İLİm-felsefe-kur’an işIĞinda iman


Onyedinci Yüzyıldan Bin Sene Önce



Yüklə 2,07 Mb.
səhifə18/31
tarix03.01.2019
ölçüsü2,07 Mb.
#88844
1   ...   14   15   16   17   18   19   20   21   ...   31

Onyedinci Yüzyıldan Bin Sene Önce

Hayran diyor ki:

“O gece bütün vaktimi, hocamın okuttuğu ayeti kerimeleri yazmakla geçirdim. Tanyeri ağarmadan önce, çok tatlı duygula­rın tesiri altında hemen uyuya kalmışım. İhtiyar müezzinin:

“Oğlum! İkindi oldu. Bu ne uykusudur? Bu kadar uyunur mu?” demesi üzerine uyandım. Fakat çok dağınık bir düşünce ve karışık fikirler içinde yatağımdan yorgun olarak kalktım. Ve ona:

“Kapıyı sana kim açtı? Nasıl oldu bu? Beni neden sabah na­mazına kaldırmadın?”dedim.

İhtiyar müezzin:

“Kapıyı üstadımız açtı. Sizi uyandırmamamı söyledi. Sa­bah namazını eda ettikten sonra beni bazı kitapları getirmem için Semerkant'a gönderdi. Bir ihtiyarın, kitapçıdan hoca Mevzun'u sorduğunu işittim. Kitapçı beni göstererek

“Ona soru­nuz” dedi. O zat, hocayla görüşmek istediğini söyledi.

“Hocayla görüşmek çok zor kimseyi kabul etmez” dediy­sem de adam ısrar etti. Ben de hocamın yerini gösterdim ve ki­tapları vermek üzere sana geldim.

Kitaplara şöyle bir göz attım. Fransızca yazılmışlardı. Arka­daşım müezzine dedim ki:

“Ebu Muhammed! Bu kitaplar Fransızca... Ben bu lisanı bil­mem.”

Sözümü bitirir bitirmez hocamın kapıdan belirdiğim gör­düm; içeri girerken:

“Sen ilerde Fransızca okuyacak ve Fransızca'yı öğrenecek­sin. Bu dili bilmemen, senin için bir noksanlıktır.

Çünkü sen din bilginlerindensin. İnsanları irşat konusunda kendisine düşen vazifeyi yapan bir alimsin.

Asrımızda, ilim ve felsefe dili olan Fransızca'yı bilmeyen alim olabilir mi?” Hayran:

“Ama hocam, ben kendi ana dilimi, bunun yanın­da Türkçe ve Arapça'yı biliyorum. Bu dillerde yazılmış ilim ki­tapları yok mudur?” Ebu'n-Nûr:

“Bildiğin dillerde bu ilim serisi üzerinde kitap yazıldığından haberin yok mu? Sonra nedir sendeki bu kibir? Bizim dillerimizde bu gibi ilmî kitapların az olduğunu bilmiyor muydun? Yabancı dillerden çevrilen kitaplar, gayet az ve na­dirdir. Sonra modern çağın ilimlerini esas kaynaklarından öğ­renmek bizim için daha iyi değil midir?

Böylece daha çabuk bir usulle, ilim elde etme kudretine sa­hip olmuyor muyuz? Çünkü yabancı dillerden kendi dilimize çevrilmiş ilmî eserler azdır. Hatta tercüme işi çok ağır bir tem­po ile yürümektedir. Batıdaki gibi sür'atli çevirme, basma ve neşir kudretine sahip değiliz. Bu gibi küçük ve seri halde yazıl­mış ilmî eserlerden okuyarak sana ve herkese ilmi açıklamak istiyorum. Elbette bu, hem çabuk hem de kolay bir metottur.

Böyle bir ilmî eseri yazan, bastıran ve neşreden bilginimiz var mıdır? Acaba bir alimimiz yalnız başına böyle bir işi başa­rabilecek midir?

Halbuki Batı dünyasındaki ilim adamları birbirleriyle yar­dımlaşarak çalışırlar ve büyük bir matbaa ve neşir müessese­siyle anlaşırlar. Bu yolda, basın ve yayın için milyonlarca para harcanır. Birçok masraflar edilir. Fakat batı aleminde okuyucu­lar çok olduğu için, neşredilen eserler satılır. Bu faaliyet netice­sinde birçok kimseler geçinir gider. Yayın ve dağıtım yoluyla birçok kişiler sebeplenir. Oysa bizim doğu dünyamızda durum hiç de böyle değildir. Bilhassa Müslüman dünyasında ilmî bir eser, yazarın basım ve diğer masraflarını bile karşılayamaz. Çünkü pahalıya mal olur.” Hayran:

“Niçin hocam?” Ebu'n-Nûr:

“Okuyucusunun azlığından... Bu sebeple dev­let böyle ilmî eserlerin tercüme ve neşir işlerini üzerine almalı­dır. Ancak o zaman, ilmî eserleri bütün halka ve okuyuculara çok ucuz bir fiyatla sunmak mümkün olur. Ayrıca devletler, bu çalışmalarıyla vatandaşlarının kültür seviyesini de yükseltir. Bu demek değildir ki, bütün halk yabancı dil bilmeye mecbur­dur. İsteyen öğrenir. Fakat okullarda yabancı dil öğretilmesi zarurîdir.

Ama Hayran, senin gibi bir din aliminin geçerli Batı dille­rinden birini öğrenip bilmesi gerekir. Eğer hakikaten Allah ve onun yolunda gitmek isteyenleri aydınlatmak istiyorsan bir ya­bancı dili iyi bilmen lazımdır.” Hayran:

“İnşallah öğrenmeye çalışacağım, hocam!” Ebu'n-Nûr:

“Haydi! Şimdi bıraktığımız yerden dersimize başlayalım. Dünkü ayetleri bütün gece çalışarak, defterine yazdığını gördüm. Herhalde hepsini nakletmişsindir.” Hayran:

“Evet hocam. Hepsini yazdım.” Ebu'n-Nûr:

“Oğlum Hayran! Bu ayetleri, mutlaka bilmen gereken müspet ilimlerin ve felsefenin ışığı altında iyice düşü­nüp üzerinde durursan, Kur'an-ı Kerim'in felsefe ve din bilgin­lerinin kullandıkları ve bu sayede hak üzerinde birleştikleri bü­tün istidlal metotlarını içine aldığını açıkça görürsün.

