy sonlan ile 18. yy başlarında İs
tanbul'da daha çok nakkaşlığı ile tanın
mış olan Levnî(->) aynı zamanda güzel
destanlar söylemiş bir âşık olarak da bi
linir. 18. yy âşıklarından Abdî(-0 de
aruz ve hece ile söylediği şiirlerde İs
tanbul'dan ve bu şehre duyduğu sevgi
ve özlemden söz eder.
18. yy'da âşık edebiyatı bakımından
İstanbul'da büyük isimler görülmemek
le birlikte şiirlerinde şehrin çeşitli yön
lerinden ve bazı tarihsel olaylardan söz
eden birçok âşık vardır. Bağdatlı oldu
ğu ya da uzun bir süre burada yaşadığı
tahmin olunan Âşık Bağdadî, Topkapı
Sarayı ile III. Selim hakkında şiirler söy
lemiştir. Bağdadî, yayımlanmış iki koş
ma ve bir semaisinde Topkapı Sarayı
Hazine Dairesi'nden söz etmekte, padi
şahı bizzat görüp ayağına yüzünü sür
düğünü, karşısında el bağlayıp divan
durduğunu ifade etmektedir.
Konyalı olduğu sanılan ve Kabakçı Mustafa Ayaklanması(->) ile ilgili bir destan söyleyen Nigârî, isyancılardan yana olduğunu, ıslahatçıları ve ıslahatları sevmediğini dile getirmiş, III. Selim'in yerine tahta geçen IV. Mustafa'yı övmüştür.
Anadolulu âşıklar arasında İstanbul'a uğramak, kazanç ve şöhret sahibi olmak için gerekli görülürdü. Bu yüzden gezici âşıkların 18. yy'm sonlarından itibaren İstanbul'a uğradıkları saptanmıştır.
Konyalı Şem'î (1783-1839) 18. yy sonlarıyla 19. yy'm ilk yarısında yaşamış, hayatının bir döneminde İstanbul'da bulunmuş âşıklardandır. İstanbul'a üç kez gelen Şem'î, âşık kahvelerinde çalıp söylemiş, ünü kibar ve rical konaklarına, saraya kadar ulaşmıştır. Şem'î bir gazelinde III. Selim'in huzurunda da saz çaldığını belirtir. Bu yakınlığın sonucu kendisine Konya'nın başhavalalığı (su memurluğu) ve sonra da çarşı ağalığı görevi verilmiştir. Ölümünden sonra İstanbul'da birçok kez basılan Divan-ı Sem 'î, bu âşığın şöhretinin 20. yy başlarına kadar devam ettiğini gösterir.
Şem'î'nin arkadaşı Silleli Sürûrî de (ö. 1855) memleketinden ayrılıp İstanbul'a gelen âşıklardandır. Geleneğe göre âşık kahvelerinde çalıp söylemiş, padişah katında ilgiye mazhar olmuş, ancak kendisini kıskanan İstanbullu âşıklar tarafından zehirlenerek ya da boğdurularak öldürülmüştür. Kesin olmayan bu bilgiler Sürûrî'nin bir ara İstanbul'da bulunduğunu göstermesi bakımından ilginçtir.
18. yy âşıklarından Zileli Talibî de (ö. 1813) âşıklar arasındaki geleneğe ve çırağı Fedâî'nin ifadesine göre İstanbul'da bulunmuş, burada âşıkların hatırasında iz bırakmıştır. Fedâî'nin yolu da bir ara İstanbul'a düştüğünde Kumka-pı'daki "Sazlı Kahve"ye uğramış ve ora-
daki âşıklar kendisinden Talibî'yi sormuşlardır. Fedaî bu olayı "İstanbul Des-tanı"nda dile getirmiş, âşıklara ustasının öldüğünü bildirmiştir.
Üsküdarlı olup Mora Seferi'nde (1715) ölen Şermî de kahvelerde altı telli saz çalan asker âşıklardandır. Aruzla da şiirler yazmış olan Âşık Şermî'den şuara tezkireleri de söz eder.
