İslam’in etrafindaki ŞÜpheler



Yüklə 0,89 Mb.
səhifə7/31
tarix27.12.2018
ölçüsü0,89 Mb.
#87561
1   2   3   4   5   6   7   8   9   10   ...   31

İslam Ve Kapitalizm

İslâm âleminde kapitalizm vücut bulmadı. Çünkü kapitalizm, makinenin icadından sonra doğdu. Böy­lece batı âleminde de tesadüfi olarak meydana geldi. Tesadüfi diyoruz, çünkü hakikatte müslümanlara yö­neltilmiş olan ve inanç sebebile yapılan ve insanlık ta­rihinde vukua gelenlerin en çirkinini temsil eden zu­lüm ve enfgizisyon mahkemeleri ve dinî taassub, En­dülüs müslümanlanmn inkırazına sebep olmasa da Endülüs İslâm devleti devam etseydi, işte bu durum­da kapitalizmin Endülüs'te müslüman araplarm elin­de meydana gelmesi mümkündü. Evet Endülüs'teki ilmî hareket tabiî ilerleme yolunda yürümekte idi. Lâ­kin oradan müslümanlan tardeden siyasî şartlar, il­mî ilerlemeyi, Avrupa kendine gelinceye kadar nor­mal vaktinden bir kaç asır geriye bıraktı. Avrupa îslâm ilimlerini ve İslâm üniversitelerinin muhafaza et­tiği diğer Yunan ilimlerini aldı, kendine maletti, on­dan sonra da keşifler ve buluşlar sahasında dev adım­larla yürüdü.

Kapitalizm îslâm âlemine, ancak müslümanlarınj kendilerini idareden âciz, Avrupalıların tuzağına düş­müş oldukları, fakirlik, cehalet, hastalık ve geriliğin içinde yüzdükleri bir sırada intikal etti ve İslâm bel­delerinde «gelişme» bahanesiyle yayıldı. Bu sebeple bazı insanlar zannettiler ki İslâm, kapitalizmi iyi ve kötü taraflarile birlikte kabullenir ve İslâm nizam ve kanunlarında kapitalizme muarız ve ona karşı duran bir şey yoktur. Çünkü İslâm ferdi mülkiyeti nıübah addeder. İşte böylece ferdî mülkiyet daha sonraları, beynelmilel iktisadî gelişme neticesi kapitalizm şeklin­deki mülkiyete inkilâb etti. Mademki İslâm aslı nıü­bah sayar, o halde tabiatile o asla müstenit sonuçlan da mubah sayar.

Onlara cevap vermek için iktisat okuyanlara şu küçük bedaheti zikretmemiz kâfidir. O bedahet de şu­dur . Şüphesiz kapitalizmin riba (faiz) ve ihtikâr yap­madan ayakta durması ve bugün dünyadaki mevcut yaygın şeklini alması mümkün değildir. Lâkin İslâm, kapitalizmin dayandığı o iki esası kapitalizmin neşe­tinden çok önce yâni biti seneden daha fazla bir za­man önce haram etmiştir.

Lâkin biz o bâtıl taraflarına verilecek cevapta acele etmek istemiyoruz. Biz şöyle bir faraziye kurmak isteriz : Makinenin icadının İslâm âleminde meydana geldiğini kabul edelim. O zaman makinenin icadı ne­ticesinde bizzarûre meydana gelecek olan iktisadî ge­lişmeyi İslâm acaba nasıl karşılayacaktı? Kendi pren­sip ve kanunlarının gölgesinde iş ve üretim münase­betlerini acaba nasıl tanzim edecekti?