Kur'an-ı Kerim illiyet (causalide) kanununa dayanan “se­bep” “vücub” ve “hudûs” delilleri gibi mürekkep nazarî delil­leri açıkça zikretmiştir. Sonra üzerinde ısrarla durduğu delil de kainatın eşsiz nizamı meselesidir. Kur'an-ı Kerim, Allah'ın yok­tan varettiği mevcudatın yaratılışmdaki tertibi, nizamı, sağlam­lığı, ölçüyü, şekli, insicamı, ahengi, güzelliği, narinliği ve inceliği defaatle beyan ederek te'yit etmiştir. Çünkü bu gibi deliller, akim istidlal metodunun derinliklerine dolmaya ihtiyaç duy­madan kolayca kabul edeceği bir metottur. Bu delilleri kullan­mada ne acz, ne de aklî bir yorgunluk veya herhangi bir kurun­tu, tökezleme ve hayale kapılma bahis konusudur. Bilakis, en basit bir bedevi ile en büyük bir filozof, anlayış ve idrak bakı­mından aynı seviyededir. İşte, Cenabı Hak her şeyi bildiği için mürekkep aklî deliller üzerinde düşünenlerin çok az olması se­bebiyle, insanlara bundan daha kolay bir metotla hitap etmiştir. Zaman geçtikçe, ilim ilerleyip bilginler bu eşsiz nizamı göste­ren kanunların sırlarını çözdükçe bu deliller daha çok açıklık kazanmaktadır. Böylece Cenabı Hak ayeti celilesinde beyan buyurduğu vaadi yerine getirmektedir:

Bu kitabın hak olduğu onlara tebeyyün edilinceye kadar gerek nefislerinde ve gerekse ufuklarda ayetlerimizi göstereceğiz.”153

Evet, yüce Allah, yüzyıllardan sonra, bu ayeti celilesiyle ufuklardaki alametleri ve bunun yanında insan terkibindeki in­celikleri beyan etmiştir. Bu incelikleri keşfeden kişiler Allah'ın büyüklüğüne, muazzam kudretine vakıf olan bilginler, birçok eser yazmışlardır. Böylece Cenabı Hakk'ın şu ayeti celilesi ta­hakkuk etmiştir:

...Allah'tan korkanlar, onun kulları içinde ancak alim kişiler­dir.”154

Hayran:


“Üstadım, beni Allah'ın varlığına delil olarak gösterdiği, ayetleri mütalaaya sevk ederken “hudûs”, “vücûb” ve “yeter-sebep” gibi aklî delilleri incelemeye mi sevk ediyor acaba? Bense ayetleri okurken bunları fark edemedim.” Ebu'n-Nûr:

“Olabilir. Onlar sana görünmeyebilir. Çünkü çok latif ve kolay bir ibare ve üslûpta ifade edilmişlerdir. Onu ancak erbabı olan anlar. Nitekim İbn Rüşd'ün görüşlerini açık­larken bu hususa temas etmiştim. Şu ayetleri iyi düşün Hayran:

.... Onlar yoktan mı yaratıldılar? Yoksa kendilerini mi yarattı­lar?”155

Onlar, Allah'ın göklerde ve yerdeki tasarrufuna ve yaratmış ol­duğu herhangi bir şeye bakıp düşünmediler mi?...”156

O insan, önceden hiç bir şey değilken, bizim, kendisini yoktan yaratmış olduğumuzu hiç düşünmez mi?”157

İnsanoğlu, bahse değer bir şey olana kadar, şüphesiz uzun bir zaman geçmiştir.”158

Gökleri, yeri ve ikisinde yaydığı canlıları yaratması varlığının da delillerindendir. O dileyince, bunları bir araya toplamaya da kadir­dir.”159

Gökleri ve yerin yaratılmasında, insanlara dersler vardır.



Ey insanlar! Sizin yaratılmanızda ve canlıların yeryüzünde ya­yılmasında, kesin olarak inanan kimseler için dersler vardır.”160

Hiç yaratan yaratamayana benzer mi? İbret almaz mısınız?”161

Rabbin dilediğini yaratır ve seçer; onlar için seçim hakkı yoktur. Allah onların koştukları ortaklardan münezzehtir, yücedir.”162

Biz, gökleri, yeri ve ikisinin arasında bulunanları, ancak gerçek üzere ve belirli bir süre için yarattık; inkar edenler, uyarıldıkları şey­lerden yüz çevirmektedirler.”163

Ey insanlarl Bir misal verilmektedir, şimdi onu dinleyin: Sizle­rin Allah'ı bırakıp taptıklarınız bir araya gelseler, bir sinek bile yarayamayacaklardır. Sinek onlardan bir şey kapsa, onu kurtaramazlar; davalı da davacı da ne kadar güçsüz!”

Bilmeden, doğruya götüren bir rehberi olmadan, aydınlatıcı bir kitabı da bulunmadan Allah yolundan saptırmak için büyüklük tasla­yarak Allah hakkında tartışan insan vardır.”'164

Allah'tan başka dostlar edinenlerin durumu, kendine yuva ya­pan örümceğin durumu gibidir. Evlerin en dayanıksızı ise şüphesiz örümceğin yuvasıdır. Keşke bilseler.

Doğrusu Allah, kendini bırakıp da yalvardiklan şeyi bilir. O güç­lüdür, Hakimdir.

Biz bu misalleri insanlara veriyoruz, onları ancak bilenler anla­yabilir.”165

Bu ayetlerin manalarını bir düşün Hayran! Ve ifade ettikle­ri mana ve mefhumlarını, okuyup geçmiş olduğun filozof ve bilginlerin sözleriyle mukayese et! Bizim İslam filozof ve bil­ginlerini, İmam Gazalî, İbn Sina ve Farabî gibileri değil de, sade­ce Dekart, Paskal ve Leibniz gibilerinin sözleri üzerinde bir mu­tabakat aramaya bak!

Hudûs (sonradan yaratılış), varlık ve “yeter-sebep kanu­nu” gibi, irade sıfatının tespiti ve mahlûkatın kendiliğinden ya­ratılmadığı hakkındaki hususlarda bir benzerlik ve bir mutaba­kat bulacaksın. Bedaheten bilinen bir şey varsa, bu müşahede ettiğimiz kainatın sonradan yaratıldığıdır. Yani hadis oluşudur. Çünkü o, muayyen bir zaman içinde yaratılmış ve belirli bir müddetten sonra yine zeval bulmaya mahkûm kılınmıştır. Eğer gerçekten bir araştırma yapar da, devrimizden on dört asır, bü­yük Batı filozoflarından Dekart, Paskal ve Leibniz'in devrinden de tam bin yıl önce; çevresi ve kendisi ümmî (okuma yazma bilmeyen) bir insana inen Kur'an-ı Kerim'in akıllara hayret ve dehşet veren sırrını anlamak istersen, bu filozof ve bilginlerin söyledikleriyle Kur'an ayetlerinin mealleri arasındaki mutabakatı elbette görüp idrak edersin. Burada şu gerçeği iyice bilmek zaruridir: Böyle bir idrak, ancak ve ancak tam bir anlayış yete­neğine malik kişilerde yani alimlerde vardır.

Kur'an-ı Kerim'le birlikte, filozoflar ve daha sonra gelen ke­lam alimleri hep aynı sözü söylediler: Bu müşahede ettiğimiz kainat mahlûktur. Sonradan yaratılmıştır. Yalnız Kur'an-ı Kerim'in kainattaki şekil ve suretlerin değişmesi ve sonradan ya­ratıldığını ispat için ileri sürdüğü delillerin üslûbunu takip ede­memişlerdir. Çünkü her şeyi bilen ve her şeyin hakkını yerli yerine ifa eden ancak Allah'tır. Eski çağlardan beri akıp gelen zaman içinde şekil ve suretlerin değişmesini, kör bir maddenin evveliyatının ne olduğunu tasavvur etmede elbette zorluk vardır. Fakat Kur'an-ı Kerim, yeryüzünde “hayat”m daha kolay oluşu üzerinde durur. Bilhassa hayvanlara dikkatimizi çeker. Özellikle insan nev'i hakkında daha titiz davranır.

İşte bu sebeple, son yıllardaki modern keşiflerin verdiği bil­gi, hayvan ve insan, türünün zuhurunu yeryüzünde uzun yıl­lar sonra olmuş gösterir. Kur'an-ı Kerim bu sebeple, hayvan ve insanı çok zikretmiştir: Çünkü insanoğlunun hidayet yoluna gitmesi kastedilmektedir. Nitekim ayeti kerimede şöyle buyurulmaktadır:

İnsanoğlu bahse değer bir şey olana kadar, şüphesiz uzun bir za­man geçmiştir.”166

Bundan şu anlaşılıyor: Aklı selimin hem çok kolay, hem de açıkça kabul ettiği şey, insanın hadis (sonradan yaratılmış) olu­şudur. Bu hakikatten de şu neticeyi elde etmiş oluyoruz: İnsanı meydana getiren madde de hadistir (sonradan yaratılmış). Çünkü madde, değişen bir nesnedir. Her değişen ise hadistir. Halbuki kadîm, yani ezelî olan bir şey elbette değişmez.

Kur'an-ı Kerim, birçok ayetlerde insanın, maddenin ve ka­inatın bir yaratık olduğu hususunu takrir eder. Bu üslûp, açık bir beyanla istidlal metodunu “İllet Kanunu” esası üzerine oturtmuştur. Bununla, her akıl sahibi bu alemin illetini ve sebebini sormaktadır. Cenabı Hak bu hususu Kur'an-ı Kerim'in birçok ayeti celilesinde çok veciz ve açık bir beyanla ifade etmektedir.

Kur'an-ı Kerim, “bu alem sebepsiz ve illetsiz olarak meyda­na gelmiştir. Veya bu alem kendi kendine varolmuştur. Kainat ve Allah bir şeydir. Allah'ın “kadîm” oluşu gibi bu alemin maddesi de “kadîm”dir. Yaratılış meselesi bir zaruret icabıdır, herhangi bir irade olmaksızın kendi kendine varolmuştur gibi çürük nazariyeler ortaya atan ve Allah hakkında inkarcı fikirler ileri süren materyalistlerin mesnetsiz, tutarsız düşüncelerine karşı açık bir ifade ve kolay bir üslûpla şöyle buyurmaktadır:

İnsanoğlu bahse değer bir şey olana kadar şüphesiz uzun bir za­man geçmiştir.”167

O insan hiç bir şey değilken, bizim kendisini yaratmış olduğu­muzu düşünmez mi?”168

Yoksa kendileri haliksiz mi yaratıldılar? Yoksa onlar kendi nefis­lerinin yaratıcıları mıdırlar?”169

Hiç yaratan varlık yaratamayana benzer mi? Artık siz düşün­mez misiniz?”170

' “Senin Rabbin bizzat kendi iradesiyle dilediğini seçer ve yara­tır. “171

Biz göklerle yeri ve aralanndakini, ancak adaletle ve muayyen bir müddet ile yarattık. Kafir olanlar ise korktukları şeylerden yüz çe­virmektedirler.”172

Dikkat et! Şu ayetlerin meallerine bir bak! Düşün! Ne güzel ve ne kolay bir üslûpla onların iddialarım çürütüyor değil mi?

Bu kuru iddiaları reddederken, insanın aklına hitap ediyor. Ak­lı selim sahibi kişinin bedaheten kabul etmeyeceği bu hayal ve vehimlerin imkansız olduğunu nasıl açık ve veciz bir ifadeyle açıklıyor? Sonra, aklı selimi yeterli illet aramaya nasıl teşvik edi­yor, araştırma ve düşünmeye nasıl davet ediyor. Ayrıca sebe­bin varlığını, onun bir hakikat olduğunu beyan ederken, bu il­letin olgun ve tam olarak bulunduğuna nasıl hükmediyor!

Evet, bu ayetlerde dikkatimizi çeken nokta, Allah ve alemin birbirinden ayrı olduğu, mahiyeti, zatı ve sıfatıyla illetin “ma­lûl”, yani “sebep”in “sonuç” olmayacağı ve illetin ne sonucun kendisi, ne de ondan bir parça olacağıdır.

Sonra bak! Başka bir ayeti celilede, alemin zaruret icabı ya­ratılmadığı, ancak Allah'ın bizzat irade ve isteğiyle yaratıldığı, beyan buyurmaktadır. Ve yine o iradeyle “ecel”in muayyen bir zamana bağlandığı, kainatın da muayyen bir müddet ile yara­tıldığı ayrıca açıklanmaktadır. Şayet bu alem zaruret gereği yaratılsaydı, “alem” ve “insan”ın kadîm olması gerekirdi. Oysa alem ve insan, kadîm (eski) değil hadis'dir. Sonradan yaratılan bir mahlûktur.

Gerçekten insan üzerine denirden öyle bir zaman geçti ki, o va­kit insan anılır bir şey değildi.”173

Evet, insandan önce bir zaman geçti. O zaman insan yoktu, yaratılmamıştı. İşte son ilmî keşiflerin ulaştığı zirve noktası da bunu açıklamaktadır. Hayat hakkında ileri sürülen yeni bilgiler o devrin varlığını, ilmen açıklamışlardır. Hayvan ve insan daha sonra yaratılmıştır.

Böyle olduğuna göre, alem hadistir (sonradan yaratılmıştır). Varlığı vacib değil mümkündür. Yerde ve göklerde her şey sonradan yaratılmıştır. Çünkü onlar değişen bir şeydir. Varlığı mümkün olan bir unsurdur. Varlığı vacib değildir. Acaba bun­lar bir sebep olmadan mı yaratıldılar, meydana geldiler? Yeterli bir illet olmadan mı meydana geldiler?

Hayır! Böyle bir şey imkansızdır! Bu olamaz. Çünkü sebep­siz hiç bir şey meydana gelemez Leibniz'in ve diğer bilgin ve fi­lozofların da söylediği gibi, bunlar sebepsiz meydana gelemez. Nitekim Kur'an-ı Kerim, tam bin yıl önce, bu hakikati beyan buyurmuştur:

Yahut onlar, bir şey olmaksızın mı (sebep olmadan) yaratıldı­lar?”174

Yahut onlar kendi nefislerinin yaratıcısı mıdırlar? Bu im­kansızdır. Filozof Dekart ve Paskalın da dediği gibi, elbette böy­le şey olamaz. Yine Kur'an-ı Kerim, onlardan tam bin yıl önce bunu açıklamıştır:

Yahut onlar, kendi nefislerinin yaratıcısı mıdırlar?”175

Yaratıcı ile yaratılmış aynı şey midir? Nasıl olur? Elbette bu imkansızdır. Olamaz. Eğer öyle olsaydı aklî bir tenakuza dü­şerdik. O zaman, Leibniz'in dediği gibi, “sebeb”in sonuç oldu­ğunu kabul etmiş oluruz ki, bu da aklı selime aykırıdır. Aklı se­limle çelişen bir hükümdür. Kabul edilmesi imkansızdır.