DÎVAN
Dermedim hayli zamandır gülünü
İstanbul'un
Dinlemeğe hasretiz bülbülünü
İstanbul'un
Bilmezem n'işler içinde ol
melek-siymâları
Gelir ise ben sorayım yelini
İstanbul'un
Bir acâyib yerde kaldık kûy-ı yârdan kim gelür Biz varınca nazlı dilber bizi
yakmağa gelür Ne hâlimden bir sorar var, ne
dilimden bir bilür Hele bizler de unuttuk dilini
İstanbul'un
Görmez olduk hûblar ile ol safâlı
yerlerin Kokmaz olduk yasemîn-ü nerkis-ü
sünbüllerin Gam yemezdim vakıamda bari
görsem hûblann Hasretiz sarmağa ince belini
İstanbul'un
Gider oldum hasretiyle ben de
hülya semtine Ol sebebten gitmedim ben dahi
sevda semtine Bir kerecik düşebilsem ben de
Konya semtine Def ederdim ol vakit işgilini
İstanbul'un
Çare ne gurbet ilinde ben bükâlar
eylerim Ol keman - ebrulara hayr-ü dualar
eylerim Ahdî der kim yine inşallah sâfalar
eylerim Destime bir kez alaydım elini
İstanbul'un ABDÎ
19. yy, âşık edebiyatının büyük şahsiyetler yetiştirdiği, İstanbul'da da âşıklara değer verildiği bir dönemdir.
Âşıklığı meslek olarak seçmiş halk sanatçılarının ülkenin dört bir yanım dolaştıkları, birçoğunun yanında çırak-larıyla gidilen her yerde meclis kurup meydan açtıkları, panayır zamanlarında Anadolu'nun büyük şehirlerinin bu gezici âşıkları dört gözle beklediği bu yüzyılda İstanbul'da da büyük bir âşık
etkinliği göze çarpar. Âşıklar arasında kendileri için kullanılan ve daha sonra araştırmacılar tarafından da benimsenen "meydan şairi" adlandırması bu yüzyıldan kalmadır.
Kibar ve rical konaklarından şehrin değişik semtlerine dağılmış meyhanelere, bozahanelere ve âşık kahvelerine kadar her ortamda kendilerine yer edinen âşıklar saray tarafından da korunmuşlardır. Âşıklar arasındaki geleneğe göre bu yüzyılda Çemberlitaş'taki Tavuk-pazarı'nda bulunan bir kahve en önemli âşık merkezi sayılıyordu. Burada saray tarafından himaye edilen bir "reis-i âşı-kan", "âşıklar kâhyası" bulunur, âşıklar loncasının işlerini idare ederdi. II. Mah-mud (hd 1808-1839), Abdülmecid (hd 1839-1861) ve Abdülaziz (hd 1861-1876) dönemlerinde saray tarafından himaye edilen yirmi-otuz âşık bulunduğu kabul edilmektedir. Geleneğe göre İstanbullu Âşık Hüseyin, Tavukpazarı âşıklarına 1834-1861 arasında reislik yapmış, on üç yıl da sarayda fasıl yapan âşıkların başında bulunmuştur. Beşiktaşlı Gedâî(->) de Abdülaziz döneminde padişah huzurunda icra edilen fasıllara reislik etmiştir. Bu yüzyılda İstanbul'da öteden beri varlığını koruyan, Türkçe şiirler söyleyen Ermeni aşuğlar da ya kendi muhitlerinde ya da âşık kahvelerinde sanatlarım icra etmişlerdir. Bunlardan Nâmî(->), Bîdârî(->) ve Serverî(->), destanları, koşmaları ve aruz-lu şiirleriyle ün yaptıkları gibi, basılmış eserleri ile de adlarını duyurmuşlardır.
19. yy'da İstanbul, âşık edebiyatının en eski türlerinden biri olan destanın, bunu bir geçim yolu haline getiren destancılar eliyle yaygınlık kazanmasına ve 20. yy başlarına, hattâ günümüze kadar devam etmesine de tanık olmuştur. Son yıllara kadar Anadolu'da da devam ettirilen destancılık(->) tek yaprak üzerine basılmış destanları kalabalık yerlerde yüksek sesle ve özel bir ezgi ile okuyan destancılar eliyle sürdürülürdü (bak. destanlar).
Bolu'nun Şahnalar Köyü'nde doğan Dertli de (1772-1845) İstanbul'a uğrayan âşıklardandır. İlk kez 25 yaş dolaylarında İstanbul'a gelen Dertli, burada umduğunu bulamaz. Konya, Halep, Şam ve Mısır'da geçirdiği uzun yıllar onun âşık olarak olgunlaşmasına, tasavvuf terbiyesinden geçmesine yardımcı olur. Yıllar sonra bir kez daha İstanbul'a gelen Dertli, âşıklığının zirvesindeyken burada büyük bir itibar kazanır. Tavukpaza-rı'ndaki Âşıklar Kahvesi'nde âşıklar kâhyasının önünde saz çalıp muamma çö-zer, o günlerde yeni kabul edilen fes üzerine bir methiye yazarak II. Mah-mud'un himayesini kazanır. Dertli'nin İstanbul'daki şöhreti ölümünden sonra da sürmüş, taşbasması olarak birçok kez basılan Divarfı büyük ilgi görmüştür.
