îslâmin, hayata elverişli esasların hepsini içine aldığını, onun bütün nesillerin ve bütün toplumların dini olduğunu, lâkin İslâm alemindeki durgunluk ve gerileme sebebile iktisadî meselelerle ilgili olan İslâm fıkhının son dört asır içinde muattal hale geldiğini itiraf etmiştik. Bu yüzden solcular diyorlar ki:
Niçin İslâmiyeti, vicdanları terbiye eden fikirleri temizleyen bir akîde sistemi olarak, komünizmi de, başka herhangi bir şeyle irtibatı olmamak üzere, sadece devlet iktisadî düzeninde ve toplumun iktisadî yapısında sırf iktisadî bir nizam olarak almıyoruz? Ta ki, bu şekil ile hem an'ane, ahlâk ve âdetlerimizi korumuş ve hem de iktisat alemindeki sistemlerin en yenisini almış olalım.
Komünistlerin uzun zamandanberi oynamakta oldukları en habis ve en çirkin şüphedir bu. Onlar bu türlü hareketlerine şarkta İslama karşı açıkça harp etmek ve İslâmın kenarında bir takım şüpheler icat etmekle başlamışlardı. Ne zaman ki bunun, müslünıan-ların İslama sarılmalarını arttırdığını gördüler, o vakit bile yuvası olan başka bir kapıya başvurarak dediler ki: «Komünizm îslâmla çatışmaz. Hakikatte o bir sosyal adalet ve devletin, millet fertlerinin hepsi ait olan bir kefaletidir. İslâm sosyal adaletten hiç eder mi?»
Daha evvel garp müstemlekeciliğinin peşinden koştuğu yol, ayni şaşırtıcı ve aldatıcı yol idi. Onlar da açıkça İslama hücumla işe başladılar. Fakat müslü-manlar az da olsa intibaha geldi; uyandı. Halbuki matlup olan tabiatile bu değildi. Bu sefer başka çarelere başvurarak ve dolambaçlı yollardan yürüyerek dediler ki: «Şüpheden ârî olarak bilinmelidir ki garbı, medeniyeti şarka sokmaktan başka bir şey ilgilendirmez. İlk medeniyetin babası olan İslâm, hiç medeniyetten nefret eder mi?! Siz müslüman olarak vazifelerinizi yapmağa - yani namaz kılmak, oruç tutmak, zikirler yapmak ve tasavvuf i yollarla meşgul olmağa - ve aynı zamanda garp medeniyetini almağa kaadir olabilirsiniz.» Fakat onlar ilmi yakın ile biliyorlardı ki, müs-lümanlar bu medeniyeti almağa başladıkları zaman elbette ki, müslüman olarak kalmıyacaklardı. Kısa nesiller içinde bu alçaltıcı medeniyet onları dürecek-ti. Böylece birdenbire habersizce ve şuursuz olarak müslümanlar garplıların kölesi haline geleceklerdi. Gerçekte de bu böyle oldu... O derece ki, İslâmı bilmeyen nesiller meydana geldi. Hattâ bilmek şöyle dursun, onlar İslâmdan nefret ediyorlardı. Hem de nasıl?.. Üim, hidayet ve kitaptan mahrum oldukları halde... Bugün komünistler de aynı hileyi tekrar ediyorlar ve şöyle diyorlar:
«Ey müslümanlar, müslümanlığınızda baki kalacaksınız. Yâni namazınızı kılacak, orucunuzu tutacak, zikir ve tasavvufî yollarınızı eda edeceksiniz. Biz hiç bir vakit sizin inancınıza karışmayız, hattâ hürmet ederiz. Bizim bütün gayemiz, iktisatla ilgili olan komünizmi getirmektir. Bu ise, haddizatında İslâmm as-lmdan Avrupalı ilim adamlarının ve Avrupa milletlerinin elinde tebellür etmiş bir sistemdir. Binaenaleyh, mutmain olarak komünizmi kabul edebilirsiniz!»
Müstemlekeciler gibi bunlar da ilm-i yakîn ile biliyorlar ki, müslümanlar sadece iktisadî yönden komünizmi kabul edip aldıkları takdirde elbette müslüman kalmıyacaklar ve komünizm onları bir kaç senede durup katlayarak müslümanları ve İslâmı bertaraf edecektir. Bilindiği gibi bir sür'at asımdayız. İşte böylece kısa zamanda ve şuursuz olarak komünizm, İslâmı söndürmeğe ve süratle müslümanları esaret altına almaya başlayacaktır.
Bununla beraber bu şaşırtıcı hile müslümanîar-dan çoğunu ağma düşürüyor. Çünkü o hile, bu beyinsiz (!) lerin önünde, kendilerini müşkillerden kurtaran rahatlatıcı bir hal çaresi rolünü oynuyor. Tıpkı haşhaşın dumanı ve afyonun uyuşturuculuğu sebe-bile hayal âleminde yüzenlerin rüyalar görmeleri gibi, onlar da oturdukları yerde rüyalar görerek, araştırma, istinbat ve iş yapmanın güçlüğünden kendilerini rahata kavuşturan hayaller kurarlar.
Prensip bakımından, îslâmî ana umdelerin - kendisine muhalefet etmediği müddetçe- İslâm cemaatının yenileşen ihtiyaçlarına cevap-yerecek olan herhangi tatbikî bir nizamın, kendi esasları üzerine kurulmasını kabul edeceğini ifade etmeği severiz.
Lâkin emr-i vaki şudur ki, Komünizm İslâm fikriyle ne buluşur, ne de birleşir. Geçici olarak cüziyya-tınm bir kısmında buluşur ve birleşirse de, en üçtün bir nizama mâlik bulunan İslâm cemiyeti, bundan vazgeçerek bazı teferruatında îslâma yaklaşan komünizm, kapitalizm, sosyalizm ve materyalizm gibi nizamlara geçiş yapamaz. Çünkü Allah-ü Teâîâ sarahatle şöyle buyurur : «Allanın indirdiği nizamı ve kanunları ile hükmetmeyenler var ya, işte onlar kâfirdirler.» Allah-ü Teâlâ bu âyetin hiçbir vakit «Allahin indirdiği şeyin benzeri ile» veya «Allahın indirdiğine benzetilen bir şey ile» dememiştir.
Acaba komünist olduktan sonra müsiüman kalmağa kaadir olabilir miyiz? Böyle bir şey hiç mümkün olur mu ki?..
Solcuların iddia ettikleri iktisadî komünizm tatbik edildiği zaman, felsefî ve tatbikî yönden İsîâmla çatışmasının kaçınılmaz bir zaruret olduğu malûmdur ve bu çatışmadan kurtuluşun hiç bir yolu yoktur.
Meselâ felsefî yönden vukua gelecek çatışmaya gelince, bu hususta çeşitli meseleler vardır:
Birinci mesele s Komünizm, sadece duyu organlarının görmekte ve hissetmekte olduğu maddi şeyler müstesna, hiç bir şeye inanmayan sırf maddeci bir felsefe üzerine kurulmuştur. Ona göre, duyu organlarının idrak edemediği her şey vücudu olmayan bir hurafe veya en azından çktam hesaptan düşürülmüş değersiz bir şeydir.
Engels «Muhakkak âlemin hakikati, kendi maddesinin veya maddeciliğinin içinde gizlidir.»- der.
Materyalistler de «Akıl, dış görünüşleri aksettiren bir maddeden başka bir şey değildir.» derler. Onlar ruh hakkında da şöyle derler: «Ruh, müstakil bir cevher değildir. Oncak maddenin temasından meydana gelmiş bir şeydir.»
Hâlis maddeci bir hava içinde bulunan, mânevi değerlerle alay eden ve bu değerleri gayri ilmî hakikatler sayan komünistlerle beraber yaşarız, diyen bir kişi var mı?
İslâmî düşünce; insanın haysiyetini kıran, onuruhu ve fikriyle göğe yükselerek, cismiyle de yer üzerinde yürüyen yüksek bir mahlûk olmaktan uzaklaştırıp bütün gayesi, Kari Marks'ın gıda, mesken ve cinsi tatmin diye sıraladığı «Temel ihtiyaçlar (!)» ı elde etmekten ibaret olan, insanı maddî ve hayvani bir mahlûka çeviren dar bir muhit içinde kalmayı kabul etmez. Hiç kimse, «komünizmin iktisat sistemini aldığımız takdirde biz bu maddî fikirle bağlı değiliz ve kabule de mecbur değiliz. Bizim inançlarımız, Allahı-mız, Peygamberimiz ve mukaddesatımız bizim olmakta devam eder. Çünkü iktisat bunların hepsinden ayrı bir yapı ve ayrı bir oluştur.» diyemez. Bunu hiç kimse söyleyemez, çünkü bunlarm imkânsızlığını söyleyenler, bizzat komünistlerdir. Zira onlar, felsefeleri, inançları ve düşünceleri inşa eden sadece iktisadî nizam olduğu esasına dayandıkları için, iktisadî nizam ile inançlar, düşünceler ve iktisada arkadaşlık eden felsefeler arasında kuvvetli bir bağ te'sis ederler. O halde açıkça maddeci bir felsefeye dayanan iktisadî bir nizamın, - Engels ve Marks'm takrir ettikleri gibi- ruhî bir felsefe inşa etmesi veya mevcut ruhî bir felsef6 ile çatışmaması nasıl mümkün olur.