İktisat yazarları, hattâ aralarında kapitalizme düş­man olanlar ve başlarında Kari Marks olduğu halde kapitalizmin başlangıçta ilerici bir dev adımı olduğun­da ve hayatın çeşitli sahalarında insanlık için muaz­zam hizmetler yaptığında ittifak ederler. Zira, kapita­lizm, istihsali ziyad el eştirmiş, ulaştırma vasıtalarını ıslâh etmiş, daha evvel istifade etmek imkânı olmayan tabiî kaynakları geniş bir şekilde verimli bir hale ge­tirmiş, tamamen veya kısmen ziraata dayanan devir­lerde içinde bulundukları duruma nisbetle işçi sınıfı­nın hayat seviyesini yükseltmiştir. Lâkin bu parlak sa-hife çok devam etmedi. Çünkü kapitalizm, söyledik­leri gibi tabiî tekâmülü ile servetlerin sermaye sahip­lerinin elinde toplanmasına, buna mukabil işçilerin elindekilerin nisbi bir artışı olduğundan diğerlerine nisbetle azalmasına yol açtı. Böylece sermayedarla­rın, bir had ve hududu olmayan ahlâk dışı, lüks hayat yaşamasını sağlayan fahiş- kazançlar sebebile kapita­listler, «sermayenin faizini» kendine mal ederek istih­salden en büyük miktarı elde etmek için işçiyi - ki, o. komünizme göre hakikî müstahsildir- çalıştırma­ğa ve emekçi işçilerin çoğu için normal bir yaşayışa kifayet etmeyen az bir ücret vermeğe başladılar. Bun­lar başka bir hakikat üzerine ilâve edilir ki, o hakikat da şudur: İşçinin ücretinin azlığı kapitalist memle­ketlerdeki fabrikaların imâl ettikleri malların tama­mını istihlâke mâni olur. Zira, eğer işçi istihsal edile­nin hepsini veya çoğunu istihlâk etmeğe yetecek mik­tarda ücret almış olsa sermayenin kazanması muhal olur veya kâr durumu en az hadde kadar düşer. Bu ise kapitalizmin asla müsamaha etmiyeceği şeydir. Çünkü, kapitalizm imâl ve istihsalini istihlâk için de­ğil, kazanmak için yapar. Bu yüzden senelerin geçme­siyle mallar birikir, kapitalist devletler, imalâtlarını sarfetmek için yeni pazarlar ararlar. Böylece müstem­lekecilik ve onu takibeden ham madde kaynaklan ve pazarları etrafında boğuşmalar ve didişmeler doğar. Nihayet bu durum, yıkıcı ve parçalayıcı harplerle so­na erer.

Bununla beraber kapitalist nizamın gölgesinde gittikçe artan istihsale nisbetle, ücretlerin ve ona bağ­lı olarak istihlâkin azlığından kaynaklanan sıkıntı ne­ticesinde bir takım ardı arkası kesilmeyen buhranların doğması zarurîdir.

İktisadın cebriliğine inananlar ve ma'nayı bırakıp maddiyata çağıranlara, «Bunların hepsi ne sermaye sahiplerinin kötü niyetlerinden, ne de onların istismar hususundaki zatî arzularından doğar. Bunlar, ancak sermayenin tabiatındandır!.» dedirten hayret verici düşünce tarzından vazgeçerek, bütün varlığını, düşün­ce ve duygulariyle iktisadî kuvvet önünde insanı hiç­bir kuvvet ve kudreti olmayan seîbi (pasif) bir mah­lûk yapan oldukça garip ve basit anlayıştan sarfına­zar ederek ortaya attığımız dâvaya döneriz ki, o da İslâm âleminde kapitalizmin meydana gelmesi hali­dir.

Aralarında Kari Mars'ın da bulunduğu iktisat bil­ginlerinin ittifak ettikleri ilk adımlar, İslâm kapita­lizminin beşeriyyet için umumi bir hayır olması veya en az onda hayırların serlere üstün gelmesi üzerinde­dir. Çünkü İslâm, kapitalizmin yoluna durmak için gelmedi. Zira o beşeriyyete ait hayırları sevmemezlik etmez. Kaldı ki, İslâmm daimî olan vazifesi ancak ve ancak hayırları yaymaktır.