Kalem şuarası âşıklardan Bayburtlu Zihnînin (1797-1859) İstanbul serüveni de oldukça ilginçtir. 1815'ten itibaren birkaç kez İstanbul'da bulunmuş, bazı devlet adamlarının divan kâtipliğini
ÂŞIK EDEBİYATI
362
363
ÂŞIK MUSİKİSİ
yapmış, Divanım Babıâli'ye sunmuştur. Taşradaki memuriyetlerinden istifa ya da azil nedeniyle ayrıldıkça yeni bir görev için İstanbul'a uğrayan Zihnî'nin "Vardım ki yurdundan ayağ göçürmüş" mısraı ile başlayan koşması, İstanbul'da iki kez bestelenmiş ve günümüze kadar sevilerek okunmuştur. Aruzla yazdığı şiirlerden oluşan Divan'ı ise ölümünden sonra oğlu tarafından İstanbul'da bastırılmıştır (1876). Zihnî'nin, henüz basılmamış "Sergüzeştname" adlı eserinde de İstanbul'la ve buradan tanıdığı bazı devlet görevlileriyle ilgili şiirleri vardır.
Develili Seyrânî de (1800-1866) 19. yy'in ikinci çeyreğinde İstanbul'a gelmiş, medreseye devam edip hat sanatı ve nakkaşlık eğitimi görmüştür. Saray ileri gelenlerinden bazı kişileri hicvettiği için hemşerilerinin yardımıyla İstanbul'dan kaçmış, bir süre değişik yerlerde dolaştıktan sonra memleketine dönmüştür. Orta Anadolulu âşıklar içinde, yaşadığı dönemin aksaklıklarım ve Tanzimat'ın uygulanmasında görülen bozuklukları en iyi eleştiren âşık olma özelliğini kazanmıştır.
Develili Seyrânî kadar ünlü olmamakla birlikte ondan bir süre önce yaşayıp Yeniçeri Ocağı'nın kapatılmasına bir destan söylemiş olan Ispartalı Seyranı de 1826'da İstanbul'da bulunmuş olmalıdır. Onun "Vak'a-i Hayriye Destanı" diye bilinen bu şiiri olayın ayrıntılarını bir gözlemcinin kaleminden çıkmış gibi vermektedir.
Bu dönemin İstanbullu âşıklarından olup da donanmada görev yapan ve bu görevden emekli olan Gülzârî de II. Mahmud'un ölümü üzerine yazdığı uzun destanla büyük ün kazanmıştır. Bu destanda padişahın hastalanıp ölmesi, Abdülmecid'in tahta geçişi hikâye edilmekte, halkın hissiyatı acıklı bir dille anlatılmaktadır. 1'9. yy İstanbul'unun renkli simalarından olup yerleştiği yerin adıyla "Beşiktaşlı" diye anılan Gedâî de bu semtin ve İstanbul âşık muhitlerinin simgesi olmuş kişiliklerden biridir.
II. Mahmud döneminin İstanbullu âşıklarından Reşidi, semai kahvelerinin müdavimi halk sanatçılarından biridir. Yaşamı ve kimliği hakkında fazla bilgi bulunmamakla birlikte çeşitli destanları ile meddahları yerden yere vuran hicviyesi ünlüdür.
Şiirlerinde açık bir biçimde ifade etmese de âşıklar arasındaki bir geleneğe göre Erzurumlu Emrah da (ö. 1860) İstanbul'a gelmiş ve Tavukpazarı'ndaki Aşıklar Cemiyeti'ne altı ay kadar reislik etmiştir. Bu bilgiler kesin olmasa da geleneğin ünlü âşıkların birçoğu için öngördüğü gibi İstanbul'a uğrama ve burada kazanç ya da şöhret aramayı ifade etmesi bakımından ilginçtir. Emrah'ın İstanbul'da basılmış olan Divan'ında (1916) bulunan "Püskül Destanı" belki de bu İstanbul ziyareti sırasında II. Mahmud'a ve devlet ileri gelenlerine yaranmak, halka fesi benimsetmek amacıyla söylenmiş olmalıdır.
