Büyük Misafirhane
Ebu’n-Nûr:
“Şu misafirhaneye bak! Bizim için döşenmiş, hazırlanmış, bütün zararlı şeylerden korunmuş. O güzel, rengarenk dekoruyla, çeşit çeşit nimetlerle bezenip bize bağışlanmış. Burada tesadüfün rolü nedir Hayran?” Hayran:
“Hangi misafirhaneden bahsediyorsunuz hocam?” Ebu’n-Nûr:
“Yaşadığımız yerküresinden, dünyamızdan bahsediyorum. Biz orada doğar, orada yaşar ve orada ölürüz. Orada mezarlara gömülürüz. O halde dünya, bir misafirhane değil de nedir?
Bu misafirhanede bize ne lazımsa verilmiş ve hazırlanmış... Üzerimize giydiğimiz, soğuktan ve sıcaktan korunduğumuz, kucağında barındığımız bir ev değil de nedir yerküremiz Hayran? Bize lazım olan her şeyi, ışığı, ısıyı, giyecek, yiyecek ve içeceğimizi, bütün ihtiyaçlarımızı oradan temin ediyoruz. Çünkü her şey yerli yerince hazırlanmıştır. Her şey bizim ihtiyaçlarımıza göre tanzim edilmiştir. Et ve süt gibi gıdalar, sebze ve meyveler, türlü türlü rızıklar, vücudumuzu kışın soğuğundan, yazın sıcağından koruyan çeşitli giyecekler hep bizim için yaratılmıştır. Bu eşsiz nizama, bu akılları durduran düzene ne dersin Hayran?
Şu küçücük taşa bak! O koca misafirhane ondan meydana gelmiş... Evet! İşte o küçük taşı dağıttılar, parçaladılar, küçük unsurlara ayırdılar. Zerrelere, atomlara böldüler. Ve asıl çekirdeğini buldular. Bu çekirdeğin etrafında dönen elektronları tanıdılar. Ondan büyük bir güç elde ettiler. Böylece savaşla hedeflerini harabeye çevirdiler. Yaktılar, yıktılar. İnsanları, hayvanları, hatta otları bile yok ettiler. Şimdi soruyorum sana! Bu atom çekirdeğinin asimi, esasını bulup anlayabildiler mi? Yoksa bu hususta hala cahil midirler Hayran?
Atom çekirdeği ve etrafında dönen elektronların hareketi büyük bir kudret, eşsiz bir sağlamlık ve incelik içinde tanzim edilmiştir. Bu sihirli ve akıl almaz atom çekirdeği, acaba kör bir tesadüfün eseri midir Hayran?
Hayır! Hayır! Bu olamaz Hayran! Bunun olması mümkün değildir. Hiç bir zaman bu tesadüf eseri olamaz. İlim adamları geçmiş yıllarda maddenin zahirî görünüşüne bakıyor da, onun iç kısmına giremiyor, anlayamıyordu. Maddeyi teşkil eden elementleri biliyor, fakat onların birbirleriyle niçin birleştiğini, birbirlerinden niçin ayrıldıklarım bilemiyordu. Bir ışığı çeşitli renklere ayırıyor, fakat onun niçin bu renklere ayrıldığı ve bu renklerin neden birleşip başka başka renkler meydana getirdiğini bilemiyordu... Evet, bu hikmetleri anlayamıyorlardı! Ama bugünün ilim adamı, bahsi geçen hikmetleri bizzat gördü. Allah'ın kudretini müşahede etti. Evet! Her şeyde, sadece O'nu gördü...
Eğer birisi geçmiş devirlerin ilim adamlarına bu kainatın maddesi hangi şeylerden müteşekkildir diye sorsaydı, şu cevabı alırdı: Toprak, su, ateş ve havanın moleküllerinden meydana gelmiştir. Yani kainat bir dört unsurdan oluşmuştur. Fakat zamanla ilim ilerledi, dünkü söylediğini bugün inkar eder duruma geldi. Moleküllerin de gözle görülemeyecek kadar küçük atomlardan meydana geldiğini gördü. Bir atomun çapı bir fit'in 50.000.000'da biri kadardır. Ağırlığı ise bir gramın milyarda milyarda milyarda biri kadardır. Ancak bu ağırlık elemente göre değişir. Varlıkları laboratuar analizleri neticesinde anlaşılan atomlar akılları hayretten hayrete düşürecek kadar küçüktür. Atomların büyüklüğü cinslerine göre değişir. En küçüğü hidrojen atomudur. Yan yana konmuş 10.000.000 hidrojen atomunun uzunluğu bir milimetreyi ancak bulur. En ağır atomlardan olan uranyum atomlarının çapı hidrojeninden dört defa büyüktür.” Hayran:
“Tasavvur edilmez ve akıl almaz acayip bir ağırlık!” Ebu’n-Nûr:
“Bu zikretmiş olduğum hacim ve ağırlık, atom çekirdeğinin etrafında dönen ve atomu meydana getiren elektron ve protonlara nispeten çok büyüktür. Bunu tasavvur etmek için (geçen derslerimizde Zincirli Kadın yıldızı ile güneş arasındaki büyüklük farkını belirtmek bakımından) vermiş olduğumuz misali hatırlamalısınız. İşte atom çekirdeği ile etrafında dönen ve onu meydana getiren elektronun büyüklüğü, penceremizden giren güneş ışığı içinde uçan toz zerrecikleri ile odamız arasındaki büyüklük ve hacim arasındaki fark gibidir. Daha açık bir misalle denilebilir ki, içi havayla dolu küçük bir yüksükte, 25 milyar, kere milyar atom vardır. Eğer bunlar yanyana dizilebilseydi dünyanın çevresini altmış kere sarabilecek bir zincir elde edilirdi.” Hayran:
“Hocam, bu atom böylesine akıl almaz küçüklükte iken içinde bir de atom tanecikleri mi vardır?” Ebu’n-Nûr:
“Bilginler uzun araştırmalar neticesinde şu sonuca vardılar: Atomun bir kabuğu vardır, orada bir veya birçok çekirdek döner. Fakat kabuk, elementin şekline göre bir veya daha çok elektronlardan meydana gelmiştir. Çekirdek de, bir veya birçok proton ve nötronlardan oluşmuştur. Ancak hidrojen atomunda nötron yoktur.”
Hayran:
“Hocam! Bu zikrettiğiniz elektron, proton ve nötron nedir?” Ebu’n-Nûr:
“Elektronlar negatif, protonlar ise pozitif elektrik yüklüdür. Nötronlar ne negatif ne de pozitif elektrik yüklüdür. Adı üstünde nötrdür.” Hayran:
“Hocam! Şu halde madde, bütün dünya ve biz, elektrik yüklerinden ibaretiz.” Ebu’n-Nûr:
“Evet, Hayran! Bu bir gerçektir. Bu koca kainat, biz de dahil her şey elementler ve atomlardan ibarettir.
Son devrin, bilginlerinden aslen Yahudi olan Alman bilgini Albert Einstein (1879-1955) “İzafiyet nazariyesi” (La theorie de la, realtivite)'ni ortaya atmış ve şöyle demişti:
“Madde ve kuvvet aynı şeydir.”
Nitekim maddenin parçalanarak enerji haline gelmesi (atom bombası), bu nazariyeyi doğruladı.” Hayran:
“Sayın hocam! Eğer madde ve kuvvet aynı şeyse ve maddenin parçalanmasıyla enerji haline gelmesi mümkünse, bunun pratik olarak da tespit gerekir. Acaba ilerde söz konusu kuvvetin maddeye çevrilmesi mümkün değil midir?” Ebu’n-Nûr:
“Bu pek uzak bir vakıa sayılmaz. Bir gün keşfedilmesi kabildir. Fakat Hayran, kendi nefsine bundan daha yakın olan, her şeyi, yani müşahede ettiğimiz, maddeyi yoktan var eden, bütün güç ve kuvvetten, her türlü kudretten daha güçlü ve kuvvetli olan, yüce Allah'a kendini daha yakın hissetmiyor musun?..” Hayran:
“Hocam! Bugüne kadar “izafiyet felsefesinden” hiç bahsetmemiştiniz.” Ebu’n-Nûr:
“İzafiyet, bir felsefe değildir. İlmî bir görüştür. Sadece bir nazariyedir. İlerde yeri gelince; ondan bahsedeceğim. Şimdi onu bırakalım da şu anlatmakta olduğumuz atom dersini tamamlayalım. Ondaki muhkem ölçüyü, dengeli ve çok ince düzeni görelim. Bunları anlatmaktaki maksadım, şu muazzam nizamın güzelliğini ve inceliğini açıklamaktır.” Hayran:
“Tercih sizindir, lütfediniz, anlatınız!” Ebu’n-Nûr:
“Atom aleminin acayip nizam ve düzeninden biri de, çekirdeğin etrafında dönen, “atomun kabuğu” diye vasıflandırdığımız “elektronlar”m, çekirdekteki protonların sayısına eşit olmasıdır. Yani atom çekirdeğinde bulunan proton adedi sekiz ise, etrafında dönen elektronlar da sekizdir. Zaten elektron ve protonların adedi bu sayıyı aşmamaktadır.
Atom çekirdeğinde bir “proton” varsa, yörüngesinde dönen elektron da birden fazla değildir. Yani bir tanedir. Hidrojen atomunda olduğu gibi, çekirdekte iki proton varsa, yörüngede dönen elektron da iki tane demektir. Böyle devam edersek, en hafifi olan hidrojenden en ağırı olan uranyum atomuna varıncaya kadar, sekiz atom, taneciği buluruz. Şu halde protona göre, etrafında dönen elektron sayısı sekize eşittir. İşte burada, çok garip ve acaip bir nizam ve düzen görülmektedir. Çekirdekteki pozitif (+) protonlara karşı, etrafında dönen elektronlar negatif (-) dir. İkisi arasında belli bir ölçü ve denge vardır ki, bu nizam ve düzenin hareketini sağlamaktadır. Böylece atomun elektrik gücü, elektrik yükleri ve çekimleri meydana gelmektedir. Nötronlara gelince: Onlar müstakildir. Ne negatif, ne de pozitiftirler. Bağımsız bir nitelikleri vardır. Nötronlar ister çok, isterse az olsun, elektronlarla orantısı yoktur. Bu ince düzeni bir düşün Hayran! Fakat daha garip ve daha muazzam bir şey vardır. Atom çekirdeğinin etrafında dönen elektronlar, hiç şaşmadan kendi yörüngelerinde dönmektedirler. İşte bu, periyodik kanundu. Atom bilginleri, bahsi geçen atomlar aleminde şöyle bir hususa şahit oldular:
Atomun kabuğunda bulunan elektronlar sekizlidir. Yani sekiz protonun yanında sekiz de elektron vardır. Elektronlar kendi yörüngelerinde dönerler. Eğer dışardan dokuzuncu bir elektron gelecek olursa o aile bunu kabul etmez. Çünkü elektron kadrosu doludur. Ve hemen, o da başka bir aile kurup yeni bir sistem meydana getirir ve kurduğu çekirdeğin etrafında döner. Çünkü ilk sekiz ailelik yapının sekizden fazla bir şeyi kabul etmesi mümkün değildir. Böylece misafire saygı bakımından evlerine gelen her yabancı için sekizer kişilik yeni bir aile kurmaktadırlar. Her sekiz aile, birbirlerinin yanında, ayrı ayrı yerde, kendi yörüngelerinde, atom çekirdeğinin etrafında hareketlerine devam ederler.
Bunun daha garibi var Hayran! Bak! Atomlar arasındaki bileşim, ancak atomun kabuğu dediğimiz elektronlarda vaki olmaktadır. Şöyle ki:
Bir atomun başka bir atomla birleşmesi, elektronların yukarda anlattığımız tertip ve adede uygun bir şekilde bir araya gelmesi demektir. Mesela bir atom çekirdeğinin etrafındaki elektronlarda bir boşluk varsa, yani elektronlar sekizden daha azsa, o zaman; başka elementlerden gelen misafir gibi, bir müddet ağırlanabilmektedir. Bu imkan, noksan elektronlara göredir. Eğer gelenler fazlaysa, o zaman birleşme olmamaktadır. Zira mazeret beyan edilip özür dilenmektedir. Bu elementin atomundaki elektron miktarı yedi ise, başka bir elementten kabul edeceği elektron sayısı ancak birdir. Sekize tamamlanır ve fazlası kabul edilmez.
Bu itibarla, kainattaki atomların muhtelif oluşu, elementler-deki elektronların da çeşitli şekilde olmalarını doğurmaktadır. Çünkü aralarındaki birleşme ve ayrılma, elektronlara göredir. Mesela bir elementin atom ağırlığını bildiğin zaman, onun bütün hususiyetlerini biliyorsun demektir.
Rus bilgini Mendeleyev uzun araştırmalar neticesinde elementleri, atomik değerleri ve özelliklerine göre sıralayarak bir cetvel yaptı. Buna periyodik cetvel dedi. Fakat hatırlayacağın üzere Hayran, Mendeleyev, astronomi bilginlerinin Merih ve Jüpiter hakkındaki tahminleri gibi bir durumla karşı karşıya geldi. Mendeleyev elementleri atomik değerleri ve özelliklerine göre sıralarken üç elementin yerlerini boş bıraktı. Özelliklerini tahmin ediyordu, fakat elementler henüz bilinmiyordu. Bu periyodik kanun doğru da olabilirdi, yanlış da... Yalnız periyodik cetvelde bulunmayan bu üç elementin mutlaka olması gerekirdi.
Ne kadar düşündürücüdür ki, Mendeleyev periyodik kanunun doğruluğuna inanıyordu. Bu yüzden henüz bilinmeyen üç elementin yeryüzünde bulunduğu hususunda ısrar ediyordu. Mendeleyev elementlerin atomik değerlerinden hareket ederek, cetveldeki elementlerin kimyevî özelliklerini sanki gözleriyle görüyormuş gibi tespit ediyordu... Ne kadar müthiştir ki, Hayran, Mendeleyev ölümünden (1907) önce bu ilmî haberin doğruluğuna şahit olmanın hazzını duydu... Bulunan bu üç element şunlardı: Galyum, Skandiyum, Germanyum... Bu üç elementte Mendeleyev'in daha önce söylemiş olduğu atomik değer ve kimyevî özelliklerin aynısı vardı. Şimdi soruyorum
Hayran, atom ve güneş sistemindeki bu akılları durduran eşsiz nizam kör tesadüfün eseri olabilir mi?”
Hayran:
“Bugün bilginler maddenin derinliklerine inerek orada Allah'ın yüce kudretine şahit oluyorlar derken isabet buyuruyorsunuz Hocam.” Ebu’n-Nûr:
“Kur'an-ı Kerim'in birçok ayetlerinde zikri geçen ışık kuvvetine ne dersin Hayran! Işık kuvvetinin yaratılışında, tanziminde, kanunlarında, çeşit çeşit renklerinde ve gözlerdeki fonksiyonunda tesadüfün payı nedir?
Allahü teala şöyle buyuruyor:
“Hamd, gökleri ve yeri yaratan, karanlıkları ve aydınlığı yapan Allah'a mahsustur.”291
“Ne gözleri kör olanla gözleri gören,” “Ne karanlıklarla aydınlık/' “Ne gölge ile sıcaklık bir olur.”292
“De ki: Söyleyin, eğer Allah gündüzü üzerinize kıyamete kadar uzatsaydı, Allah'tan başka hangi Tanrı, içinde istirahat edeceğiniz geceyi size getirebilir? Görmez misiniz?”293
“Görebildikleriniz ve göremedikleriniz üzerine yemin ederim ki.”294
Eşyayı görmemize vasıta olan ışık nedir? Cenabı Hak, gördüğümüz ve görmediğimiz şeyler üzerine yemin etmiştir! Bunlar nelerdir? Hiç şüphe yok ki, Allah'ın, yemin ettiği herhangi bir şey, yaratıklar arasında büyük bir değer taşır. Zira onun üzerine yemin etmiştir. Herhangi bir gezegenden veya güneşten bize kadar titreyerek gelen ışınlar, uzay yoluyla veya esirden geçerek yeryüzüne ulaşır. Işınlar, muhtelif renk ve dalgalar halinde, titreşimler yaparak gelmektedir. Biz bu dalgaları görememekteyiz. İşte bu dalgalar renkler meydana getirir. Yani güneş ışığının yedi rengini. Fakat bunların içinde göremediğimiz iki renk vardır kızıl ötesi (infraruj) ve mor ötesi (ultraviole). Bu renkleri gözle görmemize imkan yoktur. Önemli olan nokta, dalgalar arasındaki uzaklık, büyüklük, küçüklük, farklılık ve tesirleridir. İşte bunlar renk değişikliklerini meydana getirmektedir. Bu dalgaların uzunluğu kilometre ve millerle ölçülmektedir. İşte bu dalgalardır ki, telsizlere tesir etmektedirler. Eğer ışık dalgaları bundan daha kısa olursa, o zaman ısı vermeye başlar ki, buna biz karanlık ısı dalgaları demekteyiz. Bunları gözle göremeyiz. Çünkü gözlerimiz onları görecek şekilde yaratılmamıştır. Eğer ışık dalgası, bu zikrettiğimizden daha uzun olursa o zaman sür'ati de artar. Ve böylece gözlerimize etki yapmaya başlar. İşte buna ışık dalgalan diyoruz ki, bu dalgalarla güneşten gelen yedi renkli ışığı görebilmekteyiz.
Yeri gelmişken ışık hakkında geniş bilgi vermek istiyorum, Hayran! İlk çağlardan beri insanlar bir yandan ışıkla bir yandan karanlıkla karşı karşıya gelmişlerdir. Onlar için en etkili ışık kaynağı güneşti. Güneşten gelen ışıkla hem aydınlanırlar, hem de ısınırlardı. Sonra buldukları ateş aynı işi görmeye başladı. Ateşin de hem sıcaklığından, hem de aydınlığından yararlanıyorlardı. İlmî araştırmaların gelişmesinden sonra birçok aydınlatma araçları bulundu. Belirtelim ki, bugün aydınlatma ile ısıtma birbirinden ayrılmış bulunmaktadır. Peki, ışık nedir? Şimdi de bu hususu görelim. Işığın ne olduğu henüz aydınlığa kavuşmuş değildir. Ancak ışıkla ilgili birçok teoriler ileriye sürülmüştür. Bu nazariyelere göre ışık da diğer enerjiler gibi bir enerji durumundadır. Sıcak olsun soğuk olsun bütün cisimler çevrelerine radyasyon yani “ışınım” salarlar. Ne var ki, soğuk cisimlerin saldığı radyasyon sıcak cisimlerinkinden daha azdır. Yalnız bu cisimler sıcaklığını normal seviyede tutabilmek için başka kaynaklardan saldığı radyasyon kadar enerji alırlar. Cisimlerin yaydığı enerji dalgalar halinde uzaya dağılır. Bu dalgaların tepeden tepeye olan uzaklıkları geniş sınırlar içinde de değişiklik arzeder. Büyük dalga boylular, radyo dalgalarıdır.
Daha küçük dalga boyundaki enerji yayılımı gözümüzle görülen ve görülmeyen ışıktır. Gözle görülen ışığın dalga uzunluğu 0.000 04 - 0.000 08 cm arasındadır. Bu değerlerin biraz üstündeki bölgede kızılötesi (enfraruj) biraz altındaki bölgede de morötesi (ultraviyole) ışınları vardır.
Işığın saniyedeki hızı 300.000 küometredir. Bu çok büyük bir hızdır. Mesela saatte 160 km. hızla giden bir trenin yüzyılda alabileceği Güneş - Dünya arasını, ışık 8,3 dakikada alır. Işık hem dalga teorisine hem de kuantum teorisine uygunluk gösterir. Onun için, yerine göre ışık olayları bu iki teoriden biriyle açıklanır. Kuantum teorisi fizikte ışın ve enerjiyle ilgili bir teoridir. Bu teoriye göre ışığın enerjiyi “kuante” denen belirli, küçük birimler verir ve emer. Işık devamlı bir enerji akımıdır. Yalnız aslında ışığın verilmesi de, emilmesi de kesintisiz değildir. Bunu sinema şeridinin hareketine benzetebiliriz. Bir cisim enerji verirken de, alırken de içindeki atomların normal hali bozulur. Cisim enerji veriyorsa bütün atomları küçük bir miktar enerji verir. Atomlar titreşirken ışık verirler. Bu ışık bize renk şeklinde görünür. Her elementin ayrı bir rengi vardır. Kuantum teorisini tam anlayabilmek için maddenin yapısı hakkında bilgi sahibi olmak gerekir. Bütün maddeler atom denilen küçük parçalardan meydana gelmiştir. Atom hakkında daha önce geniş bilgi verdiğim için burada tekrarlamak istemiyorum. Ancak konumuzla ilgili yönlerine değinip geçeceğim, Hayran! Atomun normal durumu bozulmadıkça elektronlar dönmekte devam eder. Bu durumda enerji alışverişi olmaz.
Dışarıdan atoma etki yapan bir kuvvet elektronların yörünge değiştirmesine yol açar. Elektron daha küçük bir yörüngeye sıçramak zorunda kalırsa atom 1 “kuantum” enerji verir; elektron daha büyük bir yörüngeye çıkarsa atom, 1 “kuantum” enerji emer. “Işınım” ve “emme” olayları bunlardır.
Kuantum teorisine göre ışın-enerji veren her cisimde cismin cinsine göre bir miktar “Kuanta” vardır. Kuantanın değeri cismin saniyedeki titreşim sayısına, aynı zamanda bütün cisimler için aynı olan bir niceliğe bağlıdır. Buna “Planck sabiti” denir.
Bir cismin kuanta değeri, titreşim sayısını “Planck sabiti” ile çarpmakla bulunur. Bunun matematik formülü E = hv'dir. Burada “E” enerji, “h” Planck sabiti, “v” de saniyede titreşim sayısıdır.
Kuantum teorisi fizikte çok büyük gelişmelere yol açmıştır. Bu teori foto-elektrik hücresine tatbik edilmiş atom araştırmalarında birçok olayların açıklanmasını sağlamıştır.
Elekromagnetik dalgaların çeşitli dalga boylarına göre cinslerini gösteren cetvel şöyledir.
Dalga tipi Dalga uzunluğu
Radyo (alçak frekans) 3.000 -1.000 metre
Radyo (yüksek frekans) 1.000 -1 metre
Radyo (çok yüksek frekans) 100 -1 santimetre
Kızılötesi ışık 0.30 - 0.000 076 santimetre
Görünen ışık 0.000 076 - 0.000 040 santimetre
Morötesi ışık 0.000 040 - 0.000 001 santimetre
X (Röntgen) ışınları 10-6 -10-9 santimetre
Gamma ışınları 10-8 - 5x10-11 santimetre
Müşahede ettiğimiz şeyler, görünmeyen aleme göre, pek az ve basit denilecek kadar küçüktür. Çünkü bugüne kadar esir'in dalgaları (ışık ve ısı dalgalarını geçiren, görünmeyen, mahiyeti şimdiye kadar bilinmeyen ince, akıcı dalgalar) yirmi yedi basamakta toplanmaktadır. Bizim görüp anladığımız şey, bu kainatta göremeyip de anlamadığımız şeyden yani yirmi yedi basamaktan ancak bir tanesidir. Öteki basamaklar hala görülememektedir. Şimdi Allah'ın neye yemin ettiğini anladın mı? Şu ayeti celileye bir bak!
“Görebildikleriniz ve göremedikleriniz üzerine yemin ederim ki...”295
Bu ışık kanunlarındaki tertip ve tanzim, incelik, renk, sür'at ve bütün bu hareketler bir tesadüfün eseri olabilir mi hiç?” Hayran:
“Yegane varlık olan yüce Allah'ı bütün noksanlıklardan tenzih ederim. Burada bir şey sormak istiyorum hocam, müsaade ederseniz? Sözlerinizden anladığıma göre, bütün eski bilginlerin ittifakla kabul ettikleri esiri inkar eder gibisiniz.” Ebu’n-Nûr:
“Şimdiye kadar, bütün bilginler esirin varlığı hakkında fikir beyan etmişlerse de bu hususta, ittifak halinde değildirler. Hatta esir'in ne olduğunu tarif etmeye bile cüret gösterememişlerdir. Ancak onu, bir faraziye olarak var bilmişlerdir. Çünkü onlar, kendilerini öyle bir olayla karşı karşıya getirmişlerdir ki, neticede bu müşkül durumdan kurtulmak için esir'in varlığını kabullenmek zorunda kalmışlardır. Bu durumu doğuran esas sebep ışığın sesle kıyas edilmesi idi. Bilginler şöyle dediler:
“Sesi, bir yerden bir yere veya bir cisimden ötekine nakleden ve bu hususta etkisi olan bir vasıtanın bulunması gerekir. Uzaktaki bir havan topunun, atıştan sonraki sesini bize ileten nedir? Bu sesi kulağımıza getiren vasıta nedir? Çünkü ses bize gelmiştir. Biz topun sesini işittik. Bunu nakleden araç nedir? Hiç şüphe yok ki, bu sesi kulağımıza nakleden havadır. Topun ateşlenmesinden meydana gelen tazyik, havaya çarparak dalgaları titretir. Bu titreşim bir ses meydana getirir. Titreşen ses dalgaları bizim kulağımıza kadar gelir. Böylece sesi duyarız. Fakat sesi nakletmeye yarayan hava, ışığı geçirmeye elverişli değildir.
Uzaktaki bir elektrik lambasının ışığını rahatça görebilmekteyiz. Fakat şiddetli bir rüzgar veya tufan zamanında, elektrik ışığında herhangi bir değişiklik görmek mümkün değildir. Fakat bunun aksine, havan topunun sesi, değişikliğe uğrar. Ve titreşime benzer bir başkalaşma geçirir. Bunu daha açık izah edebilmek için şu olayı gözönüne getirmek kafidir.
Büyük ve yuvarlak bir cam kavanoza, içindeki havayı boşalttıktan sonra, bir elektrik zili ile ucu dışarıdaki prize bağlı bir lamba yerleştirelim. İlk önce elektrik ziline cereyan gönderelim. Bakalım çalacak mı? Cereyan verdiğimiz zaman, görülecektir ki, zilden hiç bir ses çıkmaz. Halbuki zilin tokmağı çalışmaktadır. Peki zilin sesini neden duyamıyoruz? Çünkü orada sesi ileten hava yoktur. Bununla beraber, cereyanın kavanozun içindeki lambayı hemen yaktığını görürüz. Bu deneyden anlıyoruz ki, ışığı nakleden şey hava değildir. Demek ki, ışığı nakleden şey, bilginler arasında ittifakla “esir” olarak bilinen, mahiyeti meçhul ve tarifi yapılamayan bir vasıtadır. Fakat ilmî tecrübeler sonunda meydana çıkan gerçek şudur ki, esir diye bir şey yoktur.
Işıkla ses arasındaki kıyas, farklı oluşlarından dolayı yerinde sayılamaz. Çünkü sesin gerçek anlamı, hava titreşiminin dalgalar halinde, kulağımıza gelmesinden ibarettir. Eğer hava olmasaydı, ses denilen şey de olmazdı. Işığa gelince... O, hava gibi değildir. Ona hiç benzemez. Çünkü ışık, dalgalar halinde, hiç bir vasıta olmaksızın fezadan bize gelmektedir.
Hayran! Esîr dediğimiz şey, ister mevcut olsun, isterse faraziye olarak kabul edilsin, her iki şeklin de, konumuz bakımından pek önemi yoktur. Bizi ilgilendiren şey, bu eşsiz nizamı ve hikmeti ilahiyenin azametini idrak etmektir. Dikkat ettin mi, ses ile ışığı bize ulaştıran nakil araçlarının neler olduğunu? Eğer ses bize ışık gibi veya ışık ses gibi gelseydi, o zaman durum ne olurdu biliyor musun? Kulaklarımız ve gözlerimiz buna tahammül edemezdi. Neticede bu eşsiz nizam bozulurdu.
Bütün bunlar, bu sağlam nizam, ses ile ışık arasındaki farklar ve konulan kanunlar, bir tesadüf eseri olabilir mi?”
Hayran:
“Hocam! Lütfediniz, bu yeni bilgilerle ilmimi artırınız!” Ebu’n-Nûr:
“Ya ateşe ne dersin Hayran?” Hayran:
“Yalnız Hocam, bana “izafiyet nazariye”sinden bahsedeceğinizi vaadetmiştiniz.” Ebu’n-Nûr:
“Bakıyorum Hayran “izafiyet nazariye”sini sık sık soruyorsun? Bu seni çok ilgilendirdi galiba!” Hayran:
“Nasıl ilgilendirmesin hocam! Bu nazariye, iki nokta arasındaki en kısa çizgi doğru çizgidir görüşünü inkar edip dördüncü boyutun zaman olduğunu belirten görüşler öne sürerek aklî ilkeleri altüst ediyordu.” Ebu’n-Nûr:
“Sen bunları nereden öğrendin?” Hayran:
“Gazetelerden ve birçok kişilerden...” Ebu’n-Nûr:
“Hayran! Bu gibi ilmî hakikatleri, prensip olarak gazetelerden öğrenmeye kalkma! Eğer mutlaka öğrenmek istiyorsan bilginlerin ağzından dinle! Başka ağızlardan değil!.. Şunu iyi bil ki, Einstein gibi bir bilginin, bedihî, aklî ve zarurî bilgileri inkar etmesi mümkün değildir. Einstein, gibi bir bilgin aklî çelişkilere düşsün... Böyle şey olur mu? Einstein, düşünceyi altüst etmemiştir. Fakat biz, düşünceye veya düşüncenin anlamına, zaman, mekan ve hareket'i katarsak anlamak istediğimiz şeyi orada bulabiliriz, izafiyet nazariyesi şöyle demektedir:
“İki nokta arasındaki doğru çizgi, yeryüzünün eğri oluşunu hesaba katarsak, en kısa yol sayılmaz. Hatta o çizgi eğrilir ve eğirilir. Mesela:
New York ile Paris arasında çekilen doğru bir hat, en kısa çizgi olamaz. Çünkü biz, o doğru çizgiyi yeryüzü üzerinden ölçmekteyiz. Halbuki yeryüzünün eğri olduğunu hesaba katmayı unutmamamız gerekir. Şayet New York'un bulunduğu noktadan Paris'e kadar doğru çizgiyi yeraltından iletecek olursak, ileri sürülen nazariyenin doğru, olduğunu görürüz. O zaman şöyle bir netice meydana çıkar:
İki nokta arasındaki doğru çizgi, en kısa yoldur. Fakat bir şartla: İki nokta arasını birleştiren çizgiyi bulmak için yer üstünden değil, yeraltından ölçü yapılmalıdır.”
Sonra bu nazariye şöyle der:
“Buutlar üç değil dörttür. Bunlardan birisi zamandır.” Fakat bu izafiyet görüşü, hareket eden cisim içindir. Hareket etmeyen, sabit ve sakin cisim için değil... Yani izafiyet nazariyesi, burada, hareket eden cisme göre vardır. Sabit ve hareketsiz cisme göre yoktur. Zaman ve mekan içinde cereyan eden harekete göre izafiyetten bahsedilebilir. İnsan bile zaman ve mekan içinde düşünebilir.
İlmî yönden açıkça sabit olmuştur ki, kainatta, atomdan tutun da samanyoluna kadar her şey, muhtelif sür'atle, daimî olarak hareket halindedir.
Her cismin sür'at yönüne doğru, genişleyerek uzaması, hızıyla orantılıdır. Kısalması da, sür'atinin yavaşlamasıyla, kendi içine doğru çekilmesiyle orantılıdır. Yine bir maddenin ağırlığı, o cismin değerinin artmasıyla orantılıdır. Cismin hızı arttıkça değeri de artar.
Bundan başka, ağırlık ile güç arasında mutlak bir orantı vardır. Yani bir cismin gücü, kütle ile ışık sür'atinin karesine eşittir. Yani ağırlık ve ışık karesi arasında orantı vardır. Ne zaman kuvvet artarsa, ağırlık da fazlalaşır. Bir cisim gücünü kaybederse ağırlığı da noksanlaşır. İşte bu yönden bildiğimiz madde fani olmaktadır. Zaman da iki kişinin bulunduğu yere göre değişir. Mesela ayrı ayrı gezegenlerde bulunan iki kişinin durumunu düşününüz. Her gezegenin kendine göre bir zaman birimi vardır. O halde zaman anlayışı da, iki kişinin idrak ve anlayışına göre değişmektedir. Bu itibarla zaman izafidir. Sana özet olarak anlattığım bu ilmî hakikatlerden şu ilmî neticeleri çıkarıyoruz: Hareket halindeki cisimlerin bildiğimiz uzunluk, genişlik ve derinlik gibi buutlar üzerinde hareket etmesi doğru değildir. Bunlara bir de “zaman” mefhumunu eklememiz gerekir. Çünkü zaman, yani sür'attan meydana gelen zaman hıza, uzunluğa, genişliğe ve derinliğe hakim olmakla beraber, biraz önce izah ettiğimiz gibi, yine de maddenin ağırlığına ve gücüne hükmetmektedir. Ayrıca maddenin uzun bir müddet yaşamasına ve fani olup yok olmasına da bağlıdır.
Bu sebeple, bir maddeyi tanıtan uzunluğa, ağırlığa ve güce, hatta zaman ve mekana, ayrı ayrı değil, bir zaviyeden bakmamız gerekmektedir. Ve bunlara sabit, mutlak bir görüşle değil, bir nispet nazariyle bakılmalıdır. Böylece her idrak ettiğimiz şeye, birbirine bağlı bir nispet dahilinde, yani mekan, hareket ve sür'ati hesaba katarak bakmamız gerekir.
Relativite dediğimiz “izafiyet” nazariyesi işte budur Hayran! Bunda, makul düşünce ve fikirleri allak bullak eden, yahut aklın apaçık kabul ettiği bilgileri altüst eden bir mefhum veya mana görebildin mi?!
Acaba benim izafiyet nazariyesini anlatmaktan kaçınmamı başka bir manaya mı çektin? Yani bunu size anlatmamakla onun “iman'a zayıflık verdiği”ni mi zannettin Hayran?” Hayran:
“Evet Hocam, öyle sanmıştım.” Ebu’n-Nûr:
“Hayır, Hayran! Hiç de öyle değildir. İzafiyet nazariyesi zaman ve mekan’ın mutlak olmadığını ifade etmiş ve bunu ispatlamıştır. Ondan tam bin sene önce, İmam Gazaîfnin de açıkça savunduğu gibi, zaman ve mekan, maddeye göredir. Hakikatte zaman ve mekan yoktur. Yani zaman ve mekan, mutlak bir şey değildir. Maddeyle vardır ve maddeyle yoktur. Bu itibarla izafiyet nazariyesi imanı kuvvetlendirdiği gibi, bizi Allah'a daha çok yaklaştırmaktadır. Çünkü madde ile gücü, bir bütün olarak mütalaa etmektedir. Maddeyi güce çevirmekle onu yokluğa mahkûm etmiştir. Bundan şu netice çıkmaktadır:
Hem yaratmak, hem de fani olmak, elbette birbiriyle bağdaşması imkansız iki sıfattır. Nitekim bu görüş, eskiden ileri sürülene tamamiyle karşı çıkmıştır. Eskiden öyle diyorlardı: “Kainatta hiç bir şey yoktan varolamaz ve varolan da yok olmaz.”
İşte bizim aklımız ve imanımıza zorluk çıkartan bu görüştür. Bu görüşün artık bir değeri kalmamıştır. Çünkü bu prensip yoktan varetme görüşünü kabule engel oluyordu. Halbuki izafiyet nazariyesi, imanımızı daha da kuvvetlendirmekte ve bizi Allah'a yaklaştırmaktadır, Hayran.” Hayran:
“Şu halde hocam, Albert Einstein Allah'ın varlığına inananlardandı.” Ebu’n-Nûr:
“Sadece inanmakla da kalmadı. Hatta şöyle bir fikir serdetti: Kainattaki eşsiz nizamın ve bazı hikmetlerin esrarına vakıf olan hiç bir bilgin yoktur ki, Allah'a sarsılmaz bir imanla bağlanmasın. Ve devam etti: İlim imansız yol alamaz.
İman da ilimsiz nurlanamaz.
Daha sonra Einstein sözlerine şöyle devam eder:
“Ruhumuzda hissettiğimiz en güzel ve en tatlı titreyiş, gayıplar kapısında, gizliliklerin eşiğinde, o alemi temaşa ederken duyduğumuz o müthiş titreyiştir. Evet! işte o, her bilginin, her tekniğin hakikatini bilmede bir nüvedir. Bizim hissettiğimiz gibi bir his ve şuurdan çok uzaktadır. Kendi alemi içinde korkunç bir şekilde yaşamaktadır. Fakat onda hiç bir acaiplik ve garabet hissi belirmez. Böyle bir şey hissetmeden yaşar. Fakat onun zatını, hakikatini ve mahiyetini tanımamız için din şarttır. O'nun mevcut ve tek bir varlık olduğunu, hak olduğunu bize din bildirmiştir. Kudret ve hikmetini en yüksek, en parlak, hakiki ve gerçek zatını bilmeden, iç derinliklerine inmeden, cemalinin azametini aciz aklımız anlarken onun zatını idrak etmekten elbette acze mahkûmdur. Ancak kudret ve hikmetlerini bütün yaratıklarda görüp müşahede etmekteyiz.”
Sonra Albert Einstein Allah'ın varlığına inanıp idrak etmiş bir bilgin sıfatıyla şöyle sesleniyor:
“Şu müşahede ettiğimiz eşsiz nizam üzerinde düşünüp kafa yoran Kepler (1571 - 1630) ve Newton (1642 - 1722) gibi bilginlerin imanı elbette sağlam ve kuvvetlidir. Bir ilim adamının imaniyle sıradan bir şahsın imanı bir olabilir mi?... Varlıklar alemindeki sağlam ve şaşmaz kanunların bir hikmete binaen var olduklarını idrak edemeyecek bir bilgin tasavvur edemiyorum...
İmansız ilim topallayarak, ilimsiz iman da körler gibi el yordamıyla yürür. Tek kelimeyle, dinsiz ilim topal, ilimsiz din kördür.” Hayran:
“Müthiş bir şey bu, hocam!...” Ebu’n-Nûr:
“Hayran şimdi konuyu burada bırakalım da şu misafirhaneye dönelim. Mutfağındaki ateşten bahsedelim.”
Kur'an-ı Kerim'in bazı ayetlerinde açıklanan ateşi, Cenabı Hak bize, hikmet ve azametine yakışır bir şekilde hatırlatıyor. Çünkü bu nimet yarattığı her şeydeki irade ve kudretine delalet etmektedir. Hayran! Acaba bu ateşin yapılışında, oluşunda, terkibinde ve onu meydana getiren elementlerde tesadüfün rolü nedir?
Bu hususta Cenabı Hak şöyle buyurur:
“Şimdi çakıp yakmakta olduğunuz ateşi bana haber verin. Onun ağacım siz mi yarattınız, yoksa biz miyiz yaratan? Biz bu ateşi (cehennem ateşine) bir ibret ve sahradaki yolculara bir menfaat kıldık. O halde Rabbini Azim ismi ile tesbih et.”296
“O Allah ki, size yeşil ağaçtan bir ateş yaptı da şimdi siz ondan yakıp duruyorsunuz.”297
İlim ateş hakkında şöyle diyor:
Ateş, bazı cisimlerin yanması neticesinde meydana gelen fazla ısının bir görüntüsünden ibarettir. Genel anlamıyla yanma (combustion), herhangi bir cismin oksijenle birleşme anında husule gelen kimyevî bir olaydır. Fakat ısı meydana getiren yanma, oksijenle karbonun birleşmesi neticesinde olur. Karbon, tabiatta bulunan canlı ve cansız bütün cisimlerde mevcuttur. Fakat en çok bitkilerde bulunur. Bildiğin gibi Hayran, bitkilerin bütün dokuları karbondan teşekkül etmiştir. Hatta diyebiliriz ki, bitkiyi ayakta tutan, gıdasını temin eden ve onu meyve vermeye hazırlayan en önemli unsur karbondur. Ayetlerin manalarını şimdi anladın mı Hayran!
İnsan hayatının en zarurî ihtiyaçlarından biri de ateştir.
Sıcaklığından yararlanmada, yemeklerimizi pişirmede, teknikte ve birçok zanaatlarda, ihtiyacımızı onunla gidermekleyiz. Şayet ateş kainatta, hava ve su gibi bulunsaydı elbette hayat tehlikeye düşerdi. Dikkat et Hayran! Allah, muhtaç olduğumuz bu maddeyi (ateşi), o yeşil ağaçların hazinelerinde nasıl gizlemiştir? Biz, lüzumu halinde ateşi, oradan elde etmekteyiz.
Fakat acaba yeşil, yaş ve taze bir ağaçta ateşin varlığını idrak edebilir miyiz? İşte bu ilahi hikmet ve muazzam kudret, yeşil ağaçtaki ateşi nasıl hazırladığını bize bildirmektedir. Muhakkak ki, bu hikmetlerin ardında gizlenen müstakil bir irade ve hakimiyet vardır. Bu düzenin, muazzam kainat kanunlarının ve bütün yaratıkların ancak O tek varlığın irade ve dileğiyle meydana geldiği açık ve aşikardır. Şimdi bir düşün Hayran!
Beşerî hayatın en zarurî ihtiyaçlarından biri olan ateşi kör tesadüfe bağlamak doğru mudur? Bu akılları durduran ince, girift kanunları koyan kimdir? Allah'ın bizlere varlığını hatırlamamız için bahşetmiş olduğu bu ateş kör tesadüfün eseri midir?” Hayran:
“Allah'ı bütün noksan sıfatlardan tenzih ederim, hocam!” Ebu’n-Nûr:
“Ya şu bitkilere ne dersin Hayran! Allahu teala Kur'an-ı Kerim'inde birçok ayetlerde sık sık bitkilerden bahsediyor. “Çeşitli renk ve meyvelerde..” tabirini çok kullanıyor. Bitkilerin çeşitlerinde, şekillerinde, tatlarında, renklerinde, hususiyetlerinde ve faydalarında tesadüfün payı nedir? Halbuki hepsi de aynı toprakla yetişiyor, aynı su ile sulanıyor.
“Arzda birbirine komşu kıt'alar, üzüm bağlan, ekinler, çatallı ve çatalsız hurmalıklar vardır ki, hepsi bir su ile sulanıyor. Halbuki yemişlerin de bazısını bazısına üstün kılıyoruz. Şüphesiz ki, bunlarda da düşünen bir topluluk için pek çok ibretler vardır.”298
“Görmedin mi, Allah gökten bir yağmur indirdi de, onunla cinsleri başka başka birçok meyveler çıkardı? Dağlardan da (renklerine göre) beyaz ve kırmızı, renkleri çeşitli, hem de kapkara yollar yaptık.”299
“Gökten su indiren de O'dur. Sonra her çeşit nebatı biz onunla bitirip çıkardık. İçlerinden bir yeşillik çıkardık. Ondan da birbiri üzerine binmiş taneler çıkarırız; hurma ağacının tomurcuklarından birbirine yakın salkımlar, üzümlerden bağlar, yapraklan birbirine benzer ve meyveleri benzemez olduğu halde zeytin ve nar ağaçları bitirdik. Her birinin meyvesine bakın: Bir ilk meyve verdiği zaman, bir de olgunlaştığı vakit. Şüphesiz size şu gösterilende iman edenler için birçok ayetler vardır.”300
“Allah O'dur ki, gökten sizin için bir yağmur indirdi. İçecek su ondandır; hayvanlarınızı içinde otlattığınız ot ve ağaçlar da ondandır. Allah onunla, size ekinler, zeytin ve hurma ağaçları, üzümler ve her türlü ürünü yetiştirir. Düşünen kimseler için bunda ders vardır.”301
“Allah'a yönelen her kula öğüt ve bir belge olarak yeryüzünü yaydık, oraya sabit dağlar yerleştirdik, orada her güzel türden yetiştirdik. Gökten bereketli bir su indirdik, kullara rızık olmak üzere onunla bahçeler, biçilecek taneli ekinler, küme küme tomurcukları olan boylu hurma ağaçları yetiştirdik. O su ile ölü yeri dirilttik. İşte insanların diriltilmesi de böyledir.”302
“Gökten suyu ölçüyle indirdik de, onu yerde durdurduk. Şüphesiz onu gidermeye de kadiriz. Onunla, içinde, yediğiniz birçok meyveler bulunan hurmalık ve üzüm bağları. Tûri Sina'da yetişen, yiyenlere yağ ve katık veren zeytin ağacını varettik.”'303
“İnsan, yiyeceğine bir baksın. Doğrusu suyu bol bol indirmekteyiz. Sonra yeryüzünü iyice yaymakta ve orada taneli ekinler, üzümler, sebzeler, zeytin, hurma ağaçları, koca koca ağaçlı bahçeler, meyveler ve çayırlar bitirmekteyiz. Bunlar sizin ve hayvanlarınız için geçimliktir.”304
Buradaki ayetler, bariz bir şekilde, özel bir üslûpla delilleri göz önüne sermekle, ilahi hikmet ve muazzam kudrete işaret buyurmaktadır. Bunların gerisinde ilahi bir irade ve dileğin bulunduğunu, bu kainatın ancak onun isteğiyle meydana geldiğini beyan eden deliller açıkça ortaya atılmakta, hiç bir şeyin kör tesadüfün eseri olmadığı, kesin olarak açıklanmaktadır Hayran!
Şüphesiz ilim, bitkilerin aynı sudan sulanmasına, aynı topraktan yetişmesine rağmen, çeşitli renk, tat, koku ve şekilde olmasına hayret etmekte, ilahi kudretin azameti önünde secdeye kapanmaktadır. Günümüzün modern ilim ve tekniği, acz ve zaafını açıkça ifade etmektedir.
İlim diyor ki:
Bitkileri meydana getiren madde ve elementler bizce malûmdur. Hepsi de gıdasını topraktan almakta, su ile sulanmakla ve havayı teneffüs etmektedir. Aynı toprak, aynı su ve aynı hava... Hepsi de, mahiyeti bilinen karbondan gıdasını almakta, meyvesini onunla yapmaktadır. Mademki bunların hepsi, aynı toprak, aynı su, aynı hava ve aynı karbondan gıdalanıyor, meyvelerinin de aynı olması icap ederdi. Çünkü tesadüfe en yakın bir olay olması itibariyle bütün bitkilerin meydana getirdiği ürünlerin, hemen hemen aynı şekil, koku tat renkte olması gerekirdi.
Peki! Bunun sır ve hikmeti nedir? Her bitkinin bambaşka bir tadı, rengi, şekli ve kokusu yok mudur? Kur'an-ı Kerim'in de beyan buyurduğu gibi bundaki sır nedir? Hatta bir metre karelik toprağa dikilen bitkiler, o küçücük yerden, aynı su, toprak ve havadan gıdalandıkları halde, her biri ayrı ayrı, tat, renk, koku ve şekilde meydana çıkmaktadır. Hiçte birbirine karışmamaktadırlar. Birisi tatlı, ötekisi ekşi... Bir başkası mayhoş... Öbürü ise acı veya zehirli. Ve her birinin meyveleri ayrı ayrı biçim ve şekilde birbirine karışmadan, en küçük bir benzerlik olmadan bütün ayrıntılarıyla zuhur etmektedirler. İşte insanoğlunun ve ilmin sormak istediği sır budur. Acaba bu nasıl meydana gelmektedir?
Günümüzün modern ilmi şu gerçeği ortaya koymuştur:
Allah'ın kudret ve azametini tecellisi, canlılarda olduğu gibi bitkilerde de kendini göstermektedir. Zira her bitkinin çeşidine göre, hücrelerinin atom planlaması başka başkadır. İşte bu planlı atom bileşikleri, birleşme ve meyvelerin oluşundaki metoda göre teşekkül etmektedir. Bütün meyveler, çeşit ve tatlarıyla böyle bir sistem ve planlamaya göre meydana gelip büyümektedir. Burada tesadüf düşünülebilir mi?
Ve biraz önce zikrettiğimiz ayetlerde belirtilen bitki çeşitlerine dikkat ettin mi? Bitki türleri muhakkak ki milyonlarca olmaktadır. Kur'an-ı Kerim sadece buğday taneleri, zeytin, hurma, üzüm ve nar gibi meyveleri zikretmiştir. Birçok nimetler arasından seçilerek özel olarak zikredilmelerindeki esas gaye ve amaç, bir irade ve istek neticesinde meydana geldiklerini açıklamakla beraber bu meyvelerin aynı zamanda bütün canlıların, bilhassa biz insanların yaşamaları için daima muhtaç oldukları besinleri teşkil etmeleridir. Bilindiği gibi gıdamızı yalnız buğday, zeytin, hurma, üzüm, nar ve benzerlerinden elde etmekteyiz. Çünkü bunlardaki elementlere daima ihtiyacımız vardır.
Sen de iyice biliyorsun ki, daimî olarak muhtaç olduğumuz besin maddelerindeki vitamin çeşitleri sadece şu beş unsurdan teşekkül etmektedir;
1) Nişastalı ve şekerli maddeler ki, bunlar sulu karbonik maddelerdir.
2) Proteinler.
3) Yağlı maddeler.
4) Mineraller.
Proteinleri, ilerde “hayvanlar” bölümünde daha geniş şekilde ele alacağız. Bu hususta, Kur'an-ı Kerim'in beyan buyurduğu “eti yenen hayvanlar” üzerinde durarak, onların ayrı ayrı yararlarını ve hangi çeşit besin maddelerini ihtiva ettiklerini, insanın büyümesinde ne gibi faydaları olduğunu izaha çalışacağız. Mineralleri de yeri gelince açıklayacağız. Şimdi, şu birinci kısımda zikrettiğimiz, “nişastalı, şekerli ve sulu” karbonları açıklayalım. Nişastah besin maddeleri deyince, ilk olarak aklımıza buğday, yulaf, çavdar, mısır gibi; benzeri maddeler, sonra arpa ve benzerleri gelmektedir. Kur'an'da zikredilen “taneler” de bunların çeşitlerini içine alan bir mana taşımaktadır. İşte bize daimî şekilde lazım olan nişastalı besin maddelerini yukarıda sayılanlardan elde etmekteyiz.
Şekerli, sulu karbonik maddelere gelince: Bunları da, üzüm, hurma, nar ve benzerlerinden elde etmekteyiz. Yağlı maddeler ise zeytinyağı ve benzeri yağlı maddelerden çıkarılmaktadır. Herhalde Hayran, burada zikredilen ve özellikle Kur'an-ı Kerim'de ismi geçen bitkilerin önemini idrak etmiş bulunuyorsun! Bilhassa şu ayetlerdeki hitaba dikkat etmen gerekmektedir. Zira bu hitap, ilk önce Araplara, kendi dilleriyle ve bildikleri şeylerden misal vermek suretiyle, Allah'ın kudret ve azametini açıklamaktadır. Bunun yanında, Kur'an-ı Kerim'in bir mukaddes kitap olduğunu, hükmünün asırlar boyunca değişmeyeceğini her devire uygun düşeceğini ispatlamak için bu ayette zikredilen bitki çeşitlerini özellikle açıklamakta, hikmetli sözlerle Kur'an'in inişinden bin sene sonra gelen bilginlerin ve sağduyu sahibi kişilerin anlayacağı şekilde beyan buyurmaktadır. Hatta o devrin insanları, canlıların yaşaması, gelişmesi için zarurî bir ihtiyaç olan besin maddelerinin dört kısımdan ibaret olduğunu, bunları da Kur'an'da zikredilen besin kaynaklarından, yani hayvan, bitki ve minerallerden elde ettiğimizi bilmeseler bile... Kur'an, daha sonra gelen insanlara da hitap ederek meseleleri daha derin bir şekilde anlamalarını ayrıca sağlamış bulunmaktadır. İşte hikmet ve incelikler burada da vuzuha kavuşmaktadır. Sonra eti yenen hayvanlarla ilgili ifadesini, daimî şekilde onların besinlerini teşkil eden otlar, çayır ve bitkilere bağlayarak zikretmektedir!” Hayran:
“Hocam! Dikkatimi çeken bir nokta var. Kur'an-ı Kerim, “zeytin” üzerinde çok durmakta, ona yemin etmekte, zeytini özel olarak zikretmektedir. Hatta onu mübarek bir ağaç olarak nitelemekte, ilahî nura misal göstermektedir. Bunun hikmetini açıklar mısınız?” Ebu’n-Nûr:
“Zeytin ağacı, gelmiş geçmiş birçok millet ve kavimler arasında mübarek bir bitki olarak bilinmektedir. Hatta Akdeniz havzasında yaşayan insanlar nazarında öteden beri hikmet'in timsali, bolluk ve barışın remzi olarak bilinmektedir. Hiç şüphe yok ki, zeytinin en çok yetiştiği yer de Akdeniz bölgesidir. Kur'an'da da zikrettiği gibi, doğuda ve batıda fazla yetişmediği için “ne doğulu, ne de batılıdır” diye vasfedilmektedir. İşte bu bölgede yetişmesinin sebeplerinden birisi de, bölgenin mukaddesliği, gelmiş geçmiş bütün dinlerin burada doğmasıdır. Böyle bir özelliğe sahip olmakla da ayrı bir değer taşımaktadır.
Oğlum Hayran! Zeytin ağacı neden mübarek olmasın? Mademki Cenabı Hak onu mübarek bir ağaç olarak nitelemiştir? Neden mübarek olmasın? Zira bitki ve ağaçlar içinde Allah'ın kudret ve hikmetine delalet eder. İnsanlar için çeşitli faydaları vardır. Besin, ısıtma, ateş ve ışık bu ağaçtan çıkar. Şu halde neden bu ağaç mübarek olmasın? Zeytini bilmeseydik, herhalde bu yeşil yapraklı ağaç, beslenmemiz için gıda, vücudumuz için bir kuvvet kaynağı olmazdı. Hatta bütün yaprakları daimî şekilde yeşil kılan bir ağacın bulunacağı da hatırımıza gelmezdi Hayran!.. Zeytinyağından ışık ve ateş elde etmekteyiz. Nitekim Kur'an-ı Kerim, onu ilahî nura misal vermiştir ki, daima ateş değmeden yanmakta, yağından çıkan ışıkla her tarafı aydınlatmaktadır.
“Bu öyle bir yağdır ki, nerede ise ateş dokunmuşa da aydınlık yerecek. Bu aydınlık nur üstüne nurdur. Allah dilediği kimseyi nuruna kavuşturur.”305
Hayran: Nur üstüne nurdur Hocam... Allah dilediği kimseleri o nur ile hidayete eriştirir.
Ebu’n-Nûr: Kur'an-ı Kerim'in birçok ayetlerinde su ve topraktan yaratıldıklarına işaret buyurulan şu hayvan ve kuşlara ne dersin Hayran? Onların yaratılışlarında, meydana gelişlerinde, türlerinde, şekillerinde, biçimlerinde, organlarında, güçlerinde, renklerinde, seslerinde, faydalarında ve zararlarında tesadüfün payı nedir Hayran?...
Kur'an-ı Kerim şöyle diyor:
“Allah, her hayvanı bir sudan yarattı. Bunlardan kimi karnı üstünde yürüyor, kimi iki ayak üstünde yürüyor, kimi de dört ayak üstünde yürüyor. Çünkü Allah her şeye kadirdir.”306
“Hala bakmazlar mı deveye nasıl yaratılmış...”307
“Yerde yürüyen hayvan ve iki kanadıyla uçan kuşlardan hepsi ancak sizin gibi ümmetlerdir...”308
“Ey insanlar! Bir misal getirilmiştir, şimdi ona iyi kulak verin: Sizin, Allah'tan başka taptıklarınız bir sinek bile yaratamazlar...”309
“Görmedin mi, Allah gökten bir yağmur indirdi de, onunla cinsleri başka başka birçok meyveler çıkardı. Dağlardan da, beyaz ve kırmızı, renkleri çeşitli hem de kapkara yollar yaptık. İnsanlardan, hayvanlardan ve davarlardan da böyle çeşitli renkleri var. Allah'tan kullan içinde ancak alimler korkar. Şüphe yok ki Allah Azizdir, Gafurdur.”310
Modern ilim ise şöyle diyor Hayran:
Bugün görmüş olduğumuz hayvanların vücutları bilindiği gibi çeşitli unsurlardan meydana gelmiştir. Esas itibariyle her hayvan, yeryüzünün toprağından ve suyundan oluşmuştur. Geçen derslerimizde sözünü ettiğimiz tekamül kanunuyla da gelişip büyümüştür. Bu bir gerçektir. Ne var ki, doğrudan doğruya yaratma, “tekamül kanunuyla” yaratmadan daha az Allah'ın varlığına delalet edici değildir. Nitekim Cisr de aynı şeyi söylüyordu. Fakat canlıları geliştirip olgunlaştıran, çeşitli türlere ayıran, çoğaltıp türeten hayat kanunları belli bir irade ve hikmetin eseridir. Bunlar tesadüfe bağlanabilir mi?
Bildiğin gibi Hayran, yeryüzünde hiç bir canlı yoktur ki, dişi yumurtayla erkek spermanın birleşmesinden meydana gelmesin. Modern ilmin bildirdiğine göre yeryüzünde bulunan bütün canlılar hangi türden olurlarsa olsunlar Allahütealanm koymuş olduğu üreme kanunu çerçevesinde çoğalırlar. Yani dişi yumurtayla erkeğin spermalarından üreyip çoğalırlar. Bu akılları durduran müthiş kanunlarla her cins bir diğerinden çeşitli özellik ve hususiyetleriyle ayrılır. Fakat hemen, şunu da belirtelim ki, bütün canlılar Kur'an-ı Kerim'in de beyan buyurduğu gibi sudan yaratılmıştır. Bir düşün Hayran, bu eşsiz düzen canlıları başka başka özelliklerde bezeyip yekdiğerinden ayıran bu eşi görülmemiş nizam kör tesadüfün eseri olabilir mi?
Hangi kör tesadüf pireyi ve fili meydana getirmiştir?
Hangi kör tesadüf tahtakurusu ve köpek balığını yaratabilmiştir.
Kurbağa ve balığı, sülük ve timsahı, ceylan ve gergedanı, güvercin ve toyu, devekuşunu, kelebek ve doğanı, çekirge ve tavusu, aslan ve kuzuyu, karınca ve deveyi, zehir taşıyan yengeci, balı üreten arıyı meydana getiren şey nasıl bir kör tesadüftür?” Hayran:
“Hocam! Şuna inanıyorum ki, kör tesadüfün eseri olarak değil, ancak ve ancak ilahî iradenin isteği ve kudretiyle meydana gelen eserlerdir. Ben buna kaniyim ve her aklıselim sahibi kişinin kabul ettiği gibi, aklın, mantığın, ilmin ve felsefenin de iz'anla inandığı gerçek budur. Evet, hocam! Şu anlattığınız bal arısının balı nasıl meydana getirdiğini daha küçükken, Çiftliğimizdeki arıların balını yerken düşünürdüm. “Acaba bunu nasıl meydana getiriyor ve bu güzel tadı bize hazırlıyor” derdim. Neden ona benzeyen böcek ve kelebekler bunu yapamıyor. Sonra kelebekler bizim için daha az tehlikelidir ve yakalaması daha kolaydır. Neden bu böceğe değil de sadece bal ansına münhasır kılınmıştır, hocam?” Ebu’n-Nûr:
“Kelebek bunu neden ve nasıl yapabilir Hayran?! Kelebeğin arı gibi her çiçekten şekerli maddeleri alması, bal yapmak için yeterli mi sanıyorsun? Hayır! Öyle değil. İlahi irade ve kudretin bazı hayvanlara özel olarak vermiş olduğu hususiyet, özellik ve içgüdüler vardır. Onlara yaratılış ve vücut yapılarına, uygun içgüdüler ve görevler vermiştir.
İşte bunun içindir ki, Cenab-ı Hak gönderdiği Kur'an-ı Ke-rim'inde, şu ayeti celilesiyle bal arısına işaret buyurmuştur. Ve ona mahsus olarak yaratılan içgüdüyü başkalarına vermemiştir. Halbuki ötekiler de aynı uzuv ve içgüdüye sahip oldukları halde neden bal yapamıyorlar? İşte burada, ilahi kudret ve hikmetlerin tecellisi açıkça görülmektedir. Bu, kor bir tesadüf değildir. Ancak Allah'ın kudret ve iradesiyle meydana gelmiştir.
Şu ayeti celile kainatta bulunan her şeyin Cenabı Hakkın iradesinin eseri olduğunu açıkça beyan ediyor:
“Senin Rabbin, bal ansına da şöyle vahyetti: Dağlardan, ağaçlardan ve insanların kuracakları kovanlardan kendine evler edin. Sonra meyvelerin hepsinden ye de, Rabbinin sana has kıldığı yaylım yollarına çık.”
“O arıların karınlarından renkleri muhtelif bal çıkar ki, onda insanlar için şifa vardır. Doğrusu bunda da düşünecek bir topluluk için büyük bir alamet vardır.”311 Hayran:
“Allah'ı bütün noksan sıfatlardan tenzih ederim. Ebu’n-Nûr:
“Bu büyük misafirhanenin mutfağı ne kadar muazzam değil mi Hayran?!”
Hayran:
“Laillaheülallah. (Allah'tan başka Tanrı yoktur). Ebu’n-Nûr: Arıdaki ve yeryüzünde bulunan diğer canlılardaki içgüdüyü bir düşün Hayran! Allah aşkına söyle Hayran, burada tesadüfün payı nedir?
Bazı bilginler içgüdüyü şöyle tarif ettiler: İçgüdü, tekamül basamaklarında gelişen bir çeşit idraktir. Bilginlerin dediği gibi bazı canlılar tekamül basamaklarında yürüyen iptidaî bir akla sahip olabilirler. Fakat tekamül merhalesinin en alt basamaklarında sayılan öyle küçük hayvancıklar görüyoruz ki, en yüksek merhalede bulunanların yapamayacağı şeyleri beceriyorlar. O zaman yukarıdaki fikrin tam tersi bir durumla karşılaşıyoruz: aklî tekamül en yüksekten en aşağıya doğru bir seyir takip ediyor. Sonra küçücük hayvancıkların içgüdüleriyle yaptıkları akıl almaz hareketler her birinde başka başkadır. Birbirleriyle en küçük bir benzerlik göstermezler. Bazıları yiyecek aramaktan başka bir hareket yapmaz. Karınca, arı, örümcek ve kuşlar gibi bazı hayvanlar da akıllara dehşet verici hareketlerde bulunurlar. İşte bütün bunlar tekamül görüşünü temelinden çürütmektedir. Ve böylece içgüdü nazariyesi açıkta kalmaktadır. Herhangi bir kaideye oturtulamamaktadır. Bu durum karşısında aklıselim, bütün bunların Allah'ın iradesinin eseri olduğunu kabullenmek mecburiyetinde kalmaktadır. Allahü teala varlığını kudretini, varlıklar üzerindeki tasarrufunu, azamet ve yüceliğini göstermek için, bir hikmete bağlı olarak canlıların bir kısmını diğerinden bariz hususiyetlerle ayırmıştır.
Kur'an-ı Kerim'in işaret buyurduğu şu küçük hayvancığa, bal arısına bir bak, Hayran! Balı nasıl yapıyor? Kovanın içindeki petekleri nasıl örüyor? Bal mumundan örülmüş bu ince duvarlar, birbirine paralel ve dikey Öyle geometrik şekiller ki, akılları durdurur. Aralarında tam bir orantı var. Arılar kendilerine bütün bir hafta yetecek yiyeceği istif ederler. On beş ile on altı bin hücre kurtçuklara tahsis edilmiştir. İşte bunlar, kendilerine hizmet edip bakan binlerce dadı tarafından büyütülür. En sonunda, bu bölümün en iyi yerinde diğerlerine göre daha geniş, daha büyük ve saray sayılabilecek cinsten, üçten onikiye kadar köşkler vardır. Her tarafı iyice kapalı olan bu saraylarda, vakit ve saatlerinin gelmesini bekleyen genç prensler bulunur. Rengarenk örtülere bürünen, solgun ve hareketsiz duran bu prensleri karanlıkta beslerler.
Arılar, “işçi”, “bey” ve “erkek arılar” olmak üzere, üç sınıfa ayrılır. Her birisinin görevleri ayrı ayrıdır.
İşçi anlar dişilerdir. Görevleri, dışarı çıkıp çiçek tozlarını arka ayaklarında bulunan fırçaya benzer organlarıyla toplamak, heybeciklerine atmaktır. Vücutları adeta bir kimya laboratuarı gibidir. Bu laboratuarların birinde, çiçeklerden toplanan balözü, bildiğimiz bal haline getirilir. Büyüyüp olgunlaştıkları zaman, kurtçukları beslemek ve kanatlarını yelpaze gibi kullanarak kovanı havalandırmak gibi işleri görürler. Çok bal yutarak hemşireleriyle ayak ayağa asılır ve balı vücutlarında iyice sıkıştırarak arka taraftaki bezlerden mum halinde çıkarmaya çalışırlar. Sonra bal toplamak için kırlara çıkar, balozunu arka ayaklarındaki dağarcığa doldurur ve vücut laboratuarında bal haline getirirler. Böylece kovana dönerek bunları peteklerin içine istif ederler. Dağarcıklarındaki çiçek tozlarını da kovana getirerek hücrelerin birinde biriktirirler. Bu tozları, başlarıyla iyice yoğurarak genç arıların besin maddesini teşkil eden arı ekmeğini hazırlarlar.
Arı beyi kimdir ve nasıl bey haline gelir: İşçi arılar, kovanın dibinde büyük hücreler hazırlar, içerisine birer yumurta bırakırlar. Kurtçuklar yumurtadan çıkar çıkmaz işçi arılar tarafından özel olarak hazırlanan çok kuvvetli besinle beslenirler. Bu besin maddesi, yavru kurtçuk üzerinde çok tesirlidir. Onaltı gün sonra an beyi yetişmiş olur. Erkek arı ise tembeldir. Ve anbeyİ'ne eş olacağı dakikayı bekler. Hiç bir iş görmez.
Arılar, adeta bir cumhuriyet halinde yaşarlar. Arıların çalışma hayatı, tam bir sosyal adalet temelli üzerinde kurulur. Rekabet etmeksizin, birlikte, toplum için çalışırlar. Üç sınıfa ayrılan arılar, bu toplumun yaşaması için didinir durur. Hiç birisi kendi nefsi için çalışmaz. İşte bu nizam ve düzen, yıllar geçtikçe, hiç bozulmadan, aynı kanun, kaide ve umdeler üzerine devam eder. Öyle ince bir düzen kurulmuştur ki, ilk nazarda göremiyoruz. Arı cemiyeti akıllı bir insan tarafından idare edilen içtimaî bir müesseseden daha dikkatli yönetilmektedir.
Bal arılarına benzeyen başka bir hayvancık daha vardır. Karınca:
Karınca, enteresan bir böcektir. Karınca üzerinde araştırma yapan bilginler, içtimaî kuruluş, toplu yaşayış bakımından insandan sonra, en disiplinli hayvancıklar olduklarında hem fikirdirler. Kış yiyeceklerimizi, buğdaylarımızı ambarda sakladığımız gibi, karıncalar da kışlık yiyeceklerini depo etmesini bilmektedirler. İneklerden sağılan sütü besin olarak içtiğimiz gibi, karıncalar da gül ve bakla biti denilen bazı böcekleri besleyip büyütür, mevsimi gelince sağar ve sütlerini içerler. Karınca çok çalışkan bir böcektir. Kendi aralarında kudret ve yeteneklerine göre çeşitli işleri başarırlar. İnsanlara benzeyen birçok yönleri vardır. Mesela yiyeceklerini kendileri toplar. Evlerini bizzat yaparlar. Büyük yiyecek maddelerini nakletmede ellerinden gelen gayreti gösterirler.
Kış için depo ettikleri buğday ve diğer yiyecek maddelerini, rutubetlenmemesi için yuvanın dışına çıkarır, güneşte kuruturlar. Herhangi bitki, buğday ve arpa tanesini delmek suretiyle çimlenmesine engel olurlar. Şimdi soruyorum Hayran? Balansı ve karıncaların yaptıklarını hangi hayvancık becerebilir? Eğer içgüdü bütün hayvan ve böceklerde değişmeyen bir kanunsa, o takdirde neden diğerleri bunlar kadar becerikli olmamışlardır? Halbuki daha gelişkin, daha kuvvetli ve kabiliyetlidirler... Neden gelişmiş, evrirnleşmiş fil, at, aslan ve maymun gibi hayvanlar, küçük bir böcek olan karınca kadar kabiliyetli değildir? Mademki evrimleşme aşağıdan yukarıya doğru, ilkel akim yükselip değişmesiyle, terakki etmesiyle meydana gelmektedir. Ve bunların herbirinde bir “iç güdü” vardır, neden bu koca hayvanlar, karınca veya balansı kadar akıllı olamamıştır? Sonra herhangi bir sebeple bazı kuşların kırılan ayağını çamura batırdığı, kırılan yeri sıvadığı, bilahare onu güneşte kuruttuğu, tıpkı insanların yaptığı gibi bir nevi alçılama ameliyesine giriştiği bilinmektedir. Bunu onlara içgüdü mü öğretti Hayran? Yoksa bir tesadüf olarak, bunları kendi kendilerıne mi öğrendiler? Yahut bu hayvanlara ilham eden, bu bilgileri kendilerine öğreten gizli bir kudret ve ilim mi var?
Sonra şu hayvana Akıllı bir mühendis gibi çalışan kunduza dersin Hayran.
Suda yüzmeyi bilen, büyük bir su faresine benzeyen, yuvasını dere kenarlarında yapan veya dere altında, suyun tam altında bir veya iki delik açan, orada yerleşen, icap ederse akan suların önüne, etraftan topladığı çalı çırpı ve çamurla baraj gibi setler çeken şu hayvana... Dişleriyle ağaçlar keserek dereye getirir. Bir kenarından öbür tarafa adeta duvar gibi bir set örer. Bu set, kurak zamanlarda, suların akıp gitmesine engel olur. Dereler kabardığı zaman, evlerine su girmesine meydan bırakmamak üzere, kunduzlar fazla suların akıp gitmesine de dikkat ederler. Bu hayvanlar inşa ettikleri sette kullanılan araçları nereden buluyorlar biliyor musun? Dere kenarındaki ağaçlardan... Zira kunduzun dişleri çelik makas gibi keskindir. Ağaçları kökünden kesip devirebilir. Kunduz, kuyruğuna yaslanarak ayağa kalkar. Ağaçları kolaylıkla kemirir ve yıkar. Sonra onları dereye taşır. Aralarına çamur ve taş koyarak yay biçiminde, muhteşem ve sağlam bir set çeker, suyun başka yöne akışını sağlar. Kunduzlar yuvalarını, çok güzel bir kulübe şeklinde, derelerin kenarına inşa ederler. Çünkü suda yıkanmayı çok severler. Kurduğu kulübede yaşamaya başlar. Ve oradan karaya doğru suyun içinden iki delik açar. Ve bunu iki yönde kullanır. Birisi günlüktür. Diğerini ise daha derinden kazmıştır. İlk ağzın daha aşağısından dereye varır. Bunun sebebi şudur:
Su, kışın donacak veya yukarıdaki ağız herhangi bir sebeple tıkanacak olursa, hayvan, aşağıdaki tünelden işleyecektir. Bu surette kışın, toprak altında tıkılıp kalmaktan kurtulur. Dışarı çıkıp civardaki depodan yiyeceğini alabilir. Evet! Bu hayvanlar, kışlık yiyecekleri için bir depo yaparlar. Bu depoları setlerin arasında kurarlar. Ve kimsenin görüp duyamayacağı bir şekilde hazırlarlar. Kışlık yiyeceklerini bu deponun içinde saklarlar.
Bu hayvanlar hangi akıl ve içgüdüyle bu müthiş işleri yapabilmektedirler? Bunları daha büyük, daha kuvvetli, daha gelişmiş ve daha evrimleşmiş hayvanlardan fil, at, aslan ve hatta maymun bile yapamazken, bu küçük hayvanlar nasıl yapıyorlar? Onlara bunu kim öğretmiştir? Balarısı, karınca, örümcek ve köpekbalığı arasındaki evrimleşme münasebeti nedir?!..” Hayran:
“Allah'ın kelamı en doğru sözdür. Buyurur ki: “Rabbin dilediğini seçerek yaratmaktadır.”312
Ebu'n-Nur:
“Peki, Hayran! Şu eti yenen hayvanlara ne dersin? Kur'an-ı Kerim'de Cenabı Hak bunlara işaret etmiş ve bize olan birçok faydalarından, tekrar tekrar, müteaddit ayetlerde bahsetmiştir. Şimdi sen söyle bunların yaratılışında, oluşunda, itaatkarlığında, bitkilerden elde ettikleri gıdaların vücut yapılarını meydana getirmesinde, bizler için yağ ve protein de-posu olmalarında; etlerinden, sütlerinden, yağlarından, kıl ve yünlerinden, deri ve dışkılarından faydalanmamızda, ayrıca onları, binek hayvanı olarak kullanmamızda tesadüfün payı nedir?
Kur'an-ı Kerim'in bunlarla ilgili bazı ayetlerini açıklayalım.
“Kudretimizle kendileri için hayvanlar yarattığımızı görmezler mi? Onlara sahip olmaktadır. Onları kendilerinin buyruğuna verdik; bindikleri de, etini yedikleri de vardır. Onlarda daha nice faydalar, içecekler vardır. Şükretmezler mi?”313
“Hayvanlarda da size ibretler vardır. Karınlanndaki işkembe pisliği ile kan arasından size halis ve içimi kolay süt içiririz.”314
“Allah size evlerinizi dinlenme yeri kıldı. Hayvanların derilerinden, yolculukta ve ikamet zamanınızda kolayca taşıyacağınız evler; yün tüy ve kıllarından bir süre kullanacağınız giyimlikler ve geçimlikler varetmiştir.”315
“Binek olarak kullanmanız ve yemeniz için hayvanları sizin için yaratan Allah'tır. Onlarda sizin için daha nice faydalar vardır; gönüllerinizdeki arzulara, onlara binerek ulaşırsınız. Onlarla ve gemilerle taşınırsınız.”316
Yukarıdaki ayetler, bu konuda Kur'an'da zikredilen ayetlerin bazılarıdır. Mücmel olarak, gizli ve açık faydalarını gösteren beyanlardır. Bir de bunlar hakkında ilmin söylediklerine kulak verelim. Bakalım ilim ne diyor?
Kur'an-ı Kerim'in beyan buyurduğu gibi, ot yiyip süt veren hayvanların insanlara büyük faydaları vardır. Eti yenen hayvanlar insanlara süt, et, yün, kıl, keçe gibi birçok yararlar sağlamaktadır. Bundan başka, onların kemiklerinden, boynuzlarından ve derilerinden de faydalanmaktayız. İlim devamla der ki:
İnsanoğlunun yaşaması için besinlere ihtiyacı vardır. Bu hayatî besin maddeleri şu unsurlardan müteşekkildir:
1)- Proteinler.
2)- Karbonhidratlar.
3)- Yağlı maddeler.
4)- Madenî tuzlar ve vitaminler.
Birinci kısmı teşkil eden ve besin ihtiyacını gideren en faydalı unsurlar proteinlerdir. Bunlar iki bölümdür. Birincisi fakir, ikincisi ise zengin proteinlerdir. Zengin proteinler sadece süt yoğurt ve ettedir. İkinci kısmı ise yağlı maddeler teşkil eder, bunlar insan vücudunda, en çok enerji ve ısı veren unsurlardır. En zengin kaynağı da eti yenen ve sütü içilen hayvanlardır. Yani et, süt yoğurt ve tereyağı gibi besinlerdir.
Minerallere, tuz ve vitaminlere gelince... Bunlar en çok eti ve sütünden faydalanılan hayvanlarda bulunur. Çoğunu bunlardan elde ederiz. Mesela minerallerin en kıymetlisini süt ve yoğurttan elde ederiz. Süt, yoğurt ve ette bulunan vitaminler, vücudumuza yararlı oluşları bakımından başka maddelerde bulunmaz.
Modern ilim şöyle devam ediyor:
İnsanoğluna en çok fayda sağlayan kaynak, eti yenen ve sütü içilen hayvanlardır. Çünkü bunlar devamlı çalışan bir fabrika gibi, süt ve et imal etmektedir. Bu imalat hiç kesilmeden devam eder. Bunların yanında hayvanların tarımda, yük taşımada büyük yararları vardır.
Hangi kudret ve kuvvet, hayvanların yediği otları gıdaya dönüştürüyor? Her tarafta kolay ve bol miktarda bulunan otun, hayvan vücutlarında ete ve süte çevirmesi, proteinli maddeler haline getirilmesi tesadüf eseri olabilir mi? Zira bitkilerde bulunan besinler aslında karbonhidrat ve şekerli maddelerdir. İşte bunların bahsi geçen hayvanlar tarafından insan vücuduna yararlı, çok kuvvetli enerji veren proteinlere çevrilmesi, et, süt, yoğurt, içyağı, sadeyağ ve tereyağı gibi, değerli ve faydalı maddeler haline gelmesi, hangi kuvvet ve kudretin eseri olabilir? Yoksa bunlar kör bir tesadüfün neticesi midir Hayran?
Hangi kudret ve kuvvet sözü geçen değerli besinleri bu hayvanların vücudunda topladı? Kur'an-ı Kerim'in de işaret ettiği gibi, bu hayvanların bizlere itaat etmesi, işlerimizi görmeye elverişli olması, yemlerinin her tarafta bol olması basit yemlerle beslendikleri halde çok güçlü ve kuvvetli olmaları, böylece bizim birçok işlerimizi görmeleri; tarımda, yük taşımada; yiyecek ve içeceklerimizden başka, soğuktan ve sıcaktan koruyucu elbiselerin yapımında, yün, kıl gibi maddelerle katkıda bulunmaları, bütün bunların bir araya toplanarak adeta bir fabrika gibi çalışması ne ile izah edilir Hayran?
İneğinizi salıverin Allah'ın dağına, ovasına... Yesin otlardan, içsin sulardan... Sonra bize bol süt, et, yoğurt ve türlü vitaminler versin! Hangi şey, insanoğluna, bu kadar faydalı olabilir Hayran? Şu anlattıklarımız tesadüf olabilir mi?” Hayran:
“Hocam! Bütün bunların tesadüf eseri olması imkansızdır. Bu şekilde meydana gelişleri, elbette ilahi-kudret ve hikmetin eseridir. Allah'ı, noksan sıfatlardan tenzih ederim. O, her şeye kadir ve her şeyi bilicidir. Hikmet ve azameti her şeyi kapsamıştır. Her şeyi, kendi iradesi ve dileğiyle yaratmıştır ve mülk O'nundur. Üzerinde yaşadığımız şu dünyada, misafirhane olarak kabul ettiğimiz şu evimizde, her şeyi bol buluyoruz. Çünkü Allah, bu misafirhanenin bütün ihtiyaçlarını tam tekmil yaratmış bir tek noksan bırakmamıştır. Her şey bizim için yaratılmış, her şey bizim emrimize verilmiş, her şey bize hizmet etmek için vücuda getirilmiştir. Ama biz kimin için yaratılmışız? Biz ancak ve ancak Allah'ı tanımak varlığına, birliğine ve kemal sıfatlarına inanmak, O'na itaat ve ibadet etmek için yaratıldık. Bunu idrak eden her aklıselim sahibi insan, elbette mazbut bir ahlak ve ilme sahip olacaktır.
Evet! Allah bizim için bütün rahatı bu misafirhanede yaratmıştır. Yatacak yerimizi, soğuk ve sıcaktan korunmak için lazım gelen her şeyi; yiyecek, giyecek ve içecek ihtiyacımızı karşılayan maddeleri yaratmıştır. Allah ateşi, nuru, ışığı ve bütün nimetleri biz insanlara esirgemeden, fazlasıyla vermiştir. Öyle çok nimet ve ihsanlarda bulunmuştur ki, saymakla bitmez. Ağaçlardan meyve; hayvanlardan süt ve et; böcekten ise bal... Bunların hepsi bizler için zarurî besin maddeleridir. Bunlar olmasaydı hayat elbette yoktu! Allah'ın nimetine, ihsanına, bize vermiş olduğu bu sonsuz ikrama şükürler ve hamdü senalar olsun! Gece gündüz şükretsek yine de verdiklerinin bir zerresine karşılık olamaz. Daima O'nun lütfuna, merhametine ve gufranına muhtacız.” Ebu’n-Nûr:
“Burada, yani şu misafirhanede, son derece önemli bir noktayı zikretmeyi unuttun. Nedir biliyor musun Hayran? Ruhun, gözün ve kulağın zevk ve lezzet aldığı, tatlılığında huzur bulduğu, güzel ve sihirli görünüşüyle ruhumuzu sadeden şahane manzaralar... Evet, bunu unuttun.” Hayran:
“Unutmadım hocam! O göz kamaştıran manzaraları unutmadım!” Ebu’n-Nûr:
“Evet unutmadın! Çünkü unutulacak bir nimet değildir. Fakat bu güzel manzaralar, çeşitli renkler, güneşin parlaklığı, gölgenin karanlığı, şafak sökerken görülen yakut gibi kırmızılık; ikindi vaktinin altın sarılığı, zümrüt gibi yemyeşil bağ, bahçe ve bitkiler; suyun gümüş rengi, çiçek ve yaprakların çeşitli renkleri, kelebeklerin kanadındaki geometrik şekil ve renkler, kuş kanatlarında görülen o sihirli çizgiler, tavusun kuyruğundaki renk cümbüşü.
Bu akıl almaz güzelliklerin şekil, çizgi ve renklerin nasıl meydana geldiğini hiç düşündün mü? Bunlar hakikaten güzel midir? Nasıl meydana gelmişlerdir? Bir tesadüfün eseri midirler? Oluşlarında, şekil, suret ve renklerinin teşekkülünde tesadüfün payı nedir? Bunların güzelliği, tertibi, ahengi birbiriyle mütenasip oluşları çizgi, renk, şekil ve suretleri, ziynetleri nasıl şeydir? İnsanoğlunu hayran bırakan bu güzelliklerin mahiyeti nedir?
Hayran:
“Hayır, hocam! Böyle bir soru aklıma dahi gelmedi.” Ebu’n-Nûr:
“Güzellik” dediğimiz şey nedir? Onu nasıl tarif edebiliriz? “Güzel” diye tanıdığımız ve sevdiğimiz şeyler birbiriyle orantılı olarak gördüğümüz zihnimiz tarafından tasavvur ve tasvir edilen suret ve şekiller midir? Yoksa herhangi bir yaratığın şeklini, suretini, resmini tasavvur ettiğimiz gibi, aklımızla idrak ettiğimiz, duygularımızla hissettiğimiz, dışta görünen manevî ve zatî bir güzellik midir? Nedir bu güzellik?
Yahut “güzel” dediğimiz şey, doğrudan doğruya zatının varlığını bildiren bir tesir ve etki midir? Görünüş şekil ve suretiyle bildiğimiz bir hakikatin verdiği sevinç ve ferahlık mıdır? Kur'an-ı Kerim'in de işaret buyurduğu gibi, bu “güzellik veya eşyanın” “güzel” görünmesinin sebebi, bizim menfaat, şefkat, yarar, zevkler, sevgiler ve arzularımızın icabı olarak faydalandığımız bir şey midir? Maddî çıkarlarımızın etkilediği sevinçler, sevgiler midir de biz bunlara “güzel” diyoruz? Ne güzellik, Hayran?” Hayran:
“Hocam! İlk bakışta görünen manevî ve zatî güzelliğin ne olduğunu anlayamadım?” Ebu’n-Nûr:
“Dışta görünen müstakil ve ayrı bir güzellik yoktur. Tıpkı dışta, ayrı olarak, hava ve su diye bir şey olmadığı gibi... Fakat biz, kendi kendimize şöyle bir soru yöneltiyoruz:
Acaba “güzel” dediğimiz şeyler, şekil, ölçü ve muayyen bir orantı dahilinde “güzel”i meydana getirmek için birbirine uygun, muvazeneli, ölçülü, biçimli, belirli renk ve şekiller topluluğu mudur? “Güzelliği” meydana getiren bunlar mıdır? Yahut bu güzellik veya güzel dediğimiz şey, aklımızın icad edip “güzel” diye baktığı bir unsur mudur? Biz mesela kırmızıya “güzel” diyoruz. Çünkü o, yüzümüzdeki sıhhatin belirtisidir. Bu bakımdan onu seviyoruz ve “kırmızı renk güzeldir” diyoruz. Yeşil renk de, bizim için güzeldir. Zira o, alışkanlığımızın neticesidir. Her yerde otlar, çimenler, bitkiler yeşildir. Bolluk ve yağmurun remzidir. Şu halde aklî alışkanlığımızın kabul ettiği bir menfaat duygusu, yahut da yararlarımızın, faydalarımızın neticesinde karşılaştığımız bir his midir güzellik?... Yoksa Hayran güzellik, dışta varolan bir hakikat ile hayalimizde mezcedilmiş anılar, duygular, derin hatıralar mıdır?
Oğlum Hayran hakikat, şu izah ettiğim son tariftir. Yani “güzellik” dıştadır. Onu hissediyoruz. Maddî bir şeyi idrak eder gibi duyuyoruz. Aklımızla da anlıyoruz. Fakat bir de hatıralarımızı, geçmiş, sevinç ve duygularımızı buna karıştırıp hayalî kuruntularımızla mezcedersek, işte o zaman, “güzel”der. Duyduğumuz zevk, orantılı olarak belirmeye başlar. Bunu daha açık bir şekilde anlamanız için, bir çocuğun “güzellik” duygusu ile gelişmiş olgun bir kişinin “güzellik” anlayışı arasında beliren farka dikkat et!
Evet! Orada “güzelliği” göstermeyen, üzerini örten unsur, hayalimiz ve mazimizdeki hatıralardır. Şefkat duygumuz, güzelliğin hakikat ve aslını bizden gizlemektedir.
Evet! Güzelliğin ölçü ve mikyaslarını bize göstermeyen bazı haller vardır. Bunlar, güzelin hakikatini idrak etmemize engel olurlar. Biz gerçek güzeli, ancak alışkanlıklarımızın tesirinden kurtulduğumuz zaman görebiliriz.
Ve böylece çiçeklerin, kelebeklerin ve kuşların güzelliklerindeki renklerin sihrini algılamada emzikli çocukların ve hatta yabani hayvanların idrak doğrultusunda oluruz.
Güzeli görmemiz için daha geniş, daha akıllı, daha etraflı düşünmemiz gerekir. Çünkü ortada bir “güzel” vardır. Kainattaki her varlığın suretini ve şeklini düşünerek idrak etmeliyiz. Şimdi, güzelliğin aslı ve esası nedir ve onu meydana getiren unsurlar nelerdir? Bu konuyu inceleyelim:
“Güzelliğin aslı ve esası, ses, renk ve biçim itibarıyla birbirine uygun nağmeler; birbirine bakan renkler ve birbirine uygun, orantılı, tertipli şekillerdir.” Vazedilmiş ilahi, sabit kanunların etkisi altında, birbirine uygun nispetten meydana gelen bir ölçüdür. Bunun açık misali, müzik nağmeleri ve makamlardır. Bu makamların nasıl meydana geldiğini izah edecek olursak, gerçekten mesele meydana çıkmış olur. Çeşitli sesleri, birbirine uygun bir orantı dahilinde tanzim ederek bilinen sabit kanunlara göre makamlar meydana getiririz. Böylece sevdiğimiz o güzel musikî makamları meydana gelmiş olur. Renkler ve şekiller de böyledir. Renk ve şekiller, tabiatta görüp müşahede ettiğimiz güzellikler, birbirine uygun nispette yani mukadder bir ölçüde tekevvün eden mikyaslardan ibarettir. Bunlar ilahi hikmet ve kudretin eseri olarak vazedilmiş kanun ve umdelerdir. Öyleyse kainatta aklımızın alışageldiği renk, şekil ve sesler vardır hayalî bir şey değildir bunlar. Tıpkı şekil, hacim, ölçü ve ağırlıklarını idrak ettiğimiz cisimler gibi... Çevremizde, belli bir oran dahilinde gelişip serpilmiş güzel cisimler, çiçekler, renkler kokular ve manzaralar vardır. Bunları biz her gün görüp algılamaktayız. Ve kendimize göre bir değer biçmekteyiz. Bunların elementleri ve atomları da vardır. Bu atomların muayyen bir nispet dahilinde, birbirine uygun düşmesini sağlayan kudret, ezelî ve ebedî olan Allah'tır. Eğer biz, bu asıl güzelliğe, bir de içinde yaşadığımız dünyanın hatıralarını ekler ve karıştırırsak, o zaman, o güzellik, daha parlak, daha sevimli bir hal alır. Bir çocuğa, bayram hediyesi olarak aldığımız elbise güzel görünür. Hakikatte o güzellik mukadder bir nispet ve Orantı dahilinde ölçülü olarak ilahi kanunun tesiri altında meydana gelmiştir. Sonra bu duruma elbisenin bayram hediyesi olarak alınmış olmasını da katarsak, çocuk için o güzel şey, daha parlak ve sevinç verici bir durum kazanır. Bayram sevinciyle onu çocuk daha da güzel bulur.” Hayran:
“Gerçekten ne muazzam bir misafirhane imiş dünyamız, hocam!..” Ebu’n-Nûr:
“Misafirhane” olarak adlandırdığımız şu dünya; düzgün, ölçülü, biçimli kanunlar, akıllara durgunluk veren sihirli güzellikler, kör tesadüfün eseri olabilir mi?” Hayran:
“Sayın hocam! Böyle sapık bir inançtan Allah'a sığınırım.” Ebu’n-Nûr:
“Bundan daha muazzam olan şey nedir biliyor musun Hayran? Bu muazzam misafirhanenin sahibi, bizden şükür ve senadan başka bir şey istemiyor. Bu daha büyük bir özellik değil mi?” Hayran:
“Çok kolay ödenebilen bir ücret değil mi hocam!..” Ebu’n-Nûr:
“Ne kadar unutkanız? Unuttuğumuz şeyler pek çok Hayran! inşallah O'nu unutmayacak ve kendisini daima şükranla anacağız. İhsan ve ikramına karşı sadece şükür istediği halde, onu bile unutuyoruz! Ne gafil insanlarız! Elbette bir gün gelecek, hepimiz O'na döneceğiz.”317
Dostları ilə paylaş: |