ÖNSÖZ
Şiddetli bir bunalım nî meseleler karşısında zam; dönüyor bugün aydınların çoğu, di-laman kafalarında şöyle sorular.
Acaba din, hayatın hakikatlerinden biri midir? Eğer mazide öyle idiyse, ilmin, hayatın şeklini değiştirdiği, dünyada ilim ve ilmî gerçeklerin,dışında herhangi bir konunun kalmadığı bugün de öyle olmakta devam ediyor mu?
Din beşerî bir ihtiyaç mıdır? Yoksa şahsî bir mizaç meselesi midir? ki, o zaman dileyen dindar olur, dileyen inkâr eder, neticede bu ve o müsavidir?
Bundan başka onlar, İsîâmm bugünkü durumu hakkındaki düşüncelerinde de şiddetli bir buhranın tesiri altındadırlar.
Şüphesiz İslâm davetçiîeri insanlara diyorlar ki : Bu din tek başına bir nizamdır. O yalnız inanç değildir. Yine o sadece ruhu terbiye etme ve faziletleri Öğretme vasıtası da değildir. Bunlara muzaf olarak belki hakikatte İslâmiyet âdil İktisadî bir nizam, dengelenmiş içtimaî bir sistem, medenî ve, cezaî bir hukuk nizamı, devletler arası bir kanun, akılcı bir yönetici, beden ve ruh eğitimcisidir. Bunların hepsi, ahlâkî yönetim ve ruhî terbiyeden ibaret olan bir mizaca bürünerek akideden kurulmuş bîr temel üzerine oturtulmuştur.
Aydmlar dinle ilgili buhranlarında şaşkındırlar. Çünkü onlar, İslâmiyetin sona erdiğini ve gayelerinin tükendiğini zannetmişlerdi. Sonra onlar birdenbire İslâm mefkuresinin dâvetçileri ile karşılaşıyorlar ve bu dâvetçiler onlara şöyle diyorlar :
Bilinmelidir ki, bu din iddia edildiği gibi bugün artık eski inanç, fikir ve nizamların müzesine terkedilmiş uzak mâznin kalıntılarından ibaret olan şeyler değildir; şüphesiz İslâm, şu anda yaşamaktadır. Ve ilelebet de yaşayacak olan bir nizamdır.
İslâmiyet, aralarında sosyalizm ve komünizm de olmak üzere bugüne kadar beşeriyetin tanıdığı, bütün nizamların hiçbirinin mâlik olamadığı hayatiyet unsurlarına dün ve bugün mâlik olduğu gibi yarın da mâlik olacaktır.
İşte bunların yanısıra gençlerin karşısına dikİIiveren sürpriz onları sarsar da kendilerine mâlik olamazlar ve şöyle seslenirler :
Köleliği, ağalığı, kapitalizmi mubah kılan, kadını erkeğin yarısı sayan ve onu evinde hapseden... Ceza sistemini, «El kesme, recmetme ve değnek vurma» şeklinde düzenleyen; sâliklerini zenginlerin vereceği ihsanlarla yaşamaya terk eden ve onları, bir kısmı diğerlerini istismar edecek şekilde zümrelere bölen; emekçilerin normal yaşama teminatını sağlayamayan, böylece daha neler ve neler ortaya salan bu nizam mı?
Gelecek bir tarafa acaba bugün, bu nizamın yaşaması mümkün müdür?
«İlmî esaslar!» a dayalı iktisadî ve içtimaî nizamlar arasında meydana gelmiş olan dev mücadelede rekabet etmek ve karşı koymak şöyle dursun acaba o bugün ayakta durabilmeğe muktedir bir nizam mıdır?
İlk önce, böyle düşünen «Aydınlar» in, bu şüphelerin kimler tarafından imâl edildiğini ve nereden geldiğini bilmeleri lâzımdır ki, onlar, ifade ettikleri bu safsataların hakikî sahipleri midirler, yoksa anlamadıkları şeyleri papağan gibi tekrar eden birtakım mukallitler midirler, anlasınlar!...