20. yy başlarında İstanbul'un âşık muhitleri eski canlılığını yitirmiş, devlet ve toplum düzeni farklı bir görünüm kazanmış, II. Meşrutiyet'in (1908) getirdiği özgürlük ortamı içinde ve birbirini izleyen savaşların oluşturduğu maddi ve manevi yıkımların etkisi altında yeni bir âşık tipi ortaya çıkmıştır. Âşık kahvelerinin bu arada yarı resmi nitelikteki âşıklar teşkilatının dağılması ile İstanbul'un çeşitli yerlerinde semai kahveleri(->) açılmaya başlamış, buralara devam eden külhanbeyi ve tulumbacıların etrafında yeni bir âşık edebiyatı ve musiki bağlantılı farklı bir sanat ortamı doğmuştur. Özellikle ramazan aylarında faaliyet gösteren çalgılı kahvelerde çalınıp okunan1 usta malı deyişler ve destanlar, bu muhitlere özgü ayaklı maniler İstanbul halkının gündelik hayatına yeni bir canlılık kazandırmıştır. Bu yüzyılın başlarından itibaren yaşanan hızlı gelişmeler âşık edebiyatının yavaş yavaş sönüp gitmesine yol açmıştır.
M. Fuad Köprülü'ye 19. yy sonu ile 20. yy başlarının âşık edebiyatı ve âşıklarla ilgili her konuda kaynaklık eden kişilerden biri olan Kastamonulu Âşık Fevzî, geleneğin bütün yönlerine vâkıf son âşık sayılabilir. Yozgatlı Hüznî, Üsküdarlı Râmî, Kastamonulu Yorgansız Hakkı, Şarkışlalı Âşık Veysel Şatıroğlu, Ali İzzet Öz-kan, Ali Huzurî Coşkun gibi âşıklar ya bir süre İstanbul'da yaşayarak ya da arada bir gelip geçerek eski geleneğin anımsanmasına, aydınların desteği ile yeni bir âşık tipinin canlanmasına yardımcı olmuşlardır. Günümüzde de İstanbul'un zaman zaman gösteri niteliğinde âşık toplantılarına ev sahipliği yaptığı görülmektedir. Bu etkinliklerin eski âşık kahveleri, semai kahveleri ve çalgılı kahvelerden izler taşımasının söz konusu olmadığı; bir gösteri, bir konser niteliği taşıdığı ortadadır.
Bibi. Evliya, Seyahatname, I, 638-639; ay, Seyahatname, V, İst., 1315, s. 283; Köprülü-zâde Mehmed Fuad, "Saz Şairleri I-IX", İkdam, 12 Nisan-24 Mayıs 1330 (1914); ay, "Türk Edebiyatında Aşık Tarzının Menşe' ve Tekâmülü Hakkında Bir Tecrübe", Millî Te-tebbular Mecmuası, I, l (Mart-Nisan 1331 [1915]), s. 5-46; Ahmet Cevat, "Meydan Şairleri I-H", HBH, S. 26, 27 (Temmuz, Ağustos 1933); M. F. Köprülü, Türk Sazşairleri, II-III, İst., 1940-1941; ay, Türk Sazşairleri, I-V, Ankara, 1902-1965; Ahmed Tal'at (Onay), Halk Şiirlerinin Şekil ve Nev'i, İst., 1928; Saadettin Nüzhet (Ergun), XWncı Asır Sazşairlerinden Kâtibî, İst., (1933); ay, XIX'uncu Asır Sazşairlerinden Süle'li Sürurî, İst., (1933); ay, XVII'nci Asır Sazşairlerinden Âşık, İst., (1933); ay, XVH'nci Asır Sazşairlerinden Ku-loğlu, İst., (1933); ay, XIX'uncu Asır Sazşairlerinden Beşiktaşlı Gedâî, İst., (1933); ay, Âşık Ömer. Hayatı ve Şiirleri, İst., (1936); O. C. Kaygılı, İstanbul'da Semaî Kahveleri ve Meydan Şairleri, İst., 1937; İ. Ozanoğlu, Âşık Edebiyatı. Medhal, Kastamonu, 1940; M. Y. Dağlı, Tokatlı Gedâî. Hayatı ve Eserleri, İst., 1943; T. Alangu, Çalgılı Kahvelerde Külhan-bey Edebiyatı ve Numuneleri, ist., 1943; H. C. Öztelli, Zileli Şairler, Samsun, 1944; ay, Halk Şiiri. XIV-XVII. Yüzyıllar, İst., 1955; ay, Halk Şiiri. XIV-XVII. Yüzyıllar, İst., 1955; ay, Üç Kahraman Şair: Köroğlu, Dadaloğlu, Ku-
DESTAN
Nice vasf-etmeyim böyle koçağı Menendi gelmemiş asla dünyâya Dilerim ki cennet olsun durağı Evvel mekamı firdevs-i âlâya
Artsun eksilmesün böyle koçaklar Hep o yüzden şeref buldu ocaklar Çekildi gaibden yeşil sancaklar Niyet edip asker çıktı gazaya
Ondört kal'a yürüyüş etti birden Gaib erenler erişti geriden Merd yiğitler şikâr aldı sürüden Mübarek gazası Halil Ağa'ya
Ara yerde gitti İngiliz Mahmud îşidip herbiri oldular bîhûd Şaşırttı onları Cenâb-ı Ma'bûd Uğradı herbiri gizli sıtmaya
Ondört kal'a bir araya geldiler Büyük Dere'de kavi ü karar ettiler Mustafa'yı sol serasker diktiler Çekildi bayraklar Âsitâne'ye
Allah Allah deyüb yürüdü asker Böyle istedi ol Celîl-i Ekber Erişti geriden Üçler, Yediler Kırklar da beraber girdi araya
Kireç Bumu köy başım aştılar Sağ selâmet îstinye'yi geçtiler Deryâ-menend dalgalanıp coştular Gelip dâhil oldular Tophane'ye
Yetmiş idi bu âlemin canına Girmediler hiç kimsenin kanına Çektiler kazanı Et Meydanı'na Haber gitti Seğmen Başı Baba'ya
Cem' olub bir yere geldi Ocaklı Hep elleri gürzlü, kolu kolçaklı Ol yüzü heybetli, belli bıçaklı Velvele verdiler Âsitâne'ye
Şeyhislâm, Kazasker cümle geldiler Şer'-i şerif üzre fetva verdiler Allah Allah deyüb gulbeng çektiler El kaldırıp başladılar duaya
Herbiri bir güne oldular yeksan Olmadı bir zerre kimseye ziyan Defetti kazayı rahmet-i Yezdan Nâm u sânı gitti Kızıl Elma'ya
Râhma aşk edem bu canı feda Vücûdun hatasız eylesün Huda Tahta cülus etti Sultan Mustafa Önce selâmlayub Ayasofya'ya
îri vasfım etmede hâlâ İnayet-i Hak'dan buldu tecellâ Cihanda olmamış böylesi asla Yazdılar tarihin ilm-i simyaya
Evvelâ fermanlar oldu kıraat Kurtuldu, sevindi cümle mevcudat Cenab-ı Bâri'den oldu inayet Emroldu, fermam gitti Konya'ya
ÂŞIK NİGÂRÎ
loğlu, İst., 1974; ay, "Osmanlı Tarihine Adı Karışan Saz Şairi Köroğlu", Türkoloji, VI, S. l, Ankara, 1974; ay, Uyan Padişahım, İst., 1976; H. Eren, Türk Sazşairleri Hakkında Araştırmalar, I, Ankara, 1952; M. H. Bayrı, Halk Şiiri. XIX. Yüzyıl, İst., 1956; ay, Halk Şiiri. XX. Yüzyıl, İst., 1957; K. Pamukciya'n, "Aznavuroğlu", İSTA, III, 1728-1729; Ali Ufkî, Mecmuâ-i Saz ü Söz (haz. Şükrü Elçin), Ankara, 1976; Şair Dertli, I-II (haz. Şemsettin Kutlu), İst., 1979; F. Halıcı, Âşık Şem'î. Hayatı ve Şiirleri, Ankara, 1982; ay, Âşıklık Geleneği ve Günümüz Halk Şairleri. Güldeste; Ankara, 1992; H. A. Kasır, Develili Seyrânî. Hayatı-Sanatı-Şiirieri, İst., 1984; Ş. Elçin, Halk Edebiyatı Araştırmaları, I-II, Ankara, 1988; M. Yardımcı-H. ivgin, Zileli Fedaî, Ankara, 1983; M. Yardımcı, Zileli Âşık Talibi, İst., 1989; S. Sakaoğlu, Bayburtlu Zihnî, İst., 1988; ay, "Türk Saz Şiiri", Türk Dili, S.445-450 (Ocak-Haziran 1989), s. 104-250; ay, "17. Yüzyıl Âşık Edebiyatı Üzerine Notlar: İ-IX", Türk Dili, S. 477-501 (Eylül 1939-Eylül 1993). M. SABRİ KOZ
Dostları ilə paylaş: |