Kâmİl Ne Demektİr?
Meselenin bu noktasında akla şöyle bir soru gelmektedir: “Kâmil’in manası nedir? Ne demektir kâmil? Burada bazı şeyler vardır ki ilk bakışta çok sarih ve net gibi gelir insana, ancak üzerinde biraz dikkatle duyulduğunda bu netin, pek çok karmaşıktan daha fazla açıklığa kavuşturulmaya ihtiyacı olduğu görülür. “Kemâl” ve “tam “ kelimeleri Arapça iki lügat olup anlamca birbirine yakındırlar- eş anlamlı değil, benzer anlamlı diyoruz- ve yine Arapça da bu iki kelimenin zıt anlamını karşılayan ancak bir tek kelime mevcuttur; aynı kelime kimi yerde kemâl’in, kimi yerde de “tam’ın” zıddı olarak kullanılır. Farsça’da ise bu iki kelime bulunmaz, her ikisinin de anlamını verebilen ancak bir kelime mevcuttur. Mevzubahsimiz olan “kemâl” ve “tam” kelimeleri Arapça’da kimi yerde “kâmil” ve “tamam” şeklinde de geçer ve her iki kelimenin karşıtı olarak “nâkıs”(eksik) kelimesi kullanılır. Mesela şu kamildir, bu nakıstır denilir; aynı şekilde şu tam (yada tamam) dır, bu nakıstır şeklinde ifade edilir. Her iki kelimenin de bir arada kullanıldığı şu âyet-i kerimeye dikkat ediniz:
“Bugün dininizi ikmal (kâmil) ettim ve size olan nimetimi tamamladım”3
Görüldüğü gibi Kur’an-ı Kerim burada “dininizi ikmal ettim, ve size olan nimetimi tamamladım” ifadesini kullanmıştır, zira burada kemâl yerine tamamlamak tabiri kullanılarak “dininizi tamamladım” ve “nimetimi ikmal ettim” denilmiş olsaydı Arapça gramer kurallarına aykırı olmuş olacaktı. Yani “nimeti ikmal etmek, kemâle erdirmek” değil, “nimeti tamamlamak” denilmiştir.
Kâmİl Etmek “Ekmel tu” İle Tamamlamak” “Etmem tu” ArasIndakİ Fark
Bu iki kelimenin yekdiğerinden farkı nedir? Bu farkı tesbit edemediğimiz sürece konuya başlayabilmemiz kabil olmayacaktır; her şeyden önce bu iki kelimenin anlamları arasındaki farklılıktan doğan ince nüansı tesbit etmemiz şarttır.
Herhangi bir şeyin meydana gelebilmesi için gerekli herşey mevcutsa o şey için “tam” dır, “tamamlanmıştır. denilir. Yani tam vücut bulması için gerekli olan bazı şeylere sahip değilse bu durumda onun mahiyeti “nâkıs” yani eksik olmuş olur. Meselâ tamamı değil de, yarısı meydana gelmiştir, burada bir eksiklik söz konusudur; yarısı vardır üçte biri, üçte ikisi...vb. tamamlanmıştır, gerisi tamamlanmıştır, yani henüz bütünüyle meydana gelmemiş, “tam” olarak vücut bulmamıştır demektir. Bir proje üzerinden inşâ edilmesi düşünülen binayı, ya da bir camiyi ele alalım. Mesela inşa edilmesi düşünülen bina, bir cami binası olmuş olsun; bu bina için büyük bir salonun yapımına, salon için de duvar, tavan, kapı, pencere...vb. malzemelere ihtiyacı vardır. Böyle bir bina için gerekli malzeme ve işler tamamlandığında, bina “tamamlanmış”tır denilir; var olmamaları halinde bu binadan “tam bir bina” olarak istifadeyi imkansız kılacak olan bu malzeme ve işlerin mevcudiyeti, binayı “tam” ve “tamamlanmış”kılar. Bunun karşısındaki kelime ise “nâkıs” -ya da Türkçe’siyle “eksik”- tir ki bu da “tam”ın zıd manasını verir.
“Kemâl” ise bir şeyin “tam” ve “tamam” olduktan sonra varabileceği bir üst merhaledir; ondan da üst, ve yine daha üst... merhaleler onun “kemâl”ini tavsif eder. Bir şey kemâle ermemiş ve kâmil olmamış, olduğu halde pekalâ tamamlanmış olabilir. Yani kemâl yokken “tam” mevcut olabilir; fakat tamamlanmış bir şey “kâmil” de olursa bir basamak yukarı çıkmış, bir merhale öteye varmış demektir.
Kemâl -ya da mükemmelleşme- “dikey yönde” bir ifadedir, tamamsa “yatay bir cihette” seyreder. Yani eğer birşey yatay cihette nihayete erer ve son bulursa tamamlandı denilir; dikey bir harekette cereyan ederek son bulan şeyler içinse “kemâl” tabiri kullanılarak “kâmil” -ya da mükemmel- oldu, ikmal ya da “kemâl buldu” şeklinde ifadelerle beyan edilir. Meselâ filancanın aklı kâmil oldu, aklen mükemmelleşti denilir; yani daha önce akılsızdı demek değildir bu . Hayır, daha önce de aklı vardı, ancak “şimdi bir derece ilerlemiş, bir merhâle yukarıya yükselmiştir” denilmek istenir. Ya da “filancanın ilmi kâmil oldu” denilir; bu, “onun daha önce de ilmi vardı ve bu ilminden istifade etmekteydi, ancak, şimdi bu ilmi mükemmelleşti, bir derece daha yükseldi ve -ilmini- kemâle erdirme yolunda, “kemalde bir merhale” daha kaydetti” demektir.
Buraya kadar anlattıklarımızı şöyle toparlaya biliriz: Tam bir insan vardır, vücudunu bütün azaları “tamam”dır; bunun karşı anlamını “eksik” insan tabiri verir. Eksik insan, yatay anlamda tamam değildir, yani “yarı tam” dır, “eksik” tir, eksiği vardır; tam bir insan değil de, yarım bir insandır, çeyrek bir insandır... vb, sözün kısası “tam” bir insan değildir o. Bir de şu durum söz konusudur: Adam “tam” bir insandır, ancak “tam insan” olabilen birisi mükemmelleşebilir de; yani kâmil ve daha kâmil de olabilir... Ondan daha üstün bir insanın bulunamayacağı bir “kemâl derecesine de varabilir. İşte buna “tam kâmil” insan denilir ki insanîyetin en üst derecesi, en yüce makamı ve merhalesidir bu.
"İnsan-I Kamİl" Tabİrİ
Hicrî yedinci yüzyıla kadar İslam edebiyatında “kâmile” ya “mükemmel insan” tabiri kullanılmış değildir, bu tabir mezkur tarihten sonra kullanılmaya başlanmış olup Avrupa’da da bir hayli revaçtadır bugün. Ancak onu ilk kullanan yine İslam dünyasıdır. Müslümanlar arasında bu tabiri kullanan ve ondan ilk defa “kâmil -ya da mükemmel-insan” şeklinde söz eden şahıs tanınmış ârif “Muhyiddin-i Arâbî Endülüsî Tâî”dir.
Muhyiddin Arabî irfanın babası sayılır. Yani İranlı ya da Farsça konuşup Farsça yazmış olan ya da diğer İslam ülkelerine mensup bulunan ve en tanınmışları hicretten yedi yüz yıl sonra ortaya çıkan muhtelif dil ve milletlere mensup İslam urefâsının -ariflerinin- en tanınmış simaları Muhyiddin Arabi’nin öğrencileridirler. Hepimizin yakından tanıdığı meşhur mevlâna irfan ekolünde Muhyiddin’in yanında hiç kalır. Muhyiddin, Arap asıllı olup bugün adına İspanya denilen Endülüs ahâlisinden ve Hâtem Tâî’nin evlatlarındandır. Hayatı boyunca İslam ülkelerinin hem hepsine seyahat etmiş, sonunda Şam’da dünyadan göçmüştür. Türbesi bugünkü Şam’dadır.
Muhyiddin Arabi’nin Sadreddin Konevi adlı bir öğrencisi vardır ki kendisinden sonra en tanınmış ariflerden biridir.
İslam irfanın ciddi bir ilim olarak, üstelik en karmaşık ve en çehre fiili ilimlerden biri sıfatıyla gündeme getirilmesi işi Muhyiddin Arabî ve öğrencisi Sadreddin Konevî’ye aittir. Konevi, meşhur Mevlana’yla çağdaştır; Mevlanâ, onun cemaat imamlığı yaptığı mescide gider, arkasında namaza dururdu.
Muhyiddin Arabi’nin fikirleri Sadreddin konevî aracılığıyla Mevlâna’ya intikal etmiştir. Bugün bu zemine de yazılıp çizilenlerin büyük bir kısmı asılsızdır; İslam irfanı bambaşka köklerden gelir aslında, apayrı manalar taşır. Günümüzde malum gazete ve dergilerin kendilerinden uydurarak düzüp koştukları o saçmalıkların İslam irfanıyla hiçbir alakası yoktur.*
Onun ciddi ve düzenli bir şekilde -belki de ilk defa bu konuda böyle bir girişimde bulunuluyordu- ele aldığı en önemli mevzulardan biri de “kâmil insan” meselesiydi. Tabii onun bu meseleyi irfanı bir bakış açısında ele almış olduğu unutulmamalı... Bahsimizin daha sonraki bölümlerinde bu meselenin tekrar açılması zarureti doğarsa biraz daha teferruatlıca ele almaya çalışacağız bu noktayı inşallah.
Görüldüğü gibi bu meseleyi ele alıp “kâmil insan” unvanıyla gündeme getiren ve konuya tamamen irfânî bir açıdan yaklaşan ilk kimse odur; ondan başka bu konuyla ilgilenenler yok değildir, ancak her biri kendilerine has bir bakış açısıyla ele almışlardır meseleyi
“Kâmil insan”ı Kur’ân-i açıdan inceleyebilmek ve Kur’an nazarında mükemmel insanın kim ve nasıl olduğunu açıklığa kavuşturmak için her şeyden önce “tam insan” ve “nakıs (eksik) insan” terimleri üzerinde durmak gerekir. Aksi takdirde bu merhale anlaşılmadıkça onun devamı olan merhaleyi kavramak güçleşecektir.
Dostları ilə paylaş: |