Şurası muhakkak ki, bu şüpheler onların ne kendi akıllarının şüphesi ne de zatî düşüncelerinin neticesidir. O halde yeni çağ tarihinden bazı şeyleri taniyabilmemiz için birkaç adım geri dönelim:
Orta çağda Avrupa ile İslâm âlemi arasında ehl-i salîp karşılaşması vukua geldi ve harbin ateşi tutuştu. Bir müddet sonra da söndü. Fakat bu harbin o zaman sona erdiğini zanneden hata eder. İşte Lord Allenby'nin Birinci Dünya Harbinde Kudüs'ün işgali sırasında, tam sarahatle söylediği söz : «Ancak şimdi Haçlt Seferleri sona ermiştir!..?»
Geçen iki asır içinde müstemlekeci Avrupa, İslâm âlemine hücum etmeğe başladı. 1882 senesinde Hidiv Tevfik'e karşı, Arabî Paşa kumandasında meydana gelen halk ayaklanmasından sonra İngilizler Mısır'a girdiler. Bundan sonra İngiliz için, İslâm dünyasında yerleşmeyi sağlayacak ve dâima kendisine karşı durabilecek İslâmî ruhu söndürmeyi teminat altına alacak, böylece kısa zamanda İslâm müdafilerini ezecek şiddetli bir siyasetten başka çıkar yol yoktu. Burada misâl olarak, Kraliçe Viktorya zamanında Başbakan Gladstone'un Avam Kamarasında, eline Mushafı alarak bu siyasetten bahisle milletvekillerine karşı yapmış olduğu konuşmada açıkça ifade ettiği şu sözleri yüksek takdirlerinize bırakıyoruz: «Durum şu ki, bu kitap Mısırlıların elinde bulunduğu müddetçe, orada bize hiç bir zaman rahat ve huzur olmayacaktır.»
İşte böylece istenilen siyaset bu memleketlerde müstem-lekeciîerin uzun müddet oturabilmeleri için, müslümanlarm dinlerinden soyulmaları, dinin ahkâmına ve âdabına sarılmaktan kaçmaları lâzımdı. Bilhassa inanış bakımından dinî bağları zayıflatmak, dinin müslümanlarm gönüllerinde yer etmiş olan kudsiyetini zamanla kaldırmak, dinin onların fikir ve vicdanlarmdaki mevcut şeklini karmakarışık etmek, bozmak gerekiyordu.
İşte İngilizler Mısır'da böyle yaptılar. Din konusunda, ibadetler ve dualardan, zikir, teşbih ve birtakım tasavvufî yollardan «Bereket» maksadiyle okunan Kur'ân'dan, İslâm ahlâkına ait birtakım nazariyattan başka, îslâmm hakikatm-dan hiçbir şey öğretmeyen bir maarif siyaseti takip ederek okullarda ona göre bir program vazettiler. Amma iktisadî ve sosyal adaleti muhtevi bir devlet nİ2amı, dahilî ve haricî siyaset için bir düstûr, öğretim ve eğitim için bir sistem, başlı başına bir hayat ve hayatı içine alan bir nizam olan İslâm... Bunlardan hiçbirisi kasden talebeye okutulmadı. Bilâkis müs-lüman çocuklarına dinleri öğretilecek yerde, habîs müstemlekeciliğin gayesini tahakkuk ettirmek maksadıyla, müslüman-ları dinlerinden uzaklaştırmak için, müsteşriklerin Haçlı zihniyetiyle kasten vazettikleri şüpheler okutuldu.
Ve bunların hepsinin yerine müslümanlara Avrupa'yı Öğrettiler, şöyle ki: Gerçek içtimaî nizamlar Avrupa'da mevcut olanlardır. Gerçek iktisadî nizam, Avrupa görüşünün ortaya koyduğu nizamdır. Uygun anayasa nizamı Avrupalıların fikir ve tecrübeleriyle aydınlığa kavuşmuş olan nizamdır. İnsan haklarını, Fransız ihtilâli takrir etmiştir. Demokrasiyi İngiliz Milleti yaşar hale getirmiş, medeniyetin esaslarını Roma İmparatorluğu te'sis etmiştir. Kısaca Avrupa kendisini müs-îümanlara, karşısında hiçbir kuvvetin duramayacağı cebbar bir dev olarak tanıtmıştır. Şark'a gelince; o, kendisinden bir kıyam ümid edilmeyen, ancak Avrupa'ya boyun eğmesi ve bütün şahsiyetini oradan alması gereken zayıf, alçak ve değersiz bir şeydir.
Bu siyaset te'sirini gösterdi. Mısırlılardan, kendisinin müstakil bir vücûdu ve özel bir şahsiyeti olduğunu duyup hisset-miyen nesiller meydana geldi. Avrupa'ya köle olma şuurunu taşıyan ve bu şuura dibine kadar dalan bir nesil... Kendi gözleriyle göremiyen, kendi aklıyla düşünemİyen, ancak Avrupalıların kendilerine gösterdiklerini görebilen ve yalnız Avrupalıların kendilerine telkin ettikleri fikirlere İnanan bir nesil...
Bugün aydınların büyük bir ekseriyeti, işte o müstemlekeciliğin koymuş olduğu plânlı siyasetin tam bir hülâsasıdır. Çünkü, onlar, İslâmiyet hakkında da ancak Avrupalıların kendilerine telkin yoluyla aşıladıkları şeyleri biliyorlar. İşte onun için onlar Avrupalılar gibi dinin devletten ve ilmin de dinden ayrılması tezini savunurlar.
Onlar Kendilerine has gafletlerine gömülmüş olarak Avrupalıların siyasî idareden soyup attıkları dinin başka bir şey, islâmî fikrin savunucularının davet ettikleri islâm dininin başka bir şey olduğunu unuturlar veya bilmemezlikten gelirler.
Bilinmelidir ki: Avrupa'yı kaplayan ve onu din düşmanlığına ve dinden uzaklaştırmağa zorlayan sebeb ve şartlar, orada yaşayan milletlere âİd birtakım davranışlardır. Onun benzeri haller, İslâm ülkelerini içine alan Şark'ta hiç vukubuî-mamiş ve vukubulması da mümkün değildir. Binaenaleyh, bizim aydınlar (!)T toplum düzeninin canlı idare organları olan. iktisadî ve siyasî işleri yürütmek hususunda, dinin terkedümesi yolundaki birtakım hazırlanmış fikirleri İthal ediyor ve Avrupa'da yaşayanların söyleye söyleye eskittikleri şeyleri sadece tekrar ediyorlar.
Hakikaten Avrupa'da, ilimle din arasında bir çatışma zuhur etmiştir. Çünkü, kilise, birtakım muayyen nazariye ve ilmî saydığı fikirlere saplanarak «Bunlar mukaddes hakikatlerdir. Çünkü, bunlar Sema'mn sözüdür.» demişti. Fakat zamanla, nazarî ve teknik ilimler o fikirlerin bozukluğunu isbat edince, orada yaşayan insanlar için sadece ilme İnanmak, kiliseye cephe almak, papazların kendilerine telkin etmeğe çalıştıkları bâtıl dini inkâr etmekten başka bir çıkar yol yoktu. Avrupa'da kilisenin kendini ilâhî bir sulta farzetmesi ve bu sultayı tatbik hususunda diktatörlük derecesine varması, bu mücadelenin şiddetini ve dinî bağlardan kurtulma arzusunu ziyadeleştirdi. Zira bu sulta öyle bir sulta oldu ki, uykuda ve uyanık hallerinde insanları kovalayan, onlara birtakım vergiler yükleyen, din adamlarına kayıtsız şartsız boyun eğmeği telkin eden çirkin bir kâbus halini aldı. Misâl olarak, Allah'ın Peygamberi Hazreti İsa (A.S.) adına birtakım hurafe ve evhamları, insanların üzerine dinin mecburî vazifeleri olarak farz kılmalarını, söyleyebiliriz. Meselâ dünyanın yuvarlak olduğunu söyledikleri için ilim adamlarına işkence etmek ve onları ateşte yakmak ve benzeri haller öylesine çirkin ve tahammülü güç bir vaziyet meydana getirdi ki, işte bu durum, o hayasız ve çirkin kâbusu parçalamağa veya hiç değilse, onu insanlar üzerinde sultası olmıyacak bir tarzda bağlamağa, hür fikir ve vicdan sahiplerinin hep birden yardımcı olmalarım âdeta farz kıldı. îşte böylece Kilisenin tasvir ettiği gibi olan dinî prensipleri çürütmek, dinde ayıplanabilecek bazı noktalar araştırmak, oradaki hür düşünürler için mukaddes bir vazife oldu.
Fakat burada, Şark'in İslâm beldelerinde ne oldu bize? Niçin ilimle dinin arasını açıyor, aralarına mevhum bir niza. ve mücadele ikame ediyoruz? Havaî arzulardan uzak olmak şartiyle hangi saf ve ilmî gerçek dîn ve akîde ile çatışmaktadır? İslâmin gölgesinde âlimlere zulüm ne zaman vâki oîmuştur? İşte bize, müsbet ilimler cümlesinden olan tıp, astronomi, hendese ve kimyada, İslâmın gölgesinde birçok âlimlerin serbest İlmî çahşmalariyîe meşhur olduklarına, kafalarında ilimle akîde arasında herhangi bir mücadelenin kopmadığma, bundan başka ilim adamlariyle devlet sultası arasında, ilim adamlarını işkenceye veya onları yakmaya müncer olan bir durum vâki olmadığına bütün vesikalarîyle tarih şahadet eder.
Hal böyle olunca, bizim aydınlan dinin ilimden ayırmadini kö'tüieyip onda mevhum noksanlıklar aramağa, araştırmasız, idraksiz ve kızgm'arm bağırmasına benzeyen bîr edâ ile çığırtkanlığa sevkeden sebeb, farkına varmadan yutmuş veya yutturulmuş oldukları müstemlekecilik zebirinden başka ne olabilir?..
Ben bu kitabı yazarken «aydınlar!» dan bahsi geçen sınıf hesabımda yoktu. Fakat bizimkiler» taklit ettikleri Avrupalıların inkarcı ve maddeci medeniyetlerinin sonunda ye'se düşerek, madde- ile mânayı bir arada yürüten bir nizama, yâni bir anda hem akideyi, hem de maddî hayatı içine alan bir nizama dönünceye kadar maalesef doğru yola gelmiyecekler.
Benim hesabımda, ancak aydın; düşünceli, İhlâslı gençlerden bir sınıf vardı. Onlar hakikate ulaşmak gayesinde samîmi arzulara sahip gençlerdir. Fakat bu şüpheler onların yollarına sed çekiyor, işte o sırada, o tertemiz gençler, onlara verecek cevap bulamıyorlar. Çünkü, hilebaz müstemlekeci, o gençlerin ışığı görmelerine, gerçek hür düşünce tarzını idrâk etmelerine mâni oluyor, böylece onları karanlıkta dolaşmağa mahkûm bırakıyor. Zira müstemlekeciliğe köle olmuşlarla, komünizmin gönüllü şeytanları, hürriyete, istiklâle ve insanlığa giden doğru yolu bulmalarından korktukları için, o masum gençleri yollarından saptırmak hususunda lüzumundan fazla gayret sarf ederler.
Bu kitabı, o aydın düşünceli ve İhlâsh gençlere takdim ediyorum.
Allahü Teâlâ'dan, onların önüne kurulacak şüphe tuzaklarını kaldırmaya beni muvaffak kılmasını dilerim.
MUHAMMED KUTUB7
Dostları ilə paylaş: |