3673- «Sünnet-i Seniye ve ahkâm-ı Şeriat haricinde tarikat olabir mi? diye sual ediliyor.
Elcevab: Hem var, hem yok. Vardır, çünki bazı evliya-i kâmilîn, şeriat kılıncıyla idam edilmişler. Hem yoktur, çünki muhakkikîn-i evliya, Sa’di-i Şirazî’nin bu düsturunda ittifak etmişler:
|«S«O²M8 ¬|«á ²‡«… ²i%~®…²h" ²h«S«1 _«S«. ¬˜~«h«" >¬f²Q«, ²a²K«7_E8
Yani: “Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm’ın caddesinden hariç ve onun arkasından gitmiyen muhaldir ki; hakiki envar-ı hakikata vasıl olabilsin.”
Bu mes’elenin sırrı şudur ki: Madem Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm Hatem-ül Enbiyadır ve umum nev’-i beşer namına muhatab-ı İlahîdir; elbette nev’-i beşer onun caddesi haricinde gidemez ve bayrağı altında bulunmak zaruridir. Ve madem ehl-i cezbe ve ehl-i istiğrak muhalefetlerinden mes’ul olamazlar. Ve madem insanda bazı letaif var ki teklif altına giremez, o latife hâkim olduğu vakit, tekalif-i şer’iyeye muhalefetiyle mesul tutulmaz ve madem insanda bazı letaif var ki, teklif altına girmediği gibi, ihtiyar altına da girmez, hatta aklın tebdiri altına da girmez, o latife kalbi ve aklı dinlemez; elbette o latife bir insanda hakim olduğu zaman -fakat o zamana mahsus olarak- o zat, şeriata muhalefette velayet derecesinden sukut etmez, mazur sayılır. Fakat bir şartla ki, hakaik-ı şeriata ve kavaid-i imaniyeye karşı bir inkâr, bir tezyif, bir istihfaf olmasın. Ahkâmı yapmasa da, ahkâmı hak bilmek gerektir. Yoksa o hale mağlub olup, neûzü billah o hakaik-ı muhkemeye karşı inkâr ve tezkibi işmam edecek bir vaziyet, alâmet-i sukuttur!..» (M.452)
3674- «Sultan Mehmed Fatih’in zamanında hikâye edilen meşhur ve manidar “Cibali Baba kıssası” nevi’inden olarak; bir kısım ehl-i velayet, zahiren muhakemeli ve âkıl görünürken, meczubdurler. Ve bir kısmı dahi; bazan sahvede ve daire-i akılda görünür, bazan aklın ve muhakemenin haricinde bir hale girer. Şu kısımdan bir sınıfı; ehl-i iltibastır, tefrik etmiyor. Sekir halinde gördüğü bir mes’eleyi halet-i sahvede tatbik eder, hata eder ve hata ettiğini bilmez. Meczubların bir kısmı ise; indallah mahfuzdur, dalalete sülûk etmez. Diğer bir kısmı ise, mahfuz değiller; bid’at ve dalalet fırkalarında bulunabilirler. Hatta kâfirler içinde bulunabileceği ihtimal verilmiş.
İşte muvakkat veya daimî meczub olduklarından, manen “mübarek mecnun” hükmünde oluyorlar. Ve mübarek ve serbest mecnun hükmünde oldukları için, mükellef değiller. Ve mükellef olmadıkları için muahaze olunmuyorlar. Kendi velayet-i meczubaneleri baki kalmakla beraber, ehl-i dalalete ve ehl-i bid’aya tarafdar çıkarlar. Mesleklerine bir derece revaç verip, bir kısım ehl-i imanı ve ehl-i hakkı, o mesleğe girmeğe meş’umane bir sebebiyet verirler.» (M.343)
3675- Hem «bir kısım ehl-i zevk ve şevk, sülûkünde fahrı, nazı, şatahatı, teveccüh-ü nâsı ve merciiyeti şükre, niyaza, tazarruata ve nâsdan istiğnaya tercih etmekle vartaya düşer. Halbuki en yüksek mertebe ise, ubudiyet-i Muhammediye’dir ki, “mahbubiyet” ünvanıyla tabir edilir. Ubudiyetin ise sırr-ı esası; niyaz, şükür, tazarru’, huşu’, acz, fakr, halktan istiğna cihetiyle o hakikatın kemaline mazhar olur. Bazı evliya-yı azîme, fahr ve naz ve şatahata muvakkaten, ihtiyarsız girmişler; fakat o noktada ihtiyaren onlara iktida edilmez; hâdidirler, mühdi değillerdir, arkalarından gidilmez!..» (M:455)
3676- «Makamat-ı evliyadan bazı makamlarda Mehdi vazifesinin hususiyeti bulunduğu ve kutb-u azam’a has bir nisbeti göründüğü ve Hazret-i Hızır’ın bir münasebet-i hassası olduğu gibi, bazı meşahirle münasebettar bazı makamat var. Hatta o makamlara “Makam-ı Hızır”, “Makam-ı Üveys”, “Makam-ı Mehdiyet” tabir edilir.
İşte bu sırra binaen, o makama ve o makamın cüz’î bir nümunesine veya bir gölgesine girenler, kendilerini o makamla has münasebettar meşhur zatlar zannediyorlar. Kendini Hızır telakki eder veya Mehdi itikad eder veya kutb-u azam tahayyül eder. Eğer hubb-u caha talib enaniyeti yoksa, o halde mahkûm olmaz. Onun haddinden fazla davaları, şatahat sayılır. Onunla belki mes’ul olmaz. Eğer enaniyeti perde ardında hubb-u caha müteveccih ise; o zat enaniyete mağlub olup, şükrü bırakıp fahre girse, fahirden git gide gurura sukut eder. Ya divanelik derecesine sukut eder veyahut tarik-ı haktan sapar.» (M.447)
Bir atıf notu:
-Bir kısım meczub velilerin durumu, bak: 2364-2366.p.lar.
3677- Hem Kur’an « (4:79)
«t¬K²S«9 ²w¬W«4 ¯}«¶[¬±[«, ²w¬8 «t«"_«.«~ _«8«— ¬yÁV7~ «w¬W«4 ¯}«X«K«& ²w¬8 «t«"_«.«~ _«8
dersini verdiği gibi; nefsin muktezası daima iyiliği kendinden bilip fahr ve ucbe girer. Bu hatvede nefsinde yalnız kusuru ve naksı ve aczi ve fakrı görüp, bütün mehasin ve kemalatını, Fâtır-ı Zülcelal tarafından ona ihsan edilmiş ni’metler olduğunu anlayıp, fahr yerinde şükür ve temeddüh yerinde hamdetmektir. Şu mertebede tezkiyesi, _«Z[Å6«ˆ ²w«8 «d«V²4«~ ²f«5 sırrıyla şudur ki: Kemalini kemalsizlikte, kudretini aczde, gınasını fakrda bilmektir.» (M.459)
Not: Kur’an (57:27) âyeti, meşru bir netice için ruhbaniyet ve tasavvuf gibi bir vesile ihdas etmenin cevazına da delalet eder. (Bak: Tatavvu’) Hem 3799. p.da kaydedilen mübahlar sahasında beşerî tasarruf serbestliği, bu mes’ele ile de âlakalıdır.
qqTASANNU’ p±XM# : Yapmacık hareket. Zorla birşeyi daha iyi göstermeğe çalışmak. Sun’i hareket. (Bak: Tekellüf)
3678- qqTASAVVUF ¿±YM# : Kalbi dünyanın fani işlerinden ayırıp Allah (C.C.) sevgisine bağlamak.Tarikat ehli olmak. (Bak: Tarikat)
«Tasavvuf kelimesinin iştikakı (kök kelimeden türeyişi) hakkında muhtelif fikirler beyan edilmiştir. Meselâ: “Tasavvuf” “sofi” kelimesinin hikmet manasına gelen “sophia” dan geldiğini ileri sürenler vardır.
Bu hususta Ömer Ferid Kam, sofi kelimesinin feylesof kelimesi gibi, âkıl, hakîm manasına gelen Yunanca “sofos” kelimesinin arablaştırılarak kendilerine alem edilmiş olmasının pek muhtemel olduğunu söylüyor. Şemseddin Sami, Kamus-u Türkî’sinin tasavvuf ve sofi maddesinde şunları söylemektedir:
Tasavvuf: Cemi “tasavvufat”. Yün demek olan “sof’dan, daha doğrusu Yunanca hikmet demek olan “sophia” dan, hal-i vahdet ve fena gibi ahval-i maneviyeye hasr-ı himmet edenlerin meslek ve tariki.
“Sofi”: Cem’i “sofiyyun”. Yünlü elbise giydiklerinden dolayı sofdan, daha doğrusu tasavvuf kelimesinin aslı olan hikmet manasına gelen “sophia” lafz-ı Yunanîsindendir.» (Tasavvuf, sh:43, Mahir İz. Med Yayınları, 1981, İst.)
3679- Bilindiği gibi hak meslekler, meşrebler, ilk devrelerindeki halisiyeti ve ciddiyeti, devreler geçtikçe muhafaza edememektedirler. Zamanla ortaya çıkan içtimaî hayat bozukluğu ve bazı nâehillerin müdahaleleri gibi bazı sebeblerle asliyetlerinden ve manevi kıymetlerinden eksilmeleri ve başka mecralara kaymaları görülebilmektedir. «İmam-ı Gazalî, İmam-ı Rabbanî gibi muhakkikîn-i ehl-i tarikat derler ki: “Bir tek Sünnet-i Seniyyeye ittiba’ noktasında hasıl olan makbuliyet, yüz âdab ve nevafil-i hususiyeden gelemez. Bir farz, bin sünnete müreccah olduğu gibi; bir Sünnet-i Seniyye dahi, bin âdab-ı tasavvufa müreccahtır.” demişler.» (M.454)
qqTASAVVUR ‡±YM# : (Bak: Hayal)
3680- qqTATAVVU’ ±YO# : Müstehab ve mendub olan namazlar. *İbadeti sırf kendi isteğiyle yapmak. *Nafile namaz kılmak. (Bak: Nafile)
3681- Bir âyet-i kerimede şöyle buyuruluyor: «(2:158) ~®h²[«' «ÅY«O«# ²w«8«— Herhangi bir kimse me’mur olmasa bile gönüllü olarak ve sırf kendi gönlünden koparak.. bir hayır yaparsa, °v[¬V«2 °h¬6_«- «yÁV7~ Å–¬_«4 mükâfatını görür. Çünkü Allah şükredenleri ve şükürlerinin derecelerini bilir ve ona göre şükürlerini mukabilsiz bırakmaz... Bir hadis-i kudside şöyle varid olmuştur:
y«Q²W«, «–Y6«~ |ÅB«& ¬u¬4~«YÅX7_¬" Å|«7¬~ Åh«T«B«< w¬8ÌYW²7~ «>¬f²A«2 Ä~«i«< «
(301) ¬y¬" ¾¬‡²f< >¬gÅ7~ y«A²V«5«— ¬y¬" h¬M²A< >¬gÅ7~ ˜«h«M«"«— ¬y¬" p«W²K«< >¬gÅ7~
Mü’min kulum, tatavvu ve nafilelerle bana takarrub ede ede o dereceye gelir ki, nihayet ben onun işittiği kulağı, gördüğü gözü, bildiği kalbi olurum. Her işittiğini hak kulağıyla işitir, her gördüğünü hak gözüyle görür, her bildiğini hak bilgisiyle bilir, hiçbir işinde şaşmaz, yanılmaz, aldanmaz, aldatılmaz, doğruca muradına erer. Allah ile arasında bu derece yakınlık peyda eder.” Vezaifin icrasından başka sırf gönülden coşularak devam edilen nafile hayırlar bu kadar büyük vesile-i kemal ve saadettirler.» (E.T.557) (2:184) âyetinde de tatavvu’ kelimesi geçer. (Bak: Firaset)
3682- qqTA’TİL u[OQ# : Kadının gerdanlığını kaybetmesi ve süs yapmaması manasındaki (atal) kökünden gelir. Tef’il ölçüsünde olan ta’til, kelime manasıyla içine birşeyler konulan kab ve benzeri şeyleri boşaltmak, evi terketmek, bir şeyi mahv ve harab olmaya bırakmak gibi manalara gelir. Halk dilindi ta’til, çalışmaya ara vermek ve izine başlamak manasında kullanılır.
İlm-i Kelâm ıstılahında ta’til: Müşebbihe mezhebinin teşbihteki ifratına karşı tefrit ederek Allah’ın sıfatlarını inkâr eden felsefecilerin mesleğidir.
3683- Bu terim; varlığın ilk ortaya çıkışında ilk müessir sebeb kabul ettikleri varlıktan zaruri olarak yalnız bir şey sudur ettiği ve bu ilk sebebin, determinizm nazariyesine göre, irade, gaye ve alâka gibi hususiyetlere sahib olmadığı anlayışında olan ve semavi dinlere bağlı olmayan, sırf akla istinad eden batıl bir anlayışı ifade eder.
Ta’til nazariyesi, Deizm olarak ifade edilen İlah anlayışını da tazammun eder. Deizm (Fr. Deisme) tarihi bakımdan düşünce temeli Aristo’ya varan Rönesans’ta akıl dini veya tabii din olarak tekrar ortaya çıkan ve daha sonra 18.yy.da daha çok İngiliz düşünürleri tarafından sistemleştirilen bir ilah anlayışıdır.
Deizm, vahye dayanan dinlerin Allah anlayışını bilhassa Allah’ın kayyumiyet (Bak: Kayyum) sıfatını kabul etmeyip yukarıda temas edildiği gibi rasyonalist -determinist (akılcı-icabiyeci) bir ilah anlayışını esas aldığından Ta’til nazariyesi içinde mütalaa edilir.
Muattıla, Allah’ın hâlikıyetine bedel, sudûr (Fr. emanation= emanasyon) faraziyesini ileri sürer. Yani Müssir-ül Ula dedikleri ilk sebebden bizzarure türeme görüşü ki, Allah’ı mûcib-i bizzat olarak vasıflandıran bâtıl bir felsefî mezheptir. (Bak: Akl-ı Evvel)
3684- Muattıla mezhebi, Deizm ve metafizik determinizm kadar Tabiiyyun mezhebine de şamildir. Zira ilimsiz, iradesiz, kör ve şuursuz taibata icad isnad ederek tabiatı bir cihette ilahlaştırmakla Ta’til mezhebinin bir nev’ini teşkil eder. Bu felsefî mezhebin de diğerleri gibi mantıksız, gayr-ı ilmî ve batıl olduğu zahirdir. Ezcümle:
«Esbaba tapanların ve tabiatperestlerin cehaletlerine bu misal ile bak. Meselâ. “Bir zat hârika bir fabrikanın veya acib bir saatın veya muhteşem bir sarayın veya mükemmel bir kitabın gayet muntazam bir surette eczalarını, çarklarını fevkalâde san’atıyla hazır ettikten sonra, kendisi kolayca o eczaları terkib edip işletmiyerek, belki çok uzun masraflarla o eczaları kendi kendine işlemek ve o usta yerine fabrikayı, sarayı, saatı yapmak, kitabı yazmak için herbir cüz’ü herbir çarkı, hatta kağıdı, kalemi birer hârika makine hükmüne getiriyor. Ve teşhirini çok istediği bütün hünerlerini, kemalâtını izhara vesile olan o üstadlığını ve san’atını onlara havale ediyor” diye zannetmek, ne derece akıldan uzak ve cehalet olduğunu anlarsın!
Aynen öyle de; esbaba ve tabiatlara icad isnad edenler, muzaaf bir cehalete düşerler. Çünki tabiatların ve sebeblerin üstünde dahi gayet muntazam bir eser-i san’at var; onlar da sair mahlukat gibi masnu’durlar. Onları öyle yapan zat, onların neticelerini dahi yapar. Beraber gösteriyor. Çekirdeği yapan, onun üstünde ağacı o yapar; ve ağacı yapan, onun üstünde meyveleri dahi o icad eder. Yoksa ayrı ayrı tabiatların, sebeblerin vücuda gelmeleri için, yine muntazam başka tabiatları, sebebleri istiyecekler. Ve hakeza gitgide nihayetsiz, manasız, imkânsız bir silsile-i mevhumatı mevcud kabul etmek lâzım gelir. Bu ise, cehaletlerin en antikasıdır.» (L.324)
Evet «maksud-u hakiki olan tevhide biaynelyakîn ulaştıran kapılar, yollar (ikidir): Birisi geniştir, âfakîdir. Bir nebi veya bir resule kesbsiz. İlahî bir davetle açılmasından başka gayrilere kapalı ve mesduddur. Bu kapıdan kesb ile âfak meydanında ve Zâhir isminin daire-i tecellisi altında girip onda yürümek isteyen adam, eğer bürhanî vusûl üzerinde âfak ve kesreti iktisar etse ve matlubun tecellisini bulmak üzere nazarını bürhanlarda hasretse ve tavr-ı aklının mâfevkinde olan nübüvvet tavrına inkıyat ve teslimi de rehber ittihaz ederse ona bir beis yoktur. Fakat terakki ettikçe maksuddan uzaklaşacaktır. Şayet o şartları tecavüz etse, ~®f[¬Q«" ®«Ÿ«/ Åu«/ tokadını yiyecektir. Hususan aklıyla beraber kalbini dahi o meydanlara gönderir ise ve ecnebilerin şirk ve tatil üzerine müesses olan edebiyatının memesini emen zevk-i nefsiyesiyle beraber, şirk-i hafîyi tazammun eden nefsin enaniyetini de o yoldaki terakkisine merdiven ve basamak yaparsa, elbette dalalet derelerinde yuvarlanıp, şeytanların pençesine düşecektir.
İkinci kapı ise: Daima açıktır ki, ism-i Bâtın canibinden ve enfüs dairesi içinde kalb tarafından başlanır. Bunun anahtarı yalnız mahviyet ve terk-i enaniyettir.» (M.Nu. 166)
3685- İslâmiyetin gelişinden sonra şirk ve ta’til gibi dalaletlere düşmenin muhtelif sebebleri vardır. Bunların en mühimlerinden biri, enaniyetten doğan bir gafletle âlemde hikmet-i İlahiyeyi görmeyip âfaka dalmaktır.
3686- «Evet ene ince bir elif, bir tel, farazî bir hat iken mahiyeti bilinmezse tesettür toprağı altında neşvünema bulur, gittikçe kalınlaşır. Vücud-u insanın her tarafına yayılır. Koca bir ejderha gibi vücud-u insanı bel’ eder. Bütün o insan bütün letaifiyle adeta ene olur. Sonra nev’in enaniyeti de bir asabiyet-i nev’iye ve milliye cihetiyle o enaniyete kuvvet verip o ene enaniyet-i nev’iyeye istinad ederek şeytan gibi, Sani-i Zülcelal’in evamirine karşı mübareze eder. Sonra kıyas-ı binnefs suretiyle herkesi hatta herşeyi kendine kıyas edip Cenab-ı Hakk’ın mülkünü onlara ve esbaba taksim eder. Gayet azîm bir şirke düşer, °v[¬P«2 °v²VP«7 «¾²h¬±L7~ Å–¬~ (31:13) mealini gösterir. Evet nasıl mirî malından kırk parayı çalan bir adam, bütün hazır arkadaşlarına birer dirhem almasını kabul ile hazmedebilir. Öyle de: “Kendime malikim” diyen adam, “Herşey kendine maliktir” demeye ve itikad etmeye mecburdur.
İşte ene şu hainane vaziyetinde iken, cehl-i mutlaktadır. Binler fünunu bilse de, cehl-i mürekkeble bir echeldir. Çünki duyguları, efkârları kâinatın envar-ı marifetini getirdiği vakit, nefsinde onu tasdik edecek, ışıklandıracak ve idame edecek bir madde bulmadığı için sönerler. Gelen herşey, nefsindeki renkler ile boyalanır. Mahz-ı hikmet gelse; nefsinde abesiyet-i mutlaka suretini alır. Çünki şu haldeki ene’nin rengi, şirk ve ta’tildir, Allah’ı inkârdır. Bütün kâinat parlak âyetlerle dolsa; o enedeki karanlıklı bir nokta, onları nazarda söndürür, göstermez.» (S.537)
3687- «Ve keza bazan şeytan-ı müvessis, senin enaniyetinden istimdad edip nefsinin fir’avniyetine dayanarak hayvanatın küçüklerini ve haşaratın ehemmiyetsizlik ve hasisliklerini irae etmek suretiyle gözünün önüne koyarak, “Bunların seri-üz zeval olan hilkatlarinde ne gibi bir fayda vardır?” diyerek seni başka bir mugalataya yuvarlandırmak ister. Yani ki, gaye-i hayattan maksud-u aslî, yalnız bu dünya hayatı olduğunu ve hayatın kıymet ve ehemmiyeti ise yalnız buradaki yaşamaktan ibaret olduğunu telkinden sonra; hayvanat ve haşaratın abesiyetlerini telkin eylemeye çalışır. Ta ki onların hayatlarında müşahede edilen şu üç hakikat-ı vasia ki, (rahmet, nimet ve itkan-ı san’attır) kıymet ve ehemmiyetini gözünden ıskat ettirip tatil ile Sanii sana unuttursun.» (M.Nu.315)
Elhasıl, «enaniyetten neş’et eden şirk-i hafî katılaştığı zaman, esbab şirkine inkılab eder. Bu da devam ederse, küfre tahavvül eder. Bu dahi devam ederse, ta’tile yani Hâlıksızlığa incirar eder. El-iyazü billah.» (M.N. 185)
3688- qqTEBAREK ¾‡_A# : Mübarek etsin (mealinde dua). Teala gibi mazi fiiliyle mübalağa ile bereketin Allah’tan zuhurunu ifade eder. (Bak: Bereket)
« «¾«‡_«A«# Teala gibi tefaul babından fiil-i mazidir, tasrif olunmaz, yani diğer sigaları çekilmez ve Allah’tan başkasına isnad edilmez. İştikakta bereket maddesinin buna zahir bir alâkası vardır. Tefaul babından olması da, bu mananın mübalağa ile kendisinden zuhurunu ifade eder. Bereket ise bir şeyde İlahî hayrın sübut ve sebatı demektir ki, suyun havuzda birikip, yükselerek durması manasından me’huzdur. İlahî hayrın bulunduğu şeye mübarek denir. İlahî hayır, hasr ü ihsa olunmayarak gayr-ı mahsus bir surette sudur ettiği cihetle, kendisinde hissolunmaz bir surette ziyadelik müşahede olunan şeye de mübarek ıtlak edilir. Şu halde «¾«‡_«A«# kendisinden olmak üzere mübareklikte büyük bir yükseklik ile istikrar ifade eder. Ve bunun Allah Teala hakkında hudus ve tagayyür şaibelerinden âri olarak mülahaza olunması lâzım gelir. Bu tahlilde mebde-i mülahaza olacak iki mefhum vardır. Biri sübut, biri de ziyadelik. Onun için selef-i müfessirîn de bunu başlıca iki mana esası üzere tefsir etmişlerdir. Birisi Ä~i«<««— ²Ä«i«< ²v«7 manasıdır ki, ezelen ve ebeden, lüzum-u vücud demek olur. Bunda sübut ve istikrar mefhumu esas ittihaz edilmiştir. Diğerinde ise tezayüd manası esas ittihaz edilerek iki vecih söylenmiştir. Bazıları, Allah Teala’nın zatında kemalini ve masivanın noksanını mülahaza ederek |«7_«Q«# manasıyla tefsir etmişlerdir. Allah Teala’nın zatında herşeyden yüksek olduğunu ifade eder. Zatında yüksek, çok yüksek demek olur.
Bazıları da sıfat-ı fiil olarak mülahaza edip h$_«U«#«— ˜—_«O«2«— ˜h²[«' f«<~«i«# diye hayır ve atasının artıp çoğalmasıyla tefsir etmişlerdir. Bazı makamda bu manaların birisi, bazısında diğeri daha münasib oluyor. Şu halde İbn-i Abbas Hazretlerinden de iki rivayet varid olduğuna göre hem sıfat-ı zatî, hem sıfat-ı fiilî mülahaza ederek bütün bu manaları cem’etmek daha muvafık olacağından
yR«V²"«~«— ¯y²%«— ±¬v«#«~|«V«2 ¬y¬7_«Q²4«~«— ¬y¬#_«S¬.«— ¬y¬#~«†|¬4 y9²_«- Åu«%|«7_«Q«#²>«~ : «¾«‡_«A«#
Yani hem zatında, hem sıfatında, hem ef’alinde etem ve eblağ vech üzere Teala Celle Şanühü mazmuniyle tefsir olunmuştur.
Malum ki “teala” da ulüvden “tefaale” dir. Ulüvv, Türkçemizde ululuk diye ifade olunabilirse de âli manasına ulu vasfı, ulumak masdarından emir sigasına da muhtemil olmakla ilham-ı kabihden hali olmadığından lisan nezahetine dikkat eden üdeba nezdinde istimali tervic edilmeyip “yüksek” vasfı buna tercih olunmuştur.» (E.T. 3559)
«Mübarek olsun yerinde, kutlu olsun denirse de, bereket yerinde kut demiyoruz. İşte bu gibi sebeblere binaen biz de mealde «¾«‡_«A«# fiilini aynen muhafaza ile beraber “ne yüce feyyaz o” tabiriyle bir tefsir ifade etmek istedik. Bunun yerinde “yüksek, çok yüksek o” yahut “çok, pek çok feyz ü berekât sahibi o” yahut “ne yüce kutlu o” demek mümkün olabilirdi.» (E.T.3561)
3689- qqTEBAREKALLAH yV7~ ¾‡_A# : “Cenab-ı Hakk’ın (C.C.) ne bereketli, ne hayırlı işleri var, ne kadar bereketli” diyerek hayret ve taaccübü, Allah’ın (C.C.) yaptığı eserlerinden dolayı hayranlık hislerini ifade maksadıyla, Allah (C.C.) hakkında söylenen ve aynı zamanda dua için okunan bir kelâmdır.
3690- qqTEBLİĞ q[VA# : Bir şeye (zaman olsun mekân olsun, hissî yahut manevî olsun) mutlak manada vasıl olmak, erişmek manasında olan büluğ kökünden masdardır. Lügat itibariyle, eriştirmek, götürmek, bildirmek manasındadır. Dinî bir tabir olarak ise; Peygamberliğin beş sıfatından birisi olup, Allah’dan aldıkları emir ve kanunları insanlara bildirmektir ve dolayısıyla mü’minler için de tebliğ, şartlarına uygun olmak üzere ehemmiyetli bir vazifedir. Tebliğ, bizzat muhatabı gerektirmeyen, neşriyatla yapıldığı gibi, muhtaç ve isteyen muhatablara söz ile de yapılır. Dinî hayatı mükemmel ve ciddiyet üzere yaşamak dahi tebliğ sayılır. (Bak: Lisan-ı Hal) (Bak: Cihad, Def-i Mefasid, Emr-i Bil Ma’ruf, Hizmet-i İmaniye, Hürriyet-i Vicdan, İrşad, Vazife)
3691- Tebliğin, hakkı dinleyenlere yapıldığını ve muannid ehl-i dalaletle meşgul olmamak gerektiğini bildiren «bu âyet ²vB²<«f«B²;~ ~«†¬~ Åu«/ ²w«8 ²v6ÇhN«< « (5:105) ve usul-ü İslâmiyenin ehemmiyetli bir düsturu olan ¬‡«hÅN7¬_" |¬/~Åh7«~
y«7h«P²X< « Yani: “Başkasının dalaleti sizin hidayetinize zarar vermez. Sizler lüzumsuz onların dalaletleriyle meşgul olmazsanız...” (Bak: 3884/1.p.) Düsturun manası: “Zarara kendi razı olanın lehinde bakılmaz. Ona şefkat edip acınmaz.” Madem bu âyet ve bu düstur bizi, zarara bilerek razı olanlara acımaktan menediyor; biz de bütün kuvvetimiz ve merakımızla vaktimizi kudsi vazifeye hasretmeliyiz. Onun haricindekileri malayani bilip, vaktimizi zayi etmemeliyiz.» (E.L.I. 44) diyerek, Bediüzzaman talebelerine tebliğe dair bir düstur beyan etmiştir.
3692- Mezkûr âyetin tefsirinde müfessirler, tebliğin terk edilip edilemeyeceği hususunda hayli beyanlarda bulunmuşlardır. (Bak: 3698, 3702.p. sonu) Bilhassa sefahetlerle cemiyetin bozulup hakkı dinlemeyenlerin çoğaldığı devrelerde, hakka muhalif ve düşman oldukları bilinen muannid kimselerle meşgul olmamak, hakkı dinleyen az da olsa keyfiyet kaidesine dayanarak hizmette sabr ü sebat etmek gerektir.
Mevzumuzla alâkalı olarak Bediüzzaman Hazretlerine sorulan bir sual ve cevabı şöyledir:
Sual: «Madem Kur’an-ı Hakîm’in feyziyle ve nuruyla en mütemerrid ve müteannid dinsizleri ıslah ve irşad etmeye Kur’anın himmetine güveniyorsun. Hem bilfiil de yapıyorsun. Neden senin yakınında bulunan bu mütecavizleri çağırıp irşad etmiyorsun?
Elcevab: Usul-ü Şeriatın kaide-i mühimmesindendir:
y«7 h«P²X< « ¬‡«hÅN7¬_" |/~Åh7«~ Yani: “Bilerek zarara razı olana şefkat edip lehinde bakılmaz.” İşte ben çendan Kur’an-ı Hakîm’in kuvvetine istinaden dava ediyorum ki: “Çok alçak olmamak ve yılan gibi dalalet zehirini serpmekle telezzüz etmemek şartıyla, en mütemerrid bir dinsizi birkaç saat zarfında ikna etmezsem de, ilzam etmeye hazırım.” Fakat nihayet derecede alçaklığa düşmüş bir vicdan ki, bilerek dinini dünyaya satar ve bilerek hakikat elmaslarını pis, muzır şişe parçalarına mübadele eder derecede münafıklığa girmiş insan suretindeki yılanlara hakaikı söylemek; hakaika karşı bir hürmetsizliktir.
¬h«T«A²7~ ¬»_«X²2«~ |¬4 ¬‡«‡Çf7~ ¬s[¬V²Q«B«6 darb-ı meseli gibi oluyor. (Bak: 1539. p.) Çünki bu işleri yapanlar, kaç defa hakikatı Risale-i Nur’dan işittiler. Ve bilerek hakikatları zendeka dalaletlerine karşı çürütmek istiyorlar. Böyleler, yılan gibi zehirden lezzet alıyorlar.» (M.362)
3693- Dinî hizmette ehemmiyeti haiz olan tebliğde dikkat edilmesi gereken hususlardan birisi de, muhatabın hakaika ihtiyaç duyan kişi olmasıdır. Bediüzzaman, eserlerinde tebliğ hakkında ihtiyaç duymak şartını ısrarla bildirir. Ezcümle: Herkesle görüşmediği cihetle sorulan bir suale verdiği cevabda bu hususu beyan eder:
«Sual: Senin bu teveccüh-ü ammeden çekilmen Nur’un intişarına ve istifadesine belki bir zarar olur?
Elcevab: Vazifemizi yapmak ve vazife-i İlahiyeye karışmamak elzemdir. Nurları halka kabul ettirmek ve onları ondan istifade ettirmek vazife-i İlahiyedir, ona karışamayız. Yalnız müşteri ve muhtaç olanlara tebliğ ve göstermektir. Ve onları aramak ve Nurları satın almaya teşvik etmeğe ihtiyaç kalmamış. Çünki hem bu şiddetli imtihanlarda Nurlar çok kıymettar olduğu tahakkuk ettiği için müşteri aramaz, müşteri onu aramalı ve yalvarmalı. Hem Nur, onbeş sene zarfında o dört dehşetli imtihan meydanında muhtaç müşterilere kendini göstermiş.» (S.N. 113)
Evet «Nurcular, müşterileri ve kendilerine taraftarları aramaya kendilerini mecbur bilmiyorlar. “Vazifemiz hizmettir, müşterileri aramayız, onlar gelsinler bizi arasınlar, bulsunlar.” diyorlar. Kemiyete ehemmiyet vermiyorlar. Hakiki ihlası taşıyan bir adamı, yüz adama tercih ediyorlar.» (E.L.II. 170)
«Hem müşterileri aramak değil, belki müşteriler hakiki ihtiyacını hissedip ve yarasının tedavisi için Risale-i Nur’u aramasının lüzumu...» (E.L.I. 257) Hem «yazdığım hakaik-ı imaniyeyi doğrudan doğruya nefsime hitab etmişim. Herkesi davet etmiyorum. Belki ruhları muhtaç ve kalbleri yaralı olanlar o edviye-i Kur’aniyeyi arayıp buluyorlar.» (M.70)
«Hem Risale-i Nur, müşterileri aramaz; müşteriler onu aramalı, yalvarmalı.» (E.L.I.223) şeklindeki ifadelerden anlaşılıyor ki Risale-i Nur’da kemmiyetten ziyade keyfiyet esas alınır. (Bak: Keyfiyet)
Dostları ilə paylaş: |