Komünistler - meselâ - cidalci materyalizme, ilk komünizmden köleliğe, oradan ağalığa, oradan kapitalizme ve oradan da ikinci ve sonuncu komünizm devrine kadar devam edegelen beşeri ve iktisadî tekâmülün arkasına gizlenmiş bulunan unsurların sadece birbirine zıt kuvvetlerin mücadelesinden ibaret olduğuna inanır. Onlar iktisadî komünizmin kıyamım bu cidılci mantığın doğruluğu ile mukayese ederler. Böylece bunun ve onun arasında ilmî bir bağ kurarlar. Bu cidalci materyalizme göre, beşeriyetin sevk ve idaresinde Allahın, Peygamberlerin ve onların talim buyurdukları manevî kıymet ve değerlerin müdahalesine bir mahal yoktur. Çünkü bu risaletler -onların vehmine göre:- iktisadi gelişmeye sebkat etmiş olması veya iktisadî gelişmeyi bizzat yapmak için gelmiş olması mümkün değildir. O risaletler ancak, bu tekâmülün çizdiği ve belirttiği yerde ve zamanda gelir. Bu esasa göre bu risaletler, îslâmî görüşe dayanan yönetici kıymetini kaybederler. - Bundan başka bütün beşerî gelişmelerin sebeplerini sadece maddî üretim ve istihsal vesilelerinin değişmesine hasreden bu cidalci materyalizm bizzat Islâmî gerçeği tefsir etmekten: âcizdir. Sorarız, İslâmdan önce Arap Yarımadasında veya bütün âlemde üretim ve istihsal vasıtalarında meydana gelen o gelişme ve değişme acaba nedir ki, yeni nizamı ile Hz. Muhammed'in (S.A.) gönderilmesi, o iddia ettikleri iktisadi tekâmülün bir neticesi olmuş olsun?
Hal böyle olunca d zaman bu nazariye ile o nazariye arasında uyuşma nasıl mümkün olacak? Allanın, mahlûkatını beslediğine, mahlûkatım Peygamberleri vasıtasile hidayet ve irşat ettiğine, îslâmın iktisadî zaruretlere boyun eğen bir şey olmadığına inanan müslümanların akideleri nasıl olur da te'sir altında kalmaz? Tekâmül merhalelerinden hiçbirinde Allanın kuvvetinin (hâşâ) yeri ve tesiri olmadığını, beşeri tekâmülün, iktisadı zaruretlerden başka bir muharriki bulunmadığını söyleyen iktisadi bir nizamı aldığımız zaman müslümanların inançları nasıl olur da ondan müteessir olmaz?.
İkinci mesele: Komünizm felsefesinin örfünde insan, madde ve iktisat kuvveti karşısında iradesi olmayan pasif bir yaratıktır. Kari Marks der ki, «İnsanların, içinde bulundukları ve tekrar etmekte oldukları içtimaî üretimde, kendinden kurtulmak gayri kaabil olan bir takım mahdut alâkadar kurdukları görülür. Bu alâkalar onların iradelerinin dışındadır. O alâkaların vücudunu tâyin eden insanların şuuru değildir. Lâkin insanların duygularını tâyin eden ancak onların vücududur.»
îslâm örfünde insan, Allanın iradesine boyun eğen, kendisinin külli bir iradesi bulunmayan icabî bir mahlûktur.
Kur'ân der ki: «Allah, göklerde ve yerde ne varsa hepsini tarafı ilâhisinden sizin için faydalı hale getirdi.» 176Böylece İslâm, insanın dünya üzerinde en büyük kuvvet olduğunu, maddî ve iktisadi kuvvetleri nonun iradesine müsahhar bulunduğunu, insanın hiçbir zaman maddenin iradesine müsahhar kılınma-dığını, işte bizzat bunların İslâmm ta kendisi olduğunu tesbit ve takrir eder. İslâm cidalci materyalizmin çizmekte olduğu zaruri tekâmüle göre yürümez. în-sanlar Sard-ı îsîâmda rnüslüman oldukları zaman, - Marks'in dediği gibi- «İnsanların iradelerinden müstakil bir şey olan» iktisadi tekâmülü, Müslüman kendisine boyun eğdiren cebri bir kuvvet olarak hissetmediler. Ancak onlar hissettiler ki, Allah-ü Teâ-lânın Peygamberi eliyle kendilerini belli bir tarafa yönelttiği gibi, iktisadı yapan ancak kendileridir. Onlar sosyal alâkalan îslâmın hidayetine göre tanzim ederler. Onlar, hürleştirmeyi gerektiren iktisadî bir sebep olmadığı halde köleyi hürriyetine kavuştururlar, îslâm âleminin dışında bilhassa Avrupada yüzlerce sene ayakta duran ağalığın önüne set çekerler. Eğer biz komünizm iktisat düzenini alacak olursak çaresi? olarak onunla beraber, insanı iktisadi gelişmeyi bekler hale getiren o maddeci felsefeyi de almak mecburiyetinde kalacağız. Böylece komünizm insanların iradesinden müstakil olarak yoluna devam edecek, kendi iradesi veya îslâmın iradesiyle onu değiştirmeyi kimse düşünmeyecek ve bu yolda gayret de göstermiye-cektir. Çünkü komünizmi aldıktan sonra artık bu imkânsızdır.
Üçüncü meseldi Bu husus, herhangi iktisadi bir nizam ile, onun arkasına gizlenmiş olan içtimaî felsefe arasını ayırmanın imkânsızlığı ile ilgili olarak «Şahsî Mülkiyet» bölümünde açıkladığımız husustur. Buna bağlı olarak, eğer biz komünizmin iktisat sistemini alacak olursak, «Asıl olan toplumdur, ferdin hiçbir değeri yoktur. Onun değeri ancak sürüden bir fert olması itibariledir.» esası üzerine kurulmuş olan sosyal felsefeyi de onunla beraber almamız mutlaka şarttır. Bu ise, esasında ferde fazlasiyle ihtimam gösteren Is-lâmî nizam ve terbiyeye muhaliftir. îslâm, ferdin vicdanına temizledikten sonra ona toplumun mes'uliyet-lerini yüklenmeği emreder. O daima kendisinin canlı, iradeli ve yönetici olduğunu hisseder. îşini bizzat kendisi seçer. O, idareciyi doğru yola getirme hürriyetine mâliktir. Eğer idarecisi Allahın çizdiği yoldan çıkarsa ona karşı isyan etme hakkına da mâliktir. Toplumun kontrolü altındaki bu ferdi terbiye ile Allah ve İslâm, toplumun ahlâkını gözetleyen ve orada kötülüklerin vukuunu meneden birer ahlâk bekçisi diker. Bu ise, fert toplumun içinde değersiz bi rzerre haline geldiği zaman ruhî ve ameli bakımdan mümkün olmayan bir şey olur. Çünkü, iktisadî işlerde ve bunlara bağlı her şeyde fert kayıtsız şartsız devlete itaat eder.
Dördüncü mesele: Komünizm felsefesi, iktisadi âmilin, toplumun işlerini yerli yerince yürütmsk, bir-birile olan alâkalan kurmak hususunda yegâne veya baş unsur olduğu esası üzerine kurulmuştur. İslâm düşüncesi, cemiyette ahlâki ve sosyal faziletlerin tesisinin mümkün olması için, iktisadın ehemmiyetini ve toplumu sağlam iktisadi temeller üzerine kurmağı inkâr etmez. Fakat o, hayatın tamamının iktisat olduğuna ve toplumun müşkillerinin hepsini ancak iktisadi değerlerin halledeceğine, inanmaz.
Misâl olarak diyelim ki, iki genç arasında iktisâdi bakımdan tam bir eşitlik meydana getirdik. Bir tanesi kendini amansız bir şekilde şehvet akımlarına kaptırmış, diğeri ise iradeli, zevkten makul olan nasibini alıyor, geri kalan enerjisini mânevi sahalar olan ilim, fen ve akidede yükselme yollarına harcıyor. İktisadî bakımdan eşit hale getirdiğimiz bu iki genç acaba hakikatte birbirlerine eşit midirler? Birisiyle hedefine doğru yürüyen hayat, öbürü ile de yürüyor mu?
Meselâ şahsiyet sahibi bir adam var, konuşur, konuştuğu zaman herkes onu dinler ve onun tavsiyelerini tutar. Başka bir adam daha var. Şahsiyet diye bir şeyi yoktur, hareket ve davranışla-riyle herkes için alay mevzuu olur. Acaba iktisat bu ikinci şahsın müşkülünü halleder mi? Meselâ birinci şahısla istikametini bulan hayat, ikindi şahısla da bulur mu?.
Meselâ bu kadın gazeldir, öbürü de çirkindir. îk-tisat bunların müşkülünü Halleder mi? Birincinin hayat istikameti ikinciniıi hayat istikametine benzer mi?
İşte bundan dolayıdır ki, İslâm düşüncesi, iktisattan başka diğer kıymet ve değerlere de önem verir. İslâm, özellikle ahlâkî değerlere hayatın temelinde iktisadî olmayan kıymet ve değerlerin bulunduğuna, o kıymet ve değerlerin tanzimi için, iktisadî tanzime harcanan gayretten daha az olmayan müsbet bir gayrete muhtaç olduğuna inanır ve kul ile Allah arasında daimî bir bağm mevcudiyetine ve bunun lüzumuna önem verir. Çünkü, bunlar ahlâkî kıymetleri tesbit etmek, insanları, madene âleminde cereyan eden kin ve husûmet gibi şeylerden kurtarıp iyilik ve sevginin galebe çaldığı hür bir,âleme yükseltmek için en uygun ve güzel vesilelerdir.
Bir başka yönden İslâm düşüncesi, insandaki ruhî enerjinin beşer hayatında tesiri büyük olan gizli bir enerji olduğuna, ona ihtimam gösterilip terbiyesi hususunda emek sarfedildiği zaman, aralarında iktisadî âmil de olduğu halde tesir bakımından diğer bütün âmillerden daha az olmayacağına inanır. Belki ba-zan büyüklük bakımından bütün kuvvetlere tercih olunur,
Müslümanlar bu liakikatın sübûtunu (isbatım) Ebu Bekir gibi bîr dehanın tarihte Ridde harbindeki tutumunda bulurlar. . Müslüman oldukları halde zekât vermek istemeyenlere karşı, içlerinde Hz. Ömer de bulunan kahir bir skseriyet bu meselede kendini teyit etmez bir vaziyet aldıkları halde, mürtedlere karşı harbetme hususundaki ısrarında tek başına dayattı. O zaman Hz. Ebu Bekir, hangi kuvvete dayanıyordu. Maddî kuvvete mi? İktisadî kuvvete mi? Kendi beşerî kuvvetine mi? Eğer bunlardan birine dayan-saydı, bunların hepsi onu harpten uzaklaştırırdı. Lâkin Hz. Ebu Bekir, ruhunu Halikının ruhuna rabte-den, böylece ondan yardım ve istimdat eden ruhî bir kuvvete dayanıyordu. İşte harpten geri duranları kahraman yapan, şuurların kuvvetini, tarihte eşi görülmemiş maddî ve iktisadî bir kuvvete tahvil eden yalnızca o idi. Yine müslümanlar buna benzeyen bir tutumu, Emevi oğullarının yapmağa başladıkları siyasi ve içtimaî zulme karşı Ömer ibni Abduîaziz'in davranışında bulurlar. Bilindiği gibi Ömer ibni Abdulaziz de zulmün karşısında dimdik durmuş, bütün işleri müsîüman cemiyetde olması lâzım geldiği şekilde mecrasına akıtmıştı. .Bu durum onun devrinde o kadar ileri gitti ki, tarihin iktisadi mucizesi vücut buldu. Bu iktisadi mucize, fertleri arasında fakir bulunmayan bir cemiyetin meydana gelmesidir.
Bunun için İslâm düşüncesi ruhî takat ve enerjiye'önem verir. Çünkü İslâm, beşeriyetin mucizelerinden istifade etme fırsatının heder olup gitmesini sevmez. Her ne kadar o mucizeleri bekliyerek aynı zamanda gerçek enerji sınırı içindeki işlerden el çekmiyorsa da onun şiarı daima «Allah Kur'ân ile yasak etmediğini sultan ile yasak eder.» oîur.
İişinin iktisadî işlere ihtimamını komünizm metoduna göre harcaması sonra da yanında ahlâki değerlere ve ruhî taraflara harcayarak bir takat ve ihtimam kalması, insanın kudreti dahilinde değildir. Zira komünizmin kasd eder olduğu «iktisadi şişme cismin kalb ve karaciğer gibi bazı azasına isabet eden şişme gibidir. Bu hastalıklı uzuv, ne kendi vazifesini tam olarak yapabilir, ne de başka uzuvlara vazifesini tam olarak yapma imkânı verir.
Ben biliyorum ki, İslârmn ve komünizmin fikrî taraflarına ait olmak üzere takdim ettiğimiz malûmattan bazı kimseler sıkıldı. Çünkü onlar nazari mesele-lere itibar etmezler. Böyle nazari meseleleri boş «bir çekişme» sayarlar. Çünkü, onlarca ihtimama lâyık olan ancak amelî meselelerdir. Amelî tatbikatı mümkün olan her şeyin tesviyesi mümkündür. Bunun için onlar îslâm ile komünizm arasındaki fiilî çatışmayı bir an evevl bilmek için sabırsızlanırlar.
Biz onların .nazarî veya felsefi tarafı küçümsemelerini iyi görmeyiz. Çünkü amelî tarafla nazarî veya felsefî taraf arasında ayrılık yoktur. Fakat bununla beraber onların arzularına cevap verecek bu iki nizam arasındaki amelî ihtilâfların vecihlerini zikredeceğiz, îslâm ve komünizm arasındaki fiilî çatışma bir kaç meselede kendini gösterir:
1- îslâm, kadına ait ilk vazifenin sadece neslin devamını korumak olduğunu söyler. Zaruret hali müstesna kadının kendi evinden fabrikalara, geniş işyerlerine ve çiftliklere giderek oralarda çalışmasına rıza göstermez. Zaruret ise sadece onun bakım kefaletini üzerine alacak bir mes'ul kişinin bulunmamasıdır. Bu mes'ul kişinin, baba, kardeş, koca veya bakmakla mükellef bir yakm akraba olması müsavidir.
iktisadî - komünizm, çalışma zaman ve yeri erkekle eşit olmak üzere kadının tam mesai saatleri boyunca çalışmasını mecburî sayar. Bu konudaki komünizm felsefesinden sarfı nazar edecek olursak görürüz ki, vazifeye ehliyette ve psikolojik yapıda kadın ile erkek arasında tabiaten mevcut olan ayrılığı inkâr ederek kadının da erkek gibi çalışmasını mecburî kılar. Çünkü bizzat komünist iktisat sistemi, maddi üretimi en son hadde kadar artırma esası üzerine kurulmuştur. Bu ise ancak milletin bütün fertlerini fabrikalarda, iş yerlerinde ve tarlalarda çalıştırmak» sadece doğum aylan müstesna kadını çalışmaktan alıkoymamak suretile mümkün olur. Kadın doğumu yapar, çalışmağa gider. Ondan sonra çocuk yuvaları, maddi alandaki büyük üretim metodu Mâss Produc-tion ile çocukların bakımına nezaret eder 177
îktisadî komünizmi tatbik ettiğimiz zaman kadın - her kadın- çalışmak için dışarı çıkacaktır. İşte böylece iş taksimine ve ihtisasa hürmet olmak üzere, kadını ailenin dahili işlerine, erkeği de harici işlerine tahsis eden ve içtimaî, ahlâkî ve iktisadî nizamını bu esas üzerine kuran îsîâm nizamından temel bir rüknü koparmış oluruz 178
Bu hususla ilgili clarak bir kimse çıkar da «Kadının fabrikada çalışması zaruri değildir.» derse, bu takdirde komünizmden dışarı çıkmış sayılır. (Onu söyleyen biz değil bizzat komünistlerin kendileridir.) O halde mesele sadece istihsali arttırmaktır. Bu ise şüphesiz hayatî ve asil bir gayedir.
Deriz ki, üretim ve istihsali artırmak hiçbir vakit iktisadi komünizmi kabul etmeğe muhtaç değildir. Çünkü bizzat komünistler bile üretim ve istihsali artırmayı kapitalist garpten öğrendiler179 İslâmî bir idarenin kurulması,! zirai ve sınaî üretimi artırma vesilelerinin en faidelive en yenisini nerede bulursa oradan almağa elbette mâni olmayacaktır.
2- Şüphesiz komünizmin iktisadî nizamı, tam bir diktatörlük üzerine kurulmuştur. Çünkü bu nizam, işçinin iş nev'ini ve çalışacağı yeri seçme hürriyetine sureti katiyyede itibar etmez. Devlet sadece kendi görüşüne göre bir takım işler icat eder ve bu işlere, hiçbir kimsenin o işi yapıp yapamayacağını sormadan zorla işçiler tâyin eder. Bu şekilde bir idarenin yürümesi, tabiatile fikir, söz, toplantı ve idare üzerinde tek kontrolcünün devlet olmasını zarurî kılar. Çünkü bir miktar hürriyet bırakılmış olsa bu mutlaka işçilerin, işlerinin nev'ini ve yerini seçme arzusuna müncer olacaktır. Bu ise hiç bir şekilde devletin müsamaha et-miyeceği bir şeydir. Burada devlet diktatörlüğü ile şahıs diktatörlüğü arasını ayırmamız lâzımdır. Ba-zan bilfiil hâkim olan şahıs iyi huylu, mütevazı, memleketinin hayrı için çalışan, idarî işlerde başkalariyle müşavere eden, millet vekiîleriyle görüş teatisinde bulunduktan sonra ancak bir işe kafi olarak karar veren birisi olabilir. Lâkin bunların hepsinin .iktisadi nizamı yürütmek ve bilfiil işleri kontrol etmekle ilgili olan devlet diktatörlüğü ile alâkası yoktur. İşte buna «Proleterya diktatörlüğü» denir. Rusya kendi idare sistemine sarahatle bu İsmi vermiştir.
Bazı kimselere kahramanlık t!) galebe çalar da derler ki: «Bunun ne zararı var? Madem ki, o toplumun hayrına çalışır, emek ve karşılıkta adaleti gözetir?» İşte bunların hepsi dadecebir hayalden ibarettir.
Meselâ Mısır milleti gibi bir millet diktatörlükten - âdil bir diktatörlük olsa bile- milletlerin en fazla nefret edenidir. Seneler ve nesiller boyunca boyun eğmek şöyle dursun, o diktatörlük bir kaç ay bile dayanamaz, her ne kadar kendisinde bulunması gereken irade ve birleşmeye sahip olarak ona mukavemet edemiyorsa da...
Bu millet nükteci bir millettir. O, bu nüknelerle diktatörlüğe karşı şuur altında birikmiş nefretlerinden nefes alır. Eğer bizzat o nükte yapmak da kendisine haram edilirse ve onun cezası da devlete karşı gelme töhmeti ile veya devlet nizamını değiştirmeye teşebbüs suçu ile hapis veya idam olursa, o zaman milletimin hali nice olur?!
Hayır, âdil olsa dahi insanlar diktatörlüğe elbette tahammül edemezler!
Bir kimse «İktisadi işlerimizin diktatörlükle yürümesi zarurî değildir» dediği zaman bu hale göre o iktisadi komünizmi istemiyor demektir. O halde o ancak iktisadî sosyal adaleti istiyor, demektir. Bu ise tabitil komünizmsiz mümkün olan bir şeydir.
3 - Üçüncü mesele iktisadî komünizmi tatbik et-iz, takdirde siyasî vaziyetimizin alacağı dummdur. O zaman durum ikiden biri olacaktır. Ya Mos-kova'daki komünist merkezin tevcihinden uzak, müstakil siyasî şahsiyet ve varlığımızı muhafaza etmekte devam edeceğiz. Veya bütün şahsiyet ve mevcudiyetimizi Rusya içinde eriterek ortadan kaybolup gideceğiz.
Birinci duruma gelince, elbette Rusya buna razı olmayacaktır. îşte size zihinleri işgal etmekte olan Ti-to meselesi. Yugoslavya kendi memleketinde komünizmi tam olarak tatbik ediyor. Buna rağmen kendisile Rusya arasında bir sürü husumetler ve çatışmalar meydana gelmiştir. Bunun sebebi, Yugoslavya'nın Rusya'nın içinde erimiş bir parça olmağı reddetmesidir. Komünizmi memleketimizde tatbik etitğimiz takdirde bizim durumumuz Tito ile Yugoslavya'nın durumundan daha kötü olacaktır. Çünkü Rusya'nın garpla olan dev mücadelesinde, bizim Rusya'ya inzimam etmemiz, üzerimize bir vazife olarak taayyün edecektir. Böyle yapmadığirmz takdirde o zaman biz komünist iktisat sistemimizi kapitalizmin tecavüzünden korumağa kaadir olamayız.
İkinci duruma gelince, yani Rusya'nın yapısı içinde erime durumuna, bu durum bizi müslüman olmaktan çıkardığı gibi millet ve vatanımızı da tamamen kaybettirir. Allah-ü Teâlâ müslüman milletinin temayüz etmesini ve başka milletlerin birisinin şahsiyyet yapısında eriyip gitmemesini murat etmiştir. Çünkü, îslâm, bütün âlemdeki nizamların hiçbirisine benzemeyen müstakil bir şahsiyyet yapısına sahiptir. O, Al-lahm iradesi ile meydana gelmiş bir nizamdır. O, prensiplerinin, başka bir şahsiyet içine karışıp erimesi mümkün olmayan iktisadî, içtimai, fikri ve ruhi bir şahsiyet yapısıdır.
Biz müstemlekeci garbın şahsî yapısında erimeye veya onunla müşterek bir anlaşmaya girmeye veya ona benzer unvanlar altında toplanmaya da karşıyız. Çünkü, bizim komünizme olan muarazamız komünistlerin zannedecekleri gibi- kapitalizm tekerleğine kendimizi kaptırdığımız için değildir. Lâkin bizim'bunlara olan muarazamız, kendi şahsiyetini imha etmesi ve gayrı İslâmi bir yapı içinde erimesi müslümamn üzerine haram olduğu içindir. Btf gayri İslâmi yapının garp kapitalizmi veya şarkın komünizmi olması müsavidir. Her ikisi de haramdır. Garbın askeri paktlarına girmeyi kabul edenlerin cürmü, şarkın askeri paktlarında erimeyi kabul edenlerin cürmüne hemen hemen müsavidir. Allahın ve müs-lümanlarm nazarında bunun ve onun arasında bir fark yoktur.
Başka bir yönden meseleyi ele alırsak, birbirüe niza halinde bulunan iki kütle arasında Mısır da dahil olmak üzere bütün îslâm âleminin durumu gayet ince ve ilgi çekici bir durumdur. İslâm âlemi coğrafi yönden iki kütlenin ortasında olduğu gibi, inanç, sosyal vaziyet ve iktisadi yönden de iki kütlenin tam or-tâsındadır. Bugün bizim, birbirile çekişmeli iki askerî kamptan birine inzimam etmemiz, âlemin maslahatı icabı değildir. Çünkü cihan sulhunu garanti edecek olan tek âmil, ancak bir üçüncü kütlenin takviyesi-dir. Bu ise, üçüncü kütlenin o ikiden birine tâbi olmayacak şekilde temayüz etmesi ve istiklâle kavuşma-siyle olur. îşte bu üçüncü kütle milletlerarası kuvvet terazisini ortasından tutar böylece dünyayı sarmış olan düşmanlığı yok eder veya hafifletir.
Kavmiyet mücadelesi sayılmayan bilâkis prensipler mücadelesi sayılan bu âlemşümul mücadelede, kendi başına seçkin prensiplere sahip olduğumuz halde, şahsiyetimizi ilga ve inkâr etmemiz ve tamamen bize düşman olan iki askeri kamptan birinin prensiplerini almamız akl-ı selim ile düşündüğümüz takdirde hiç bir zaman doğru olmaz. Çünkü bizim kendi prensiplerimiz daha üstün ve iyilik yönünden bizim için daha garantilidir.
Her şeye rağmen komünizmin hâlâ bocalamakta devam eden bir nizam olduğunu, bunların hepsine ilâve edebiliriz. Bilindiği gibi komünizm bütün mülkiyetleri ilga ve işçilerin alacakları ücretleri tesviye ve ayarlamakla işe başladı. Sonra acı gerçeklerin baskısından kurtulamayarak ferdî mülkiyetten muayyen bir miktar, işçilerin çalışma gücü nisbetinde ücretlerde farklılığa müsamaha etmek mecburiyetinde olduğunu anladı. İşte bununla Marks'ın iki esas prensibinden uzaklaşmış oldu. İslâm .da iki adım yaklaşmış oldu;
O halde etrafı yağma edip yutan göz alıcı sür'.at ne olursa olsun bocalamakta olan bir katara katılmamız doğru olur mu? Tekâmül etmekte olan beşeriyetin, her yeni tecrübesinde biraz daha kendisine yaklaştığı Isîâniiyeti bırakmamız doğru olur mu?
Başında birazcık aklı, vicdanında kendi şahsiyet yapışma bir güveni olan hiç bir kimse bunu kabul etmez ve böyle bir şey yapmaz. Bu vadide onlara meylederek düşünmek, çeşitli savunmalar ve çeşitli şekiller adına bürünen dahili bir hezimet ve çöküştür. Lâkin bu, ancak ahmakların ve zayıfların önderlik ede cegi bir hezimettir. 180
Dostları ilə paylaş: |