İmtihan Gecesi
Hayran devamla:
“Geçen akşam Hocam el-Mevzûn'dan alelacele ayrılmıştım. “İmtihan gecesi” sözüyle neyi kastettiğini bilmiyordum. Sonra yatağıma çekildim el-Cisr'in fikirlerinden gönlüme dolan ferahlık içinde derin bir uykuya daldım. Ertesi gün, öğleye doğru uyanır uyanmaz, Hocamın, “İmtihan Gecesi” sözünü biraz düşündüm. Acaba, neyi kastediyordu? Herhalde evvelce okuduğumuz bilgilerden beni imtihan edecekti, izah ettiği görüş ve bilgiler hakkında imtihan edileceğim kanaatine vardım. Defterime aldığım notları, yeniden gözden geçirmeğe başladım.
Böylece bütün yazdıklarımı, hocamdan edindiğim bilgileri gözden geçirdim. Artık yemeyi içmeyi unutmuş, bundan başka hiç bir şeyi düşünmüyordum. Akşam ezanına kadar çalıştım. Akşam namazını kıldım. Çalışmalarımı yatsı vaktine kadar sürdürdüm. Namazdan sonra hocamın huzuruna çıktım. Beni uzun uzun süzdükten sonra güldü ve dedi ki:
“Nedir sendeki bu hal? Yoksa imtihandan mı korkuyorsun?”
“Hocam, imtihandan kim korkmaz? Fakat bende yalnız imtihan korkusu değil, yorgunluk ve açlık ta var.”
Ebu'n-Nûr:
“Ne dedin? Açlık mı?...” Hayran:
“Evet Hocam, açlık!... Şu saate kadar ağzıma bir lokma koymadım.” Ebu'n-Nûr:
“Nasıl olur? Yiyecek bir şeyin yok mu? Yoksa hasta mısın?” Hayran:
“Hocam, ne o, ne de bu!... “Yarın imtihan gecesi” dediniz. Bütün geçmiş derslerden, beni imtihan edeceksiniz diye, hemen çalışmaya koyuldum. Heyecan ve korku içinde çalışmaya başladım. Geçmiş dersleri gözden geçirdiğim için yemek yemeye vakit bulamadım.” Ebu'n-Nûr:
“Evet, isabet ettiniz. Sizi imtihan etmek istiyorum. Fakat bu kelimeden ne anladınız? Yoksa sizi, cahil muallimler gibi mi imtihan edeceğim sanıyorsunuz? Bir şiir parçasının ezbere okunmasını isteyen bir imtihan mı? Hayır, hayır! Benim imtihan usulüm böyle değildir. Okuduğunuz kitabı elinize vereceğim. Sorduğum sorulara cevap vermeniz için biraz da zaman tanıyacağım. Gerekli cevabı bulup aklî bir savunmayla izah edeceksiniz. “İmtihan”dan kastım buydu.
Her sualimin cevabını kitapta bularak benimle tartışmanızı istiyorum. Ancak böyle bir münakaşa neticesinde, öğretmen, talebesinin fikrinde tebellür eden bilginin seyir ve gidişatını kontrol edebilir. O Halde Hayran; elindeki defteri aç! Suali sorduktan sonra oku! Cevabını bul ve benimle ilmî ve aklî münakaşaya gir! İmtihandan da korkma! Fakat başlamadan önce git, biraz süt iç! Sakın çok olmasın. Çünkü zihin, fazla açlıktan olduğu kadar tokluktan da yorulup budalalaşır.
Odama gittim. Biraz süt içtikten sonra defterimi de yanıma alarak hocamın yanına döndüm. Hazırım efendim dedim.” Ebu'n-Nûr:
“Hayran! Not ettiğiniz bütün dersleri gözden geçirdiğinizi söylediniz değil mi?” Hayran:
“Evet, hocam! Öyle yaptım. Ancak çok acele oldu.” Ebu'n-Nûr:
“Zararı yok! Hatırlamadığın meseleyi elindeki defterden bir defa daha okuyabilirsin.” Ebu'n-Nûr:
“Acaba Hayran, ben seni bu gayeye ulaştırabildim mi?” Hayran:
“Teşekkür ederim Hocam!” Ebu'n-Nur:
“Sana bir soru soracağım: Şimdiye kadar sana öğrettiğim bilgilerin esas gayesi nedir? Ben bütün bu yazı ve bilgilerle neyi kastettim?” Hayran:
“Hocam! Bu hususu tamamiyle idrak etmiş bulunmaktayım. Bütün bu bilgilerle varmak istediğiniz esas gaye Allah'ın varlığı konusunda, doğru dürüst bir felsefî düşünceyle semavî dinlerin görüşü orasında hiç bir farkın bulunmadığını, aynı fikir ve hedefte birleşmelerini ispat etmektir.
Benim felsefeye olan düşkünlüğüm, bütün dinî görüş ve fikirlerden uzak, sadece aklın gösterdiği delillerle de Allah'a iman'ın mümkün olduğunu tespit etmekten gelir.
Bilhassa bazı üniversite hocalarımın, “bu delillerin dine aykırı düştüğü” yolundaki fikirlerini benimseyerek şüpheye düştükten sonra “Dinîn, hiç bir zaman; ilmî hakikatlere zıt bir görüş taşımadığını; din'in akla üstün bir değer verdiğini; hak ve hakikatin ancak akılla seçilebileceğini; Akıl, din ve gerçek ilmin, hiç bir zaman birbirine zıt olmadıklarını, bilakis aynı gaye etrafında birleştiklerini, Allah'ı tanıyıp ona imanda birbirlerinin tamamlayıcısı olduklarını” bana öğretip bu gerçekleri idrak ettirmektir.” Ebu'n-Nûr:
“Acaba Hayran, ben seni bu gayeye ulaştırabildim mi?” Hayran:
“Evet, hocam!” Ebu'n-Nûr:
“Filozoflar içinde hangisinin sözü hoşunuza gitti? En çok ikna olup inandığın istidlal yolu hangisidir?”
Hayran:
“Hemen hemen hepsinin sözleri hoşuma gitti. Ancak ekseriyeti teşkil eden büyük filozofların ileri görüşleri ve sağlam delilleri beni daha çok tatmin etti. Bunun yanında daha az tanınmış filozofların fikirlerindeki zafiyet, karışıklık ve anlaşılmazhktan; safsatacıların saçmalıkları, şüphecilerin aşırı görüşlerinden nefret ettim. Sonra hangi din ve millete mensup olurlarsa olsun akıl sahibi kişilerin, aynı hedef ve yolda birleştiklerini anlamış ve idrak etmiş bulunmaktayım. Velev ki, metorları, ispat ve delilleri ayrı ayrı olsun... İlerde aynı hedef ve gayede birleştiklerini gördüm. Bununla beraber, söz konusu istidlal ve ispatlar arasında yaptığım mukayese ve muvazene, bilhassa iki grup arasındaki sözler; beni küfrün karanlık uçurumlarına sürüklemekteydi. Fakat sizin, gösterdiğiniz yoldan yürümekle iman’ın eşiğine gelmiş oldum, Allah'a şükür...” Ebu'n-Nûr:
“Senin iman’ın delille mi, yoksa ilhamla mı?” Hayran:
“Hocam! Bu sözlerinizle peygamberlerin getirmiş olduğu imanı mı kastediyorsunuz? Eğer öyleyse, vallahi hocam, ben Allah'a, kitaplarına, meleklerine ve gönderdiği peygamberlere hiç bir zaman inanmamazlık etmedim.”
Ebu'n-Nûr:
“Biliyorum, biliyorum! Bu, “vicdan imam”dır. Fıtrattaki imandır. Dedelerinden miras olarak gelen, içinde yaşadığın muhitten intikal eden imandır. Evet, işte bu iman, ne güzel, ne tatlı, ne saf bir iman'dır. Bazı sapık düşünce ve görüşlerin hışmına uğramasa, saflığını kısır felsefenin çamuru ile bulandırmasa ne tatlıdır o iman...”
Hayran:
“Hocam! “İlham imanı” sözüyle kastettiğiniz nedir?” Ebu'n-Nûr:
“Şimdi size soruyorum. Bugün sahip olduğunuz iman, felsefecilerin sözlerini duyduktan sonraki iman mıdır? Ki o, sözlerini araştırmadan, inançlarını bilmeden, büyük filozoflar için sakladığın bu saygıdan doğan nefsanî bir ilhamın imanıdır. Yoksa idrak ettiğin ve bizzat aklınla düşündüğün burhan ve delillerin imanı mıdır?”
Hayran:
“Hiç şüphe yok ki, bu, hem saygıdan doğan, hem de ispat ve delil neticesinde aklımın kabul ettiği iman'aıt. Büyük din bilginleriyle filozofların, hak ve hakikat bakımından Allah'ın varlığına iman konusunda birleştiklerini anladım.
Bundan başka, el-Cisr gibi bir alimin sözlerinden öğrendiğime göre, aklî, naklî, dinî ve ilmî hükümlerde birleşme ve uygunluk vardır. Sonra, aklın, kesin delil ve ispatlarla ortaya attığı düşüncelerin, hiç bir zaman, dinî hükümlere muhalif olmadığım öğrendim. Hatta bazı din bilginlerinin donuk ve kör taassubu bile beni bu inançtan alıkoymadı. İmam Gazali ve el-Cisr tarafından da belirtildiği gibi böyle mutaassıp bilginlerin dinimize, faydasından çok zararları dokunmuştur. Din, ilim, akıl ve peygamberlerin getirmiş olduğu, hükümlerin birbirine zıt olmadığına kesinlikle iman etmek şerefine artık erişmiş bulunmaktayım.
Şunu da belirtmek isterim: Bilginler ve filozoflar istidlal metoduyla Allah'ın varlığını ispattan zaman zaman kolay bazan zor anlaşılabilen fikirler ileri sürmüşlerdir. Bunların da gayelerinin, yalnız Allah'a iman olduğunu idrak etmiş bulunmaktayım hocam!” Ebu'n-Nûr:
“Sizce bu zorluğun nereden doğduğunu öğrenebilmek için delillerin nasıl yerleştirildiğini bizzat ağzınızdan dinlemek istiyorum. Beni talebeniz yerine koyunuz. Siz de hocam olunuz.” Hayran:
“Kainatın sonradan yaratıldığı (hadis) hakkında, alim ve filozofların ileri sürmüş olduğu delillere gelince: Bu hususta benim anladığım şudur:
Evet! Alim ve filozoflar tarafından ileri sürülen delillerin, çok uygun bir şekilde devam ettiği aşikardır. Çünkü delillerin birbirine dayanarak bir destek teşkil etmesi bir tesanüt ve kuvvet merkezi meydana getirmesi, akim apaçık kabul ettiği merhalelere yükselmesi demektir. İdrak ettiğim hususları şöylece açıklayabilirim: Müşahede ettiğimiz kainat, parçaların birleşmesinden meydana gelmiştir. Her mürekkep, muhakkak hadistir. Yani sonradan yaratılmıştır. Bu işin bir yönü!
İkinci yön, bu alemin daima değişen bir yaratık oluşudur. Çünkü devamlı bir şekilden başka bir şekle girmektedir. Bu itibarla, değişen şeklin, aslında ezelî ve kadîm olması imkansızdır. Şayet, kadîm bir şekil olsaydı, değişmenin üzerinde etkisi olmaması lazım gelirdi. Böyle olmadığına göre, bu alem hadistir, kadîm değildir.
Diğer yönden, bu suret ve şeklin, teselsül halinde devam etmesi doğru değildir. Çünkü devir ve teselsül, imkansızdır.
Binaenaleyh, değişen şekil ve suretin ezelde bir şekli yoktur, o halde varlığı da olmaması gerekir.
Çünkü suretin şekli, hacmi, ağırlığı, rengi, tadı ve kokusu vardır. Bunlar olmadığına göre ezelde suret ve şeklin varlığı düşünülemez.
Öyleyse şu müşahede ettiğimiz alem sonradan yaratılan bir mahluktur. Önceden yoktu. Sonradan meydana geldi, vücut buldu. İşte bunun neticesi: Bu alem hadis'tir.
Aklımız illet kanununa istinaden kabul eder ki, sonradan yaratılan veya sonradan meydana gelen her yaratığın, elbette kendisini meydana getiren bir sebebe ihtiyacı vardır. Ve bu “sebep”in sonradan yaratılan bir mahlûk olmaması gerekir. Yani ezelî bir varlık olması elzemdir. Üstelik bu “sebep”in, müteselsil bir halde gitmesi de aklen imkansızdır.
İşte bu kainatı yaratanın elbette ezelî ve kadîm olması gerekir. Hiç şüphe yok ki, bu ezelî tek varlık, “kadîm” sıfatıyla muttasıf olan Allah'dır. Bu kainatı yoktan yaratan tek yaratıcıdır.” Ebu'n-Nûr:
“Aferin Hayran; Meseleyi ne güzel açık bir şekilde izah ettin. Çok iyi kavramışsın.” Hayran:
Aklın hükmedip kabul ettiği varlık mefhumu, şu üç şeyin dışına çıkmamaktadır:
1) Mümkün (varolması mümkündür)
2) Mümteni (varolması imkansızdır)
3) Vacip olma (varolması vaciptir)
Her şeyin varolması ya “mümkün”dür, ya “mümteni” veya vacibdir. Akıl bu hükümleri apaçık kabul etmektedir. Şu müşahede ettiğimiz alemin var olması da “mümkün” nev'indendir.
“Mümkün” bir şey, elbette “varolma”yı yokluğa tercih eder. Ve “yok”dan meydana gelip vücut bulma imkanını sağlayan bir “tercih eden”e ihtiyaç duyar.
İşte bu “tercih eden” onu “imkan” dan fiilî varlığa çıkarır, “yoktan vareden”in varolması vacibdir. Şayet onun varolmasını, “mümkün” kabul etsek, o zaman, kendisi de başka bir yaratıcıya muhtaç demektir ki, aklî yönden devir ve teselsüle gider. Elbette devir ve teselsül imkansızdır. Çünkü aklen mümkün değildir.
O halde, bu “yoktan varedici” alemin varolma imkanını, fiilî olarak sağlayan, onu meydana getiren, “varolma” imkanını, “yokolma” imkanına tercih eden, yaratıcının varlığı vacibdir. İşte bu mûcid (yoktan yaratıcı) in kendi zatında varolması vacibdir.
Hiç bir zaman “mümkün” olan nev'e dahil olması düşünülemez. Şayet zatında mümkün olması kabul edilseydi, o zaman “vacib” bir şeyin “mümkün” olması gerekirdi. Halbuki bu, aklen imkansız bir hükümdür. Çünkü her iki taraftan birbirine zıt olan bir şeyi, aynı zatta toplamak olur. Halbuki, (mümkün) ile (vacib)in aynı anda, aynı zatta bulunması, imkansızdır, muhaldir.
Şayet böyle bir şey “mümkün” olsaydı, o zaman, devir ve teselsüle muhtaç olurdu. Devir ve teselsülün aklen vaki olması imkansızdır. Çünkü “sebep”, “Müsebbip”in illeti sayılmakta; “müsebbip” ise “sebep”in illeti olarak kalmaktadır. Böyle bir şey devir ve teselsülü gerektirdiğinden aklen imkansızdır.
Binaenaleyh, müşahede ettiğimiz alemin “var olması” mümkündür. O halde zatiyle kaim bir mucide bir “vacibül-vücud”a muhtaçtır ki, O da Allahü Teala’dır.
Dekart derki “Ben varım. Beni yoktan yaratan kimdir? Ben doğmadan beni kim meydana getirdi? Öyleyse, benim varlığım vacib değildir.
Benim varlığımı meydana getiren, “bir”, “tek” ve zatında varlığı “vacib” olan bir kudretin varlığı şarttır. İşte o da Allah'tır.”
Paskal'a göre de:
“Ben doğmadan önce, annem ölseydi ben yoktum. Öyle ise ben “yok” idim. Sonradan yaratıldım. Elbette beni yaratan bir vacib-ül-vücûd vardır. Zatında varlığı vacibdir. O da Allah'tır. Her şeyi yaratan tek varlık O'dur.”
Ebu'n-Nûr:
“Kur'an-ı Kerim bunu şöyle ifade eder.
“Yoksa onlar, yaratıcısız mı yaratıldılar? Yahut onlar mı kendi nefislerini yarattılar?81
Hayran:
“Leibniz'in dikkati çektiği “tenakuz prensibi karşısındaki “yeterli illet” deliline gelince:
Akıl, her tasavvur edilen şeyin, biraz önce de işaret ettiğimiz gibi, şu üç esasın dışına çıkamayacağına hükmeder: Her varolan şey, ya mümkündür, ya mümtenidir veya vacibdir.
Bu alem, “mümkün” nev'indendir. “Mümkün” nev'inden olan bir “şey”in vücut bulup meydana gelmesi için yeterli se-bep'e ihtiyaç vardır. Çünkü müşahede ettiğimiz alemin kendi kendini yaratması imkansızdır. Zira böyle bir düşünce, aklen çelişiktir.
O halde, vuku bulması mümkün olan bir alem'in vücut bulması için muhakkak yeterli sebep'e ihtiyaç vardır. Çünkü yeterli sebep olmadan alemin vücut bulması imkansızdır. Oysa bu alem, mevcuttur. Bu itibarla “yeterli illet'e, zarurî olarak, muhtaç olması elzemdir. Üstelik “yeterli illet” dediğimiz sebebin de sonsuz ilim, kudret ve hikmetlerle ve bütün kemal sıfatlarla muttasıl olması gerekmektedir. Eğer kemal sıfatlara malik olmasaydı ona “yeterli” denilemezdi. İşte bu yeterli illet, ancak Allah'tır.
Hocam! Bunların hepsi, aklî ve bedihî delillerden ibaret sözler. Her birisi birbirine müstenit aklî hükümler. Bununla beraber, akim bedaheten kabul ettiği prensipler, düşüncenin son merhalesinde bazı yorgunluk hallerine ve zihnî durgunluklara yakalanmaktadır. Şöyle ki:
Bir şeyin “sonu”, mahiyet itibariyle, nedir? Acaba “son”un ötesinde ne vardır? Sonu olmayan bir “şey” nasıl bir sonsuzluktur? Ezelîyet veya öncesiz bir evveliyat nasıldır? Kendisinden önce zaman olmayan “zaman”, mekan olmayan “mekan” nedir? Veya mutlak bir yokluk düşüncesi gibi, akim acze düştüğü, içinden çıkamadığı meseleler, zihinde elbette, bazı yorgunluklar doğurmaktadır.
Fakat bütün bu yorgunluklar, zihnî yorgunluğumun, mevcudatın yoktan varedilişini tasavvurdan aciz kalışı kadar bana eza ve cefa vermemiştir.” Ebu'n-Nûr:
“Oğlum Hayran, haklısın! Çünkü bu meselelerde acze mahkûm olan yalnız senin akim değil. Sonra sen, Gazali’den, İbn Tufeyl'den, İbn Rüşd'den Kant ve Spencer'den daha bilgili ve alim değilsin! Onlar da bu meseleleri tasavvur ettikleri zaman aklî yorgunluk geçirmişlerdir. Her birisi, aklın acze mahkûm olduğunu itiraf ederek bu hususu açıklamıştır. Bununla beraber, elin bağlı olarak, olayları seyredip duracak değilsin! Elbette ikna olman için kesin aklî deliller bulman gerekir.
Çünkü meseleleri bu şekilde düşünmeniz, haddi zatında akılla ilgili olmayıp zihni yoran kuruntulardan başka bir şey değildir. Hiç şüphe yok ki, akıl yoran birçok kuruntuları, kesin aklî delillerle selamete eriştirdiğimiz vakidir. Şimdi beni iyice dinle Hayran!” Hayran:
“İki kulağım sizdedir hocam! Sizi dikkatle dinliyorum.” Ebu'n-Nûr:
“Şu müşahede ettiğimiz alem, mümkün müdür yoksa vacib mi?” Hayran:
“Hiç şüphe yok ki, “mümkün” Çünkü bu alem’in yokluğunu tasavvur etmemiz mümkündür.” Ebu'n-Nûr:
“Acaba bu alem kendi kendine mi vücut buldu veya bizzat kendi kendini mi yarattı?” Hayran:
“Hayır hocam. Böyle bir tasavvur aklî bir tenakuzdur. Şayet kendi kendine vücut bulsaydı “mümkün” değil “vacib” olurdu. Halbuki o, “mümkün”dür. Bir şeyin hem “vacib” hem de “mümkün” olması aklî bir çelişmedir.”
Ebu'n-Nûr:
“Öyleyse; bu alemin vücut bulup meydana gelmesi için “yeterli sebep”e ihtiyaç vardır.” Hayran:
“Elbette! Bedaheten kabul edilen bir hükümdür bu.” Ebu'n-Nûr:
“O halde yeterli sebep kendisini meydana getirmeden önce içinde yaşadığımız şu alem yoktu. Öyle değil mi?”
Hayran:
“Evet! Hiç şüphe yok...” Ebu'n-Nûr:
“Binaenaleyh bu alem'in meydana gelmesinden önce “yok”luğunu tasavvur mümkün müdür?” Hayran:
“Elbette mümkündür.” Ebu'n-Nûr:
“Kainatın yoktan meydana geldiğini düşünmede aklî bir tenakuz var mıdır? Bir düşün Hayran.”
Hayran:
“Asla! Aklî çelişki ancak alemin varlığından önce bir yokluğun yokluğunu düşündüğümüz zaman olur.”
Ebu'n-Nûr:
“Leibniz'in dediği gibi, yoktan var etmeyi örf ve adet yönünden imkansız görür ve onu tasavvurdan aciz kalırsak, o zaman yoktan var etmek aklen imkansız olur.” Hayran:
“Evet, hocam! “Yoktan meydana gelme”nin aklen imkansız olmadığını kabul etmekteyim. Hiç şüphem yok. Ancak adet, ört ve müşahede ettiğimiz olaylar yönünden yoktan varolma” düşüncesine bir türlü aklım ermiyor. Acze düşüyorum. Bu acizliği ne yapayım hocam?” Ebu'n-Nûr:
“Acaba onun değeri var mı?... Aklî kesin delillerden sonra bunun ne kıymeti kalır? Ben de senin gibiyim. “Yoktan varolma”yı tasavvur konusunda kendimi acze mahkûm olmuş görüyorum. Bununla beraber, bu aczin çok gülünç ve hayalî bir kuruntunun eseri olduğunu da bilmekteyim. Hatta “acze mahkûmiyet” aklın iyi çahştırılmamasından doğmaktadır.” Hayran:
“Nasıl olur hocam?” Ebu'n-Nûr:
“Riyazi hakikatlere inanmıyor musun? Çıkan doğru neticelere kanat getirmiyor musun?” Hayran:
“Nasıl kanaat getirmem!” Ebu'n-Nûr:
“Apaçık aklî postulatlara dayanan matematik gerçekleri bilmez misin? İlk anda sana gizli gibi gelir. Ancak düşünme, neticelendirme ve delillerden sonra açıklığa kavuşur.” Hayran:
“Evet bu doğru. Fakat ben düşünme ve delillerden sonra onu tasavvur edebiliyorum ancak.” Ebu'n-Nûr:
“Peki, ben sana şimdi çok basit bir riyazi meseleyi izah edeceğim. Aklî delil ve ispatlara rağmen yine de onu tasavvurda aciz kaldığım göreceksin. Hatta hesabı yapıp gizli ve kapalı yerlerini anladıktan sonra da onu düşünürken aczini ifade edeceksin.” Hayran:
“Mesela?” Ebu'n-Nûr:
“Biraz dikkatinizi çekeceğim. Aklımız, birçok hakikatleri tasavvurda acze düşmektedir.
Mesela büyük sayıların düşünülmesi de aklı aciz bırakır. Fakat bunun tasavvurunun çok az bir düşünme neticesinde, mümkün olacağı da bir gerçektir. Bir toplama hesabının bile çok basit zihni çok yorucu ve insanı neticeyi elde edinceye kadar acze mahkûm edici durumu gibi. Hatta sana dünyanın en büyük bilgini ve en doğru insanı gelse, neticenin böyle olduğunu söylese aklının bunu tasavvur etmesi yine de imkansızdır. Böylece neticeyi tasavvurda acze düşeceğin muhakkaktır. Kesilmiş kağıt bilmecesini bilmiyor musun?” Hayran:
“Hayır hocam!” Ebu'n-Nûr:
“Farzedelim ki; size büyük bir kağıt parçası verdim. Bu kağıdın kalınlığı milimetrenin yüzde biri kadardır. Size “bu kağıdı ikiye bölünüz” deseler ve siz de onu bölseniz ortaya iki parça kağıt çıkmış olacaktır. Bu yarımı, yine ikiye bölmenizi isteseler, siz de bölseniz, ikinci kesimde tekrar dört parça kağıtla karşılaşırsınız. Tekrar böldüğünüzde ortaya sekiz parça kağıt çıkacağı aşikardır. Hatta bu işlemi kırk sekiz defa yapsanız neticeye varmadan ve kağıdı kesmeden size şöyle bir soru sorsalar: “Kesilen kağıtları üst üste yığsak acaba ne kadar bir yükseklik elde edeceğinizi sanırsınız?” Siz bu soruya karşı ne dersiniz? Ölçüyü istediğiniz şekilde takdir ediniz! Fakat takdirinizde ne kadar yükselirseniz yükselin, bir metre, iki yahut üç metre boyunda bir irtifanın üstüne çıkacağınızı sanmıyorum... Fakat birisi size: “Hayır! Bunun boyu kilometreleri geçer” dese, elbette bunu kabul etmeyeceksiniz. Hatta daha garibi; bu kesme olayını kırk sekiz defa tekrarladığınızda yeryüzünden Ay'a kadar bir mesafe katedeceğini söyleseler acaba buna inanır mıydınız? Elbette, zihnen tasavvur bakımından acze mahkûm olacağınız aşikardır. Çünkü bunun tasavvurunda aklî yorgunluk duyacağınızı ve acze mahkûm olacağınızı ifade edeceksiniz. Zira böyle bir şeyi aklınızın kabul edeceğini sanmıyorum. Tasavvurda aciz kalacaksınız.
Şimdi eline bir kalem al, hesap et bakalım. Bu söylenen doğru mudur? Yoksa aklımızın kabul etmediği bir şey midir?
Hayran, sözüne devamla, dedi ki:
“Elime kalemi aldım. Topladım, hesap ettim. Hocam da benim bu durumuma gülmekteydi. Böylece tam bir saat uğraştıktan sonra neticeyi elde ettim. Bu çok basit bir hesaptı. Gerçekten, parçalanmış kağıtları üst üste yığmak suretiyle hemen hemen Ay'a kadar uzanan bir mesafe ile karşılaştığımı anladım. Bunun üzerine Hocama dedim ki:
“Evet Hocam! Buyurduğunuz gibi, üst üste yığdığımız kağıtların kalınlığı 384.000 km.'lik bir mesafe meydana getirmektedir. Bu da Ay ile Dünya arasındaki uzaklık kadardır. Gerçekten hayreti mucib bir olay! Ne acayip bir hesap değil mi hocam? Hayret edilecek kadar tuhaf bir hesapla karşılaştım doğrusu!...” Ebu'n-Nûr:
“Şimdi soruyorum, Hayran: Bu neticeyi, hesabı bizzat kendi elinle yaptığın halde, acaba tasavvur edebiliyor Yoksa aklının acze düştüğünü hissediyor musun?” Hayran:
“Hocam, bunu tasavvur etmede acz içindeyim.” Ebu'n-Nûr:
“İşte sana izah etmek istediğim de bu idi. Bi-aklımız, birçok gerçekleri tasavvurda acze düşmektedir. İsterse bunun doğru olduğu, kesin aklî delillerle ortaya çıkmış olsun...” Hayran:
“Evet, hocam! Buna inandım. Bu bir gerçek! Fakat nasıl oluyor?” Ebu'n-Nûr:
“Bu husus, aklımızın yaradılış itibariyle, birçok hakikatleri tasavvur etmede acze düşmesinden ileri gelmektedir. Bununla beraber, aklımızın verdiği hükümler doğrudur. Fakat yine de delil ve ispatçılardan sonra, tasavvur konusunda, aklımız yorgunluk ve acizlik hissetmektedir. Burada bilmemiz lazım gelen çok önemli bir nokta var, Hayran! Buna dikkat etmen gerekir: Tasavvur başka, akıl yoluyla anlayıp idrak etmek başka bir şeydir. Bazı şeyleri aklî yönden anlayabilirsin. Bu mümkündür. Ama onu tasavvur etmen imkansızdır. Çünkü akıl, bir şeyi idrak için, onu ele alır. Akıl, bedihî ve zarurî hükümlere istinaden onu tertib eder, birleştirir, birbirinden hükümler çıkarır. Bu hükümleri başkalarıyla birleştirir. Böylece aklî kesin bir neticeye varır ki, bunun tasavvuru imkansızdır. Yani akıl, bu hükmü tasavvur edemez. Fakat onu bir hükme bağlayarak idrak edebilir. Şimdi anladın mı Hayran, tasavvurla akim idrak edip anladığı şeyler arasındaki farkı?” Hayran:
“Evet Hocam, şu anda anlamış ve idrak etmiş bulunmaktayım.” Ebu'n-Nûr:
“Çağımızdaki modern ilimler de bu hakikati açıkça ifade etmektedir. Yani tasavvur ile aklî idrak ve anlayış arasındaki farkı, bariz bir şekilde ortaya atmış ve açıklamışlardır.
Çünkü aklın bir şeyi tasavvur edememesi önemli değildir. Mademki o, aklî idrak ve anlayışla, kesin delillerle sabittir. Akıl ister tasavvur etsin isterse edemesin... Önemli değildir. Fakat önemli olan, akim idrakidir. Etraflıca, kesin delillerle onun doğruluğunu anlaması ve bir hüküm vermesidir.
Çünkü ilmî gerçeklerin dayanağı, tasavvurun fevkinde olan olaylardan ibarettir. Bununla beraber onu hesap yoluyla biliyorlar ve aklî bir hükümle doğruluğunu ortaya atıyorlar.
Böylece akılla idrak ediyor ve anlıyorlar ki, bu, elbette tasavvurun üstünde olan bir hükümdür.
Bunun açık misali ışık dalgalarıdır.
Işığın, menekşe renginde meydana getirdiği dalga sür'atinin altmış bin kilometre olduğunu keşfeden bilginlerin bu sür'ati tasavvur ettiklerini sanıyor musun?
Hayır hayır! Bunun sür'atini hiç bir zaman tasavvur etme imkanına sahip değillerdir. Hatta gözlerini yumsalar, hayallerini yorsalar yine de ışığın meydana getirdiği menekşe rengindeki dalgaların sür'atini tasavvur edemezler. Çünkü bu kadar büyük bir kemmiyetin bu kadar küçük bir alana nasıl sığdığını tasavvur etmek mümkün değildir. Hiç şüphe yok ki, akıl, bunu tasavvur etmekten acizdir. Fakat aynı akıl, olayın doğruluğunu tespitten ve bu konuda doğru bir hüküm vermekten aciz değildir.
Yine çağımızın modern bilgilerinden olan atom moleküllerinin küçücük bir yere nasıl sığabildiğim de elbette akıl tasavvur edemez. Misal olarak, sana ses dalgalarını gösterebilirim.
Bir saniyedeki ses titreşimlerinin sür'ati yarım milyona kadar yükselmektedir. Fizik bilginleri bunun doğruluğunu keşf ve ispat etmişlerdir.
Şimdi soruyorum Hayran:
Acaba bunu keşfeden bilginler, bir saniye içinde cereyan eden böyle bir sür'ati düşünebilirler mi?.. İsterseniz tecrübe mahiyetinde bunu tasavvur etmeye çalışınız, bakınız mümkün müdür?.. Bırakınız beşyüz bin titreşimi, ikiyüz bini, yüzbini; bir saniyede yalnız bin titreşimi tasavvur et, acaba bunu idrak edebilir misin? Hayır, hayır! Hayalini ne kadar yorsan da tasavvur edemezsin. Çünkü onu keşfeden bilginler bile bu hususta acze düşmüşlerdir. Diyeceksin ki, peki hocam, bunu tasavvur edemiyorlar da nasıl keşfettiler?
Bilginler bunu tasavvur yoluyla bulup keşfetmiş değildir. Akhn idrak ve anlamasıyla, yani aklî hesaplama yoluyla keşfedip bulmuşlardır. İşte Hayran, tasavvur ile aklî idrak ve anlama hükümleri arasındaki fark bundan ibarettir. Öyle sanıyorum ki, şimdi, daha açık bir şekilde izah ettiğim misallerden sonra, meseleyi iyice anlamış durumdasın. Önemli olan kişinin, aklî idrak ve anlama gücüne malik olmasıdır. Tasavvurdaki aczin kıymeti yok. Anladın mı Hayran?” Hayran:
“Evet, Hocam! Çok açık olarak, meseleyi şimdi anlamış bulunmaktayım.” Ebu'n-Nûr:
“Yoktan varetmek aklın kavrayabildiği bir şeydir. Hatta akıl uzak görse, bocalasa veya tasavvur edemese bile... diyen bilgin ve felsefecilerin sözünü şimdi anladın mı Hayran?” Hayran:
“Gerçekten, “Felsefe, öteki denizlere benzemeyen başlı başına bir denizdir. O denize açılan kişi, sahillerinde kendisini bekleyen tehlikelerle karşılaşır. Fakat onun derinliklerine kadar İnenler, elbette saadeti ve hakiki İmam orada, ta denizin diplerinde bulurlar.” Meşhur filozof Bacon'un da dediği gibi: “Az felsefe insanı Allah'dan uzaklaştırır. Çoğu ise Allah'a yaklaştırarak gerçek imana kavuşturur.” Hayran:
“Bu sözleri şimdi daha iyi idrak etmiş bulunmaktayım hocam.” Ebu'n-Nûr:
“O halde, sıra, Allah'ın kelamı olan Kur'an-ı Kerim'e gelmiş demektir. Şu raftaki Mushafı lütfen bana verir misin? Sen artık git, istirahat et. Çünkü şu anda Allah'a karşı, felsefeden başka bir vazifem var. Onu ifa etmeye çalışacağım... Hayırlı geceler, Hayran!”82
Dostları ilə paylaş: |