Bununla beraber İslâm, kapitalizmle ilgili husus­ları tanzim eden kötü istismarcılığı ve ona arkadaş­lık edebilecek kötülükleri yasak eden bir kanun koy-maksızm kapitalizmi kendi haliyle başbaşa bırakma­dı. İsterse doğması muhtemel bu kötülük, sermaye sahibinin içindeki kötü niyyetten meydana gelen bir şey, yahut sermayedarın herhangi bir müdahalesi ol­madan bizatihi kapitalizmin tabiatından doğmuş bir şey olsun, müsavidir. Bu meselede İslâmın vazettiği |i teşriî esası, umumiyetle bütün kapitalist devletlere geçmiştir. Bu da işçiyi sermaye sahibiyle beraber kâra ortak sayma esasıdır. Maliki mezhebinden bazı fakîhler, ortaklığı, nısıfla (yarı yarıya) tahdit etmeğe kail olmuşlardır. Şöyle ki, mal sahibi bütün mali ve teknik külfetleri yüklenir, işçi de çalışma gücü ile müstakil kalır. Böylece mal üretiminde mal sahibinin çalışma ve külfetini, işçinin çalışma ve istihsal sanatına eşit saydılar. Bu esasa göre her iki tarafın da kârdaki his­selerini müsavi kabul ettiler. Burada göze çarpan ilk husus, İslâmm adalete karşı olan hayret verici ihtima­mını ve gönüllü olarak, iktisadî zaruretlere boyun eğ­meden adaleti düşünmekte ve onu tatbikte bütün ni­zamları geçmiş olmasıdır. İslâm, ulaştığı bu seviyeye, iktisadi doktrinleri savunan bazı kimselerin iddia et­tikleri sınıf mücadelelerinin sonucu olarak ulaşmamış-, tır. Bunlara göre iktisadî alâkaların gelişmesinde tek ve faal faktör sınıf mücadeleleridir.

İslâm bunların hiç birine boyun eğmemiş ve te­sirleri altında kalmamıştır.

Sanatlar ilk başlangıcında basit el sanatlarından ibaretti. İşçilerden pek azı basit atölye ve fabrikalar­da çalışırdı. İşaret ettiğimiz bu hakikî nizam Avru­pa'nın uzun tarihinde rüyasında bile görmediği bir adalet esasına dayanan, sermaye ile iş arasındaki alâ­kaları tanzim ve tertip etmeğe yeterli olan bir sistem­di.

Lâkin İslâm fıkhı bu seviyede durdu; Bu haddi za­tında yüksek bir seviye idi. Çünkü, İslâm âlemi ondan sonra her taraftan gelen musibetlere maruz kaldı.

Bu musibetler iki cihetten geldi:



a) Dışarıdan: Bazan Tatarlar ve Moğollar, ba-zan Haçlı Seferlerinde ve Endülüs fecaatmda olduğu gibi Hıristiyanlardan,

b) İçeriden: Müslümanların ilerlemesine mâni olan ve yakın zamana kadar da tesirlerinin ıztırabı çekilen zihni, ruhi ve hissi bir anlayışsızlığı doğuran dahilî çekişmelerden meydana gelmiştir. Mekanik âletlerin icadından sonra beşeriyet süratle gelişiyordu. Hergün meydana gelen yeni yeni hâdiseler, beşer top­lulukları arasında yeni alâkalar meydana getiriyor­du. İslâm âlemi onlara iştirak edemedi. Dolayısiyle Fı­kıh da o hâdiselerin gelişmesine uygun olan içtihat-leri yaparak gerekli kaideleri vazetmedi.

Lâkin fıkıh başka bir şey, şeriat başka bir şeydir. Şeriat, genel prensipleri ihtiva eden sabit kaynaktır (Bazan ince tafsilâtlar da ihtiva eder). Ama fıkha gelince o her asra münasip düşen ahkâmı şeriattan almak suretiyle geliştirmektir. O hiç bir asırda ve hiç bir nesilde durmayan ve kendi kendini yenileyen bir unsurdur.

Bununla beraber kapitalizmin gelişmesi karşısın­da şeriattan fıkhi tatbikatı istinbat etmek için büyük çapta yorucu çalışmaya muhtaç değiliz. Çünkü şeriat, tevil ihtimali olmayan açık ve sarih prensiplerle do­ludur ve bunlarla bizim imdadımıza yetişmiştir.

İktisat tarihçileri derler ki: Kapitalizm başlangıç­ta üzerinde kurulduğu iyi ve basit şeklinden bugün ulaştığı .kötü şekline doğru gelişmesi esnasında yavaş yavaş şahsî ve ailevî borçlar üzerine dayanmağa baş­ladı. Bundan, büyük kapitalizm faaliyetlerini tanzim eden, elde ettiği kazanç ve «faydalar» mukabilinde sermayeyi çalıştırmak maksadiyle maldan muhtaç olduğu şeyleri borç olarak almayı sağlayan son istih­lâk sistemi doğdu.

Burada biz, içinden çıkılmaz hale gelmiş iktisadi tafsilâta girmeğe muhtaç değiliz. Bu herkesçe kabul edilen bir hakikattir. Etraflı bilgi isteyenler, iktisat kitaplarına dönsün, onları okusun.

Bizce mühim olan, bu borçların ve Bankaların yap­makta oldukları işlerin esasına dayanmış olduğuna işaret etmektir. Riba ise îslâmda sarih bir emirle ha­ramdır. -

İktisatçılar da derler ki bu, zamanımızda müşa-hade edilen bir harekettir. Muhakkak ki kapitalizmin amansız rekabeti, sonunda küçük şirketlerin yıkılma­sına veya büyük bir şirKet tesisi için birleşerek birbir-lerinde eriyip kaybolmasına müncer olur. Bu ve o, so­nunda işi mutlaka ihtikâra götürür. İhtikâr ise, Re-sûlüllahm o konuda söylediği hadîslerleriyle İslâmda, haramdır.56

Binaenaleyh kapitalizm, eğer îsîâmm kucağında doğmuş olsaydı, onun bugün ulaştığı kötü duruma; yani istismarcılığa, müstemlekeciliğe ve harplere gö­türen çirkin ve aşırı şekline ulaşması ve bu yolda ge­lişmesi mümkün olmazdı.

O halde acaba onun seyri nasıl olurdu? Kapita­lizm, İslâm fıkhının ulaştığı basit el sanatları hududunda durur muydu? Yoksa korkulan kötülüğün vâ­ki' olmayacağı ve kendisinden hayırlar beklenen baş­ka bir yol mu tutarda?

Sanayinin durmasına gelince, bu duraklama İslâ-mın göstermediği bir harekettir. İslâm alemindeki icat ve keşifler mutlaka yolunda devam etmeli, bunlar is­tihsal vesilelerine mutlaka tesir etmeli, böylece sonun­da büyük istihsale ulaşmalı idi (mass production).

19 ve 20. asırlar boyunca Avrupa'da meydana gel­diğinden başka bîr şekilde istihlâk ve istihsalin geliş­mesine gelince bu, ücretler mevzuunda kazancın yarı­sını işçiye verme meselesinde olduğu gibi İslâmm özel görüşleri mucibince sadece iktisatla ilgili kanun ve hükümleri geliştirmekle mümkün olacaktır.

İslâm bununla iki şeyi bir anda korumayı hedef



1 - İslâm şeriatının haram ettiği ihtikâr ve riba-dan insanları korumak.

2 - En çirkin istismar ile insanları istismar eden ve kanlarım emen sermayedarlara bir av olarak bıra­kıldıkları ve kahredici fakirliğin ve insan haysiyyeti-ni zedeliyen bir yaşayışın içine terk edil dikleri zaman işçilere gelecek çirkin zulmü de engellemektir.

Çünkü bu, İslâmm kabul etmesi mümkün olma­yan bir iştir. Hiçbir kimse, acı tecrübeleri, sınıf müca­delelerini, kendi nizamını tadile zorlayan iktisadi bas­kıları geçirmeden, bir hamlede îsîâmın o dereceye ulaşmasının mümkün olamıyacağını söyleyemez. İş­te bize göre kafi delillerle sabit olmuştur ki İslâm, herhangi bir baskıya boyun eğmeden, gönüllü bir ha­reket olarak kölelik, derebeylik ve basit kapitalizm

Alır meselelerinde beşeriyyetin gelişme seyrini geçmiştir. İslâm bu geçişi, komünistlerden Engels ve diğerleri­nin alay etmeğe yeltendikleri ezelî hak ve adaletten doğan zati mefkûresiyle ortaya atılarak yaptı. Buna misâl, şöyle sabit olmuştur. Bizzat Rusya birdenbire derebeylikten komünizme geçmiştir. Kapitalizm mer­halesine uğramamıştır. Bu olay, Kari Marks'm beşe­riyyetin geçirmesi lâzım gelen gelişme merhalelerini tahdit hususundaki nazariyelerinin en büyük amelî yalanlayıcısıdır.

Müstemlekecilik, harpler, milletleri sömürme ve buna benzer beynelmilel kötülüklere arkadaşlık eden her hareket ve davranışa gelince, bunların hepsi ta-biatiyle aslen İslâmm hesabından hariç olan şeyler­dir. Bir beldeyi müstemleke yapmak ve sömürmek için harp açmak îslâmın prensiplerinden değildir. Çünkü, İslâmm kabul eylediği biricik harp, ancak sulha ça­ğırma yolunda silâhlı kuvvetlerin karşı koyduğu za­man vaki' düşmanlığı defetmek veya İslâm davetini neşretmek, maksadiyle yapılan harptir.

îslâmda, komünistlerin ve hempalarının demek istedikleri şu hususlara mahal yoktur:

«Beşer hayatında müstemlekecilik zanır! bir meseledir. Prensip ve ahlâk kaziyyeîerinin Onun yolunda durması müm­kün değildir. Çünkü o, sanayi memleketlerinde istihsal malla­rının birikmesinden ve onları sarfetmek için dış memleketlerde bir takım pazarlara olan ihtiyaçtan neşet eden iktisadî bir me­seledir.»

Bu hezeyanların hiçbirine mahal yoktur. Çünkü bizzat onlar, kendileri diyorlar ve en azından iddia ediyorlar ki, muhakkak Rusya bu müşkülleri hal için başka bir yoldan hareket edecektir. O hareket tarzı da istihsalden işçilerin nasibini ziyadeleştirmek ve sarfiyatta: müstemlekeciliğe muhtaç olacak bir faz­lalığın kalmaması şartıyla iş saatlerini azaltmak ola­caktır. Komünizmin iddia ettiği bu husus, yalnız on­lara münhasır bir şey değildir. Halbuki tarih, müstem­lekeciliğin beşeriyette eski bir karakter olduğuna, onun kapitalizmden doğmadığına şehadet eder. Kapi­talizm, yeni çağda yeni tahrip vesilelerinden ele ge­çirdiği imkânlarla müstemlekeciliğin hırs ve zulmü­nü ziyadeleştirmiştir. Lâkin, galibin mağlubu istis­marı olan müstemlekecilik, prensip bakımından Ro­malılar devrinde, çirkinlik bakımından ise bugün ol­duğundan daha az değildi. Yine tarih şehadet eder ki, bu babdaen temiz nizam ancak İslâm nizamı'dır. Çünkü, İslâmm harpleri, İslâmm aleyhine olarak he­saba katılmayacak derecede pek azı müstesna, istis­mar ve milletleri zillete düşürmekten uzaktır. Eğer büyük sanayi îslâm nizamında vücut bulsa idi îslâm nizamı istihsalden doğan faiz müşkülünü harpsiz ve istilâsız olarak hal hususunda dayanılacak nizamla­rın en üstünü idi. Kaldı ki, istihsalden meydana gelen faiz meselesi ancak ve ancak bu şekliyle kapitalizm nizamı için bir kısımdır, bütün değildir, cüz'dür. Eğer esasları değişmiş olsa müşkülât diye bir şey kalmaz.57

Bunların hepsi, mes'eleyi sadece bir yönden ele almaktır. Eğer mes'eleyi bir başka yönden ele alır­sak, İslâm nizamında mes'uliyet sahibi kimse yani (idareci), insanlardan bir grubun elinde malların top­lanması, buna mukabil büyük çoğunluğun mahru­miyet ve fakirlik içinde ezilmesi karşısında acze düş­mez. Bu durum, Islâmın, herkes arasında servetlerin tevziini emreden sarih prensibine aykırıdır: -Servet­lerin, içinizden sadece zenginler arasında el değişti­ren bir şey olmaması için. 58

Vaziyet bu dereceye ulaşınca, milletin mes'uliyetini elinde tutan hâkim, kanunları adalet üzere tatbik etmekle mükelleftir. Hareket ve davranışların­da Allah'a ve O'nun kanunlarına itaat etmek şartile hâkimin elinde geniş sulta ve selâhiyet vardır. Kaldı ki bütün Islâmî prensipler, servetin bu şekilde tek el­de toplanmasını başlangıçtan meneder.

Biz burada islâmm veraset nizamına, her nesle servetin dağılışına, zekât nizamına, sermayeden ve onun her seneki kazancından kırkta bir nisbetinde ze­kâtı alışına, bazı hallerde zaruretler sebebi ile beytülmalin muhtaç olduğu miktarın ferdin servetinden alınmasını mubah kılan kefalet nizamına, sonra mal­lan depo etmenin ve sermayenin bazı ellerde aşırı derecede birikmesine birinci esas faktör olan ribanın (faiz) haram edilişine, daha sonra müslüman cemi­yetin fertleri arasındaki tabiî alâka ve bağlara ve bunların hepsinin umumî kefalet nizamı üzerine ku­ruluşuna işaret edeceğiz.

Sonra Resûlüllahırı, devlet memurlarına garanti ettiği sosyal teminatlar, insana ait esas ihtiyaçları içi­ne alır: «Bir kimse bizim bir işimizle görevli olur da, meskeni bulunmazsa bir mesken edinsin] hanımı yoksa evlensin, hizmetçisi yoksa bîr hizmetçi edinsin; bi­neği yoksa kendine bir binek temin etsin59

Bu teminatların sadece devlet memurlarına mün­hasır olması akîen mümkün değildir. Gerçek şudur ki bunlar, yasayan her şahsın, yaptığı iş mukabilinde nail olacağı temel ihtiyaçlardır. Yapmış olduğu vazi­fe isterse doğrudan doğruya devlete ait olsun, isterse faydaları cemiyete dönen bir sanat olsun, farketmez. Mademki devlet kendi işinde çalışan kimselere bu ih­tiyaçları garanti etmiştir, o halde devlet nizamı için­de bir işle meşgul olan her fert için de temin etmekle mükelleftir. Bu hususta ihtiyarlık, çocukluk, hastalık ve benzeri sebeplerden biri ile çalışmaktan âciz olan­lara beytülmalin kefaleti ve özel kaynaklan kendi ih­tiyaçlarına kifayet etmeyenlerin temel ihtiyaçlarını tamamlaması, bu konuda bizi te'yid eder. Bunların hepsi, vesilelerden bir vesile ile Resûlüllahm hadîsin­de zikrettiği esas ihtiyaçları, fabrika ve benzeri mües­seselerin işçilerine temin etmeleri hususunda devletin mes'uliyetlerine açık bir şekilde delâlet eder. Mühim olan sadece vasıtalar veya sebepler değil, bilâkis mil­letin fert ve zümrelerine vergilerin ve ganimetlerin tevziinde huzur ve emniyet verecek olan prensipler­dir. İslâm, işçilerin bu ihtiyaçlarını teminat altına almakla kötü istismardan onları korumuş ve onlara hür ve saygıdeğer yaşamağı temin etmiş olur.

Bununla beraber îsîâmın, «Medeni» garpta bugün görenekte olduğumuz çirkin şekli ile kapitalizmin ya­şamasına müsamaha etmesi mümkün olmazdı.

Îsîâmın hukuk sistemleri içinde bizzat mevcut olanlarla genel prensipler hududunda kanunla ilgili olarak gelişen şartları karşılamak için meydana ge­len nizamı, kapitalizmin kötülüklerine karşı duracak, milletleri köleleştirmek, harpler, istilâlar, müstemle­kecilik, emekçi zümrenin kazançlarını istismar ve kanlarını emmek gibi kapitalizmin bugün irtikâp et­mekte olduğu şeylere katiyyen müsamaha etmeye­cekti.

Lâkin İslâm, âdeti olduğu veçhile sadece iktisadi ve gayri iktisadî kanunlarla iktifa etmek için var ol­madı. O, bunların yanında -komünistlerin alay et­tikleri - ahlâkî ve ruhî davete de ehemmiyet veriyor­du. Komünistler Avrupa'da bu cihetleri, amelî esasa dayanmayan şeyler olarak görüyorlardı. Halbuki bun­lar İslâm'da öyle değildir. İslâm nizamı birbirinden ayn olarak ruha başka bir davet; iktisadî tanzime baş­ka bir davet tevcih etmez, İslâm, ruhun terbiyesi ile toplumun tanzimini eşsiz bir sistemle birbirine mecze der. Bunun ve onun ortasını bulur. Ferdi, nazariyet ile fiiliyat arasım birleştirmeğe çalışan fakat doğru­yu bulamıyan ve buna da gücü yetmiyen, yolunu şa­şırmış bir şaşkın olarak bırakmaz. Çünkü İslâm, koy­duğu kanunları ahlâkî bir esas üzerine ikame eder ve ahlâkî daveti kanunla beraber yürütür. Böylece iki taraf bir tek nizamda birleşir. Çatışma ve ayrışma ol­madan onlardan herbiri diğerini tamamlıyan bir bag haline gelir.

Ahlâkî davet burada lüksü yasak eder ve ona harp açar. Kazançların insanlardan belli bir zümre­nin elinde toplanması halinde başkalarının kinini cel­beden lüks ve sefahattan başka bir şey meydana gelir mi? Ahlâkî davet işçiye zulmü ve onun hakettiği üc­retinin ödenmemesini haram kılar. Kazançların belli ellerde toplanması ücretle çalışanlara zulümden başka bir yoldan meydana gelir mi? İslâmın ahlâk ni­zamı, ücretle çalışana zulmü ve ona ücretini tam ver­memeği yasaklar. İnsanı, bütün malından olmak ba­hasına da olsa yine Allah yolunda mal sarfına davet eder. Milletlerin çoğunun içinde yaşadığı fakirlik aca­ba zenginlerin mallarını sadece kendi nefislerine sar-fetmeleri ve Allah yolunda harcamamalarından baş­ka bir şeyden mi meydana gelir?.60

Ruhî davet insanı Allah'a bağlar. Allah rızası uğ­runda ve âhiret sevabını bekleyerek dünya ganimet ve zevklerinden uzaklaşmasını sağlar. O halde insan Allah ile kendi arasında bir rabıtası veya âhiret gü­nüne ve oradaki nimet ve azaba kalbinde biraz îma­nı varken mal için zulüm ve istismar yoluna gider mi?.. Mal toplamak maksadı ile boğuşur mu?.

Böylece ahlâki ve ruhi davetin vazifesi kapitaliz­min karşısına dikilecek olan iktisadî prensipleri hazır­lamaktır. Tâ ki bu kanunlar gelince beşerin ona olan itaati kanun korkusundan değil, ancak vicdanın derin­liklerindeki bir inanç ve arzudan kopup gelsin.

Fakat İslâm âleminde bugün en çirkin manzara-larıyla ayakta duran kapitalizme gelince, o îslâmdan değildir. İslâm da hiç bir vakit ondan sorumlu olamaz. Çünkü insanlar az veya çok hayatlarında İslâmı ha­kem tanımıyorlar veya İslâmın kendilerine hükmet­mesini özlemi yorlar. 61


Yüklə 0,89 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6   7   8   9   10   ...   31




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin