İslam’in etrafindaki ŞÜpheler


DÎNİN GAYE ve HEDEFLERİ TÜKENDİ Mİ?



Yüklə 0,89 Mb.
səhifə3/31
tarix27.12.2018
ölçüsü0,89 Mb.
#87561
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   31

DÎNİN GAYE ve HEDEFLERİ TÜKENDİ Mİ?

Onsekiz ve ondokuzuncu asırdaki ilmi başarıla­rın sarhoşluğu içinde kendini kaybeden bazı Avrupa-lı'Iar, dinin gayesinin tükendiğini ve yerini ilm'e ter-kettiğini zannettiler. Onun için Garb âleminde sosyo­loji ve psikoloji âlimlerinin ekserisi bu zan üzeredir.

işte meselâ Freud CFroyd) beşeriyetin hayatını üç psikolojik merhaleye ayırır: Birincisi, hurafeler merhalesi, İkincisi, dindarlık merhalesi, Üçüncüsü ve sonuncusu, ilim merhalesi!.

Avrupa âlimlerinin, dine düşman ve dinden uzak­laştırıcı olan bu nazariyeyi benimsemelerinin sebeb ve sâiklerini mukaddimede izah etmiş ve «Kilise ile ilim adamları arasında başlayan mücadele, Kilise ta­rafından söylenenlerin bihakkın hurafe, gerilik ve gericilik olduğunu, binaenaleyh beşeriyetin mede­niyet yolunda ilerlemesine imkân verilmesi için yeri­ni ilme bırakması lâzım geldiğini ilim adamlarına his­settirdi.» demiştik.

Sonra mağlûb duruma düşmüş olan müslüman şarktaki taklid hastalığı, bir takım zavallı müslümanlara, ilerlemenin tek yolunun ancak muzaffer Avru­pa'nın yolu olduğunu ve Avrupa'nın dini terk ettiği gibi kendilerinin de dini terketmeleri gerektiğini, telkin etti. Eğer böyle yapmazlarsa gerilik ve hurafe içinde şaşkın şaşkın dolaşacaklarını hayal ettirdi!

Bununla beraber, Avrupa âlim ve yazarlarının hepsi din düşmanı değildir! Onlar arasında, Avrupa'­nın inkarcı maddeciliğinin esaretinden kurtularak gö­nülleri vicdani hürriyete ve akılları hür düşünceye kavuşmuş, inanmanın aynı zamanda akli ve nefsi bir ihtiyaç olduğunu idrak etmiş makul davranışlı insan­lar da vardır. Onlara en bariz misâl, hayatına şekci ve inkarcı olarak başlayan, sonra ilmi araştırmalarla «ilmin en büyük müşkülünü ancak bir tek Allah'ın varlığı ve O'na iman etmek halleder.» neticesine va­ran astronomi âlimi James Jeans ile, bir tek fikir ve nizam içinde maddi ve ruhî kuvvetleri cemettiğinden dolayı özellikle islâm dinini öven meşhur içtimaiyat­çı Ginsburg'dur. Bunlardan başka işte meşhur yazar Samerset Maugham doğruluğunda şüphe olmayan sözünü söylüyor: «Muhakkak ki, Avrupa bugün Al­lah'ını kaybetmiş ve yeni bir Allah'a inanmıştır. O da ilimdir. Lâkin ilim devamlı değişen bir varlıktır. İlim dün inkâr ettiğini bugün isbat eder. Ve bugün isbat ettiğini de yarın inkâr eder. îşte o sebepten dolayı il­min kullarını, istikrar ve sükûndan mahrum daimî bir ızdırab ve gönül darlığı içinde bulursun.- Şüphe­siz bu görüş bir hakikattir. Muztarib garbın içinde ya­şadığı bu daimî huzursuzluk, orada, insanların âsâbını bozan, ruhî ve fikri, çeşitli hastalıkların isabetine sebep olan bu ızdırap, yerde ve gökte sabit bir kuvve­te dayanmaksızın insanlar arasında cereyan eden dai­mî çatışmaların neticesidir, insanların etrafındaki her şey değişiyor, siyasî nizamlar değişiyor, devletlerin ve fertlerin birbirlerile olan alâkaları değişiyor, ilmî' hakikatler değişiyor...

Sabit bir kuvvetin bulunmadığı yer ve zamanda,! önüne geçilemeyen akışına devam eden hayatla mü-j cadelede fertlerin dayanacağı bir tek zaruri ve kaçı­nılmaz netice vardır : Gönül darlığı ve ıztırab.

Fert, itikad ve amellerile Allah'a yöneldiği, O'-nun rızasını kazanmak için azgınlık ve kötülüğe kar­şı mukavemet ettiği, O'nun iradesini tenfiz edip seva­bına nail olmak için yeryüzünü imar etmeğe çalıştı­ğı sırada Allah'a inanarak yaşamakta bulacağı hu­zur ve emniyetten başka, inancın insan hayatında ifâ edeceği bir vazifesi olmasa bile bu dahi ona sarılma­ğa kâfi derecede hak verdirici bir sebebdir.

İmansız yaşayan insan nasıl bir varlıktır? Ebedll hayatın yeri ve kaynağı başka bir âleme inanmayan insan nasıl bir varlıktır? Şüphesiz olan şudur ki, yokluk şuuru; yâni, ferdin rüyaları ve emellerine nisbetle ömrün azlığını ve kısalığını idrak etme şuuru, mutlaka onu kaplar. İşte o zaman fert, kısa hayatında] dünyaya ait zevklerden pek çoğunu gerçekleştirmek maksadile şehevî arzuların arkasından koşar. Kendi­ne bahşedilmiş olan bu biricik fırsattan istifade dü-şüncesile yalan faydalardan becerebileceği her şeyiı yapmak için bu dünyada elde edeceği menfaatlere ve; bu uğurda vahşice yapılan mücadeleye ihtirasla sarılir... insanlar hislerinde ve düşüncelerinde alçalır.| Hayatın hedeflerini ve o hedeflere vardıran vasıtala­rı elde etme hususundaki tasavvur ve düşüncelerin seviyesi düşer, insanlar, yüksek insanî düşünce ile ha­reket etmeyen ve kendisinde sevgi, merhamet ve ger­çek yardımlaşma duygusundan bir iz bulunmayan çirkin mücadele âlemine inerler. O zaman onlar, be­denin arzularına ve içgüdülerin isteklerine hayvan-! ca boyun eğerler. Bir lâhza olsun, asil bir duyguya,

insanca cömert bir mânâya doğru yücelmek istemez­ler.

Şüphesiz onlar hayat yolundaki mücadelele­rinde fayda ve zevkten bir şeyler gerçekleştiriyor­lar. Lâkin onlar bu sefer, fayda ve zevk üzerine tek­sif ettikleri hirslarile onların hepsini ifsad ediyorlar. Fertlere gelince, şehevî arzular onları köle yapacak­tır. Böylece onlar, şehevî arzulara boyun eğecek ve te'sirinden kurtulamıyacak bir şekilde bu arzulara esir olurlar. Milletlere gelince, onların hareket tarzı da hayatın zevkini bozacaktır. İlim, o büyük ve mühim vasıta- insanlığın faydasından alınıp mut­lak tahribe ve korkunç parçalanmaya sebeb olacak harplere vasıta kılınacaktır. Dinin ve inanmanın, ha­yatta dirilere bahşettiği gönül ferahlığı, dünyada gön­lüne düşüp de yapamadığı şeylerin hepsmi yapma imkânına sahib olacağı ebedî bir hayatın varlığına inanmaktan başka gördüğü mühim bir vazifesi olma­sa bile Yine din için, yeryüzündeki çatışmanın şiddetini azaltmaktan, sevgi, merhamet ve kardeşlik duygularının yerleşmesine imkân vermekten başka bir vazifesi olmamış olsa bile, işte bu saydıklarımız, îmana sarılmağa ve ondan hayırlı azıklar elde etmeğe kâfi bir sebebdir.

En yüksek doktrinlerin, insanî fikirlerin ve yük­sek inançların sahiplerine, fikir ve prensiplerinin mü­dafaası uğrunda azgınlara ve şer kuvvetlere karşı mücadele sabrını ve mukavemet şuurunu veren ne­dir veya kimdir? Acaba onların bekledikleri menfaat mi? Halbuki, onlardan bir kısmı - belki çoğu - bek­lenen faydayı elde etmeksizin hayatlarını tüketiyor­lar. Malûmdur ki, şahsî menfaat üzerine kurulmuş olan dâva hiç bir vakit başarıya ulaşamaz, olsa olsa. ancak onun küçük bir kısmı tahakkuk edebilir. En so­nunda da ihtiras fırtınaları; şehvet ve menfaat kasır­gaları onu çürütüp atar. Çünkü, o, köksüz ayakta du­ran bir şeydir.

O halde sabır've mukavemete sevkeden sebeb sa­dece dünyada elde edilen yakın fayda ve menfaat de­ğildir.

Bazı ıslahatçılar, kuvvet ve sabrı kinlerinden alır­lar! Şahsî kinleri, insanlardan bir zümreye olan kin-r leri, veyahut içinde yaşadıkları nesle olan kinlerin­den... Böylesi islâh hususundaki hedefine bazan ula­şır. Bazan da varmak istedikleri gaye uğrunda hsr türlü mahrumiyet ve işkenceye tahammül edecek de­receye varabilir. Lâkin kin ve adavet üzerine bina edil­miş olan doktrinlerin beşeriyeti, hayırlara götürme­si mümkün değildir. Bu türlü doktrinler bazan belli ve geçici bir müşkülü halleder, mevcut bir zulmü kal­dırır, fakat hiçbir vakit beşeriyetin çekmekte olduğu bir çok illetlerden mütevellit elem ve ıztırabları din-dirici bir ilâç olamaz. Muhakak olan şudur ki, o tür­lü mukavemet,, içinde bulunan kinler ve ölçüsüz dü­şüklükler sebebiyle, yolundan inhiraf eder, böylece bir kötülüğü başka bir kötülükle; bir zulmü başka bir zu­lümle; bir düşmeyi bir başka düşme ile değiştirir.

Gerçek akîde ancak, yakın menfaat üzerine ku­rulmamış olan, gıdasını kinlerden ve kötü düşünceler­den almayan, temiz ve doğru kardeşliği hedef tutan, insanların hayrım istediği için kötülüklerle mücade­le eden akidedir. İşte insanlara fayda veren, onlar medeniyet yolculuğunda ileriye, iyiye götüren, yalnızj bu akidedir.

Allah sevgisinden doğan en büyük sevgiye, Allâh'a ulaşan en büyük hayra, hayatın gerçekleri kendişile ölçülen en büyük hakikate giden yol, iman ol­madan iıasıl bulunur? Yeryüzünde yok olup gitme dü­şüncesini hafızadan çıkaran, kişiye devamlılık ve ebe­dilik şuurunu kazandıran, çalışmaların Semeresiz, üstün duyguların karşılıksız zayi' olup gideceği fik­rini akıldan uzaklaştıran bir başka âleme inanma duygu ve iz'anı olmadan o yüksek insanı vasıflara ulaşmanın yolu ne olabilir?

Bu söylediklerimiz akideye... Allah ve âhiret gü­nü ile ilgili her türlü inanca mütealliktir.

Lâkin îsiâma gelince, O'nun başka bir hesabı vardır.

«îslâmın hedefleri tükenmiştir» düşüncesi kalble-rine gelenler, Islâmın niçin. geldiğini bilmiyorlar. On­lar sadece Mısır okullarında okutulmak üzere müs-temlekecilerin hususî maksatlar ile hazırladıkları ta­rih kitaplarından ezberledikleri gibi biliyorlar ki:

islâmiyet, putlara tapmayı menetmek, insanları bir Al­lah'a ibadet etmeye yöneltmek için gelmiştir. Araplar, birbirine düşman ayrı ayrı kabileler halinde yaşıyorlardı. İslâm onların arasını te'lif etti ve onları bir millet haline getirdi. Araplar, kumar oynuyorlar, içki içiyorlar ve nice kötülükler irtikâb ediyorlardı. İşte İslâmiyet onları o kötülüklerden menetti ve bunları haram kıldı. Öç alma, kızları diri diri toprağa gömme gibi bazı kötü âdetleri ve benzerlerini yasak etti. İs­lâm, o gün kendine inananları, ülküsünü yaymağa çağırdı. Onlar da derhal.İslâmı neşre kıyam ettiler, o yolda, bugün bi­linen hudutlarına kadar Islâmın yayılmasiîe sonuçlanan gaza­lar ve harpler yaptılar...

Fakatl Islâmın vazifesi işte sadece bunlar İdi. Hal böy­le olunca, bu tarihî vazife artık bugün sona ermiş ve hedefler tükenmiştir. Bugün artık İslâm âleminde puta tapan yok. İs-lâmm o gün İslahına çalıştığı kabileler ise az veya çok bir takım milletler kavimler içinde eridi. İçki, kumar, zina ve diğer ahlâkî meselelere gelince, artık onlar da toplumun te­kâmül seyrine bırakılmıştır. Zaten bunlar dinlerin haram kıl­masına rağmen' daima var olagelmişlerdir.

Hal böyle olunca yapılacak denemelerden bir fayda yok­tur. Böylece İslâmın davetini yayma işi sona ermiştir. Yeni çağda artık onun yeri yoktur. Binaenaleyh İslâmiyetin gaye­leri tükenmiştir. Bugün bize lâzım olan modern görüşlere dön­mektir. Kazanç ve dünya zenginliği ancak oradadır. (!)

İşte bu fikirler eğitim ve öğretimin okullarda ço­cuklarımıza yapmakta olduğu telkinlerdir. Bilindiği veçhile, bu fikirler, zayıf zihinlerde ve garbın hâkimi­yetine köle olmuş kimselerde görüldüğü gibi, açıkgöz­lerin «Emr-i vâki» diye adlandırdıkları safsatanın il­hamıdır.

Lâkin bunlar ve onlar îslâmın gayesini, niçin gel­diğini ya bilmiyorlar veya bilmez görünüyorlar.

Onlara deriz ki; Tek kelime ile İslâm bağımsız­lıktır. İslâm yeryüzünde beşeriyetin gidişini kayıtla­yan, iyilik yolunda devamlı ilerlemeden alıkoyan her türlü kayıtlardan kurtulmaktır.

İslâm, kendi şahsî menfaatları için insanları köle-leştiren, onları baskı ve tehdit ile kendine râmeden az­gınların tahakkümünden kurtulmaktır. Çünkü bunlar, hak ve hakikate muhalif olan şeyleri insanlara zorla yüklerler, insanların şereflerini, ırz ve namus­larım, mal ve canlarını selbederler. Binaenaleyh İs­lâm, her türlü sultayı yalnız Allah'a vermek suretiyle azgınların tasallutundan kurtulmak, insanlarm zi­hinlerinde vicdanlarında açıkça belirmesi lâzım gelen en büyük hakikati takrir ve tesbit etmektir. O haki­kat de şudur:

Mülkün sahibi yalnız Allah-ü Teâlâdır. Kulların üzerinde Kahhar olan ancak O'dur. İnsanların hepsi, Allah'ın kulları olup kendileri veya başkaları için ne fayda ne de zarara maliktirler. Onların hepsi kı­yamet gününde fert fert hesap vermek üzere Allah'ın huzuruna geleceklerdir.

İşte ancak bu inançtan sonra insanlar, kendi iş­lerinde dahi hiç bir şeye malik olamayan, haddi za­tında her halile zayıf olan bir beşer korkusundan kur­tulmak suretile gerçek hürriyete kavuşurlar. Fert ve cemiyet, ancak Kahhar ve bir olan Allah'ın kanunla­rına, boyun eğmelidir.

îslâmm gayesi, kasıtlı veya kasıtsız, azgınların beşeriyeti iğfal etmek için kullanmakta oldukları şeh­vet silâhının te'sirinden insanları kurtarmaktır. Eğer insanların şehvet üzerine vâk'i ihtirasları olmasaydı, zilleti kabul etmezler ve kendilerine yapılan zulüm­lere mukavemetten geri durmazlardı. Bunun için İs­lâmiyet, insanların, zillet ve hakareti kabul eden çe­limsiz kimselerin mukavemetile değil, kuvvetli ve mü­cahit kimselerin mukaveîetüe kötülüğe karşı durma­larına, şehvet ve havaîlik sultasından onları kurtar­mağa son derece önem verir.

«Ya Muhammed de ki: «Eğer babalarınız, çocuk­larınız, kardeşleriniz, aileleriniz, aşiretiniz, elinize geçirdiğiniz mallarınız, kesada uğramasından kork­tuğunuz ticaretiniz ve hoşunuza giden meskenleriniz size Allah'tan, Resulünden ve Allah yolunda cihaddan daha sevgili ise o zaman Allah size emrini (aza­bım) getirinceye kadar bekleyiniz. Allah fâsık kavim­leri hidayet etmez.8

Bununla İslâm, şehvetlerin hepsini bir kefeye (te­razinin gözü) sevgi, hayır, hak, Allah yolunda ve bü­tün yüce mânalar uğrunda cihad etmenin kendisinde temessül ettiği Allah sevgisini de diğer kefeye koyar. Sonra Allah sevgisini bu şehvetlerden üstün ve ima­nın şartı kılar. İslâmın dâvası, yalnız aşırı azgınlara mukavemet için şehvet sultasından kurtulmak değil­dir. Lâkin bunun yanı sıra, bir takım şehevî içgüdüle­re esir olup onların zulüm ve zillete götürücü tahak­kümünün içine düşmekten fertleri kurtarmağı hedef tutar.

Şehvetlere dalan kimse, ilk anda hayatın lezzet­lerini başkalarından daha iyi tattığım zanneder. Lâ­kin bu hatalı zan biraz sonra onu, kurtuluşu olmayan bir köleliğe ve huzur bulunmayan bir. yorgunluğa teslim eder. İnsandaki şehevî arzular, hiç bir vakit üze­rine fazla eğilmekle doyan şeyler değildir. Böyle ya­pıldığı takdirde sadece onun arzusu daha da artar, en sonunda kendisine esir düşen kimseye tam bir meş­guliyet olur. İnsanın bütün gayesi, şehvetin çağrıla­rına icabet olduğu zaman içine düşeceği değersizlik bir tarafa artık şehvetin tazyikinden kurtulmağa da muktedir olamaz. Hayatın ilerlemesi, beşeriyetin yük­selmesi, insanın hür olarak çalışabilmesi ancak şehe­vî içgüdülerin baskısından kurtulmakla kabil olur. Şehevî arzuların dışında beşerin gayesinin, hayatı kolaylaştıran bir ilim veya onu güzelleştiren bir fen veya insanı en yüksek duyguların ufuklarına yüksel­ten bir akîde olması normaldir.

İşte îslâmın beşeriyeti şehvetlerden kurtarma gayreti bundan dolayıdır. Lâkin bu kurtarma gayreti ne ruhbanlığı onlara yüklemek, ne de hayatın güzel nimetlerinden faydalanmayı haram kılmaktır. İslâ-mın bu hareketi, ancak insanların şehevi meyillerini terbiye etmek, zaruri ihtiyaçları karşılamak, yeryü­zünde Allah'ın ismini yüceltmeğe çalışmak, hayat gü­cünün serbest çalışmasına mâni olmayan zevklerden makul bir miktarı yapmalarına imkân vermektir, is­lâmiyet bu hususta zevkten ve gönül rahatlığından bir miktarı elde etmekle fert için şahsi bir faydayı he­def tutuyor. En büyük doktrine göre, fert ile toplumu bir düzen içinde iyiliğe, yükselmeye ve ilerlemeye yöneltmek, cemiyetin tamamı için bir çok faydalan he­def edinir.9

îslâmm gayelerinden biri de aklı hurafelerden kurtarmaktır. İnsanlık bir çok hurafelere dalmıştır. Onlardan bir kısmını bizzat beşer kendisi yapmış ve kendine nîsbet etmiş, veya kendi ellerile yaptıkları ilâhlarına nisbet etmişlerdir. Bunların hepsi çocukluk devrinde beşer aklının içinde yaşadığı cehaletten neş'et etmiştir. İşte İslâmiyet, ilâhlarda, Yahudi efsanelerinde, kilise hurafelerinde temsil edilmek istenen ba­tıl inanç ve hurafelerden beşeriyeti halâsa erdirmek için gelmiştir. İslâm, insanları, aklın anlayacağı, his­sin idrak edeceği ve vicdanın inanabileceği sade bir yol ile Hak Teâlâya yöneltir. Onları, hayatın ha­kikatlerini anlamak için akıllarını çalıştırmağa davet eder. Lâkin bu irşad öyle eşsiz bir şekildedir ki, ne akıl ile din, ne de din ile ilim arasında her hangi bir hu^ sûmet vuku'bulur. İslâm, Allah'a inanması için in­sanı, hurafeye inanmağa mecbur etmediği gibi; ilmin hakikatlerine inanmak için de Allah'ı İnkâr etmeğe mecbur etmez. Ancak tam bir açıklık ve doğrulukla İnsanın aklına, yeryüzünde Allah'ın her şeyi insana teshir ettiğini yerleştirir. Muhakkak ki, insanların ulaş­tıkları her ilmî hakikat yahut elde ettikleri her mad­di fayda sadece Allah'ın bir ihsan ve tevfikidir. Onun için insanların, Allah'a şükredip güzelce ibadet etme­leri icabeder. Bununla İslâm, ilim ve irfanı imandan bir cüz sayar. Hiç bir vakit ilmi imana muhalif bir un­sur addetmez. İşte böylece İslâm, gayeleri tükenme­mi bir nizamdır. Yeryüzünde insanlar yaşadığı müddetçe de gayelerinin tükenmesi mümkün olma­yacaktır.

Bütün gayretlere rağmen, beşeriyet hurafelerden kurtuldu mu? Azgın diktatörlerin sultasından kurtulabildi mi? Cismin hayvani baskılarından, şehvetin kötü tesirinden uzak kalabildi mi?

Dünya sakinlerinin yansı, Hindistan'da, Çin'de ve dünyânın muhtelif yerlerindeki çeşitli kabilelerde hâlâ putlara tapıyorlar. Yarısına yakın bir kısmı da, insanları hak yolundan saptıran, vicdanları, şuurları ve insanların birbirlerile olan alâkalarını ifsad eden ve putperestlikten aşağı kalmayan başka hurafelere tapıyorlar. Belki bu beriki, sapıklık ve tehlike bakı­mından öbüründen daha ileridir. İşte o hurafe ilim veya ilim adına yutturulan hurafedir.

Şüphesiz ilim, bilgi vasıtalarından çok mühim bir vasıtadır. İlerleme ve yükselme yolunda bütün beşe­riyeti geniş adımlarla öne doğru yürütmüştür. Lâkin garbın, ilmi tek ilâh kabul etmesi, onun dışındaki bü­tün bilgi menfezlerini kapaması, beşeriyeti hedefin­den saptırmış, ufkunu daraltmış ve çalışmalarını, de­ney ilminin çalışmaya muktedir olduğu his sahasına hasretmiştir. Bu saha ne kadar geniş olursa olsun, be­şeri takata nisbetle dardır.

Onun maddî yükselmesi ne derece olursa olsun, fikri ve ruhu ile beraber yükselerek Ruhu A'zamla te­mas edip doğru bilgi nurundan bir anda gözü ve ba­sireti ile aydınlanacağı zaman yükseleceği seviyeden çok daha aşağıdır. Bu söylediklerimiz ilim hurafesine ilmin hayatın ve kâinatın esrarını çözeceğine, sadece ilmin isbat ettiklerinin hak olduğuna ve ilmin isbat etmediği her şeyin hurafe olduğuna inananlann ha­yal ettiklerinin fazlasıdır. Halbuki ilim daha çocuk­luk devrindedir. Henüz bir çok hakikatları idrak hu­susunda nefy ile isbat arasında bocalamaktadır. Eş­yanın hakikatma nüfuz etmekten âcizdir. Eşyanın künhünü veya hakikatini değil dış görünüşlerini an­lamakla iktifa eder. Lâkin ilmin kulları, ilimde ve ken­dilerine ait hususlarda, acele ediyorlar da, ruhun var­lığını, bu mahdut hisli beşerî yaratığın maddî engel­leri aşmasını, telepati 10akımlarından bir akımla

meçhul âleme ilgi kurmasını ve bunlara olan kudreti­ni inkâr ediyorlar. Onların inkârı, bunun bir hakikat olmadığından değil, lâkin deney ilminin henüz o ta­rafı isbata kaadir olamadığından ileri geliyor. En ni­hayet bu sivri akıllılar, Allah'ı deney ilmine girmedi­ği gerekçesi ile O'na hizmetten kendilerini müstağni addettiler. Bazıları da sıkılmadan Allah'ın (hâşâ) mevcut olmadığını ilân edecek kadar ileri gittiler!.

Bin üçyüz sene önce olduğu gibi bugün de beşeri­yet İslama ne kadar muhtaç!. Evet kendini, yâni ak­lını ve ruhunu hurafelerden kurtaracak ve bir daha onun içine düşmekten uzak tutacak olan İslama bu­gün daha çok muhtaçtır insanlık!.. Bu hurafeler is­terse putlara tapmak olsun, isterse ilerici geçinen garblüarm çirkin şeklile alışkanlık haline getirdikleri ilme tapma olsun. Garbın sapık akideleri ile ruhu par­çalanmış, vicdanı ile aklının arası açılmış, Allah'a olan ihtiyacı ile ilme olan ihtiyacı birbirine muhalif gösterilmiş insanlara istikrar ve sükûnu iade etmek için, din ile ilim arasında beklenen sulhu temin edecek olan İslama insanlık bugün daha çok muhtaçtır. İn­sanlar arasındaki alâkayı husumet ve cidal alâkası tarzında tasvir eden; ilmin inceliklerinden her inceli­ğin veya beşerin ulaşabildiği her hayrın ilâhlardan zorla alınmış bir şey olduğunu, eğer güçleri yetse mâ­ni' olacaklarını telkin eden, böylece her ilmî keşfi ilâh-, lara karşı bir zafer ve onları acze düşürme sayan sapik ideolojileri, Roma imparatorluğunun ve modern Avrupa'nın varis olduğu habaset yuvası eski Yunan ruhunun kalıntılarını izale edecek olan îslâma insan­lık bugün ne kadar muhtaç durumdadır...

O habis ruh, bazan Avrupalının -genel olarak batılının iç şuurunda, «İnsanın tabiatı yenmesi» yahut «ilim esrarı açıklıyor.» gibi ve benzeri tâbirle­rinde görülmekte devam ediyor. Bu cihet umumiyetle Allah'ı kavrama yollarında ve «Ancak insanın aczi­dir, Allah'a boyun eğmeğe mecbur eden» şeklindeki anlayışlarında görülmektedir. Onların iddialarına gö­re, «insan tarafından elde edilen her ilmî keşif, insanı bir dereceye yükseltir, buna mukabil ilâht da bir de­rece düşürür. Böylece insan bu yolda ilmin bütün es­rarını bilinceye, hayatı (canlıyı) yaratmcaya kadar devam eder. O bugün alimlere övünç veren bir rüya­dır. Bu rüya tahakkuk edince insan son olarak Allah'a boyun eğmekten kurtulur ve kendisi ilâh olur...»

Kendisini bu dalâletten kurtarması, ruhuna kay­bettiği emniyet ve selâmeti iade etmesi için, bugün insanlık İslama daha çok muhtaçtır. Çünkü, İslâm in­sana, Allah'ın lütuf ve merhametim, bildiği şeylerin ve elde ettiği hayırların, Allah'ın ihsan ettiği nimetin­den başka bir şey olmadığını duyurur ve onu anlar hale getirir. İnsan, bildiklerini cemiyetin hayrına kul­landığı müddetçe, Allah ondan razı olur. İslâmın in­sanlara öğrettiği Allah, bilgili oldukları zaman insan­lara gadabetmez, insanların hâşâ kendisine rekabet edeceğinden de korkmaz. Allah, insana ancak bilgi­lerini, mahlûkata zarar ve eziyet veren şeylerde kul­landığı zaman gazab eder.

Bin üçyüz sene evvel olduğu gibi insanları kötü düşüncelerden, azgınların ve zâlimlerin elinden kurtarması için bugün insanlık İslama daha çok muh­taçtır.

Zâlimler bugün çoğalmıştır. Onlardan bazıları krallar, bazıları diktatörler ve komünistler, bazıları ağalar ve patronlar, bazıları da kapitalistlerdir. Bun­lar çalışan zümrenin kanını emer ve onları fakirlik ve ihtiyaç zilleti ile kahrederler. Bunların en korkun­cu, demir perde gerisi gibi - demir, ateş ve casus­luk esasına dayanan polis kuvveti ile hükmeden dik­tatörlerdir. Bunlar hiç utanmadan, milletin iradesi­ni veya proletaryanın iradesini tenfiz ettiklerini söy­lerler.

İslâm, rüyalar âleminde değil, gerçekler âlemin­de insanları zâlimlerin elinden kurtarır. Bu söze kar­şılık bazı kimselerin şöyle bir soru sormaları -ken­dilerine - hoş olabilir:

Neden İslâmiyet, kendi sâliklerini, onların kanlarını emen, ırz ve namuslarını tarumar eden ve devamlı olarak ne­feslerini tıkayan zâlim melik ve idarecilerin elinden kurtar­mıyor?

Bu sorunun cevabı şudur: Halkı müslüman olan memleketlerde, İslâm hükmetmiyor. O memleketlerin ahalisi ancak ismen müslümandır. Allah'ın kitabı Kur'an'daki şu âyetler onların durumunu ne güzel an­latır : «Allah'ın indirdiği ahkâm ile hüknıetmeyenler var ya, işte onlar kâfir îzâlir») dirler.11

Rabbin hakkı için onlar aralarında çıkan çekiş­meli işlerde seni hakem yapıp sonra da içlerinde burukluk duymadan verdiğin hükme teslim olmadıkça inanmış olmazlar.» 12

Tabiatile bizim kendisine çağırdığımız İslâmiyet, şarkın İslâm beldelerinde, meliklerin ve millet idare­cilerinin tatbik eder göründükleri, halbuki bu hareket-lerile Allah'ın kanunlarının hepsine muhalefet ettik­leri bazan Avrupa düsturlarile bazan da ilâhî hak na­zariyesi ile hükme koyuldukları, ne bunda ne de on­da, insanlar arasında adalen gözetmedikleri bilinen müslümanların müslümanlığı değildir. Bizim kendi­sine çağırdığımız İslâmiyet, bugün uyanmağa başla­yan, böylece sandalyaları yerinden oynatan, o sandal-yalarm üstünde oturan zâlimleri oradan iten, onları ya kendi hükmüne boyun eğdirecek veya oralardan sürecek olan gerçek sosyal adaleti ihtiva eden İsiâmi-yettir. «Köpük ve cüruf atılır gider, insanlar için fay­dalı olanlara gelince, onlar yerin üstünde kalır. 13

Bu şekilde anlaşılan İslâmiyet hâkim olunca - ki, o Allah'ın izni ve te'yidile mutlaka hâkim olacaktır elbette ki İslâm topraklarında hiç bir zâlim idareci ve hâkim kalmıyacaktır. Çünkü, İslâm, zâlimleri kabul etmez, islâm, yeryüzünde kendi arzusuna göre hük­metmeyi hiç bir kimseye müsaade etmez. İslâm ancak Allah'ın ve Resulünün emrile hükmedene müsaade eder. Zira Allah hükmünde ve muamelesinde âdildir, kulunun da âdil olmasını emreder.

Tarifini yaptığımız İslâmiyet hâkim olunca, yâni İslama hakkile inanan ve onun yolunda cihad eden ilim ve imanla mücehhez bir nesiî yetiştiği zaman, elbette idareci için, Allah kanunlarını bihakkın tatbik etmekten başka bir vazife veya çıkar yol kalmayacak­tır. Aksi halde, İlk Halîfe Hz. Ebu Bekir'in sarih ifa­desi mucibince, insanların ona itaat etmeleri lâzım gelmez: «Sizin aranızda Allah'a itaat ettiğim müddet­çe bana itaat ediniz. Eğer Allah'a isyan eder, onun emrinden dışarı çıkarsam bana itaat etmeniz gerek­mez.»

Elbette ki, mal, mülk ve kanunî hususlarda hü­kümdarın, millet fertlerinden fazla ayrı bir hakkı ol­mayacaktır. Bu hükümdar sultasını, ancak seçme hak­larını hâiz seçmenler tarafından hür bir seçimle elde edecektir.

Bu İslâm hâkim olduğu zaman, müslümanları sa­dece dâhili baskı ve zulümlerden kurtarmakla kalmıyacak, belki onun yanı sıra, müstemlekecilik ve onun neticesi olan yabancı tahakkümünden de kurtaracak­tır. Çünkü, İslâmiyet, izzet, şeref ve haysiyet dinidir. Gerçek müslümanlık müstemlekeciliği kabul etmez, onu reddeder. İslama hakkile inanmış bir müslüman, müstemlekeciliğe razı olmayı veya onun sultasına boyun eğmeyi, Allah'a hesap vermekten daha mes'uliyetli sayar, böylece islâm mûslümanlan, eldeki bü­tün vasıtalariyle ona karşı cihada çağırır.

Kendisine ibadet ettiğimiz Allah'ın «Bugün sizin dininizi ikmal ettim. Size ait nimetimi tamamladım. Ve size din olarak İslâmı seçtim.14 dediği gün oldu­ğu gibi, bi2im için rıza gösterdiği dinine lâyık olacak şekilde onun bayrağı altında toplanıp da müstemle­kecilik pisliğinden topraklarımızı temizlemek, onun habis kabzasından mal, ruh, ırz, inanç ve düşüncele­rimizi kurtarmak için bugün İslama ne kadar muh­tacız!.

Lâkin îslâmın rolü bu hududun yanında durmaz. Dünyanın bir kısmını dahildeki ve hariçteki zâlimle­rin elinden kurtarıp hürriyete kavuşturmanın te'siri yalnız oralarda yaşayanlara münhasır kalmaz. Belki o, geçen harbin yaraiarüe muztarib, gelecek harbin ifna edici korkunç tahribatının tehdidi altında kor­kulu bulunan insanlığın hepsi için en büyük bir ni­mettir.

Bugün insanlık iki büyük kütleye ayrılmıştır. Bir tarafta kapitalist kütle, bir tarafta komünist kütle. Bu iki kuvvet, dünyanın verimli kaynaklan ve stratejik noktaları etrafında ihtilâf halindedirler. Lâkin her ikisi de gerçekte sadece bizi paylaşmak hususunda anlaşmazlığa düşüyorlar. Tabiî biz onlar için, okya­nustan okyanusa uzanan son derece değerli maddî ve beşerî kaynaklara ve stratejik noktalara sahip zengin sahalarız. İşte bu yüzden o iki kuvvet bizim üzeri­mizde boğuşuyor. Sanki biz değeri olmayan atılmış bir şeyiz, köle itaatile galibe boyun eğer, mal ve eş­yanın el değiştirmesi gibi bir efendinin mülkünden diğer bir efendinin mülküne intikal ederiz.

Eğer îslâm âlemi şahsiyet yapısını istirdat etmiş olsa -ki, Allah'ın iznile o yoldadır yeryüzünü tahrib ile tehdid eden azgın boğuşma akamete uğrar, böy­lece devletlerarası kuvvet terazisini ortasından tutan üçüncü bir kuvvet meydana gelirdi. O zaman Rusya ve Amerika bugün yaptıkları gibi, çirkin bir tarzda bizim üzerimizde kavga etmezler, her ikisi de müslümanları razı etmek için yarış yaparlardı.

O halde bugün beşeriyet îslâmın zaferine muh­taç durumdadır. Şimdilik her ne kadar buna sadece îslâmın mevcut sâlikleri inanıyorsa da. Çünkü, îslâ­mın zaferi insanlığı, ardı arkası kesilmeyen harb kor­kusundan ve sinirleri bozan heyecandan rahata ka­vuşturacaktır. îçine düştüğü şehevi meyillerin felâketlerinden kurtulmak için de bugün beşeriyet İslama ne kadar muhtaç!...

İşte Avrupa kokmuş şehvetlerin içine dalmış, ay­rılmak bilmiyor. Bütün âlemi sarmış olan bu dalgınlı­ğın neticesi ne olacak? Evet ilim ilerlemiştir. Lâkin beşeriyet ilerlememiştir. Şehvetlerinin esiri olarak, iç­güdülere dayanan kaba zevke dalmış olduğu halde in­sanlığın terakki etmesi zaten mümkün değildir. Batı­da ve Doğu'daki bir takım ilmî inkişaflar, bazı insan­ların gözlerini kamaştırıyor da bu yüzden zannediyor­lar ki: İlerilik ancak uçan füzeler, atom bombası, rad­yo cihazı, çamaşır makinesi ve benzeri şeylerdir. Hal­buki bunlar üeriliğin hakikî ölçüsü değildir. Bu ko­nuda hataya düşmeyecek olan gerçek Ölçü ancak, be­şerin maddî ve manevî zaruri ihtiyaçlarına cevap ver­me ölçüsüdür. Bu ise manen kudretli olduğu devirler­de yüksek; maddi ilim ve kültür ne kadar yüksek olur­sa olsun manen muztarib olduğu devirlerde, düşük­tür.

Bu ölçü, belli bir sebebi ve gerçek bir payı olmak­sızın, dinlerin veyahut ahlâk ilminin koyduğu tahak-kümi bir ölçü değildir. Tarihe bir göz atalım : Kaç mil­let vardır ki, beşeriyetin hayrı ve iyiliği için çalışan, kuvvetli ve birbirine sıkı bağlarla bağlı olarak hürriyetile yaşamağa muktedir olmuştur? Eski Yunan'm, eski Romanın, eski İran'ın şan ve şerefini yıkan ne­dir?. Abbasîlerin sonunda İslâm âlemini yıkan nedir?. Son harpde ahlâkı çürümüş Fransa ne yaptı? Fran­sızlar, memleketini müdafaaya gerekli maddî ve ru­hi hazırlıktan uzak, kendi israf, lüks ve şehvetlerüe meşgul bir topluluk olduğu için ilk hücumda teslim olmadı mı?. Kendi tarihi şeref ve haysiyetini koru­maktan daha çok, bombalarla Paris'in binalarının ve rakkaselerinin tahribinden korkan bir millet?..

Olabilir ki, şarktaki gafillere gurur veren örnek Amerika'dır. Zira Amerika, âdi zevklere dalmış olmak­la beraber kuvvetli, satvetli, maddî istihsali yeryü­zündeki müstahsillerin en büyüğü olan bir ülkedir. Bunların hepsi doğru. Lâkin Amerika'nın bu duramu kendilerini gururl andıranlar, Amerika'nın henüz genç, maddî ve manevî kuvvetleri birleşmiş, maddî ve ruhi gençlik çağını yaşamakta devam ettiğini unu­tuyorlar. Zira genç vücut daima dıştan hastalığa da­ha mütehammil görünür. Lâkin hâdiseleri iyi görebi­len kimsenin gözü, aldatıcı kuvvetin görünüşünün ar­kasına gizlenmiş olan hastalık arazını görmeğe kaa-dir olabilir. Amerika'nın.dış görünüşüne aldanmış olanların, «Kâinattaki ilâhi nizamın değişmez» düs­tûrunu bilmeleri için gazetelerde varid olan ve etrafı avaz avaz dolduran şu ilk haberi zikretmek kifayet eder sanırız. Çünkü, bütün buluşlariyle ilim eşyanın ve Ruhun tabiatını değiştiremez. Zira bizzat ilim ken­disi sünnetuîlahtan bir cüzdür. «Şüphesiz Allah'ın ni­zamında hiç bir bozukluk bolamazsınız» 15

Birinci haber, Amerikan Hariciye Vekâletinden otuç üç memurun tard edilmesidir'. Çünkü bu memur­lar cinsî sapıklıkla ma'lul imişler. Bu sıfatlarile de onlara devletin esrarı emanet edilmezmiş!..

İkinci haber, Amerika'da yüz yirmi bin kişinin mecburi askerlikten kaçmasıdir. Bu Amerikan ordu­sunun mecmuuna nisbetle ve âleme efendi olmaya ça­lışan genç bir milletin askerî otoritesi itibarile büyük bir adettir. Eğer Amerika milleti, içine dalmış oldu­ğu o âdi zevklerde devam ederse bunun arkası gelir mutlaka gelecektir.

İkincisi, Amerika'nın büyük istihsaline gelince, o yalnız madde âlemindedir. Lâkin o, zenginliğine, güç­lülüğüne, insanlarında ve memleketinde depo edilmiş olan enerji ve gücün büyük olmasına rağmen, pren­sipler ve yüksek değer ve kıymetler âleminde zikre değer bir şey intaç etmemiştir. Çünkü o, çok kere hay­vani arzuları tatmine çalışan hayat seviyesinden yu­karı yükselmeyen, daha çok mekanik âletlerin akışı­na benzeyen bir hareket tarzına, lüks ve israf akışı­na kendim kaptırmıştır. Zencilere, o çirkin ve vahşi­ce muameleyi yapan milletin Amerika olması, insa­ni ufuklarını ve ruhî seviyelerini anlamamız için kâ­fidir.

Evet!... Şehvet çamurunun içine dalmakla beşeri­yet yükselmez...

Binüçyüz sene Önce olduğu gibi, beşeriyet bugün de, kendisini şehvete tapmaktan kurtarması, yeryü­zünde hayırların yayılması, Allah'ın kendisine ihsan ettiği üstün kıymetlere lâyık olabilmesi, kendine ve-j riimiş olan hayat gücünü kendi yüce ufuklarında dal­galandırması için bugün îslâma ne kadar muhtaçtır.

Hiçbir kimse «Bu, .neticelerinden ümit beklenme­yen boş bir denemedir.» diyemez. Çünkü, bundan ön­ce insanlık, yükselmeğe muktedir olup olmadığını de­nedi ve yükseldi. Malûmdur ki, bir defa vukubulanm defalarca vukua gelmesi mümkündür. İnsanlık Islâm-dan önce, şehvetlere tapma hususunda, bugün içine düştüğü duruma büyük çapta benzeyen bir dereceye varmıştı. Şu kadar var ki, eski ile yeni arasında zevk vasıtalarının değişik olmasından başka mühim bir fark da yoktur. Zira eski Roma habaset bakımından günümüzdeki Paris, Londra ve Amerikan şehirlerin­den daha geri değildi. Eski İran, çağımızda komünist ülkelerde olduğunu söyledikleri tarz üzere ahlâki bir kargaşalığa dalmıştı. Sonra İslâmiyet geldi, bunların hepsini tebdil etti. Bunun yerine hareket ve canlılık­la dolu, dinamik, hayırları yapıcı, yeryüzünü imar edi­ci, doğuda ve batıda bütün insanlığı fikri ve ruhî ile-riliğe götürücü faziletli ve yüksek bir hayat anlayışı ikâme etti. O gün insanların içine dalmış oldukları kötülükler, İslâmm yapmak istediği İslâhata karşı gelmedi veya gelemedi. Böylece İslâmiyet uzun bir müddet bütün âlemde, aydınlığın, hayırların ve iler­lemenin kaynağı olmakta devam etti. Beşeriyet o uzun müddet boyunca, muhtaç olduğu maddi kuvve­ti elde etmek, fikri ve ruhî ilerlemeyi gerçekleştirmek için, ahlâkta israfa başıboşluğa ve ibahiyyeye Cher-şeyi mübâh saymaya) herhangi bir ihtiyaç hissetme­di. İslama inananlar her sahada yüksek birer örnek­tiler. Bu örnek durum, ölçülü ahlak sisteminden uzaklasın caya, hayvani arzu ve şehvetlerin kölesi oluncaya, Allah'ın değişmez nizamı onların üzerine de cari oluncaya kadar devam etti.

Bu büyük hamle hareketini yapmak üzere bugün birikmekte olan ve bütün kuvvetini mazinin zengin­liklerinden alan yeni İslâmi akım, günümüzde mev­cut bütün kuvvetlenme vasıtalarının sebeplerine ya­pışarak ümitle istikbâle bakan dehşetli bir akımdır. Bu akım önce îslâmm yeniden yüze getirmek ve ger­çekleştirmek istediği «mucize» yi teminat altına ala­cak, sonra da insanları, düşmüş oldukları şehvet çu­kurundan kurtarıp yeryüzünde fazilet esasına gör» çalışan yüksek insanî seviyeye kaldıracaktır.

Lâkin îsiâm bunların hepsinin yanı sıra veya bun­ların hepsile ilgili bir sebebe müsteniden, sadece ruhî' bir inanç sistemi veya ahlâkî terbiye denemeleri ve­ya mücerred olarak Allah'ın kâinatını düşünmeye da­vet edici bir fikir hareketi olmakla yetinmez. O, her halile dünya işlerini de nazarı itibare alan ameli bir dindir. Binaenaleyh insanların birbirlerile olan müna-sebetlerile ilgili hususlarda hiç bir şey onun gözün­den kaçmamıştır. Bu alâka isterse siyasi, isterse ikti­sadî, isterse sosyal bir mesele olsun müsavidir. İs­lâm bunların hepsine ihtimam göstermiş ve herbiri için kanunlar vazetmiş ve tatbik şekillerini göster­miştir. İşte İslâm bunların hepsini, fert ile. cemiyetin, akıl ile vicdanın, amel ile ibadetin, yer ile göğün, dün-:. ya ile âhiretin aralarını mükemmel bir nizam içinde bağlıyarak eşsiz bir tarz üzere bina ve tesis etmiştir.

Bu bölüm, İslâmm siyaset, iktisat ve sosyal konu­lardaki nizamından genişçe bahsetmeye yeterli de­ğildir. Gelecek bölümlerin hepsi de islâmi tahrif kasdie Avrupalıların ve buradaki kullarının karıştırdık­ları şüphelerin münakaşası esnasında, bu nizamın

çeşitli zaviyelerden bazı görünüşlerini arz mahiyetini taşımaktayız. Biz burada sadece aşağıda sıralayacağı­mız gerçeklere işaret etmekle yetineceğiz.

1- Şüphesiz islâm, nazarî bir davetten ibaret değildir. O hadd-i zatında insanların ihtiyaçlarım tak­dir eden ve onların teminine çalışan, her halile ameli ve tatbiki bir nizamdır.

2- O, bu ihtiyaçları temin yolunda, beşer tabia­tının kaldırabileceği nisbette mutlak muvazeneyi ko­rumağa çalışır. İlk önce ferdin vicdanında, cesed, akıl ve ruhun ihtiyaçları arasında bir muvazene kurar. Bu ihtiyaçlardan bir kısmının diğerine taşkınlık edecek bir tarafını bırakmaz. Ruhu yükseltme yolunda beşerî takati hapsetmez. Cismin arzularına cevab verme hu­susunda, inşam hayvan seviyesine indirecek derece­de ileri gitmez. Mülayim bir tarzda bunların hepsinin ortasını bulur. İnsan ruhunu, birbirine zıt çeşitli fi­kirlere yöneltmez. Sonra, ikinci olarak ferdin istekle-rile cemiyetin istekleri arasında bir muvazene kurar. Böylece bir fert başka bir ferde, ferd cemiyete, veya cemiyet ferde, tahakküm edemez.' Bir sınıf başka bir sınıfa, bir millet başka bir millete tahakküm edemez, îslâm ancak bunların hepsinin ortasında durur, ara­larında vukubulacak çatışmayı önler ve onların hep­sini insanî hayırlar yolunda yardımlaşmaya davet eder. Böylece sonunda İslâm, çeşitli sınıflar ve unsur­lar arasında meydana gelen cemiyet nizamında bir muvazene vücuda getirir.

îslâm maddi kuvvetlerle ruhî kuvvetler, iktisadî âmillerle ahlâkî âmiller arasında muvazene kurar, îslâm komünistlerin yaptığı gibi ancak iktisadî veya maddî âmillerin müessir ve hâkim olacağını iddia cihetine gitmez. Beşerin hayatını tanzim işinde Mücerret ruhi dâvetçilerin ve misâliyye (idealizm) nazariye çilerinin yaptığı gibi yalnızca ruhî âmil­lerin veya yüksek örneklerin müessir ve muktedir olacağına da inanmaz. Ancak İslâm, bunların hepsi­nin muhtelif unsurlar olduğuna, insanın bu saydıkla­rımızın hepsinden meydana geldiğine, şüphesiz EN ÜSTÜN NİZAMIN ANCAK CESEDİN, AKÜN VE RU­HUN ARZU VE İHTİYAÇLARINA ÖLÇÜLÜ VE ŞÜ MULLÜ BİR TARZDA CEVAB VEREN NİZAM OLDU­ĞUNA İNANIR.



3 - Şüphesiz İslâmm kendine has sosyal bir gö­rüşü ve iktisadî bir nizamı vardır. Bazan bu nizam, te­sadüfi olarak kapitalizm ve komünizmin bir kısım te­zahürleri ile buluşabilir. Lâkin îslâm kafi olarak ka­pitalizm ve komünizmden ayrı bir nizamdır. İslâm ta-biatile her iki sistemin iyi taraflarını, onların düştük­leri hata ve sapıklığa düşmeden cem'eder. Fertçilik­te, batıda mevcut olup sevilmeyen kötü anlayış gibi aşırı hareket etmez. Batıda ferde verilen kıymet, onun cemiyette temel unsur itibar edilmesidir. Orada fert hürriyeti masum ve mukaddes bir varlıktır. Toplumun, onun yolunu kesmesi caiz olmaz... Böylece batıda, baş­kalarını istismar hususunda ferdi hürriyet esasına da­yanan, kapitalizm meydana gelir. İslâm Avrupa'nın şarkında yürürlükte olan, ancak cemiyeti esas kabul eden, cemiyete yönelmede aşın hareket edenler gibi de hareket etmez. Çünkü o aşırı sisteme göre fert, ken­di kendine hiç bir kıymeti olmayan basit bir zerredir. Ferdin ancak sürünün içinde vücudu vardır. Yalnız basma hürriyet ve sulta sahibi olan ancak toplumdur. Fert için, bu nizama karşı gelme imkânı olmadığı gi­bi şahsî haklarını talep etme hakkı da yoktur... Orada, fertlerin hayatını tanzim işinde devletin mutlak sultasına dayanan komünizm vardır. İslâm ancak bu ikisi arasında vasat, yani mutedil bir nizamdır. Fer­din ve toplumun varlığını birlikte kabul eder, ikisi arasında muvazene kurar. Böylece ferde normal ar­zularını tatmin etme imkânı sağlayacak kadar hürri­yet verir. Fakat bununla fert başkalarının hak, vic­dan ve hürriyetlerine karşı taşkınlık edemez. Fertler arasındaki normal düzen bozulunca, İslâm, içtimaî alâkaların yeniden tanzimi işinde cemiyete ve cemi­yet mümessili olan devlete geniş selâhiyet tanır. Bun­ların hepsi -komünizmde olduğu gibi - kin ve sınıf mücadelesi esasına göre değil, fertler ve taifeler ara­sındaki karşılıklı anlayış ve sevgi esasına göredir.

îslâm, bu eşsiz nizamı, ne iktisadi zaruretlerin baskısı altında, ne de birbirine zıt menfaatlerin çatış­ması neticesinde getirmiştir. İslâm bu nizamı, bütün âlemin henüz iktisadi âmiller için bir ölçü vazetme­diği veya bugün anladığımız mânâda sosyal adalet­ten bir şey bilmediği bir zamanda herhangi bir mec­buriyet karşısında olmadan, yeniden inşa olarak ge­tirmiştir. Bu nizam, ekonomi ve sosyoloji sahasında yeni çağın tanıdığı en son sistem- olan komünizm ve kapitalizme nisbetle şu ana kadar çok ileride bir ni­zam olagelmiştir.

Gıda, mesken ve cinsî arzuların tatmin edilmesi­ni sözüm ona (!) hedef tutan ve tatbikatından devle­ti mesul sayan, tarihin en büyük kanlı ihtilâlini doğu­ran Kari Marks'm savunduğu temel meseleler, İslânım bin üç yüz sene önce takrir ve tesbit ettiği şeyle­rin bazısıdır. îslâmm Resulü Hz. Muhammed (S.A.) der ki, «Bizim için çalışan, fakat zevcesi olmayan varsa kendine bir zevce edinsin, meskeni olmayan mes­ken, hinetçjsi olmayan hizmetçi, bineği olmayan bir binek edinsin.» Böylece İslâm, Kari Marks'ın savundu­ğu Temeı ihtiyaçlar» ı çoktan savunmuş ve insanî hayatı^ bütün yaşatıcı unsurlarını inkârdan, kanlı ihtilâller, sınıf ve zümre kinlerinden uzak olarak da­ha ileri gitmiştir. Bu saydıklarımız İslâm nizamının bazı taraflarıdır.

Kaide ve rükunlan böyle olan bir din, hareket ve sekenâtmda, düşünce ve duygularında, amel ve iba­detleriz^^ iktisadî ve sosyal sistemlerinde, fıtrî sevk-i tabiî v$ runî yönelmelerinde beşer hayatından bu ka- B dar germiş sahayı ihata eden ve bunların hepsi için ta­rihte eşi olmayan ölçülü bir nizam koyan bir din... Bu dinin gayelerinin tükenmesi imkânsızdır. Çünkü onun gayeleri, hayat var olduğu müddetçe hayatın ta olan şudur ki, bugün âlem, içinde yaşa­dığı hajierile, îslâmm vahyinden ve onun tanzimin­den müstağni kalamaz, kalmamalıdır.

asırda Güney Afrika ve Amerika'da derecesine ulaşan bir ırk taassubu içinde bu­lunan insanlar, on üç asır önce, rüyalar ve hayaller âleminde değil, hayat vakıalarında siyah, beyaz ve kırmızı renkli insanlar arasında takva (gerçek insan olma vasf) müstesna hiçbir ferdin diğeri üzerinde, hiçbir Şekil ve surette üstünlüğü olmadığını beyan ederek, beklenen müsavatı sağlayan islâmın vahyine muhtaç» olmakta devam eder. İslâm, siyah köleye, yal­nız olmaktaki eşitliği değil, belki bir müslümanın tama' edeceği mevkilerin en yükseğini vermiştir ki bu, müslümanîara âmir ve vali olmaktır. Bu husus­ta Resuülîah şöyle buyurur: «Sizin üzerinize şayet habeşii bir köle hâkim veya kumandan tayin edilse ve sanki onun başı kuru üzüm gibi simsiyah olsa dahi, sizin aranızda Allah'ın kitabını tatbik ettiği müddet­çe, onu dinleyiniz ve ona itaat ediniz..16

Müstemlekecilik ve esirleştirme heveslilerinin vahşet derecesine varan kötü idarelerinin eline düş­müş olan insanlık, istismar kasdile yapılan müstem-lekeci istilâları yasak eden, sadece İslâm davetini neşretmek kasdile fetihler yapan, fethettiği memleket­ler halkına temizliği ve yüceliği öğreten, onlara, me­denî Avrupa'nın kötü niyetli kavimlerinin ulaşmak şöyle dursun tasavvur bile edemedikleri bir yücelik­le muamele eden îslâmm vahyine muhtaç olmakta devam edecektir. Buna verilecek misâlimiz pek çok­tur. Burada sadece Hz. Ömer'in bir kıptîye, Amr ibnil Âs'ın oğluna değnek vurdurma hâdisesini zikrede­lim

Amr ibnil Âs Mısır valisidir. Oğlu bir yarış neti­cesinde haksız yere Mısırlı genç bir kıptîyi döver. Kıp­tî hac mevsiminde doğruca Medine'ye gider. Orada Hz. Ömer'e durumu anlatır. Amr ibnil Âs da oğlu ile beraber Hacca gelmiştir. Hz. Ömer muzaffer bir ku­mandan olmasına rağmen Amr'i ve oğlunu çağırtır. Tarafları îsticvab ettikten sonra, kısas olarak kıptı-nin, Amr'm oğluna değnekle vurmasını emreder. îşte insanlığın özlediği adalet.

Kapitalizmin kötülüklerinin ağma düşmüş olan insanlık, faizi ve ihtikârı haram eden İslâm nizamına muhtaç olmakta devam edecektir. Kapitalizmin, üze­rine şebekesini kurduğu bu iki kötülüğü islâm, on üç asır önce yasak etmişti.

İnsanları ağaç kurdu gibi içten yiyen bir başka felâket de komünizmdir. Bu inkarcı ve maddeci sis­temin şaşkına çevirdiği insanlar; insandaki manevî kaynakları kurutmaya muhtaç olmadan, beşerin gö­rüş sahasını yalnız duyu organlarının idrak ettiği dar sahaya inhisar ettirmeden, kendi inancını insanlara zorla kabul ettirip sonra da ateş ve demirle dikta re­jimine sapmak zorunda kalmadan, insanlar arasında sosyal adaleti son haddine kadar tatbik eden İslâm nizamına muhtaç olmakta devam edecektir. İslâm on­lara şöyle der:

«Dinde zorlama yoktur. Doğruluk, sapıklıktan ayırd edil mistir.» (Yani hakkile düşünen neyin doğru, neyin eğri olduğunu anlar.) 17

Harpten titreyen âlem, İslâmm ayakta durması­na muhtaç olmakta devam edecektir. Çünkü, insanlı­ğı selâmete ulaştıracak gerçek yol sadece İslâmiyet-tir. Binaenaleyh, iddia edildiği gibi îslâmm gaye ve hedefleri tükenmemiştir. Onun gelecekteki vazifesi, karanlık ve zulmet içine gömülmüş olan Avrupa'yı aydınlığa kavuşturmak suretiyle geçmişte yaptığı va­zifesinden daha az olmıyacaktu. 18


Yüklə 0,89 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   31




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin