Üçüncü Bölüm “Yeni Zamanlar”da Tekrar Kültürel Özerklik Üzerine Yazılar
Kültür ve Politika
Kimi kavramlar, içerikleri ve onlara yüklenen anlamlar bir yana, sadece var oluş ve kullanılışlarıyla bile belli bir dönemin ruhunu yansıtmakla kalmazlar; o döneme damgasını vuran ideolojik iklimin bir göstergesi de olurlar.
1960'lı yıllar ve yetmişlerin başı göz önüne getirilebilir. O dönemin kültür, politika, felsefe, sosyoloji dergilerinde, bu konulardaki yazılarda en çok geçen kavramlar, "sınıflar", "burjuvazi", "proletarya", "küçük burjuvazi", "ideoloji", "kapitalizm", "sosyalizm", "emperyalizm", "az gelişmişlik", "sömürü", "çelişki", "planlı ekonomi" gibi kavramlardı.
Bunlar sadece sol bilinen çevrelerin kullandığı kavramlar değildi. Üniversitelerde ve bütün entelektüel hayatta bu kavramların karşı koyulamaz bir egemenliği vardı. Bu kavramlar yerine başkalarını kullananlar, özellikle burjuvazinin ideologları bile, başka kavramları kullanırken, örneğin "kapitalizm" yerine "pazar ekonomisi", "üçüncü dünya" yerine "gelişmekte olan ülkeler" gibi kavramları kullanırken, burada başka bir adlandırmayla da olsa tartışılan aynı içerik olmaya devam ediyordu. Pazar ekonomisinden de bahsedilse, o kapitalizm olarak tartışılıyordu o tarz adlandırma bile değiştirme çabasına karşı bir savunmanın ifadesi oluyordu. Bütün bu kavramlar ve o kavramların değişik adlandırmaları ve o kavramlara yüklenen çeşitli içerikler, o yıllarda başka türlü sorunların insanlığın kafasını meşgul ettiğini gösteriyordu.
Var olan sistemin katlanılmazlığı, değiştirilmesi gerektiği ve değiştirilebileceğine dair bir varsayımın gizli bir egemenliği vardı. Bütün tartışmanın ardında, bu değişimin sınıfların hareketleriyle, ezilenlerin hareketleriyle, siyasi iktidara yönelerek ve kapitalizmin ötesinde sağlanabileceği gibi ifade edilmemiş ön kabuller olmadan, o yıllardaki bu kavramların belirleyiciliği anlaşılamaz.
Son çeyrek yüzyılda, bu kavramların hemen hepsi, marjinalleşmiş sol grupların küçük dünyalarına çekildiler, ortalığı başka türlü kavramlar kapladı: "globalleşme", "modernizm", "post modernizm", "liberalizm", "kültür", "kimlik", "çoğulculuk", "yapısalcılık", "post yapısalcılık", "dekonstrüksiyon", "konstrüksiyon", "söylem" vs..
Hatta yer değiştirmelerin yaklaşık bir listesi bile yapılabilir: "kapitalizm" ve "emperyalizm"in yerini "yeni liberalizm" ve “globalleşme”; "ideoloji"nin ve "terminoloji"nin yerini "söylem"; "sınıflar mücadelesi" ve "ideolojik mücadele"nin yerini "kültürel kimlik" ve "çoğulculuk", "kültürler savaşı"; "analiz" ve "sentez"in yerini "konstruksiyon" ve "dekonstruksiyon"; "Marksizm”in, "sosyalizm”in", "Tarihsel Maddeciliğin" yerini "yapısalcılık"; "post yapısalcılık" almış durumda.
Ama bunlar sadece kavramların basit bir yer değiştirmesi değildir, bütün bu kavramların ardında yatan, kapitalizmin ortadan kaldırılabilirliğinin gerekli ya da mümkün olduğuna dair bir tartışmanın yokluğudur. Gerçek ideolojik egemenlik, kapitalizmin evrensel zaferi tam da burada gizlidir. O kavramları kullanmaktan kaçınmak ya da onlara muhalif anlamlar yüklemek de sonucu değiştirmemekte, o dikte edilmiş alanın sınırları dışına çıkılamamaktadır.
Kültür kavramı son çeyrek yüzyılda, giderek sıradan, kenarda bir kavram olmaktan çıkarak baş köşeye oturmuş kavramlardan biri. Çoğu kez, "kültürel kimlik", "kültürel azınlık", "kültürel çoğulculuk" gibi bir sıfat formuyla ya da "politik kültür", "modern kültür", "alt kültür", "global kültür", "çok kültürlülük" gibi başka bir sıfatla sınırlanmış isim formuyla karşımıza çıkıyor. Sıfat formu genellikle politik, taleplere ve eyleme ilişkin bir ağırlık taşırken, isim formları daha ziyade salt sosyolojik kavramlar olarak karşımıza çıkıyor.
Hangi biçimiyle olursa olsun, bu kültür kavramının yaygın kullanımının çeşitli varyasyonları, en değiştirmeye yönelik gibi göründüğü noktada bile, kapitalizme karşı bir içerik taşımıyor ve onun çerçevesinde bir değişiklik anlamına geliyor.
İdeolojik gericilik, kavramlara yüklenen anlamlarda değil, sorulara verilen cevaplarda değil, bizzat sorularda ve bizzat kavramların kendilerinde. Bizzat o kavramların bugünkü anlamlarıyla kullanılışı ve o kavramların o anlamlarıyla ortaya çıkan problematikler burjuvazimin ideolojik egemenliğini ve büyük tarihsel zaferini yansıtıyor.
Bu en iyi Kültür kavramında görülebilir. Herkes, Abdullah Öcalan'dan Özgürlük ve Demokrasi Partisi'ne kadar herkes "çok kültürlülükten", "kültürel çoğulculuktan", "kültürel kimlik"lerin korunması geliştirilmesi ve ifadesinden yana. Bundan yirmi yıl önce ise, kimsenin aklına bu konularda bir şey söylemek gelmezdi.
Bunun bir gelişme olduğu düşünülebilir ilk bakışta. Toplumsal hayatın daha dakik ve derin kavranması sonucunda, eskiden problem edilmeyen şeylerin şimdi problem edildiği düşünülebilir. Acaba öyle mi? Kültür kavramı bize iyi bir örnek teşkil edebilir.
Kültür kavramı altmışlı yılların sınıf ve ideoloji kavramlarının yerini almıştır adeta. Kültürden söz edildiğinde ideoloji yok olmaktadır. Durum ve çıkarları farklı toplumsal gruplar, yani sınıflar ve onların çıkarlarını ifade eden kavramsal sistemler yok olmaktadır. Her biri aynı konumda veya değerde farklı kültürler, kültürel gruplar ve bunların ilişkisi konu olmaktadır.
Eskiden sorun sınıflar arası ilişkiler ve onların arasındaki mücadele ve buna ilişkin bilginin ezilenlerin kurtuluşu için nasıl kullanılabileceği iken, şimdi sorun, kültürler arası ilişki ve bu ilişkinin nasıl düzenlenebileceğidir.
Böyle bir sorun yok mudur? Elbette vardır. Ama bu sorunun, diğerinin yanında onu tamamlar bir bağlamda tartışılması başkadır, diğerinin yerini alması ve diğerini zihinlerden sürmesi bir başkadır. Altmışlı yılların kavram sistemi içinde, ideoloji kültüre hiç bir zaman bugünkü gericilik döneminin kültür kavramının ideolojiye davrandığı gibi davranmamıştı. Kültür ideolojinin, sınıfların içinde ve yanı sıra çeşitli içeriklerle, gelişmemiş bir alan olsa da bir varlığa sahipti, gelişmemişliği ilişkinin yapısından değil, sosyal pratikten kaynaklanıyordu. Ama bugünkü konumda, kültürün içinde ya da yanında ideoloji kavramının bir yeri yoktur. Bu aynı zamanda, altmışlardaki anlamlarıyla kültür kavramının da yeri yoktur demektir. Aslında, kültür kavramının bugünkü kullanılışı ve problem ediliş tarzı, altmışların kültür kavramı ve problem edişleri üzerinde onları inkâr eden bir diktatörlüktür. Dolayısıyla bugünkü biçimiyle kültür ve kültür tartışmaları aslında, ideolojiyi yok etmelerine, bu dünyadan sürüyor görünmelerine rağmen, bütünüyle ideolojiktirler ve ideolojik bir saldırının unsurlarıdırlar.
*
Ellilerde yapılan bir araştırmada 160 ayrı tanımı tespit edilmiş kültürün9. O zamandan bu güne neredeyse yarım yüz yıl geçti, ve son çeyrek yüzyılda, kültür kavramı, toplum bilimleri ve politika alanında en çok kullanılan kavramlardan biri haline geldi. "çok kültürlülük", "kültürel kimlik", "kültürel çoğulculuk", "kültürler savaşı" vs. gibi kavramlar ve sorunlar entelektüel hayatın başköşelerini çoktan ele geçirmiş bulunuyor. Dolayısıyla arada geçen zamanda, Kültür kavramının kimi kullanımlarının bir yandan daha netlik kazanırken diğer yandan da yepyeni anlamlarının ve kullanımlarının ortaya çıktığı düşünülebilir.
Buna ek olarak değişik uluslarda ve politik kültürlerde de kültürün kullanımları arasında büyük farklar bulunmaktadır. Öreğin Alman geleneğinde diğer Avrupa ülkelerinden farklı olarak, kültüre adeta uygarlık gibi bir anlam yüklenmektedir10.
*
Kültür nedir?
Kültür, en genel anlamıyla, insanın doğaya kattığı her şeydir. Klasik tarihsel maddecilik, kültürü bu anlamıyla özellikle, uygarlık kavramıyla belli bir zıtlık içinde, uygarlık öncesi toplumları tanımlarken kullanmıştır.
Bu tanım bağlamında, kültürsüz hiç bir toplum yoktur, nerede bir insan toplumu var ise, orada bir kültür de vardır. Uygarlık ise, ilk kez Mezopotamya'da ortaya çıkmış belli bir artı ürün, dolayısıyla şehir, devlet, para, yazı demektir. Bu anlamda, nerede sınıflı toplumlar varsa, orada bir uygarlık da vardır.
Kültürün bu en genel ve sosyolojik tanımı neredeyse toplum kavramına denk düşer. Doğadan soyutlanmış bir Toplum kavramı gibidir bu bağlamda Kültür.
Fakat politik tartışmalar bakımından kültürün bu kullanımının doğrudan programatik bir önemi pek olmamıştır. Kültür ile klasik Marksist öğreti başka bağlamlarda da, ona yüklenen başka içeriklerle de tartışma konusu olmuştur. Bunların en önemlilerinden bir kaçını şöyle sıralayabiliriz: Ulusal sorun bağlamında, özellikle Avusturyalı Marksistlerle yürütülen “kültürel özerklik” tartışmaları ve Ekim Devrimi sonrasında "proleter kültür" tartışmaları.
*
Başka bir değerler sistemi, sanat anlamında kültür Ekim Devrimi sonrasında özellikle "Proleter Kültür" tartışmaları bağlamında söz konusu olmuştur. O dönemde, bir takım Küçük burjuva sosyalistleri ve sanatçıları "proleter bir kültür" kurmaktan söz ediyorlardı. Lenin ve Troçki gibi, klasik Marksist öğretiyi savunanlar ise, bunun saçmalık olduğunu söylüyorlardı.
Proletarya diyorlardı, ezilen bir sınıf olarak, yoksul bir sınıf olarak kültürünü geliştirebilmiş bir sınıf değildir. Burjuvazi, daha iktidara gelmeden, bir kaç yüz yıl boyunca, kendi edebiyatını, felsefesini, değerler sistemini geliştirme olanağı bulabilmiştir. Burjuvazi her şeyden önce zengin bir sınıftır. Kültüre ayıracak zamanı ve kaynakları vardır. Proletarya ise hiç de bu durumda olmamıştır olamaz da. O enerjisini, en iyi beyinlerini burjuvaziyi devirme mücadelesine aktarmak zorundadır. Kültüre ayıracak, ne vakti ne de nakdi vardır. İktidara geldikten sonra ise, yapması ilk gereken, kültürel bir gelişmenin ön koşullarını hazırlamaktır: yani insanların okuma yazma öğrenmesi ve eğitimi; bunun yaygınlaşması ve kalitesinin yükselmesi; insanlığın (burjuva ve antik) kültür mirasının tüm insanlarca erişilebilir olması ve özümlenmesi. Emek üretkenliğinde sağlanacak yükselişlerle, ezilen ve çalışanların kültüre ayıracak zaman ve enerjileri olması vs..
Proletarya iktidara geldikten sonra da enerjisini bu işlere ayırmak zorundadır. Bu da hiç proleter kültür değil, burjuva kültürünün özümlenmesi ve yaygınlaşması anlamına gelir. Kaldı ki, proletarya, iktidara geldiği andan itibaren bir sınıf olarak kendini yok etmek zorundadır. Egemen bir sınıf olarak da, kendi kültürünü geliştirecek zamanı olmayacaktır, eğer en temel kültürel görevler bile olmasaydı.
İlerde sosyalist bir toplumun kültürü elbette olacaktır ama bu sınıfsız bir toplumun kültürüdür artık, proletaryanın değil.
Lenin ve Troçki gibi klasik Marksistler ile küçük burjuva sosyalist ve sanatçıları arasında dışarıdan bakan için paradoks gibi görünecek bir durum vardır bu tartışmalarda. En klasik Marksistler yani en proleter konumları savunanlar, "bırakalım proleter kültürü, bir ilk adımda burjuva kültürünü özümlemeliyiz" derlerken (Lenin: "Kültürlü tüccarlar olalım" veya "kafanızı, insanlığın bütün hazineleri konusunda bilgi edinerek zenginleştirdiğiniz zaman komünist olabilirsiniz ancak" diyordu.); küçük burjuva sosyalistler ya da sanatçılar "proleter kültür" kurmaktan söz etmektedirler.
Bu, proletarya ve küçük burjuva sosyalizminin ezeli ayrılığıdır. Proletarya sosyalizmi, var olan toplum içinde geleceğin toplumumun örnekleri ve ilişkileri kurulamayacağını söyler, daima vurguyu burjuva uygarlığının özümlemesi ve eleştirisine yaparken; küçük burjuva sosyalizmi hep geleceğin toplumunun ahlakını, ilişkilerini, kültürünü vs. bugünkü içinde kurmaya çalışır ve tek yapabildiği aslında burjuva toplumunun ilişkilerinden bile geri, bir küçük burjuva ütopyasından başka bir şey olmayan bir dünyanın denemelerine girişir; bunlar yenilgiye uğrayınca da aynı hızla, suçu sosyalizme atıp, gerçekçi olarak, çocuksu hayallerinden kurtulmuşlar olarak burjuva toplumunun basit avadanlıkları haline dönüşürler.
Klasik Marksist tezler en parlak doğrulamasını Çin'deki "Proleter Kültür Devrimi" ile de görmüştür. Zaten bu devrimin adı bile, onun klasik Marksist bakış açısıyla bir ilişkisi olmadığını gösterir. "Proleter Kültür Devrimi", bırakalım bir "proleter kültür" yaratmayı veya böyle bir devrim başarmayı, var olan burjuva kültürünün bile gerisine düşmeyle sonuçlanmıştır.
İşin ilginç bir yanı var. Günümüzdeki, post modern, yapısalcı, post yapısalcı teorisyenlerin çoğu, yani şu kültürün de içine dâhil olduğu, bugünkü ideolojik iklimin kavramlarıyla yazanların çoğu, altmışlı yıllarda, özellikle "proleter kültür devrimi"nden etkilenmiş küçük burjuva sosyalistleriydi; bunlar daha sonra aynı hızla bugünkü gericilik ikliminin teorisyenleri haline dönüştüler. Buna karşılık, klasik Marksist konumları savunanlarda böyle bir savrulma pek görülmez. O dünün "Proleter Kültür Devrimi" yapanları bugünün "çok kültürlü"; "kültürel çoğulcu" bir toplumda "kültürel kimlik"lerini nasıl koruyacaklarıyla uğraşır oldular.
Böylece yaygın ve egemen anlayışlar bakımından çok ilginç bir durum ortaya çıkıyor. Diyelim ki, modası geçmiş altmışlı yılların kavram ve tartışmalarına ilişkin bugün neler öğreniliyorsa, bunlar bugünün ortalığı kaplamış teorisyenlerinden öğreniliyor; onların ise aktardıklarının ve anladıklarının gerçek Marksizm'le ilgisi yok. Ama onlar gerçeğiyle ilgisiz bu karikatürü -çünkü kendi anladıkları Marksizm oydu- gerçek Marksizm diye sunmaktadırlar. Bu ortamda, herhangi bir insanın gerçeği bulması giderek olanaksızlaşmaktadır. Bu yöndeki çabaları destekleyecek bir sosyal hareketin de en küçük bir kıpırtısının olmadığı böyle bir zamanda, gerçek Marksizm'in bulunup kavranabilmesi genç kuşaklar için adeta olanaksız olmaktadır. O bir iftiralar yığınının altından çıkarılmak zorundadır.
Ispanakta demir olduğu düşüncesi çok yaygındır ve bu genel kabul aslında bir tercüme ya da dizgi hatasından kaynaklanmaktadır. Ve nihayet ıspanakta demir olduğu yanlış fikrinin pek fazla bir zararı da yoktur. Olmasa da sonunda yediğiniz bir sebzedir ve sağlığa bir zararı yoktur, belki başka faydaları bile vardır.
Ama Marksizm söz konusu olduğunda, adeta her alanda, her konuda; hiç de dizgi ya da tercüme yanlışlarından kaynaklanmayan yığınla ıspanakta demir hikâyesi vardır. İşin kötüsü, bu yalan yanlış bilgiler zehirli sebzelerin yenmesine yol açmaktadır. Bunu en iyi de; ikisi de aslında aynı sorunu ele alan klasik Marksist "Kültürel Özerklik" "Dillerin eşitliği" "ezenlerin ve ezilenlerin kültürü" tartışmalarıyla; günün moda "çok kültürlülük"; "kültürel çoğulculuk" "kültürel kimlik" tartışmalarının "kültür" kavramına yükledikleri anlamların analiziyle görülebilir.
*
Şu tür akıl yürütmelere açık veya gizli olarak her yerde rastlanabilir ve son derece makul gibi görünüyor:
"Lenin kültürel özerkliğe karşı çıkmıştır. Yani Marksistler kültürel özerkliği tanımıyorlar, dolayısıyla, özerk kültürler olmaz ise, çok kültürlü, bütün kültürlerin bir arada yaşayabildiği ve kendilerini geliştirebildiği bir toplum da mümkün değildir. Aslında Marksistlerin kültürel farklılıkları görmediği ve önemsemediği; böyle bir problemin varlığını görmek istemediği bile söylenebilir. Lenin ezen ve ezilenlerin kültüründe söz ederken toplumdaki kültürel farklılıklara gözlerini kapamakta veya onu bir problem etmemektedir."
Bu tür iddialar ve son derece yaygın anlayışların yanlışlığını ve ideolojik anlamını kavrayabilmek için, kültür kavramına bugün yüklenen anlamla, Lenin'lerin tartışmalarında yüklenen anlamların bir karşılaştırılmasıyla varılabilir.
*
Bugün herkes çok kültürlülükten yana. Özellikle Avrupalılar. Ve bu çok kültürlü toplumun gerçekleşmiş modeli ve ideali de ABD'den başka bir şey değil.
Peki, nedir bu "çok kültürlü" toplumu ifade ederken kültür kavramına yüklenen anlam?
Kültür, politik alanın dışındakiyle tanımlanmaktadır. Tıpkı din gibi.
Modern batı uygarlığı, yani kapitalizm, yani burjuvazi dini kişinin bir inanç ve vicdan sorunu olarak tanımlar. Politik alanın, yani devlete ve iktidara ilişkin alanın dışına iter. Ama bu dışa itişin bizzat kendisi, bir politik tavırdır ve bir ideolojik ve politik baskı ve egemenlik içerir.
Ama ya bir din için, din kişinin özel bir sorunu değil, bir kişisel inanç sorunu değilse; o kendini hukuki, siyasi ve diğer yönleriyle insan ilişkilerine düzenleyen bir sistem olarak görüyorsa ne olacaktır (örneğin İslamiyet böyledir).
Bu noktada, aslında vicdan hürriyeti denen ilkenin, hiç de öyle dinler karşısında tarafsız olmadığı; dinin belli bir anlayışının, burjuva anlayışının diktatörlüğünden başka bir şey olmadığı görülür. Dini kişinin, politika dışı, inancına ilişkin bir alan olarak gören bir din anlayışına sahipseniz, sorun yoktur, her türlü hoşgörüyü tadabilirsiniz. Ancak, dininiz ya da din anlayışınız, politik ve devlete ilişkin olan alanı kapsadığı an, o sözde özgürlük alemi biter ve yerini gerçek bir baskı ve şiddet alır. Benim dinime göre, cezayı kadılar vermeli; vergiler halifeye verilmeli dediğiniz anda, kadılarınız tutuklanacak; halifenin vergi memurları tutuklanacak veya vergi vermediğiniz için hapse gireceksiniz demektir.
İşte son yılların moda "çok kültürlülük"; "kültürel çoğulculuk"; "kültürel kimlik" kavramlarında ifadesini bulan kültür kavramı da, böyledir; politik alanın dışına ilişkindir. Kültür politik olmayandır. Tıpkı din gibidir. Politik olmayan din de bu kültürün bir öğesidir; içine kimi gelenekleri ve dili de almıştır.
Bu bakımdan çok kültürlülük baştan aşağı bir aldatmacadır, daha doğrusu, batı uygarlığının kendi kültür anlayışını, tanımını, diğer kültürlere dayatmasıdır; batı uygarlığının kültür tanımının diktatörlüğüdür. Diğer kültürlerin kültür anlayışlarının ve tanımlarının baskı altına alınmasıdır. Kültürel olan, bu tanımda, siyasi anlamı olmayandır. Yemektir örneğin, giyimdir, günlük hayata ilişkin kimi alışkanlıklardır, konuştuğunuz dildir. Ama biri çıkıp, benim kültürümde devlet yok, benim kültürümde bir ulustan olmak diye bir kavram yok, benim kültürümde saniyeler dakikalar yok, benim kültürümde özel mülkiyet yok, benim kültürümde polis yok, benim kültürümde mahkemeler yok diyemez. Bunları dediği an, çok kültürlülük efsanesi biter, söyleyen soluğu ceza evinde ya da tımarhanede alır. Çok kültürlülük, ulus ilkesine dayanan devletleri kurtarmak için çıkarılmış, batı uygarlığının kültür anlayışının diktatörlüğüdür.
Sizin kültürünüz kültüre, saniyeleri, devleti, vergi memurlarını, polisi, mülkiyet biçimlerini içeren bir anlam veriyorsa; o sözüm ona çok kültürlü toplumda sizin yeriniz akıl hasta hanesi ya da hapishanedir.
Bu noktada, kültür kavramının bu egemenliğinin aslında bir ideolojik saldırı ve egemenliğin ifadesi olduğu ortaya çıkmaktadır. Kültür kavramına bu yoğunlaşmalar aslında ideolojik kavramının reddi ve yok oluşuyla birlikte gitmektedir. İdeoloji de kültürün dışına itilmiştir. Siz ideolojiyi kültürün içinde kabul eden bir kültüre sahipseniz, bu dünyada yine yeriniz yoktur.
Bu bakımdan, çok kültürlülük, kültürel kimlik, kültürel çoğulculuktan söz ettiğiniz an; ideolojiyi de kültürün bir öğesi kabul eden anlayışlar üzerinde bir diktatörlüğünüz var demektir. Bizzat bu gün kültüre verilen anlamla kültür üzerine söylem ve tartışmalar kültüre ideolojiyi de dahil eden anlayışa karşı ideolojik bir saldırıdır.
Lenin'ler "kültürel özerklik" tartışmalarını yürütürlerken, Kültür kavramına, bugünkü ikiyüzlü tanımlamanın aksine ideolojiyi de dahil ediyorlardı. Daha doğrusu bunun ayrılamayacağını savunuyorlardı haklı olarak.
Yıllar önce yazdığımız bir yazıda şöyle yazıyorduk:
"Kültürün şu ya da bu görünümünü ideolojiden ayırmak; düşünce düzeyinde yapılabilecek bu soyutlamayı gerçek hayatta yapmak mümkün olmadığı için Lenin "Kültürel Özerklik" sloganına, özerklinin kendisi sırf kültürle sınırlanıyor olsa da karşı çıkmaktadır. Eğer kültürel özerkliği savunanlar ideolojinin ayrılmasını mümkün görüyorlar ise, bu ayrılmanın nasıl olabileceğinin somut mekanizmalarını da göstermek zorundadırlar.
Lenin'in, ideolojinin Kültürün soyutlanamaz bir öğesi olduğundan hareketle; her toplumda iki kültür olduğundan söz etmesi, bu soyutlanamazlık göz ardı edildiği, görmezden gelindiği için yanlış anlaşılmaktadır. Şimdi de bu yanlış anlamanın üzerinde duralım. Lenin şöyle yazıyor:
"Her ulusal kültür, gelişmiş olmasa bile, demokratik ve sosyalist bir kültürün öğelerini içerir, çünkü her ulusta, yaşam koşulları zorunlu olarak demokratik ve sosyalist bir ideolojiyi doğuran, sömürülen bir emekçi yığın vardır. Ama her ulusta, aynı zamanda bir burjuva kültür de vardır ve bu, ulusal kültürün "bir öğesi" olarak kalmaz; egemen kültür biçimine bürünür. Böylelikle, "ulusal kültür", genel olarak büyük toprak sahiplerinin, papazların ve burjuvazinin kültürüdür." (s. 21)
Bu çok bilinen alıntıda Lenin'in egemen ve alt olarak nitelediği şey gerçekte ideolojidir. Ama ideolojiyi kültürün herhangi bir boyutundan pratik hayatta ayırmak mümkün olmadığı için, Lenin okuyucunun anlayışına sığınıp, kavramsal düzeyde bu ayrımı yapma gereğini duymamakta, dolayısıyla "iki kültür"den söz etmektedir."11
Aynı dönemde yazdığımız başka bir yazıda, bu klasik Marksist anlayışı örneklerle şöyle açıklıyorduk:
"Kültür kavramı birçok farklı anlamlara sahiptir bu anlamlar arasında kesin bir sınır çizmek de güçtür.
Örneğin Kültür, "bir yaşam tarzı" olarak anlaşılabilir. Farklı kültürler arasındaki, Almanların "Günlük Hayat" dediği alandaki kültürel çatışmalardan söz ederken, "Kültür farkı" gibi bir kavram kullanıldığında, Kültürün buradaki anlamı yaşam tarzıdır. Yani kimi sandalyede yemek yer, kimi bağdaş kurup, kimi elle yer, kimi çatal bıçakla, kimi duran suyu akıtıp yıkanır, kimi akan suyu durdurup yıkanır vs.. Ve bu yaşam tarzı farklılıkları "Günlük hayatta" müthiş çatışmalara yol açarlar. Ancak bu çatışmalara ne devrimle, ne yasalarla ne kararnamelerle son verilemez. Bunlar ancak hayatın kendiliğinden akışı içinde değişip yok olma şansına sahiptirler. Dolayısıyla siyasi bir sloganın konusunu oluşturamazlar. "Kültürel Otonomi"den kastedilen herhalde bunlar olmasa gerek. Yani "yaşam tarzı" anlamında kullanılmıyor olsa gerek.
Kültür, güzel sanatların genel bir karşılığı olarak da kullanılır. Kastedilen herhalde bu da değil. Kimsenin şu veya bu şiiri yazmasına; şu veya bu müzik parçasını bestelemesine kimsenin karıştığı yok. Ürünün kaderi de büyük ölçüde kapitalizmin pazar yasalarına göre belirlenir.
Kültür, toplumdaki bütün maddi ve manevi değerler olarak anlaşılıyorsa, sorun daha basitleşmiş olmuyor. Örneğin Türklerin, Almanlarla ortaklaşa maddi ve manevi değerleri, ayrı olanlardan çok fazladır. Aynı tipte, mutfak, banyo, tuvalet, odalardan müteşekkil, çekirdek aileye göre yapılmış evlerde yaşıyorlar, aynı fabrikadan çıkmış elbiseleri giyiyorlar, aynı fabrikalarda çalışıyorlar, aynı türden arabalara biniyorlar, hesaplarını aynı zaman, para, ölçü birimlerine göre yapıyorlar, aynı saatte kalkıyor ve aynı saatte yatıyorlar, aynı yollarda yürüyüp, aynı mağazalardan alış veriş ediyorlar vs.. Ama bütün bunlar içinde ayrı olanlar, yani ayrı müzikten zevk almak, ayrı tat zevki bulunmak vs. kastediliyorsa hem bunların siyasi bir sloganla ilişkisi yoktur, hem de bu sınırın nerede çekileceği belli değildir. Bir ulustan insanlar arasındaki farklar çoğu kez, ayrı ulustan insanlar arasındakilerden daha fazladır.
En geniş anlamında Kültür kavramına Hukuk da girer. Yani kastedilen hukuki bir otonomi olmasa gerek. Buna hiç bir devlet müsaade etmez. Örneğin "göze göz, dişe diş" başka bir hukukun temelidir. Hukuku kapsayan bir kültürel otonomi, belli bir azınlığın kendi aralarındaki anlaşmazlıklarda kısas ilkesini kabul eder ve diğer mahkemeler onlara karışamaz. Kimsenin böyle bir şeyi savunduğunu sanmıyoruz. Demek ki, Kültür kavramına burada hukuk dahil edilmemektedir.
Kültürden okumuşluk yazmışlık düzeyi de anlaşılır. "Kültürlü insan" denildiğinde, bu anlamda kullanılmış olur. Aşağı yukarı bilgili, çok okumuş, çok mürekkep yalamış demektir. Bunun kastedilmediği de açık.
En geniş anlamışla bile Kültürü anladığımızda, bundan: 1) Yaşam Tarzı, 2) Hukuk, 3) Maddi ve manevi değerler 4) Bilgi Düzeyi'ni çıkardığımızda geriye ne kalıyor? Herhalde bir çok şeyin yanı sora şu üç öğe: 1) Dil, 2) Din, 3) İdeolojiler. Esas tartışmanın bu sorunlarla ilgili olduğu açıktır. O halde eşyaya adını koyalım. Kültür gibi ne olduğu belirsiz bir kavram yerine, konumuz bakımından önemli olan bu üç sorunu ele alalım. Burada yaptığımız gibi "Kültürel Otonomi" kavramını analiz edip, kastedilmeyenleri çıkardığımızda, geriye bu üç önemli öğe kaldığa göre; "Kültürel Otonomi" talebi, bu arkadaşların kullanımında: Dinsel, dilsel, ideolojik Otonomi demektir. Şimdi bu üç öğeyi ve her biri konusunda taleplerimizin neler olması gerektiğini ele alalım.
Din'den başlayalım. Dinsel Otonomi demek, dini bir cemaatin iç işlerinde serbest olması demektir. Söz konusu olan azınlıklar olduğuna göre, azınlık dinlerinin iç işlerinde serbest olması demektir. Ama bu zımnen, devletin tanıdığı resmi bir din olabileceği anlamına da gelir. Ve bu anlamda, bir talep olmaktan ziyade, Almanya'daki geçerli durumu tanımlar, azınlık dinlerine otonomi kavramı. Çünkü Devlet, resmen Katolikliği ve Protestanlığı tanımakta, onlara vatandaşlardan (bu arada o dinden olmayanlardan da) aldığı vergilerden bahşişler dağıtmakta; yönetici ve memurların çalışmaya başlayışlarındaki yeminlerinde dini unsurlar bulunmaktadır; tatil günleri Hıristiyan dinine göre belirlenmektedir vs.. Buna karşılık, örneğin Müslümanlar tamamen otonom bir hayat yaşamaktadır. İbadet yerlerini kendi paralarıyla yapıyorlar. Birçok yerde imamlarını kendileri bulup finanse ediyorlar; dini eğitim veren okullarını kendileri kuruyorlar vs..
Dinsel Otonomi bizlerin talebi olamaz. O, zaten verili durumu sürdürmek demektir. Ama bizlerin talebi, örneğin İslamiyetçin de resmi bir din olması olamaz. Biz, devletin dinsel inançlara her türlü müdahalesine, yani bazı dinlerin imtiyazlı, bazılarının imtiyazsız olmasına karşı çıkmalı, din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılmasını savunmalıyız. Yani Hıristiyanlığa tanınan imtiyazlara karşı çıkmalı, onun da Müslümanlıkla ve diğer dinlerle aynı statüye getirilmesini savunmalıyız. Ama aynı şekilde, kimi aklı evvellerin talep ettiği gibi, örneğin kuran kurslarının kapatılması gibi taleplere de karşı çıkmalıyız. Her cemaat tamamen kendi özverisiyle istediğini yapabilmelidir.
O halde bizlerin sloganı, dinsel otonomi değil, din ve devletin ayrılması klasik talebi olabilir.
Ancak İslamlık söz konusu olduğunda durum daha karışıktır. Din ve devlet işlerinin ayrılması talebi, dinin belli bir tanımına, yani sadece kişisel bir inanç sorunu olduğu; kişiyle Allah arasında bir sorun olduğu; dinin başka bir şeyi kapsamadığı anlayışına dayanır. Ama bazı dinler kendilerini böyle tanımlamazlar. Örneğin İslamlık. O sadece bir inanç sistemi değildir; aynı zamanda bir hukuk sistemidir. İnsanlar arası ilişkileri düzenler. Dolayısıyla, yaşayan değil ama "Ortodoks" İslamlıkla laiklik ilkesi arasında uzlaşmaz bir çelişki vardır. Hiç bir devlet kendi egemenlik alanı içinde başka bir hukuk sistemine müsaade etmez. Ama aynı şey İslam hukuku için de geçerlidir. Bu durumda sorunun çözümünün bir tek yolu vardır: güç ilişkisi. Güçlü olanın sistemi diğeri üzerinde bir diktatörlük demektir.
Bu durumda sorun şudur: Biz hangi hukuk sisteminden yanayız ya da yana olmalıyız? Biz laik bir sistemden yana olmalıyız. Bu bir inanç sistemi olarak Müslümanlığın devletten bağımsızlığı demektir ama aynı zamanda bir hukuk sistemi olarak, onun tanınmamasından yana olmak demektir.
Bu, kimi militan İslam gruplarla açık bir çelişkiyi davet eder. Ancak fazla abartılmamalıdır. Bu tarikatların üyesi dahi olsalar Müslümanların çoğu böyle bir programdan yana değildirler; ezilenler arasında yaşayan İslamlık başkadır; İslam felsefesi ve hukuku başkadır. Devlet dininin İslamlık olduğu dönemlerden bile, halk arasındaki problemleri şeri değil örfi hukuka göre çözümlemiştir. Hatta Osmanlı İmparatorluğu'nda örfi hukuk daha büyük bir öneme sahip olmuştur.
O halde bir daha tekrar edelim: Kültürel otonomi kavramının içeriğinde din varsa, sloganımız kültürel, yani dinsel otonomi olamaz. Tek doğru slogan devlet ve din işlerinin ayrılmasıdır.
Gelelim dilsel otonomiye. Sloganımız bir dilsel otonomi de olamaz. Bu talep, azılık dillerinin dezavantajlı durumunun korunması anlamına gelir. Yani devlet azılık dillerinin öğretilmesine; o dili kullananlar arasında bir kültürel hayatın gelişmesine karışmayacak demektir, ki bugünkü durum aşağı yukarı tam da buna tekabül eder.
Bizim sloganımız Dillerin Eşitliği olmalıdır. Yani hiç bir dile imtiyaz tanınmaması; hiç bir dilin baskı altına alınmaması.
Dillerin eşitliği, isteyene ana dilinde eğitim hakkı demektir. Ya da aynı zamanda ana dilini ikinci bir dil olarak seçme hakkı demektir. Bu okulların ayrılmasını gerektirmez. Temel ilke, kimsenin ana dilinden başka bir dilde eğitim yapmaya zorlanmaması; ama aynı zamanda ana dilinde eğitim yapmaya da zorlanmamasıdır. Bu devletin bütün yayınlarının tüm azınlık dillerinde yapılması demektir. Bu televizyon ve radyoda diğer dillerin de yayınlarının bulunması demektir.
Ama bütün bunlar "kültürel özerklik" kavramına girmez; dillerin eşitliği kavramına girer. Ve kültürel özerklik kavramına karşı çıkan Lenin'in savunduğu da budur.
Ancak, dil bir araçtır. İnsan onunla düşünceyi işler. Tıpkı makinelerle doğayı işlediği gibi. Peki, işlenecek olan düşünce ne olacaktır? Burada üçüncü öğeye, ideoloji bahsine geliyoruz.
Modern toplumda hiç bir düşünce yoktur ki ideolojiler yani sınıfsal çıkarlar dışı olsun. Kültürel özerklik, eğer ideoloji kavramını da içeriyorsa, "ideolojik özerklik" gibi bir saçmalığa varırız. Ezilenlerin sloganı ancak, ideolojik savaş olabilir ki, bunun en uygun koşulları fikir özgürlüğünü garantileyen kanunlarla oluşur. Bu durumda biz, örneğin, meslek yasağı gibi yasalara karşı çıkmak zorundayızdır."12
Klasik Marksist yaklaşım ve kültür kavramı çerçevesinde baktığımızda, bugünün moda kavramları şu anlamlara gelirler:
"Çok kültürlülük" = "Çok ideolojililik". Bu ise saçma bir taleptir, talep olması söz konusu değildir. Toplumda birçok ideolojiler zaten vardır. Bunlar kanunlarla, kararnamelerle ortadan kaldırılamazlar. Toplumsal olarak çıkarları farklı insan kümeleri, sınıflar varsa, bu sınıfların eğilimlerini, çıkarlarını yansıtan ideolojiler de olur. Nasıl, sınıflar iktisadi ilişkiler alanından çıkar, kararname ya da yasaklarla ortadan kaldırılamazlarsa ideolojiler de öyledir.
"Kültürel Çoğulculuk" = "İdeolojik Çoğulculuk" anlamına gelir. Fikir özgürlüğü anlamında de alınabilir. Ama ideolojik mücadele yapmamak olarak da anlaşılabilir. Yani yeni kültür tanımına göre nasıl başka kültürler varsa ve onları olduğu gibi kabul edip, onlara karşı bir kültürel savaş vermemek; değiştirmeye kalkmamak gerekiyorsa, başka ideolojiler de vardır onlara karşı da ideolojik bir savaş verilmemelidir. Onlar olduğu gibi kabul edilmelidir.
Ama bu iddianın kendisi, ezilenlerin ideolojik mücadeleye gereksinimi olduğu anlayışına karşı bir ideolojik savaştan başka bir şey değildir.
Sorunun özü buradadır; kültürel kimlik üzerine tartışmalar ve kültüre bu yeni, politika ve ideoloji dışı anlamı veren bu tartışmalar ve söylem, ezilenlerin ideolojisine karşı bir ideolojik savaştır.
Yukarıdaki alıntılardan görüleceği gibi, somut talep olarak, bugünkü çok kültürlülük ya da kültürel çoğulculuk denen talep, Marksistlerce "dillerin eşitliği" olarak çok daha radikal ve kapsamlı olarak yüz yıl önce formüle edilmiştir. Bugün bu talep, Kayserilinin eşeği boyayıp satmaya kalkması gibi, adeta Marksistlere karşı piyasaya sürülmektedir.
Kavramın gericiliği, sadece politik ve ideolojik olanı Kültürden dışlamasında değil; sadece "çok kültürlülüğü" sosyalizme karşı enstrümantalize etmesinde değil; ama aynı zamanda bugünün dünyasında gerici bir program oluşturmasındadır.
Yüzyılın başında, Kültür Ulusal sorun çerçevesinde tartışılıyordu. Farklı milliyetlerden insanların, herhangi bir baskı ve dezavantaj altında kalmadan eşit ve barışçıl ilişkiler içinde en iyi nasıl yaşayabilecekleri sorusuna bir cevap olarak. O zamanlar, ulusal devletler henüz dünyanın çok küçük bir bölümünü oluşturuyordu. Ortalığı kaplayanlar, Rus Çarlığı, Avusturya Macaristan İmparatorluğu, Osmanlılar gibi, birçok ulus ve ulusçuluk öncesi “ulusların” içinde yaşadığı imparatorluklardı.
Marksistlerin o zaman önerdiği, bugünün Avrupa'sında geçerli olandan bile daha radikal ve demokratik bir sistemdi. Bu sistem: ulusların kaderini tayin hakkı ve dillerin eşitliği gibi; biri çoğunluk ulusların, diğeri azınlıkların haklarını korumaya yönelik iki temel ayak üzerinde yükseliyordu. Bu taleplerin kurtuluşçu bir yanı vardı.
Bugünün dünyasında, ulus ve ulusçuluk çoktan ömrünü doldurmuş bulunuyor. Çok kültürlülük talebi, ulus ilkesinin son sığınağıdır. Muazzam işgücü göçleri, çok farklı dillerden ve uluslardan insanları dünyanın dört bir yanına dağıtıyor. Bu dünyada ucuz işgücünün yine en ucuz şekilde yeniden üretilmesi için bir koşuldur çok dillilik.
Teknik gelişme de buna olanak vermektedir. En ilginç örneği bilgisayar alanındaki ANSI ve ASCI kot sistemi ve UNİKOT sunar. Bir kaç yıl öncesine kadar, bilgisayarların kapasitesi sınırlıydı, bu sınırlı kapasite içinde, olabildiğince az bir bölüm kullanmak için, İngilizce harflerle sınırlı yazılabiliyordu. Bugün bilgisayarların olanakları çok gelişmiş bulunuyor, bu bütün dilleri, Çince dahil, içeren yeni bir standarda geçilmesini mümkün kıldı.
Üretim alanında da benzer gelişmeler bulunabilir. Eski standart üretim yerine, birçok varyasyonları içeren üretim sistemine geçilmiş bulunuyor. Böyle bir dünyanın olanak ve ihtiyaçlarına denk düşüyor ve bir engel oluşturmuyor artık farklı diller ya da "kültürler".
Çocukların aynı anda dört anadil öğrenebileceği; çok iyi öğrenilmiş bir anadilin diğer dillerin öğrenimini kolaylaştıracağı; iyi öğrenilmemiş bir ana dilin entelektüel gelişim bakımından bir engel oluşturduğu türünden binlerce araştırma yıllardır var. Modern tekniğin ihtiyacı olan işgücü ve bunun ucuz üretilmesi için; bir yerden bir yere gerektiğinde kolaylıkla nakledilmesi için bu "çok kültürlülük" gerekli bugünkü globalleşmiş ve post fordist kapitalist dünyada.
Ama bu, ulus ilkesini ortadan kaldırmıyor. Ulusu, modeli ve ideali olan Amerika'da olduğu gibi, bütün etnik ve dilsel özelliklerinden soyutlayarak, belli bir toprak parçası üzerinde yaşamak ve toplumsal ideallerde bir ortaklık olarak tanımlıyor. Böylece, siyasi olanla ulusal olanın çakışması ilkesine dayanan ulusçuluğu; yeni ulus tanımı temelinde yeniden üretiyor. Bunun için de, kültür, politik olmayanla sınırlanıyor. Böylece Kültürel olanla, dilsel olanla politik olanın çakışması gereği ortadan kalkıyor.
Peki, ulusçular ulusların hep var olduğunu iddia ediyorlardı, buna karşılık ise ulusları ulusçuluğun yarattığı söyleniyordu. Ulusçuluğun bugünkü ulus tanımıyla, eleştirmenlerinin haklılığını kanıtlamış olmaktan başka bir şey yapmış olmuyorlar. Böylece Ulusçuluğun bütün saçmalığıyla ortaya çıktığı an geliyor.
Peki, hala niye bu ulus savunulsun ki? Artık, hiç bir tarihsel, dilsel, geleneksel, kültürel argümana gerek bile duymayan ya da o argümanları artık kullanamayan ulusçuluk, sadece bir toprak parçası ve ideal bağlamında da olsa niye hala ulus ilkesinin geçerliliğini savunuyor?
Çünkü ulus ilkesi ve bu ilke çerçevesinde "kültürel çoğulcu" bir toplum, yeryüzü ölçeğinde bir Apartheit sisteminin oluşturulmasının olmazsa olmaz koşuludur.
Ulus ilkesi bugünün dünyasında sadece ırkçılığın aracı olabilmektedir. Ancak ulus ilkesine dayanarak, insanlığın büyük çoğunluğunu oluşturan milyarlarca insan, "güney" ya da "üçüncü dünya" denen rezervuara hapsedilebilir ve onlarca da bu durum meşru ve kabul edilebilir olur.
Bugünün dünyası için sosyalist talep, "çok kültür ve etnisiteye dayanan anayasal vatandaşlık" gibi bir talep olamaz. Böyle bir talep, belki kimi ülkeler için hala demokratik bir talep olarak geçerli olabilir. Ama sosyalist ve insanlığa önerilecek bir talep olamaz.
Bizim talebimiz: Ulusal olanla, bu ulusal nasıl tanımlanmış olursa olsun, siyasi olanın çakışmasını öngören, bugünkü ulusçuluğun ilkesini ortadan kaldırmak, ulusu kişinin bir inanç ve seçim sorunu olarak siyasi alanın dışına itmektir.
Ceza suçun cinsinden olmalıdır. Göze göz, dişe diş. Mademki batı uygarlığı, dini ve kültürü öyle tanımlıyor ve politik alanın dışına itiyor, ona da bu uygarlığın dini olan ulus ilkesine ve ulusçuluğa niye aynı ceza verilmesin? Batı uygarlığının ufkunun ötesinde başka bir uygarlığın hayali, işe, batı uygarlığının dini olan ulus ilkesinden başlamak zorunda değil mi?
Demir Küçükaydın
06 Nisan 1999 Salı
17:05
Kültür ve Politika'ya Devam
Dostları ilə paylaş: |