Yaratan varlık, yaratmayana hiç benzer mi? Siz bunu hiç dü­şünmedeniz mi?”176

Allahü Teala bu kainatı iradesi olmadan zaruret icabı mı yarattı? Bu aklen imkansızdır... Çünkü böyle bir düşünce, Al­lah'ın kemal sıfatlarına ters düşer. Ve neticede Allah, iradesi ol­mayan, seçme kudretinden nasipsiz bir ilah durumuna düşer. Binaenaleyh mahlûkatı iradesiz olarak zaruret icabı yarattı de­mek, insanın kadîm olduğu neticesini doğurur. Halbuki insanın hadis olduğu tespit edilmiştir...

Senin Rabbin bizzat kendi iradesiyle dilediğini seçer ve yara­tır.”177

Sonra müşahede ettiğimiz şu koca kainat da ezelî midir? Yani bu “alem” kadîm midir? Onu yaratan Allah gibi, kadîm ve ezelî midir? Bu imkansızdır. Alem, ezelî olamaz. Ve kadîm de değildir. Çünkü Allah bu kainatı zaruret icabı yaratmadı. Biz­zat hür, müstakil ve kemal iradesini kullanarak yarattı. Şayet alemi zaruret icabı yaratsaydı, o zaman kadîm olması lazım ge­lirdi. Oysa bu alem hadistir, kadîm olmadığı aklen ve fikren sa­bittir. Bakınız, Cenabı Hak Kur'an-ı Kerim'de bu meseleyi nasıl beyan buyuruyor:

Biz yeri gökleri ve ikisi arasındaki her şeyi, an­cak ve ancak adaletle, muayyen bir müddetle yarattık.”178

İşte bu, gerçek bir sözdür. Hiç şüphe yok... Bunun dışında kalan bütün sözler boştur. Temelsiz, zayıf sözlerdir. Nitekim Kur'an-ı Kerim'de de beyan buyurulduğu gibi örümceğin görü­nüşte akıllara hayret verici hendesî şekillerle kendi zevkine uy­gun bir tarzda, içinden çıkarttığı bir sıvıyla ördüğü ve çok kü­çük haşaratı avlamak için kullandığı ağ misali, münkirlerin de Allah hakkındaki zannî görüşleri, aklında zayıf olan kişileri av­lamak için kullandıkları ağdan başka bir şey değildir.

İşte böylece oğlum Hayran, ümmî insanların yaşadığı Arap yarımadasındaki ümmi bir insana inen Kur'an-ı Kerim, alim ve bilginlerin ömürlerini verdikleri ve bu yolla Allah'ın hidayetine ve hak kervanına katıldıkları bütün aklî delilleri ve vazgeçil­mez açık burhanları ele alır. Ve onları en dokunaklı bir ibare, en muciz bir işaret, en ince bir dikkat ve en doğru bir teşbihle gayet mükemmel bir şekilde yerli yerince oturtur. Sonra Kur'an-ı Kerim bu burhan ve delilleri, cahil kişilerin aklının alacağı şekilde sunar. Bir kısmını da gelecek nesilleri nazarı iti­bara alarak enginliklerinde gizler. Oraya bilgi sahibi kişilerin dışında kimse dalamaz.

Hayran:


“Ancak alim kişiler bu noktayı daha iyi anlaya­caklardır.

Hocam! Evet, ancak alim kişiler! Bakınız Allahü Teala bu hususta ne buyuruyor:

Hem bu misaller var ya, biz onları insanlar için beyan ediyoruz. Bunları ancak alimler anlar.”179

Ebu'n-Nûr:

“Çok şükürler olsun Allah'a ki, imtihanda ba­şarı gösterdin, şu hakikati anlayıp idrak etmekle...! Artık açıkla­mak istediğim bir gerçeği, şimdi yeni yeni anlayıp idrak etme­ye başlamış bulunmaktasın. Evet, Hayran! Akıl, ilim ve Kur'an-ı Kerim, hepsi aynı gerçekle birleşmektedir.”180

Tesadüfün Payı

Hayran devamla diyor ki:

O gün, bütün vaktimi Kur'an-ı Kerim okumakla, ayetlerin manalarını, hedef ve gayelerini düşünmek ve anlamakla geçir­dim. Bu ayetlerin hedef ve gayeleriyle miladı dokuz ve onuncu asırlarında yaşamış olan İbn Sina ve İmam Gazali’nin fikirlerini, büyük Batı filozoflarından Dekart, Paskal ve Leibniz'in on yedin­ci yüzyılda söyledikleriyle mukayese ettim. Bunların arasında­ki benzerlikleri anlayınca hayrete düştüm. Kur'an ayetlerinin ifade ettiği manaların, hedef ve gaye bakımından bir noktada toplandığını, aralarında bir mutabakat olduğunu açıkça gör­düm. Hatta istidlal metodu üzerinde bile birleşmektedirler.

Ders vakti gelince hocamın yanma geldim. Önündeki lev­hada iğne ile birkaç çeşit çizgi çizmekle meşguldü. Selam ver­dim. Tebessüm ederek mukabele etti ve dedi ki:

“Ne zannettin hocanı, Hayran? Yoksa ben, iğne iplikle uğraşan bir terzi veya bir sihirbaz mıyım?”

“Estağfurullah hocam! Affedersiniz. Böyle bir zanda bu­lunmuş değilim!”

“Ebu'n-Nûr:

“Evet! Bu elimdeki iğnedir. Bununla delil ve ispatlan dikiyorum. Evham ve kuruntu içinde kalmış kişilerin şişmiş yaralarını deşiyor, pis kanlarını dışarıya akıtıyor ve te­mizliyorum. Gaflet uykusuna dalanları da bununla uyarıyo­rum. Ve yine bununla, sihirbazların oyunlarını meydana çıkarıyor, yalanlarını ortaya koyuyorum Ayrıca bunun birçok hüner ve marifetleri de var Hayran! Onları ilerde göreceksin?” Hayran:

“Sayın hocam! Delil ve ispatlar dikilir mi hiç?” Ebu'n-Nûr:

“Evet! Delil ve ispatlar, muhatabın aklına uy­gun bir şekilde ölçülür ve biçilir. Tıpkı bir terzinin dikeceği el­biseyi, sahibinin bedenine göre proya etmesi gibi... Deliller de böylece biçilir ve dikilir. Önce aklın bedaheten kabul ettiği, zih­nimize önceden yerleştirilmiş bulunan bilgilerle parçaları birbi­rine birleştirilerek tutturulur. İnsanlara, konuşmalarımızda, on­ların anlayış kabiliyetine ve aklî yeteneklerine göre hitap etme­miz lazım gelmez mi? Biz böyle emir olunmadık mı?” Hayran:

“Bu yeni bir üslûp, modern bir metot hocam!” Ebu'n-Nûr:

“Hayır! Yeni bir üslûp veya son çağın modern bir metodu değildir. Kainatın tesadüfi olarak meydana gelmediğini ispat için birçok alim ve filozof bunu zikretmiştir. Ancak benim yeni olarak ilave ettiğim şekil şu bulmacalardır!” Hayran:

“O bulmacalar nedir hocam?” Ebu'n-Nûr:

“Yani bir hesap şekli... Bir bulmaca... Bu ka­inatın tesadüfi olarak meydana gelmediğini ispat eden, madde­cilerin görüşlerini çürüten, matematik ve mantık delillerinden oluşan bulmaca...” Hayran:

“Böyle bir matematik bulmaca, delil ve ispat yete­neğine sahip olabilir mi?” Ebu'n Nûr:

“Bakıyorum, hala aklî bulmacaları küçük ve hafif görmektesin ...Kesilmiş kağıt bulmacasını unuttun mu yoksa?.. Geçen derslerimizde, tasavvur ile aklî düşünceyi onunla birbirinden ayırmıştık. Şimdi bırak da, şu sualimi defterine yaz bakalım. Birisi gelse ve sana:

“Müşahede ettiğimiz şu koca kainat ve içindeki her şey aca­ba neden meydana geldi? Nasıl oluştu? Ve birleşerek nasıl böy­le şekillenir halini aldı? Acaba bu hususta ne gibi tasavvurları­nız vardır? Nasıl ve ne gibi faraziyeleriniz mevcuttur?” dese ne cevap verirsin?” Hayran:

“Bu sorunuzun gayesini anlayamadım hocam!.. Başarıyla geçirmiş olduğum imtihanda da açıkladığım gibi, el­bette “Allah'ın kudreti ile meydana gelmiştir” derim.” Ebu'n-Nûr:

“Şimdi imanı bir tarafa bırak ilk defa bana gel­diğin gün, aklını ve fikrini meşgul eden şek, ve şüpheyle cevap vermeye çalış!” Hayran:

“Acaba hocam, bu sualinizle kainatın sonradan meydana gelen yaratık olduğunu, yani kadim olmadığını ispat­layan delili mi tekrar etmemi istiyorsunuz?” Ebu'n Nûr:

“Hayır, hayır! Öyle değil! Onu sormuyorum. Maddenin aslı ve esası olan ilk hücreyi sormuyorum, Onun na­sıl yaratıldığını da sormadım. Kadîm mi, ezelî mi onu da sor­madım. Benim istediğim şey, Kur'an-ı Kerim'in insanlara tev­cih ettiği soru gibi, yer ve göklerdeki varlıkların, birleşik ve çe­şitli türlerden mürekkep unsurların nasıl birleştiği, ne şekilde meydana getirdiği ve şu gördüğümüz suretleri nasıl aldıkları yani bunların nasıl oluştuğudur. Görüyorsun ki, eşya, birleşik türler olarak, çeşitli şekil ve suretlerde meydana gelmiştir. İster bitki ve hayvan, isterse insan olsun, hepsinin cinsleri ayrıdır. Şekil ve suretleri de başka başkadır Aklı selim, bunların kadîm olduğunu kabul etmiyor. Çünkü hem birleşik ve değişen bir şey olsun, hem de kadîm olsun, aklı selim bunu kabul etmiyor. Ve “imkansızdır” diyor, ilim de kabul etmez. Zira jeolojik kazı­lardan elde edilen neticeye göre sonradan yaratılan bir varlık olduğu, kadîm olmadığı anlaşılmıştır. İlmin keşfettiği son haki­katlerle bu ispatlanmıştır. Onların ilk önce yokken sonradan yaratılmış ve birleştirilmiş türler olduğu meydana çıkmıştır. Bunların nasıl meydana geldiği, türler halinde nasıl tekevvün ettiği hususunda ne gibi bir faraziye öne sürebilir?

Buna şu üc varsayımla cevap verilebilir. Dördüncüsü yok­tur.



Birinci faraziye: Müşahede ettiğimiz her şey Allah'ın kudre­tiyle meydana gelmiştir.

İkinci faraziye: Maddenin atomları, parçaları ve unsurları belli bir irade, kasıt ve gaye ile meydana gelmiştir. Yani maddenin esasını teşkil eden atomlar, aralarında birleşerek, müşahe­de ettiğimiz şekil ve suretleri ve bu alemin türlerini meydana getirmişlerdir.

Üçüncü faraziye: Türlerin, tesadüfen ortaya çıkmasıdır. Ya­ni atomlar, bir tesadüf neticesinde toplandılar, birleştiler ve oluştular. Böylece esas unsurları meydana getirdiler. Sonra bu unsurlar, kendilerince özel bir biçim ve şekil üzere birleştiler. Şu halde hayat, tesadüf yoluyla meydana geldi!” Hayran:

“Gerçekten bunlardan başka dördüncü bir farazi­ye veya görüşün bulunması mümkün değildir.” Ebu'-Nûr:

“Birinci faraziyeyi benimseyenler, elbette Al­lah'ın varlığına ve bütün kemal sıfatlarına iman eden mü’minlerdir. Bu iman ister dinî bir hidayet neticesinde gerçekleşsin, isterse aklî bir düşünce neticesinde oluşsun... Muhakkak ki on­lar, hakikî müminlerdir.

Üçüncü faraziyenin sahipleri ise, bazı materyalistlerdir.

İkinci faraziyeyi ileri sürenlere gelince... Hiç kimse bu fikri ileri sürmüş değildir. Ne mü’minler, ne de materyalistler böyle söylemiştir. Yani bu faraziyeyi hiç kimse benimsememiş, bir ki­şi çıkıp ta böyle bir iddiada bulunmamıştır. Hatta materyalist­ler bile esasım teşkil eden atomların irade, kast ve gayeden mahrum olduğunu kabul etmektedirler. Madde, ne bir irade ve ne de bir gayeye sahiptir. Binaenaleyh, yalnız iki faraziyeyle karşı karşıya kalmaktayız. Birincisi, bu alemin Allah'ın kudret ve iradesiyle meydana gelmesidir. İkincisi ise, onun tesadüfen varolması ve tekevvün etmesidir.

Oğlum Hayran! Bakıyorum, gözlerin açılıp kapanıyor. Bazı düşüncelerin şu anda seni meşgul ettiğini anlıyorum. Acaba söylediklerimde herhangi bir şüphe mi hissediyorsun?” Hayran:

“Hayır hocam! Böyle bir düşünce hatırıma bile gelmemiştir. Söylediklerinizin hepsi, gayet iyi anlaşılmaktadır. Fakat bu alemin tesadüfen meydana gelmesi fikri, aklen imkan­sız mıdır? Yoksa mümkün müdür?” Ebu'n-Nûr:

“Bu sorunuza hem müspet, hem de menfî bir cevap verilebilir- Tesadüfün, bazı anlarda mümkün bir hüküm olması imkan dahilindedir. Bazan da aklen imkansız görünür. Ancak şunu belirtmek isterim ki, sualin şeklini değiştirmen ge­rekir. Aklı selim nazarında tesadüfün değeri nedir?” Hayran:

“Evet hocam. Buyurduğunuz gibi, aklı selim na­zarında tesadüfün değeri nedir?” Ebu'n-Nûr:

“Bak Hayran. Evvelce görmüş olduğun iğne­nin rolünü söylemenin sırası şimdi geldi.

Elimdeki tahta levhayı al ve ona şu iğneyi sapla geri çıkart. Sonra ikinci bir iğneyi, birincisinin yerine sapla bakalım! Veya ikinci iğneyi birincisinin deliğine sok!”

Şimdi sualime cevap ver:

Bu olaydan sonra, başka birisi gelse ve sana:

“İkinci iğneyi birincisinin deliğine nasıl sapladın?” diye sorsa ve güvenilir bir kişi buna;

“Bu ikinci iğne çok mahir ve nişancı birisi tarafından on metre uzaklıktan birinci iğnenin deliğine isabet ettirildi” şeklinde cevap verse... Sonra başka birisi de ona,

“Hayır, o iğ­neyi, birinci iğnenin deliğine isabet ettiren anadan doğma kör bir çocuktur. Gelişi güzel bir atışla, birinci iğneyi ikincisinin de­liğine isabet ettirdi. Ve iğne, tesadüfen isabet etti.” dese ve bu­nu doğru ve meşhur bir kişi söylese... Şimdi bu “iki emin kişi­den” gelen haberlerin hangisine inanırsın?” Hayran:

“Hiç şüphe yok ki, birincisinin sözü daha doğru­dur. Fakat her ikisinin “doğru” insanlar olması bakımından, ikincinin sözünü “mümkün” bir hüküm olarak kabul etmemiz­de herhangi bir engel yoktur. Böylece, tesadüfün “mümkün” olduğu meydana çıkmaktadır. Binaenaleyh burada, herhangi bir haberi diğerine tercih etmek mümkün değildir.” Ebu'n-Nûr:

“Fakat aynı adam, üçüncü bir iğnenin de, aynı yere, yani ikinci iğnenin yerine saplandığını söylerse, acaba ter­cihiniz gene aynı mı olur?”

Hayran:

“Hayır! O zaman birincinin sözüne göre, belli bir gaye ile atılan iğnenin isabeti tercih edilir. Fakat bununla beraber yine de zayıftır.” Ebu'n-Nûr:

“Çok güzel! Şimdi birisi gelse de, o iğnelerin yanında, arka arkaya tam on iğnenin saplandığını görse, acaba nasıl bir tercih bahis konusudur? İstek ve iradeyle atılan iğne­nin, tercih bakımından zayıf tarafı kalır mı?”

Hayran:


“Hayır hocam! İrade ve istekle atılan iğnenin isa­betini tercih etmek daha doğru olur. Öte yandan tesadüfen atı­lan iğneyi çok zayıf kabul etmek gerekir.” Ebu'n-Nûr:

“Farzedelim ki, yanına bir insan gelse -çünkü insan münakaşayı çok seven bir mahlûktur- ve seninle “aklî imkansızlık,” “örfî imkasızlık” konularında münakaşa yapsa; netice­de tesadüfün imkansızlığını, hem aklen, hem de örfen ispatlasa, fakat bunun yanında tesadüfün çok uzak bir ihtimal olaca­ğını ilave etse, o zaman akıl tesadüfün imkansızlığını kabul edecektir.” Hayran:

“Evet hocam! Akıl bunu böyle kabul etse de kalb, istek ve gayeyle yapılan şeye meyledecektir.” Ebu'n-Nûr:

“Hayran, “bulmaca kağıdı” meselesini biraz daha derinleştirerek, inceleyelim. Mesela şöyle bir hesap siste­mi ortaya atarak başlayalım.

Elimize tek rakamlı bir iğne alalım. Sonra iki, üç ve on ra­kamlı iğneleri bir torbanın içine koyalım, Kör bir çocuğu çağı­ralım ve ona “torbadaki iğneleri sırasıyla, alıp karşıdaki, yani on metre uzaktaki bir levhaya atmasını” söyleyelim. Bunun üzerine kör çocuk, “bir” rakamlı iğneyi alıp levhadaki deliğe isabet ettirse, sonra iki rakamlı iğneyi birinci iğnenin yerine, üçüncüsünü ikincisine, dördüncüsünü üçüncüsüne, beşincisini dördüncüsüne ve böylece iğnelerin hepsini arka arkaya levha­daki yerlerine, sırasına göre dizse, bu durumun tesadüfen vaki olduğunu görse, aynı adam tesadüfün aklen imkansız olmadı­ğını kabul etmez mi? Binaenaleyh tesadüfün mevcut olduğu meydana çıkmaz mı? Bu itibarla bizim veya sizin durumunuz ne olur acaba? Evet, o akıllı insanın durumu ne olur, böyle bir olay karşısında?” Hayran:

“Hiç şüphe yok ki, bunu kabul etmeyecektir. Çünkü tesadüfün vukuu imkansız olmadığına göre, bunun da, çok uzak bir zaman için meydana gelmesi mümkündür.” Ebu'n-Nûr:

“Fakat yüksek, çok yüksek büyük sayılar sevi­yesinde, alken açıkça imkansız olacağı muhakkaktır.” Hayran:

“Ben şuna inanıyorum ki, bunu aklî ve bedihî bir hüküm olarak kabul etmemiz hayatımızda, çok az ve arka arkaya, birbirini takip eden tesadüflerin bulunmamasından ileri gelmektedir. Öyle değil mi hocam?” Ebu'n-Nûr:

“Hayır! Bu tesadüf olayı, bilhassa akim batmî görüşüyle ilgili olarak, aklî ve riyazi bir kanun neticesinde meydana gelmektedir. Bunun başka bir yolu yoktur.” Hayran:

“Bu kanun nedir? Lütfen izah ediniz!” Ebu'n-Nûr:

“O, tesadüf kanunudur. Bu kanun diyor ki:

İtibar yönünden tesadüfün payı, birbirine denk katlanmış sayılarla ters orantılı olarak azalır ve artar.

Birbirine katlanan şeyler ne kadar azsa, tesadüfün payı da o nisbette artar. Mesela, katlanma iki eşit sayı arasındaysa, o zaman tesadüfün payı ikide birdir. Eğer katlanma on sayı ara­sında olursa, o zaman tesadüfün payı onda birdir. Çünkü sayı­ların her biri diğerlerine göre en küçük bir farklılık olmaksızın aynı şartları taşımaktadır. Şayet sayının rakamları arasında da­ha fazla bir katlanma olursa, iş değişir ve tesadüfün başarı nisbeti azaldıkça azalır. Ve neticede tesadüf, sanki yok olur. Vu­kuu zorlaşır. Hatta imkansız hale gelir. O kör çocuğun, torba­dan ilk çekişte birinci rakamı bulması onda bir nisbetindedir. Çünkü torbada on tane rakamlı iğne vardır. Çocuk, onda biri nispetinde çektiği için, bir o kadar başarı hakkı vardır. Bir raka­mından sonra ikiyi çekmek istediği zaman, tesadüfün başarı nisbeti yüzde birdir. Çünkü ikinci defa çekmek istediği rakam­la çekmiş olduğu rakam arasında sayı on kat büyümüştür. Kör çocuk 1-2 rakamından sonra 1, 2, 3 rakamlarını sırasıyla çek­mek istese, acaba o zaman tesadüfün nispeti ne olur? Cevap ve­relim, binde bir olur. Çünkü birinci çekilişte tesadüfün payı on­da birdi. Peşinden ikinci rakamı çekme ihtimali ise yüzde bir­dir. Üçüncüde bu sayı binde bire düştü. Farz edelim ki, kör ço­cuk, torbadaki rakamlı iğneleri, arka arkaya, birden ona kadar, sırasıyla, 1,2, 3,4,5, 6,7, 8,9,10 şeklinde çekmek istesin. Acaba o zaman tesadüfün başarısı kaç olur?

Görülüyor ki, böyle yüksek bir rakam bahis konusu olduğu zaman, sayının artışına nispette tesadüf azalır. O zaman tesa­düfün başarısı, on milyarlarda ancak birdir. Şu halde başarı nisbeti çok az demektir.”

Hayran:

“On milyarlarda bir mi dediniz hocam?” Ebu'n-Nûr:

“Evet! Bu bir matematik bulmacadır. Aynen kesilmiş ince kağıt bulmacası gibidir. Kırk sekiz defa kesilip katlanmak suretiyle, kağıdın kalınlığı ay'a kadar yükseliyordu ya, bu da öyledir. İnanmazsan, lütfen al eline kalemi ve yap he­sabını... Çıkan her neticeyi onla çarp. Böylece devam et! Baka­lım sonuç ne olacaktır. Hesap et de gör neticeyi.”

Hayran diyor ki:

“Kalem kağıt alarak çarpmayı yaptım. Ve nihayet hocamın söylediği neticeye vardım. Fakat gene de “tesadüfün vukubulması mümkündür” diyorum, hocam! İmkansız değildir inancı­na, hala tam bir şekilde katılamıyorum. Çünkü torbadaki ra­kamları birden ona kadar sırasıyla çekmeyi, bir tesadüf değil, mümkün görmekteyim. Bunun imkansızlığını tasavvur edemi­yorum.” Ebu'n-Nûr:

“Peki, anlaşıldı. Şimdi sana başka bir misal vermek istiyorum. Meseleyi daha açık bir şekilde izah etmeye çalışacağım.

Farz edelim ki, büyük bir matbaanın kasalarında tam yarım milyon harf vardır. Bu harfler, sandık veya kasalarda, karma­karışık saçılmış durumdadır. Bir yer sarsıntısı olsa ve bu mat­baa harfleri birbirine karışsa, olaydan sonra mürettip gelse ve sana “yer sarsıntısını müteakip, birbirine karışan harflerden, birbirine hiç benzemeyen on kelime meydana gelmiştir” dese, buna inanır mısın?” Hayran:

“Evet, inanırım!” Ebu'n-Nûr:

“Fakat bu on kelimenin belli bir mana ifade eden cümle meydana getirecek şekilde dizildiğini söylese, aca­ba bunu da tasdik eder misiniz?” Hayran:

“Buna biraz zor inanırım. Tıpkı iğne hesabında olduğu gibi... Fakat yine de imkansız diyemem. Olabilir...”

Ebu'n-Nûr:

“Veya o mürettip sana gelse! “matbaadaki harfler, zelzele neticesinde, birbirine karışarak birleşti, dizildi. Tesadüfen koca bir kitap meydana getirdi, güzel bir hikaye, ve­zinli bir şiir veya kaside teşkil etti” dese, acaba buna inanır mıydın Hayran? Hayran:

“Hayır hocam, inanmazdım!” Ebu'n-Nûr:

“Neden Hayran? Niçin inanmıyorsun?” Hayran:

“Çünkü böyle bir tesadüfü aklen imkansız bulu­yorum.” Ebu'n-Nûr:

“Niçin?” Hayran:

“Bilmiyorum hocam! Benim tasavvur edebildi­ğim şey, on rakamlı iğnelerin sırasıyla, tesadüfi olarak kör bir çocuk tarafından torbadan çekilmesidir. Kitap olayına nazaran daha iyi tasavvur ettiğim için bunu imkansız bulmuyorum. Fa­kat kitap meselesinin tesadüf eseri olarak meydana gelmesini bir türlü hafsalam almıyor.”

Ebu'n-Nûr:

“Bunun sebebini biliyor musun Hayran?” Hayran:

“Hayır hocam, bilmiyorum!” Ebu'n-Nûr:

“Sebep, tesadüf kanunuyla ilgilidir. Katlanma­nın, rakamlı iğneler arasında, on tertip üzere cereyan etmesidir. Buradaki tesadüfün payı, ancak on milyarlarda birdir. Bu, o ka­dar büyük bir şey değildir ki, senin aklında bir imkansızlık ta­savvuru meydana getirsin. Fakat matbaa harflerinin sayısı 500 bindir. Bu harfler tam 125.000 kelime arasında cereyan etmek­tedir. On sayısına göre, ne kadar yüksek ve büyük bir rakam değil mi? Hele bu yüksek rakamın, sayısız tertip ve kelimeleri­ni, şekil ve manalarını, bu manalara göre harflerin birleşmesini hesaba katarsak sayılamayacak kadar büyük bir rakam ortaya çıkar ki, bunun tasavvuru bile mümkün değildir. Yani kitap olayındaki tesadüfün başarı nispeti milyarın, milyarın, milyarın, milyarın, hesapsız milyarların milyarda biri kadardır. İşte bu nispet yok denecek kadar azdır...

Hayran fikirlerini şöyle ifade etmektedir:

Hocam bunları söyledi. Başını eğerek gözlerini yumdu ve bir müddet düşünceye daldı. Sanki benim de böyle yapmamı istiyordu..! Fakat biraz sonra başını kaldırdı. Gözlerini açtı ve dedi ki:

— Söz konusu kitaptaki kelimelerin, tesadüfi olarak, bir mana ifade etmesini ve bir eser meydana getirmesini tasavvur edemiyorsun. Ve tesadüf olduğuna da inanmıyorsun. Fakat bu koca kainatın, bu alemin veya “açıkça okunan bir kitab” olan bu mahlûkatın meydana gelişini bir tesadüf olayı şeklinde nasıl kabul edebiliyorsun?.... Cenabı Allah şöyle buyuruyor:

Eğer Rabbimin kelimelerini yazmak için bütün denizler mürek­kep olsa, muhakkak ki, Rabbimin kelimesi tükenmeden denizler tüke­nirdi. Hatta bir o kadar daha yardımcı getirsek bile.”'181

Eğer yerdeki bütün ağaçlar hep kalem olsa deniz de, -arkasından yedi deniz daha katılarak- mürekkep olsa yine Allah'ın kelimesini tükenmezdi.”182

Hayran:

“Hocam, “açık kitap” dediğiniz, “Rabbimin kelimeleri şeklinde ifade etmek istediğiniz Kur'an-ı Kerim midir? Yani onun yazılı kelimelerini mi kastediyorsunuz?” Ebu'n-Nûr:

“Oğlum Hayran! Kur'an-ı Kerim'i bundan da­ha derin ve daha iyi anlamanı isterim. Mushafı Şerifin içinde bulunan Kur'an’ın kelimeleri mahdut ve sayılıdır. Kur'an-ı Kerim'in yazılmasında, denizler kadar mürekkep, yeryüzündeki ağaçlar kadar kalem kullanılması düşünülemez.” Hayran:

“Vallahi hocam! ben de aynı şeyi düşünüyordum.” Ebu'n-Nûr:

“Hayır Hayran! “Allah'ın kelimeleri” sözüyle burada ben bütün kainatı kasdettim. Allah Teala’nın da buyur­duğu gibi yerle gök arasında hissedilen veya edilmeyen bütün varlıkları ifade etmek istedim. “Allah'ın kelimeleri” tabiriyle... Hayran! Deniz sularının her zerresiyle, atomları, ağaçlan mey­dana getiren unsurları ve molekülleri kastetmiştim. Rabbimin kelimeleriyle!.. Hatta şu kainatta ne varsa, gerek zerreler ve ge­rekse onların teşkil ettiği unsurların nizamı, kanunları, arala­rındaki birleşmeler birbirine bağlılıkları, ilişkileri, birbirine olan nispetleri, ölçüleri, hacimleri, ağırlıkları, bitip sona erenleri, za­man ve mekanları, suret ve şekilleri, renk ve ışıkları, hareket ve sükûnları, vaziyetleri, türleri, sınıfları, nev'ileri kasdetmiştim Rabbimin kelimeleriyle. Anlatmak istediğim buydu.” Hayran:

“Allah'ım! Ne büyüksün! Bunu Kur'an'da beyan buyurdun. Ve ben buna inanıyorum.” Ebu'n-Nûr:

“Şimdi esas mevzumuza gelmiş bulunuyoruz. Hayran! Bu kainatta yaratılmış ne varsa, en küçük zerresinden samanyoluna kadar, gezegen veya yıldızlar yahut düşünce ve iç dünyamızda birbirimizi, yaratıkların her birisini bağlayan ilişkileri, takdir olunmuş her şeyi, bunların tabi olduğu muhte­lif kanun ve nizamları, şekil ve suretleri, hareket ve sükûnları, vaziyetleri bir tasavvur edelim. Sonra şu kainatta bulunan her şeyi, o güzel tertibi ve tanzimi, takdiri, ölçüyü ve sağlamlığı, o akıllara durgunluk veren muhkem kanunları, Kur'an-ı Kerimin ve modern ilmin ışığında mütalaa edelim. Görelim şu tesadüfün payı ne kadardır...

Geçen derslerimizde olduğu gibi, bazı ayetleri tekrarlamak­ta fayda vardır:

... Gerçekten biz, her şeyi bir kaderle yaratmışızdır.”183

... Allah her şeyi yarattı ve ona bir nizam verdi, mukadderatını tayin etti.”184

Her şey O'nun yanında bir ölçü iledir.”185

... Arzı da döşedik oraya yerli yerince dağlar koyduk. Orada hik­metle ölçülmüş her şeyden bitkiler bitirdik.”186

Kulların faydalanacağı hiç bir şey yoktur ki, onu meydana geti­ren hazinelerin anahtarları katımızda olmasın. Fakat biz onu ancak ihtiyaca göre, malûm miktarda veririz.”187

Gökten de bir ölçü dairesince bir yağmur indirdik.”188

... Bu her şeyi muhkem ve sağlam yapan Allah'ın işidir.”189

O'dur ki, yarattığı her şeyi güzel yarattı... “190

Gerçekten biz insanı en güzel bir biçimde yarattık.”191

O Rahman'ın yarattığı hiç bir şeyde düzensizlik göremez­sin...”192

... Bakın göklerde ve yerlerde neler var!”193

Göklerde ve yerde (Allah'ın birliğine, varlığına, kudretine ve hikmetine delalet eden) ne kadar alametler var ki, insanlar üzerlerin­den geçer de bunlardan ibret olmayıp yüz çevirirler.”194

İlerde biz o Mekke halkına, hem yeryüzü etrafında, hem de biz­zat nefislerinde ayetlerimizi öyle göstereceğiz ki, nihayet peygamberin söylediği şeyin hak olduğu kendilerine zahir olacaktır. Rabbinin her şeye şahit olması yetmez mi?”195

İşte bu ayeti kerimeler, o ümmî (okuma ve yazma bilmeyen Rasule, son peygambere bundan tam on dört asır Önce gelmiş ve bu gerçekleri asrımızın ilminden bu kadar zaman önce açık­lamıştı. Şimdi gel bakalım Hayran! Bunlara bir göz atalım. Ma­naları üzerinde düşünelim ve çağımızın ilimlerinin ışığı altında mütalaa edelim. Cenabı Hakkın emir buyurduğu şekilde, yer ve göklerde yaratmış olduğu varlıklara bir göz atalım. Yarattığı her şeyde, O'nun ilahî takdiri ve sağlam nizamı vardır. Ölçülü ve biçimli yarattığı şeylerdeki gaye ve hedefleri anlayarak, bunların yalnız O'nun irade ve dileğiyle meydana geldiğini bi­lelim. Bahis konusu incelik ve ölçülerin tesadüf eseri olmadığı­nı bir daha anlayalım.

Böylece alemi meydana getiren esas unsur ve atomları, bunların birbiriyle birleşmesinden oluşan, şekil, suret, ölçü ve yaratıkların kendilerine mahsus özeliklerini; tabiî durumlarını; kanunlarını hatta çevre ve hayat şartlarına uygunluklarını tet­kik edelim! Acaba ne göreceğiz? Ve sonra da şöyle bir sual so­ralım:

Mümkün olan her nimet, ihsanmdaki yüksek gaye ve bü­yük adetler karşısında bu güzel, sağlam, ölçülü, her şeye şamil bir incelik ve nitelikte yaratılan, akıllara hayret ve dehşet veren bu mahrukatın meydana gelmesi acaba tesadüfün eseri midir? Yoksa müstakil bir iradenin neticesi mi?... Sonra bu kainatın bir tesadüf eseri olarak meydana gelmesi aklen mümkün müdür?

Modern ilim buna ne demektedir? Acaba asrımızın ilim ve tekniğinin, bu güzellikte yaratılan, sağlam bir düzen ve nizam içinde takdir ve tertip edilen bu alemin kanunları ve özellikleri hakkındaki fikri nedir?

Ben, şu anda veya daha sonra, ilmin bu konuda ne düşün­düğünü bütünüyle sana açıklamaya muktedir değilim. Yani il­mî kudretim böyle bir şeye kafi değildir. Çünkü ilmin son verilerini ve açıklamalarını bilmiyorum. Ancak siz bir şeyler bili­yorsunuz. Ben de bazı bilgiler edinmiş bulunmaktayım. Sadece senin ve benimkilerle iktifa edeceğim. Bunları zikrederken Kur'an-ı Kerim'in tarif ettiği ve gösterdiği çerçeveden dışarı çıkmayacağım. Mümkün olduğu kadar ayetlerin işaret buyur­duğu hudutlar dahilinde kalmaya çalışacağım. Yarınki dersi­mizde buluşmak üzere hoşça kal Hayran!”196




Yüklə 2,07 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   14   15   16   17   18   19   20   21   ...   31




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin