"İnsanlara günahkar demeyin; onlar günahkar değiller: Günahkarların yaratıcısı tek başına sizsiniz, siz, insanları sevdiğinize inanırsınız, onları günahın kucağına atacak olan sizsiniz... Ama ben size söylüyorum, siz hiç günahkar görmediniz, sadece onun hayalini kurdunuz. "
Onun kulağı muhtemelen bu sözleri duymuştu, kalbi belki onlarla daha hızlı bir şekilde çarpmıştı, ama onun aklı onları asla kavrayamamıştı ve onlar eylemlerinde hiçbir zaman ete kemiğe bürünmemişti. Bu yüzden onları son nefesine kadar unutabilirdi.
Ve o? Nasıl kendisini zekasının sınırlarıyla, yeteneklerinin gücüyle, yüzyıllar öncesinde onun küçük ismini kendininkinin yanına koyacak kadar kandırdı? Bir kapris miydi? -bir şaka mı? – bir anlık bir düşünce mi? Yoksa onun, soğuk ve sert bölgeler boyunca en yüksek zirvelere kadarkendisini takip edebilecek güçte olduğuna gerçekten inandı mı?
Bilmiyorum. Ancak çalışmalarının gelecekteki baskısı artık Marie Dähnhardt adını taşımamalı.
1902'nin başında onun ölüm haberi geldi. Artık, Nachlass’ında, Stirner'le geçirdiği zamanla bağlantılı hiçbir şey bulunmaması beni hayal kırıklığına uğratmayacaktı.
Kitabım ona gönderildi. Onu okumadı, muhtemelen kapağını hiç açmadı bile. “Dünyevi şeyler artık onu ilgilendirmiyor” ifadesiyle geri gönderildi.
Onun resmi değişmez bir şekilde sağlam durmakta: dar burjuva kesiminden bir kimse, kimsenin (en azından Stimer'in) hatası olmadan, aksine uyuklayan bir özlemle ondan yararlanmış, içsel ve dışsal kurtuluş için zamanın koşullarından beslenen, ve elde ettiği şeyden faydalanmak için çok zayıf olarak, inanç ve uydurmaların karanlık derinliklerine geri döndü - üzücü bir resim, trajik değil.
***
Unutkanlıkların gölgesinde bu kadar gizlenmiş bir adamın hayatını tanımlamak kesinlikle riskli bir girişimdi ve birçoğu hala böyle diyordu. Fakat bu cesaretin bir mazeret gerektirmesi durumunda, bu mazeret davaya duyulan sevgidir. Bu sevgi olmadan, emin olmak için, cesaret sadece küstahlık olurdu; ama bu sevgi olmadan, bugün bizim önümüzde yatanlar hiçbir zaman elde edilemezdi. Ve bu yüzden bu işi başka kimse yapamazdı.
"Max Stimer'in Hayatı" üç döneme ayrılabilir: yükselme, zirve, düşüş. Birincisi, öğretim faaliyetinin sonuna kadar devam eden gençliğini ve hayatını içerir (1806-1844); ikinci dönemde hayatı çalışmalarının yayınlanmasıyla zirveye çıkar (1844-1 846); üçüncüsü, onun ölümüne (1846-1856) kadar olan unutulmazlık ve yalnızlık dönemidir.
Bu arada, ilk iki bölümle ilgili olarak, kitabımı daha geniş, daha açık bir şekilde bölümlere ayırdım.
İlk dönemi böldüm: (1) erken gençliğin tanımı ve (2) öğrenci ve öğretmenlik faaliyeti. Ama Bayreuth'ta kalabilmek için Lise zamanlarını da ilk bölümde inceledim. Bu ilk bölüm dışsal bilgilere dayandığından, bu bilgiler neredeyse eksiksiz olduğundan, gelecekte herhangi bir şekilde daha eksiksiz hale getirileceklerine inanmıyorum. İkincisi ile neredeyse farksızdır. Üniversite eğitiminin zamanını, sınavlarının ve ilk geçici pozisyonunun, ilk evliliğinin, kız öğretmenler okulundaki işinin tarihini tam olarak belirlemek mümkün olmasına rağmen, bu döneme ait ikincisinin özellikle rahatsız edici olduğu iki karanlık nokta vardı. İlki 1830-1832
yıllarında, Stirner'in akademik çalışmalarını tamamlamakta tekrar tekrar engellendiği zamanlardı. Ama onu engelleyen aile durumu neydi? Bu yıllardan birinin Kulm ve diğerinin Königsberg'de olduğunu biliyoruz. Ama hangisi burada, hangisi oradaydı? İkinci boşluk, 1837-1839 yıllarına aittir. Stirner’in, sınavlarını ve gerekli deneme süresini tamamladıktan sonra, bir pozisyon başvurusu reddedildi. İlk kez evlendiğini biliyoruz. Fakat eğer o yıllarda özel bir gelir üzerinde yaşadığını varsaymazsak, o kısa dönemdeki faaliyetleriyle ilgili karanlıkta kalıyoruz. Aile koşulları hakkında neredeyse hiçbir şey bilmiyoruz. Aksine annesinin görünüşü bu yıllarda daha da karanlıklaşıyor. Nerede yaşardı?-Ne zaman öldü?- Hiçbir şey bu zamanlara dair bir şahit bulmaktan daha çok arzu edilemez. Ancak böyle bir tesadüfün yaşanmasına dair bir umut neredeyse beyhude olur.
İkinci dönemin iki yılı tamamen farklı birer resim oluşturuyor. Aradığımız insan, hayatı ve görünüşü netleşir. Onun başkalarının arasında nasıl yaşadığını ve göründüğünü biliyoruz. Haklı olarak ve bu “diğerleri” bizi birden fazla nedenle ilgilendirir; çünkü onun etrafında büyük, kapalı bir çember oluştururlar, bu yüzden onlara özel bir bölüm ayrılmıştır: Hippel'in “Özgürleri”. Gerçekten de, onlar olmasaydı Stiner'in son kişisel anıları bile kaybolurdu!- O zamanın tarihinin bir tanımını yapmaya başlayacağım: Stirner, onun çocuğu olmasına rağmen, onun kamusal yaşantısında hiçbir zaman yer almadı ve hiçbir zaman dersine aktif olarak katılmadı.
"Özgürler" ile nihayet ona yaklaştık ve kim olduğunu söyleyebiliriz: Max Stirner. Önümüzde duruyor: hala her zamanki çekingenliğiyle, ama yine de somut haliyle; ve onun yanında sevgilisi Marie Dähnhardt.
Ve ondan eserine artık bir engel kalmadı. Bu, onun gücünün ve öneminin, ölümsüzlüğünün anlaşılması için yapılan bir girişim. Her şeyden öte sadece belirli sınırların ötesine gitmeye cesaret edemeyen bir girişim.
Üçüncü dönem ve kitabın son bölümü kesişiyor. Hayatının son on yılı, en dikkat çekici ve en etkileyici olandır. Sanki akşamın gölgeleri etrafa yayılıyormuş ve aslında biz nereye gittiğini tam olarak bilsek de, hala sadece ana hatlarını tanıyormuşuz gibi. Stirner'in ailesi
öldü, kendisini arkadaşlarından ayırdı - Kim kendi zamanında çoktan unutulmuş bir insan için şu anda tanıklık yapabilir?
Öldü ve ölümsüz eseri dışında geride hiçbir şey bırakmadı. Elimizde onun hiçbir resmi yok; muhtemelen böyle bir şey hiç var olmadı, çünkü Marie Dähnhardt bile hiç görmemiş ya da sahiplenmemişti. Yazılı mirası, bildiğim kadarıyla kayboldu ve yok oldu.
***
Benim çalışmamın metodu hakkında son bir kelime daha.
Malzeme bulma ve toplama ilk sırada yer aldı. Gerçekten de, sadece en uç noktasına kadar gidilebilecek bir yol gösterebilen ümit parıltılarının izleri değil, aksine bir ipucu yakalamak için o zamanların literatürü de incelenmeliydi. Bu sonuncusunun -göreceli olarak başarı eksikliği muhtemel olduğundan işin en yorucu kısmı- her yönden gerçekleştirilemeyeceği kendiliğinden ortaya çıktı ve bu yığınların içine bakması gereken benzer hedeflerli olan başkalarının “Stirner” ismine rastlamaları neredeyse olanaksızdır. Bunlar için, önsözün bir kez daha tekrarı talep edilir.
Çalışmanın ikinci, daha kabul edilebilir kısmı, elde edilen materyalleri incelenmesi ve üzerlerinde çalışılmasıydı. Yanlış doğrudan, önemsiz önemliden ayrılmalıydı ve her şeyden önce kitabın gerçeği gerektiği önemle vurgulayarak okunmasını sağlayacak bir formu olmalıydı.
Araştırmamın sonuçlarına sözde "kaynaklar" eklemem gerekip gerekmediği konusunda uzun süre tereddüt ettim. Bunu yapmaktan kaçındım. Birincisi, bir çalışmanın
bütünlüğünün böyle bir ad oculos aracılığıyla gösterilmesi gerektiğine inanmıyorum ve ikincisi, bu sayısız kere metni kesintiye uğratan, sayfalara aşırı yükleme yapan notlar kitabın okunabilirliğini sorgulatacaktı. Bazı sayfalar için sadece her bir cümle değil, çoğu zaman bir cümledeki her kelime böyle bir "not" ile donatılmalıydı ve böylece kitabın büyüklüğü neredeyse iki katına çıkacaktı. Ancak bu notları yeni bir ekte sunmak demek, metinleri bir sürü sayıyla çirkin bir şekilde kesintiye uğratmak zorunda kalmam anlamına geliyordu.
Yine de, okuyucunun “sözlerime kanıt istemeden inanacağını” sanıyorum, tüm tarihler ve gerçekler, en ayrıntılı şekilde belirlenebilecek kadar güvenilir. Fantazi hiçbir yerde dile getirilmedi, tahminlerse nadiren ve son derece dikkatle ifade edildi, çünkü boşlukları açık yapaylıklarla doldurup resmin gerçekliğine zarar vermektense onları olduğu gibi bırakmayı daha doğru buldum. Her yerde kullanabileceğim tek tük gerçekler vardı; birçoğunun geldikleri kaynakların kontrol edilmesi gerekiyordu. Direk almak istediğim karakteristik bir ifadeyi doğrudan sanki mülkiyetiymişçesine bir yazardan aldığımı göstermek için, tırnak işareti kullandım. Bu yüzden her gerçeği ispatlayabilirim ve bunu eğer herhangi bir taraftan haksız olduğuma dair açıkça şüphe duyulursa, bunu yapacağım. Yine de, diğer tüm saldırılara her zamanki gibi sessiz kalacağım.
Birçok ayrıntının örneğin, üçüncü bölümde birçok ismin, dördüncü ve altıncı bölümde Stirner’in evlerinin ve diğer şeylerin tekrarlanmasını gereksiz ve saçma bulan kişilerin onları bilerek yaparken hala var olan boşlukları doldurmayı umduğumu ve onları kasten ilginç olmayan fakat beni amacıma ulaştıran bilgiler olarak kullandığımı hatırlamaları iyi olu. Benimsediğim metodu izlerken hedeflediğim sonuca ulaşmamı sağlayan kesinlikle bu detaylardı.
***
Bu kitabın çerçevesinin çok ötesine geçip, Max Stirner'in dünya görüşünün etkisini zamanımıza kadar takip etmek ve onun yerini yeniden kazanması ile meşgul olmak niyetimden tamamen uzaktı. Şüphesiz ki bunlar bir gün yapılması gereken ve yapılacak olan işler, ama benim tarafımdan değil.
İlki olağanüstü zor olacak. Stirner'in etkisi, tam bir açıklıkla ve kesinlikle, yalnızca onun egoizm öğretisini benimseyen ve her yönüyle onu geliştirenler sayesinde, her şeyden de öte bu kendini yönetme öğretisinin hangi formda olursa olsun devlet teorisine karşı olduğu gösterilerek kanıtlanabilir. Hayır, Stirner'in kendi fikirlerinden hiçbirisini son noktaya götürmeyeceğinden değil. Ama eserinin kendi kendisini yok etmesini istemiyorsa doğrudan saldırılarında dikkatli olmak zorundaydı. Onu ileriye taşıyanlar, dünyanın bireyci anarşistleridir. Güçleri sayılarından değil, üyelerinin öneminden kaynaklanmaktadır. Çabaları ile ilk değinilen çalışma bu nedenle şu ana kadar gerekli görülenden daha ayrıntılı ve daha kapsamlı olarak ele alınmalıdır.
Hatta son on yılda üretilen avuç dolusu makaleyi araştırmayı bile düşünebilirdim. Kırkların yazarları Stirner'e eleştirmenlerinden çok daha az bir anlayışla yaklaştılar. Onların arasında kayda değer bir iş yoktu. Yine de en iyileri, Stirner'in dünya görüşünü kendi görüşlerini eklemeden tekrar etmekle sınırlı olan makalelerdir.
Hepsi az ya da çok doğrudan Friedrich Nietzsche'den hareket ediyorlar. Kimse benden daha fazla, bu düşünürün meydan okuyucu cesaretine, geleneksel otoriteye karşı gururlu küçümsemesine ve dilinin zamanındaki gücüne hayran olamaz; ama bu sendeleyen, çamura batmış, sürekli kendisiyle çelişen o neredeyse çaresizce doğru ve yanlış arasında gidip gelen ruhla Stirner’in derin, açık, sakin ve üstün dehasını karşılaştırmak çürütmeye değmez bir saçmalıktır. Sadece bizimki gibi, açgözlü bir aceleyle geleceğin belirsiz özleminin sunduğu her şeyi kavrayan bir zamanda mümkündür. Çoğu Nietzsche meraklısının Stirner hakkında bir
çeşit havalı ve son derece komikbir üstünlükle konuştuğunu gözlemledim: kendilerine bu deve yaklaşacak kadar güvenmiyorlar ve onun katı mantığından gizlice korkuyorlar. Nietzsche ile daha az düşünmeye ihtiyaç duyarlar: Kendilerine onun diliyle hükmediyorlar, oysa gerçek Nietzsche onlara çoğunlukla yabancı geliyor. Ama cüceler kurşunlu kronlarla oynamaktan hoşlanırlar. Onların oynamaya devam etmelerine izin verelim. Nietzsche hastalığının ateşi zaten düşüyor. Bir gün, "Üstün İnsan"da Ben’in Biricikliği’yle paramparça olacak.
Nietzsche'nin Stirner'i tanıyıp tanımadığı ve ondan ne ölçüde etkilendiği, Albert Levy'in kendi yazılarından birinde bile dile getirilmeye devam eden bir soru. Ancak şimdi Franz Overbeck’in Nachlass’ından yayınlanan 1906 Şubat’ının Neue Rundschau’sunun anılarıyla bütün önyargısız insanlar tarafından kuşkusuzca cevaplanmıştır. Nietzsche Der Einzige’yi ismen tanıyordu ve utanarak onun kendisi üzerindeki etkinin ezici gücü, kendi yaratımıyla kendini özgürleştirene kadar, gömüyordu.
Ayrıca eski müritleri ve dostları-Feuerbach-Rau, Bolin, Duboc- sevilen ustaları Stirner'den korumak için zaman zaman çaba harcıyorlar ve kendisinin gösterdiği cehaleti örtbas ediyorlar. Bu işe yaramaz bir çabadır. Feuerbach insanı çoktan öldü.
Söylemem gerektiğini düşündüğüm birkaç söz daha.
Eğer filozof Eduard von Hartmann’ın, Stirner'in “yeniden keşfedici”si olduğu iddiası ileri sürülürse, o zaman onun Phänomenologie des sittlichen Bewusstseins [Ahlaki Bilimin Fenomenolojisi] ve Philosophie des Unbewussten’inde [Bilinçaltı Felsefesi] onun hakkında söylediği şeyleri göstermek yeterli olur. Stirner'i unutulmuşluğundan çekip çıkaran şey bu değildi. Yine de Stirner’in Hartmann tarafından Mayıs 1891’de Preussische Jahrbücher’de
[Prusya Yıllıkları] Nietzsche'nin "yeni ahlakı" üzerine olan bir makalesinde kısa bir süre önce tanınması, Stirner hakkındaki girişimimin ilk meyvesini vermiş olduğu zamandır.
Ancak Stirner ve çalışmaları, 1888'de tamamen unutulmuştu ve eğer ben hayatımın yarısını buna adamış olmasaydım, bugün de aynı halde olabilirlerdi. Belirtilenler gibi varsayımlar bu yüzden
kendimi gittikçe daha çok reddetmeye mecbur bıraktığım gerçeklerin cüretkâr ve çirkin taklitlerinden başka bir şey değiller, çünkü onlar sistematik bir amaç peşinde koşuyor gibi görünüyorlar: insanlar açıkça Stirner'in yeniden doğuşunu profesyonel filozoflara borçlu olmadığını anlayamıyorlar.
Başka türden bir reddetme, Leo Hildeck’in (Leonie Meyerhof) Dresden'de 1895’te yayımlanan romanı “Feuersäule”in (Yangın Direği) yayıncısının beceriksiz reklamından kaynaklanır. Kitap, kahramanın yaşamının Stirner’in “dünyevi haccı” olduğu izlenimini yaratır.
Ayrıca, Der Einzige und Sein Eigenthum'un Reclam baskısından önce gelen Paul Lauterbach'ın “kısa tanıtımı” ndan da bahsetmeden geçemeyeceğim. Tüm olası“ilgili” düşünürleri ve eleştirel olmayan alıntıları çalışmalarından çekip çıkarmaya çalışmak yardımdan çok zarar verebilir ve bu şekilde yaratılan karışıklık, daha da üzücüdür, çünkü muhtemelen bu baskı uzun bir zaman daha geniş bir çevre için en erişilebilir olan olmaya devam edecektir. Buna ek olarak, bu girişin yapmacık tarzı ve esprili fikirleri, eserin kendisinin açıkça anlaşılır, keskin hatları olan diliyle rahatsız edici bir tezat oluşturuyor. Bu nedenle, bu girişi bana ait olan bir başka girişle değiştirmem için yeni bir baskı oluşturulmasından memnunum. [Mackay'ın tanıtımı 1927 baskısında yayınlandı. Reclam'ın II. Dünya Savaşı'ndan sonraki ilk tam baskısı olan 1972 baskısında önsöz yoktur, ancak Marxist Ahlrich Meyer'in Mackay'den bile bahsetmediği 39 sayfalık bir bildiri vardır! ]
"Biz ve o…" bölümü uzundur ve etki süresi bölümün sonuna kadar ulaşmaz.
Tabii ki sadece son yıllarda bu etkinin özellikle karakteristiği hakkında gördüklerimi buraya ekleyebilirim.
Sözü kendi kitaplarına getirmeye çoktan başlıyor. Buna memnun olduğum gibi, bir de Dr. Anselm Ruest'in (Max Stirner. Leben-Weltanschauung-Vermachtniss [Max Stirner. Hayatı-
dünya görüşü-mirası]) gibi, .“Stirner’in resmini hipotez yoluyla elde etmek” ve böylece “onu tarihi kılmak” fikrinin ne kadar cüretkar ve tehlikeli olduğuna dair uyarıda bulunmalıyım. Benim için hangisi daha kolay olurdu, içimdeki şairi bu yolu takip etmekten daha çok ne uyandırabilirdi? Bununla birlikte, eğer- daha öğrenilecek olan gerçekler üzerine inşa edilmiş ve üç satırının dahi hatalardan yoksun olmadığı- Stirner biyografim değer kazanırsa, bu değer çalışmamın metodundan kaynaklanır: mütevazı olmam gereken yerde mütevazı olmak için. ”Fantezi, hiçbir yerde ifade edilmez, varsayımlarsa nadiren ifade edilir.” [Mackay kendisinden alıntı yapar!]
Bununla birlikte, adı geçen yazar kitabını (ilk bölümü Stirner’in “Yaşamı” olarak adlandıracak cesarete sahipti ve bu da elbette işimin en küçük ayrıntılarına dayanıyordu ve sadece buna dayanabiliyordu) “fanteziyle” süsledi, en cesur hipotezlerle şımarttı ve sonra muhakeme yeteneğinden yoksun olarak bunu “renk ve sıcaklık ile doldurma” olarak adlandırdı. Bunun sonucu elbette bir resim değildi, daha çok bir karikatürdü. Bununla birlikte, Stirner’in mirası hipotezleri yapan kişinin sadece ismini bildiği bireyci anarşistlerin sadık ve güçlü ellerindedir.
Bir diğeri, tamamen farklı türde bir girişim sadece eğlenceli olabilirdi: Ernst Schultze’nin 1903’te Archiv für Psychiatrie und Nervenkrankheiten ( Psikiyatri ve Sinirsel Hastalıklar İçin Arşiv)’de yaptığı gibi, “Stirner’in düşüncelerini paranoyak bir delilik sisteminde” tespit etmeye çalışmıştı ve – cüretkar bir biçimde – Stimer’in ruh sağlığını sorgulamıştı, en sonunda psikiyatrik bir bakış açısıyla Stirner’in sisteminin “kusursuz” olduğunu kabul etmesi gerekiyordu.
Bununla birlikte kendisini “50’nci yılında annesinde ortaya çıkan psikoz” (bunu nasıl biliyordu?)da ve Stirner’in arkadaşsız olduğu gerçeğinden hareketledestekledi (diğer şeylerin yanı sıra şaşkınlıkla fark ettiği Stirner’in, “Özgürler” bölümümdeki eksikliği).
Şimdi Stirner’in kalıtımsal olarak hastalıklı olmadığını, ama annesinin bir “idee fixe” ten acı çektiğini ve bunun dışında bedenen gayet sağlıklı olduğunu öğrendiğinde ne der?
Ernst Schultze'nin sabit, yani, sürekli fikri doğru ve rasyonelin, çoğunluğun yasalarıyla belirttiği şekilde doğru ve rasyonel olduğudur. Bu yasalarla azınlığı yarattıkları kavramlara inanmaya zorlamak isterler.
Bu elbette onun hakkıdır. Ama aynı zamanda, Stirner tarafından kurulan günümüz bilgisinin, daha yüksek bir düzeye çıktığı herkesin gecikmiş bakış açısıdır, o hak ve zorlama nedeni konseptlerinin belirlenmesini dayanmaz, aksine özgür olmak için çalışır.
Stirner’e ve onun eserlerine karşı hakaretler elli yılda tükenmişti. Tüm zamanların ve insanlığın belki de en net ve keskin entelektüel düşüncesini ortaya koyma girişimleri, şu andan itibaren sessiz kalmalıdır, çünkü bahsedilenlerden sonra, artık herhangi bir özgünlükten yana olduklarını iddia edemezler.
***
1906 yılı, gazetelerin Almanca'sıyla söylemek gerekirse, Stirner'in yüzüncü doğum günü ve ellinci ölüm gününe denk gelen Jübile Yılıydı.
O zamanki bir sonraki etkinliğin ne kadar da takdir edilmediğini hatırlayabiliriz. Yine de iyi biliniyordu. Ancak daha derin bir algıya hitap edecek sesler hala eksikti. Bugün bile hiçbir yerde weltanschauung’un (dünya görüşü) yarattığı sonuçlar elde edilemiyor. Bunun yakın gelecekte, tüm sosyal hayatımızın yapısını zeminden değiştirecek kadar güçlü bir etkiye sahip olduğu kesin. Çünkü bu arada, her yerde, insan kurumlarının ve onların kutsallığının ve devletinin “mevcut gücü” nün korkusu hakim. Birey hala kendini bilinçli bir biçimde ona karşı koymaya ve onun biricikliğinin mülkiyetini talep etmeye cüret etmez: özgürlüğü.
Böylece, o yılın en iyi yanı, Stimer'in zamanından iki yeni tanığa, Rudolf von Gottschall ve Ludwig Pietsch, gerçekten yeni bir şey hatırlayamasalar bile, anılarına bir kez daha dönmeleri için bir fırsat vermesiydi.
***
“Jübile Yılı” da birçok kez dile getirilen dileğin gerçekleştirilmesini; Berlin'deki ev ve mezar gibi, Bayreuth'taki doğum evinin, yazılı bir plaket ile ayırt edilebilmesini sağladı. “Max Stimer'in anısına yapmam gereken son şey” şeklinde bir söylem yayınladım, ki bununla kendilerine küçük bir katkı göndermeleri için ısrarda bulundum. Nihayetinde gerekli olan toplam da arttı ve Bayreuth'daki WolfeI & Herold firması bunu yapmak üzere görevlendirildi.
6 Mayıs 1907'de Bayreuth'ta Marktplatz Maximiliansstrasse (Maximilian Sokak)’de bulunan 31 No.lu evine siyah İsveç granitten, 0.95 x 0.70 metre bir plaket yerleştirildi. Büyük modem Gotik harflerle hazırlanan – uzakta görünebilen - bir yazıttır:
Bu
Max Stirner’in
Doğduğu ev
25 Ekim 1806
Mezar ve öldüğü ev için daha önce seçilmiş olan yazıtlar göz önüne alındığında, sözcüklerin bileşimi, üçünün birbirini tamamlaması için hazırlanmıştır. [Ev daha sonra yeniden tadilat gördü ve ön taraftaki plaket, evin kenarına taşındı.]
Katkılar 263 mark 91 peni, masraf 283 mark 7 peniydi. Katkısı olan herkese bunların hesabını verdim.
İlk ve şimdiye kadarki, başarılı olmasa bile, Stimer'in weltanschauung'unu zamanımızın sosyal sorunlarını açıklamak için kullanmaya yönelik tek ciddi girişim, Sorbonne'da profesör olan Fransız Victor Basch tarafından L 'Individualisme anarchiste adlı kitabında yapıldı. Max Stirner [Anarşist bireycilik] (Paris, 1904).
Diğerleri yakın zamanda bu sadece girişimden ibaret olmayan içe işleyen çalışmaları takip etsin.
Dahası, her şeyden öte, Stirner'in yabancı dillere çevrilmesi, dürüst tanıklar olarak, onun şimdi ne kadar da başarılı bir şekilde nihayetinde dünyaya açılan yola ayak bastığını gösteriyor.
Onlar artık sessiz kalmazlar, dünyaya onun nasıl bizim olduğunu ve bizim onun olduğumuzu, bir daha asla kaybolmayacağını haykırırlar.
***
Bir kez daha, üçüncü kez, bu hayatın inşası üzerine tekrar çalışmaya başladım ve ona son taşları ekledim.
Bunun son defa olacağını biliyorum.
Kalemi bugün elimden bir iç huzur hissi ile bıraktım.
Uğraşılan bir şey elde edildi. Ve buna, güzel bir şekilde ulaşıldı: kendi gücünden başka bir araçla değil, tabiatında var olan hakikatle, ama çılgınlıkla ve ön yargıyla inşa edilmiş bir dünyaya karşı acı dolu ve yavaş bir mücadelede, ama kendinden emin bir şekilde.
Bayreuth'taki evdeki plakların yerleştirilmesi hakkındaki raporda söylediğim şey buydu, hayatının ve eserinin yeniden uyanışı için çalışmaya başladığımda, benim yirmi beş yıl önce istediğim, hayal ettiğim ve arzuladığım şey. Buradaki son sözüm, bana yardım eden herkese, benim için kolaylık sağlayan herkese teşekkürler.
***
Max Stirner'in yaşamı üzerine neredeyse gözle görülür biçimde örtülen peçe düşmedi ve belki de gün ışığıyla aydınlatılmış şekilde ayakta duran figürünü tam olarak görmeden devam etmeliyiz.
Ama yine de peçe biraz da olsa kaldırıldı ve bu figür artık eskisi kadar yabancı değil; bazı anlarda bile onun yanında olmayı ve Stirner'i çalışması üzerine konuşurken dinlemeyi hayal edebiliriz.
Onun hayatı, gerçekte ölümsüz olanların günü büyük yaygaralarını yapanlar, kalabalığın sevgilisi olanlar değil, aksine sessiz bir çalışmayla insanlığın kaderini belirleyen yalnız ve uykusuz araştırmacılar olduğunun kanıtıdır.
Onların arasında Max Stirner duruyor. Bismarck'ların değil, Newton'ların ve Darwin'lerin arasına katıldı.
Birinci Bölüm
Erken gençlik
Erken Gençlik
1806-1826
Bayreuth'taki doğduğu ev - Doğum ve vaftiz - Ebeveynler ve atalar - Babanın ölümü ve annenin yeniden evlenmesi - Kulm'a doğru - Rittmeister Göcking - Bayreuth'a dönüş ve yetişme dönemi- Genel bakış
Bugün birisi Richard Wagner’in şehrine-Bayreuth‘ta, hala tamamen Jean Paul kenti olarak anılır - tren istasyonundan geliyorsa, Markgraf [Uçbeyi] Friedrich'in eski opera binasını geçerek kaleye tırmanır ve Marktplatz’a (Pazar yeri)-bugünki adıyla Maximilianstrasse (Maximilian sokak)- girerse gözü bir süreliğine diğer tüm ilginç binalar arasında, sol tarafta kalan, güzel, üçgen köşeli yan duvarlarla dekore edilmiş bir eve takılacaktır.
Bu yan duvar, zemin kattan çatıya kadar uzanmaktadır. Bunun dışında, kahverengi boyalı evin göze çarpacak hiçbir şeyi yoktur.
Dar, iki katlı bina, on sekizinci yüzyıldan kalmadır. Sıkışık ve masiftir, dar bir avlusu ve dar bir merdiveni vardır, ancak her kattının ön tarafında aydınlık salon benzeri bir odaya sahiptir. Aslında bir fırın olarak tasarlanan bu tesis, sahipleri, tüm fırıncılar tarafından yüzyıldan fazla bir süredir kullanılıyordu.
Brautgasse ya da Kirchgasse'nin girişinde yer alıyor, diğer köşesi Belediye Binası’na kadar uzanıyor. Bugün Maximiliansstrasse 31 numarada bulunuyor ve zemin katı sıradan bir biracı olarak hizmet veriyor. Ama ilk kattaki pencereler dost canlısı küçük saksı bitkileriyle bezenmiştir.
.
Ondokuzuncu yüzyılın başlarında Bayreuth’taki 800 ev arasında 67. Numaralı olandı ve o zaman “ana cadde” üzerinde bulunurdu. Burada 25 Ekim 1806'da, sabah saat altıda, Johann Caspar Schmidt doğdu.
Çocuk, 6 Kasım'da Evanjelik Lutheran usülüne göre Subdeacon Bumann tarafından vaftiz edildi; Johann Caspar adını vaftiz babasından aldı.
Babasıyla birlikte Schmidt ailesi Ansbach'tan geldi. "Beyefendinin hizmetkarı" Johann Georg Schmidt ve karısı Sophia Elisabetha‘in, evlenmeden önceki soyadı Götz, 1762-1769 yıllarında, dört oğlu ve bir kızı olmak üzere beş çocukları vardı. En küçük oğlu Albert Christian Heinrich Schmidt (14 Haziran 1769 doğumlu), Johann Caspar'ın babasıydı.
Annesi, Sophia Eleonora (30 Kasım 1778'de Erlangen'de doğdu), eski postacı Johann Reinlein ve eşi Luise Margarete‘in, evlenmeden önceki soyadı Kasperitz, kızıydı.
Ebeveynlerinin evliliğinin ne zaman ve nerede gerçekleştiği bilinmez; ama muhtemelen 1805 yılındaydı. Johann Caspar onların ilk ve tek çocuğuydu.
Babası ticaretle uğraşırdı, "rüzgar enstrüman üreticisi" idi; flüt üretimi yapardı. Kendisinin aynı zamanda bir portre ressamı olduğu da doğrulanmamış bir söylentidir.
Çocuğun doğumundan sonraki bir buçuk yıl içinde babası, 19 Nisan 1807'de 37 yaşındayken tüberkülozdan öldü. İki yıl sonra, 13 Nisan 1809'da annesi yeniden evlendi. İkinci kocası, yaklaşık elli yaşındaki Heinrich Friedrich Ludwig Ballerstedt saray eczacılarının yöneticisiydi. Evlilik, müfettiş ve şehir papazı olan Dr. Johann Kapp tarafından gerçekleştirildi ve evli çift, mülkün ortaklığı yasalarına göre yaşadı.
Ballerstedt, 1 Haziran 1761'de Dr. Karl Friedrich Ballerstedt ve karısı Anna Juliane Johanne‘ in, evlenmeden önceki soyadı Göcking, ilk oğlu olarak doğduğu Helmstedt'ten geldi. Ailesi papaz ailelerindendi ve daha sonra Wolfenbüttel'de yaşadı.
Yeni evliliğinden hemen sonra yeni Frau Ballerstedt ikinci kocasıyla Bayreuth'u terk etti ve " kader onları en nihayetinde " Batı Prusya'daki Weichsel Nehri yakınlarındaki Kulm'a attı. Ballerstedt oraya, büyük amcası süvari kaptanı Goecking (ya da Goeckingk) 'in isteğiyle gitti.
1806'dan 1808'e kadar olan dönemde, Dükalığı'ndaki emekli süvari kaptanı Paul Heinrich Ludwig Friedrich Günther Goecking'in üç kardeşi ölmüştü: Meclis Üyesi Christian Valentin, Demoiselle Marieis Marie Marie, her ikisi de Kulm’daydı, ve Königsberg'deki Tragheim Kilisesi'nin papazı olan Dietrich Theodor Günther Goecking. Evlili olmamasından ve giderek yaşlanmasından dolayı onunla birlikte Kulm Graudenzer Strasse No.9’daki “belediye mülkü” olan evinde yaşamalarını önererek hala hayatta olan akrabalarının "ordan oraya taşınmasına" son verdi. Ayrıca teklifine onları ölümünden sonra onları varisi yapacağını da eklemiş olmalı. Gelişlerinden sadece birkaç ay sonra, 20 Mayıs 1810'da, onların lehine bir vasiyetname hazırladı ve böylece 26 Haziran 1814'te ölümünden sonra Ballerstedt ve karısı evin tek sahibi oldular. Buna ek olarak, 40 dönüm tarıma elverişli toprakları ve bir bahçeleri olmuştu. Böylece eczacılığın da getirileriyle, yardıma ihtiyaçları olmadan yaşayabilirlerdi ve tek çocuklarına zevk alacağı iyi eğitimi verebilirdi. İkinci evliliğinden, 19 Aralık 1809'da, büyük ihtimalle Kulm'a geldikten hemen sonra doğmuş olan küçük bir kızı oldu ve Johanna Friederica ismini aldı. Fakat 21 Eylül 1812'de, henüz üç yaşını bile doldurmamışken öldü.
Ballerstedt'in Kulm'da bir eczane satın alıp almadığı ya da sadece kiraladığı tam olarak belirlenemiyor. Ancak muhtemelen, çarşıda 296 no’da bulunan Adler eczanesini kiralamış olmalı.
Mümkün olan en kısa sürede, 1810 yılında, Bayreuth'da bırakılan küçük Johann Caspar getirildi. Kulm'da büyüdü ve ilk öğretimini aldı. Üvey babası aynı zamanda çocuğun koruyucusu oldu.
Evin şartlarının çekiciliğinden, Bayreuth'daki gymnasiumun (lise) büyük ününden ya da hala orada yaşayan akrabalarının isteği üzerine olabilir, bilinmez, Johann Caspar 1818'de on iki yaşındayken kendi kasabasına geri döndü. Burada, vaftiz babasının, "Burge und Strumpfwirkermeister" [garantör ve çorap işçisi ustabaşı] Erlangenli Johann Caspar Martin Sticht ve eşi – babasının kendisinden üç yaş küçük tek kardeşi- Ansbachlı Anna Marie, evlenmeden önceki soyadı Schmidt, evine alındı.
Çocuksuz çift ona kendi çocukları gibi baktı ve üniversiteye gidene kadar sekiz yıl onların evinde kaldı. Evleri onun doğduğu evden uzak değildi ve o sırada No. 89 diye geçiyordu; Bugün Maximiliansstrasse No. 36.
Bazı okuyucular, çocuğun okul hayatının çeşitli dönemleriyle de ilgilenebilirler. Bu dönemler aşağıdaki gibidir.
Çocuk Bayreuth'a döndükten sonra, ilk önce Gymnasium (lise) öğrencisi Imhof'tan hazırlık eğitimi aldı ve daha sonra 1819'da Unterkkasse (alt sınıfları) ‘yi atladı, on üç yaşındayken Latin Hazırlık Okulu'nun Oberklasse (üst sınıf)'sine girdi ve 75 öğrenci arasında beşinci oldu. "Sınıf öğretmeni" olarak, sonraki iki yılda da olduğu gibi, Unterprogymnasium'da 1820-21 ve Oberprogymnasium'da 1821-22’de olduğu gibi Johann Melchior Pausch vardı. Her iki sınıfa da iyi bir şekilde uyum sağladı, ilk önce 42'öğrenci içinde 8., sonra da 29 öğrenci içinde 6.ydı. Her iki yıl da "isminin okunmasına layık " görüldü. 1822-23'te, sınıf öğretmeni Prof. G. P. Kieffer'in bulunduğu Unterprogymnasialklasse'ye geldi ve 25 öğrenci arasında 6.ydı ve bir "Accessit" (Erişim) diploması aldı. Bu yıllarda hastalıktan dolayı bir süre okuldan uzak tutuldu. 1823-24'te sınıf öğretmeni Kloeter olan Untermittelklasse'deydi; 15 öğrenci arasında 4. sırada yer aldı.
1824-25 yılında spor salonlarının organizasyonu ve sınıfların belirlenmesi tamamen değişmişti. Schmidt, spor salonunun 4. sınıfındaydı ve 16 öğrenci arasında 3. sıradaydı.
Lise kariyerinin son yılında 5. sınıftaydı, "Oberklasse". Sınıf öğretmeni daha sonra spor salonunun değerli rektörü olan Dr. J. C. Held‘di. 20 öğrenci arasında 6.ydı.
1826 sonbaharında Absolutorium'a (final sınavı) girdi ve olağanüstü bir sonuç elde etti. Test edilen 25 absoltorio arasında, ilk sıra 5 skor ve aynı II puanla alınmışken 15 skor ve II (III) puanla üçüncü sırayı almıştı.
8 Eylül 1826'da ayrılış belgesinde, I puan aldı ve notu "pekiyi" idi.
Bu çıkış sertifikası, o zamanki spor salonunun müdürü Georg Andreas Gabler tarafından imzalandı. Bu seçkin adam Weimar'da Schiller evinde bir süre yaşadı ve Hegel'in, “düşüncesini ve anlayışını mutlak kurtuluş olarak gören” hevesli bir takipçisiydi. Daha sonra Berlin'de bir pozisyona çağrıldı. Ne yazık ki hiçbir zaman Schmidt'in sınıf öğretmeni olmadı. Ama yine de Schmidt, onun öğretisinin tadını çıkarmıştı.
Öğrenciler üzerindeki beklentinin ne kadar yüksek olduğunda dair bir kanıt, Schmidt'in her zaman en iyiler arasında sayılmasına rağmen, neredeyse her yıl özel ders alması gerektiğidir: 1819-23'te muhtemelen akrabası olmayan aynı adlı Schmidt ismindeki bir gymnasium (lise)öğrencisinden genellikle Latince dersi; 1823-24'te daha önceki sınıf öğretmeni Prof. Kieffer‘den; sonraki yıllarda karşılığında çeşitli Latin dersleri vererek Fransızca ve müzik dersi; son olarak, geçen sene Fransızca ve piyano çalma dersleri.
Johann Caspar Schmidt'in hayattaki ilk amacına ulaşmasının yolu buydu; o bu amaca ulaştığında yirmi yaşındaydı ve erken gençliğini arkasında bırakmıştı.
Bu çıplak gerçeklerle, erken gençliği hakkında emin olduğumuz her şeyi tükettik ve gerçekten de bu dönem şu ifadelerle ifade edilebilecek olandan daha fazlası değil: “İyi ve çalışkan bir öğrenciydi.”
Sıradan bir aileden gelen bir çocuk olarak, damarlarında Üst sınıftan bir Fransız 'ın saf; ayık, ciddi, zeki ve biraz yavaş bir tür insan kanı akıyordu.
Onun doğduğu yıl, Baireuth –o zamanlar adı yazıldığı şekliyle- Napolyon Savaşının kargaşasıyla ciddi şekilde perişan olmuştu.
1806 yılı, çağdaş bir tarihçinin dediği üzere, “hüzünlü bir hediye” ile başlamış “uğursuz bir geleceğin kasvetli beklentisi” ile sona ermişti.
1792'de Bayreuth Margravat Prusya’nın oldu; 1806'da, Prusya yönetimi altındaki “en dikkate değer ve en son” yıl, Kasım ayında, Napolyon hakimiyeti altına girdi. Johann Caspar Schmidt, bu nedenle hala Prusya hakimiyeti sürerken doğmuştur: "Borussiae olim oppido natus sum" ["Prusyalı bir kasabada doğdum" - Latince yazılmış 1834 özgeçmişinden).
Herkes yeni bir savaşın patlak vermesinin korkusuyla yaşıyormuş gibi görünür. Askerlerin barınma yükü, cesareti kırılmış kasabaya ağır gelmektedir.. Bu, bir yıl boyunca bir litre bira 3 Kreuzer’den 4’e, bir sığır eti 9.5’ten 11 paunda ve bir Mez [= 3.44 litre] tuzun maliyeti 8 Kreutzers'a yükselmiştir.
1809'da, Avusturyalılar Fransızları takip ettiğinde, Schmidt'in annesi talihsiz kasabadan ayrılır, pek çokları gibi, muhtemelen bitmeyen huzursuzluktan ve yaşam korkusundan. İkinci kocasıyla uzaklara, batı Prusya'ya seyahat eder. Çocuğu mümkün olan en kısa zamanda yanlarına almak üzere geride bırakırlar.
Orada, yeni evinde, hayatt dair ilk izlenimlerini edinir ve ilk anılarını daha sonra Weichsel Nehri yanındaki düz arazı üstündeki eski şehirle ilişkilendirilmiş olmalı.
Duyulmadık enflasyon ve açlık yıllarında eski şehre döner. Yine de şu anda kentte en azından özgürlük vardı ve bu arada da Bavyeralı oldu.
Vaftiz babası ve eşi çocuğu sade evlerine alır. Geride hiçbir kardeş bırakmadı ve yenilerini de bulamadı. Fakat bulduğu şey, çok sevecen bir bakımdır, çünkü muhtemelen gönüllü olarak çocuk bakanların onlarla istemeyerek çocuk sahibi olmuş ebeveynler kadar çok ilgilendiğini varsaymak doğrudur. Parentes fecit amor, non necessitas [Sevgi zorunluluk getirmez, ebeveyn yapar.].
Johann Caspar Schmidt eğitimini çok ünlü bir gymnasium (lise) alır; hümanistik bilginin ağır, geniş yükü ciddiyetle eğitilmiş genç insanların omuzlarındadır.
Fakat bu omuzlar bu yükü taşıyor. Düzgün bir tırmanışta genç hayattaki ilk amacına ulaşır.
Bu çocuk nasıl biriydi? İlk eğilimleri nasıl ortaya çıktı? Hayattaki ilk dürtülerini nasıl ifade etti? Nereden ve neyle beslendiler? Gençliğini yıllarca zevksiz bir neşe ve güç içinde mi geçirdi? Ya da zaten bir tür çatışmanın gölgeleri altında melankolikleşmişler miydi?
Boşuna, boşuna, tüm bu sorular! -Tüm harici veriler kadar açık ve kesindir ki onlar hala sadece ölü sayılardır ve arkalarında karanlık ve gizli, boşuna aradığımız gizli hayat yatar. Soruları yanıtlamadan gençliğe ilk yaşamın sınırlarından, akademik çalışmalarına kapı açan ve onu ve bizi ilk kez doğduğu, çalıştığı ve öldüğü şehire, Berlin’e yönlendiren vahşi yaşama geçerken eşlik etmek için çocuğa burda veda etmeliyiz.
Dostları ilə paylaş: |