Hz. Resulullah (s.a.a) hayattayken İslami hükümetin başında bulunuyordu. Müslümanların işlerini idare ediyor ve Allah tarafından bu büyük görevi yapmak için geniş bir yetki taşıyordu. Kur'ân-ı Kerim şöyle buyurur: "Peygamber müminler için kendi nefislerinden daha evladır."[1]
"Öyleyse aralarında Allah'ın indirdiğiyle hükmet ve sana gelen haktan sapıp onların isteklerine uyma."[2]
O halde Hz. Resulullah (s.a.a) iki makama sahipti: Bir yandan vahy vesilesiyle Allah Teâla ile irtibat halindeydi; şer'i hüküm ve kanunları alıp insanlara iletiyordu; diğer taraftan da İslam ümmetinin idareciliğini yapıyordu. İslam'ın sosyal ve siyasi program ve kanunlarıyla müslümanları yönetiyordu.
Hz. Resulullah'ın (s.a.a) siretini incelediğimizde, onun müslümanları yönettiği açıkça görülür; hakim ve vali tayin ediyor, kadı gönderiyor, cihad emri veriyor, kısacası bir ümmetin idaresi için gerekli tüm işleri yapıyordu.[3]
Bu görev Allah tarafından kendisine verilmişti, İslam'ın içtimai ve siyasi hükümlerini icra etmekle yükümlüydü. Müslümanlar da cihad etmekle görevliydi ve Hz. Resulullah (s.a.a) da onları cihad için seferber kılmakla görevlendirilmişti. Örneğin Kur'ân şöyle buyuruyor: "Ey Peygamber, müminleri savaşa hazırlayıp-teşvik et."[4]
"Ey Peygamber, kafirlerle ve münafıklarla savaş ve onlara karşı şiddetli davran" (Tevbe/73)
Hz. Resulullah (s.a.a) insanları yönetmek ve aralarında hükmetmekle görevliydi. Kur'ân'da:
"Şüphesiz Allah'ın sana gösterdiği gibi insanlar arasında hükmetmen için biz sana kitabı hak olarak indirdik. (Sakın) hainlerin savunucusu olma."[5] diye buyurulmaktadır.
Buradan da anlaşıldığı üzere Hz. Resulullah (s.a.a) nübüvvet, vahy alma ve insanlara iletme makamına sahib olmakla birlikte müslümanların yönetme makamını da taşıyordu. İslam'ın içtimai ve siyasi hükümleriyle müslümanları idare etmekle yükümlüydü ve bu hususta tam bir yetkiye sahipti. Öte yandan müslümanlar da, Resulullah'ın (s.a.a) ister devletle ilgili ve ister diğer emirlerine itaat etmekle görevliydiler. Bununla ilgili olarak Kur'ân-ı Kerim şöyle buyurmaktadır:
"Ey iman edenler, Allah'a itaat edin, Peygamber'e itaat edin ve sizden olan emir sahiplerine de".[6]
"Allah'a ve Resulüne itaat edin ve çekişip birbirinize düşmeyin, çözülüp yılgınlaşırsınız, gücünüz gider."[7]
"Biz peygamberlerden hiç kimseyi, ancak Allah'ın izniyle kendisine itaat edilmesinden başka bir şeyle göndermedik."[8]
Bu ve benzeri ayetlerde Hz. Resulullah'a (s.a.a) itaat, Allah'a itaatin yanında yer almış, müslümanlara hem Allah ve hem de Resulüne itaat etmeleri emredilmiştir. Allah'a itaat ise Resulullah (s.a.a) vasıtasıyla gönderilen hükümlere itaat etmekle gerçekleşir. Öte yandan müslümanlara, Resulullah'ın (s.a.a) özel emirlerine itaat etmek de farz kılınmıştır. Resulullah'ın (s.a.a) özel emirleri ise yönetim ile ilgili emirleri olup müslümanların hakimi olarak koyduğu hükümlerdir. Elbette Resule itaat Allah'a itaatten bağımsız ve ayrı bir şey değildir. Allah Teala emrettiği için resulüne itaat etmek farz olmuştur. O halde yönetim meselesi asr-ı saadette dinin bir parçasıydı ve Hz. Resulullah (s.a.a) bilfiil bu görevi yürütüyordu.
HZ. RESULULLAH'TAN (S.A.A) SONRA İSLAM DEVLETİ
Hz. Resulullah'ın (s.a.a) vefatından sonra nübüvvet, teşri ve vahy sona erdi, ama dini hüküm ve kanunlarla bu cümleden olarak İslam'ın sosyal ve siyasi programları müslümanlar arasında baki kaldı. Burada insanın aklına şu soru gelmektedir: "Acaba Hz. Resulullah'ın (s.a.a) vefatından sonra hakimiyet ve idarecilik makamı da nübüvvet makamı gibi sona mı ermiştir? Hz. Resulullah kendisinden sonraki hakim ve idareci hakkında hiç bir teşebbüsde bulunmamış mıdır? Bu işi müslümanlara mı bırakmıştır? Yoksa hassas ve oldukça önemli bu meseleden gaflet ederek bu makama hiç kimseyi tayin etmemiş midir?
Ehl-i Beyt mektebine bağlı olanlar müslümanların yöneticisi, İslami kanun ve programların uygulayıcısı vasfını taşıyan Hz. Resulullah (s.a.a), İslami hükümetin devam etmesinin gerektiğinin tümüyle farkında olduğu, müslümanların devletsiz yaşayamayacağını ve devletin İslami olması için de idarecisinin alim, İslam'ı tanıyan, takvalı, emin ve adil birisi olması gerektiğini bildiği için davetinin başlangıcından beri uygun fırsatlarda Hz. Ali'yi (a.s) müslümanların imamı ve kendi halifesi olarak tanıttı. Bu hususta bir çok hadis sünni-şii kitaplarında mevcuttur. Bu cümleden olmak üzere Ved'a Haccı'nda Gadir-i Hum denilen yerde müslümanları toplayarak ashabından binlerce kişi önünde şöyle buyurdu:
"Ben müminler için kendi nefislerinden daha evla değil miyim?" Orada olanlar "Evet, ya Resulellah" dediler. Daha sonra şöyle buyurdu: "Ben her kimin velisi (idarecisi, hakimi) isem Ali de onun velisidir. Allah'ım! Ali'nin dostlarına dost ve düşmanlarına düşman ol." Bu esnada Ömer b. Hattab Hz. Ali (a.s) ile görüştü ve ona şöyle dedi: "Ey Ebu Talib'in oğlu! Yeni makamın uğurlu ve kutlu olsun! Sen benim ve kadın-erkek bütün müminlerin velisi oldun."
Bu hadislerden de anlaşıldığı üzere Hz. Resulullah (s.a.a) müslümanlara devlet başkanlığı yapmış ve bu makamı kendinden sonra Hz. Ali'ye (a.s) bırakmıştır. Resulullah (s.a.a) Onu çok daha önceden bu makamı üstlenmeye hazırlamış, gerekli ilim ve bilgilerini ona aktarmıştır. Ve O, Onun ilahi irade gereği zati olarak masumiyet ve vehbi ilim makamının olduğunu biliyordu, dolayısıyla yalnızca onun imamet makamına salahiyetli olduğundan da haberdardı. Bu yüzden Allah'ın emriyle onu bu makama seçti. Hz. Ali b. Ebu Talib (a.s) hem İslam'ın hüküm ve kanunlarının hafızı, hem de bu kanunların icraatçısıydı. Hz. Resulullah (s.a.a) Gadir-i Hum’da velayet makamını, Hz. Ali'ye (a.s) bıraktı. Ömer de bunu biliyordu ve bu yüzden de onu kutladı.
Müslümanlar da bu manayı anlayarak aynı yerde ve Peygamber'in (s.a.a) huzurunda Hz. Ali'ye (a.s) halife olarak bey'at ettiler, ona sadık kalacaklarına söz verdiler. Eğer bundan başka bir şey kastedilmiş olsaydı, biate ne gerek vardı?
HZ. RESULULLAH'ıN (S.A.A) HALİFE
Hz. Resulullah (s.a.a) Allah'ın emriyle imamet makamını Hz. Ali'ye (a.s) bırakarak müslümanları başı boş bırakmayıp imametini ve kendi hakimiyetini devam ettirdi. Ne yazık ki Hz. Resulullah'ın (s.a.a) vefatından sonra ashabdan bazısı hilafeti ele geçirmeye kalkıştılar. Halkın cehalet ve zayıflığından istifade ederek Hz. Ali'yi (a.s) bu hakkından mahrum ettiler. Hz. Ali'nin (a.s) bey'atten çekinmesi, onca hutbeler okuması ve şikayetlerde bulunması da müslümanların idarecilik ve hakimiyet makamının diğerlerinin eline geçtiği sebebiyleydi, mesele yöneticilik meselesiydi, dini öğretileri beyan etmek meselesi değil. Halifeler hükümleri beyan etmeyi Hz. Ali'nin (a.s) elinden almamışlardı. Hatta halifeler onun ilmi şahsiyetini itiraf etmekte ve zor durumda kaldıklarında sorunları halletmek için kendisine müracaat etmekteydiler.
Hz. Ali (a.s) halife olunca tüm devlet işlerini uhdesine aldı. Vali ve kadı tayin ediyor, zekat ve hums toplamak için memurlar gönderiyordu; cihad ve savunma hükmü veriyor, ordu komutanları tayin ediyor vb. devlet işlerini bizzat yürütüyordu. Talha ve Zübeyr muhalefet etmiş, Cemel savaşına sebeb olmuşsa bu, onların Hz. Ali'nin (a.s) ilmi makamına değil, onun iktidarına karşı olmalarındandı. Ebu Süfyanın oğlu Muaviye'nin hükümleri beyan konumunda Hz. Ali (a.s) ile hiç bir anlaşmazlığı yoktu, aksine, Muaviye'nin tek derdi iktidarı ele geçirmekti.
Görüldüğü gibi Hz. Resulullah (s.a.a) vefat edince İslami devlet dönemi sona ermemiştir, aksine, Hz. Ali'nin (a.s) bu makama seçilmesiyle İslami devletin devam etmesinin gereği vurgulanmıştır. Buradan da anlaşılmaktadır ki Allah Teâla daima sosyal ve siyasi kanunların icra edilmesini ve tarih boyunca İslam devletinin devam etmesini istemiştir. Hz. Ali de (a.s) imamet ve hakimiyet makamına, kendisinden sonra Hz. Hasan'ı (a.s) o da kendisinden sonra İmam Hüseyin'i (a.s) ve o da oğlu İmam Zeynulabidin'i (a.s) tayin etmişlerdir. Böylece her imam kendisinden sonraki imamı tayin etmiştir. İmamların hepsi de masumiyet, ilim, ilahi bilgi ve zati kemal ve salahiyet makamının yanısıra müslümanların hakimiyet ve imamet makamına da sahipti. O halde masumların hakimiyeti İslam'ın kopmaz bir parçasıdır. Ne varki bazılarının iktidar hırsı yüzünden Ali (a.s) dışında (ki o da kısa bir müddet için) hiçbir imam, kendi meşru hakları olan hakimiyet makamına bilfiil geçememişlerdir; bu hak başkaları tarafından gasbedilmiştir.