631- Dinî meselelerin bir kısmında hem hukuk hem şeâir cihetleri bulunur. Bazan bu iki cihetten biri zâil olsa da, diğer ciheti -kısmen de olsa- devam edebilir. Ezcümle: Bediüzzaman “Mektubat” adlı eserinde, milletimizin asırlarca yaşadığı şeâir-i İslâmiyeyi tağyir etmek isteyenlere, şeâiri müdafaa makamında gereken cevabı verirken, şeâir cihetiyle dar-ül İslâmın ana unsurlarından olan an’anat-ı İslâmiye, İslâmî tarih, umum şeâir ve erkân-ı İslâmiyeye ait muhaverat-ı ehl-i İslâm gibi hususları beyanla, dar-ül İslâmın tarifine de bir cihette temas eden bu yazısında şunları söylemektedir:
«Şeâir-i İslâmiyeyi tağyire teşebbüs edenlerin senetleri ve hüccetleri, yine her fena şeylerde olduğu gibi, ecnebileri körü körüne taklidcilik yüzünden geliyor. Diyorlar ki: “Londra’da ihtida edenler ve ecnebilerden imana gelenler; memleketlerinde ezan ve kamet gibi çok şeyleri kendi lisanlarına tercüme ediyorlar, yapıyorlar. Âlem-i İslâm onlara karşı sükût ediyor, itiraz etmiyor. Demek bir cevaz-ı şer’î var ki, sükût ediliyor?”
Elcevab: Bu kıyasın o kadar zâhir bir farkı var ki; hiçbir cihette onlara kıyas etmek ve onları taklid etmek zîşuurun kârı değildir. Çünki; ecnebi diyarına, lisan-ı şeriatta “Dâr-ı Harb” denilir. Dâr-ı harbde çok şeylere cevaz olabilir ki, “Diyar-ı İslâm”da mesağ olamaz.
632- Hem Frengistan diyarı, Hristiyan şevketi dairesidir. Istılahat-ı şer’iyenin meânisini ve kelimat-ı mukaddesenin mefahimini lisan-ı hâl ile telkin edecek ve ihsas edecek bir muhit olmadığından; bilmecburiye kudsî meâni, mukaddes elfaza tercih edilmiş; meâni için elfaz terkedilmiş, ehvenüşşer ihtiyar edilmiş. Diyar-ı İslâmda ise; muhit, o kelimat-ı mukaddesenin meal-i icmalîsini ehl-i İslâma lisan-ı hal ile ders veriyor. An’ane-i İslâmiye ve İslâmî tarih ve umum şeâir-i İslâmiye ve umum erkân-ı İslâmiyete ait muhaverat-ı ehl-i İslâm, o kelimat-ı mukaddesenin mücmel meâllerini, mütemadiyen ehl-i imana telkin ediyorlar. Hatta şu memleketin maâbid ve medaris-i diniyesinden başka makberistanın mezar taşları dahi, birer telkin edici, birer muallim hükmündedir ki; o meâni-i mukaddeseyi, ehl-i imana ihtar ediyorlar. Acaba kendine müslüman diyen bir adam, dünyanın bir menfaati için, bir günde elli kelime Frengî lügatından taallüm ettiği halde; elli senede ve her günde elli defa tekrar ettiği Sübhanallah, Elhamdülillah ve Lâ ilahe İllallah ve Allahü Ekber gibi mukaddes kelimeleri öğrenmezse, elli defa hayvandan daha aşağı düşmez mi? Böyle hayvanlar için, bu kelimat-ı mukaddese tercüme ve tahrif edilmez ve tehcir edilmezler! Onları tehcir ve tağyir etmek, bütün mezar taşlarını hâkketmektir; bu tahkire karşı titreyen mezaristandaki ehl-i kuburu aleyhlerine döndürmektir. » (M.401) (Bak: 454.p.)
633- Demek yukarıda zikredilen “an’anat-ı İslâmiye, İslâmî tarih ve umum şeâir-i İslâmiye ve umum erkân-ı İslâmiyeye aid muhaverat-ı ehl-i İslâm” gibi dar-ı İslâmın şeâir cihetindeki ana unsurları halk ekseriyetinde hâkim olsa, o cemiyette dinî hayat devam eder. Eğer bir cemiyette mezkûr şeâire bedel âdât-ı ecnebiye ekseriyette revaç bulmuşsa, o cemiyette hakiki dinî hayat ve bilhassa diyanette temel teşkil eden hissiyat-ı diniye zayıflar ve giderek İslâm isimlerde kalır. (Bak: 985.p.)
Nitekim ilk meclis kurulduğu zaman Ankara’ya çağrılan Bediüzzaman’ın mebuslara neşrettiği beyannamesinde, henüz milletin şeâire bağlı olup dindar olduğunu, şeairi bozmanın büyük zarar vereceğini anlatmış ve takriben 1945 senelerinde de Adliye Vekiline hitaben yazdığı bir mektubunda da aynen şöyle demiştir. «Eski terbiye-i İslâmiyeyi alan yüzde ellisi meydanda varken, an’ane-yi milliye ve İslâmiye-ye karşı yüzde elli lâkaydlık gösterildiği halde, elli sene sonra yüzde doksanı nefs-i emmareye tâbi olup millet ve vatanı anarşiliğe sevketmek kuvvetli ihtimali...» (E.L.I. 22) diyerek şeâirin bozulması ve Avrupaî âdet ve modaların ve sefahetin umumî-leşmesiyle doğacak büyük tehlikeyi haber vermiştir. (Bak: 249, 250, 618, 3487 ilâ 3490.p.lar)
633/1 Asrımızda meydana gelen ve fitnelerin en dehşetlisi olan ve nifakî hususiyetleri bulunan âhir zaman fitnesi devrinde dar-ül harb gibi mes’elelerin tayin ve tesbiti müşkildir. Çünkü fıkıhta:
-
Dâr-ül İslâm (İslâm hakimiyetindeki memleket);
-
Dâr-ül Harb (Kâfirlerin hâkim oldukları memleket);
-
Dâr-ı Ridde (Mürtedlerin hükmettiği memleket)’den bahsedilir.
Âhirzaman fitnesi ise halkı aldatıp ifsad eden nifak ve ifsad cereyanının hakimiyetidir. Bu nifakî hakimiyette; müslim, kâfir, mürted ve münafıklar içtimaî ve idarî bünyede iç içe bir arada bulunabiliyor. Böyle karma bir cemiyet ve devlet, muayyen bir vasıf ile tevsif edilemez. Binaenaleyh bugünkü şartlarda böyle hassas meselelere şer’i hüküm getirmedeki zorluğun bir sebebi budur.
İşte dindarlar ile dîne muhalif olanlar iki cephe halinde olmadığı ve aldatan münafıklarla aldatılan müslümanların birbirine karışık olduğu böyle cemiyetler içinde menfî hareketler zulme sebebiyet vereceğinden Bediüzzaman Hazretleri Kur’andan aldığı ders ile müsbet hareket etmeyi ısrarla tavsiye etmiştir. Ancak mecburiyet-i kat’iye müstesnadır.
Ezcümle, bir tavsiyesinde diyor ki; “Risale-i Nur’daki şefkat, vicdan, hakikat, hak, bizi siyasetten men’etmiş. Çünki masumlar belaya düşerler, onlara zulmetmiş oluruz. Bazı zâtlar bunun izahını istediler. Ben de dedim:
Şimdiki fırtınalı asırda gaddar medeniyetten neş’et eden hodgâmlık ve asabiyet-i unsuriye ve umumî harbden gelen istibdadat-ı askeriye ve dalaletten çıkan merha-metsizlik cihetinde öyle bir eşedd-i zulüm ve eşedd-i istibdadat meydan almış ki, ehl-i hak hakkını kuvvet-i maddiye ile müdafaa etse, ya eşedd-i zulüm ile, tarafgirlik bahanesiyle çok bîçareleri yakacak, o halette o da ezlem olacak ve mağlub kalacak. Çünki mezkûr hissiyatla hareket ve taarruz eden insanlar, bir-iki adamın hatasıyla yirmi-otuz adamı, âdi bahanelerle vurur, perişan eder. Eğer ehl-i hak, hak ve adalet yolunda yalnız vuranı vursa, otuz zayiata mukabil yalnız biri kazanır, mağlub vaziye-tinde kalır. Eğer mukabele-i bilmisil kaide-i zalimanesiyle, o ehl-i hak dahi bir-ikinin hatasıyla yirmi-otuz bîçareleri ezseler, o vakit hak namına dehşetli bir haksızlık ederler.
İşte Kur’anın emriyle, gayet şiddetle ve nefretle siyasetten ve idareye karışmaktan kaçındığımızın hakikî hikmeti ve sebebi budur. Yoksa bizde öyle bir hak kuvveti var ki, hakkımızı tam ve mükemmel müdafaa edebilirdik.” (Ş.292)
Diğer bir ikazı da şöyledir:
“Risale-i Nur’a karşı gizli düşmanlarımızdan bazı zındıkların şeytanetiyle çevrilen plânlar ve hücumlar inşâallah bozulacaklar, onun şakirdleri başkalara kıyas edilmez, dağıttırılmaz, vazgeçirilmez, Cenab-ı Hakk’ın inayetiyle mağlub edilmezler. Eğer maddî müdafaadan Kur’an men’etmeseydi, bu milletin can damarı hükmünde umumun teveccühünü kazanan ve her tarafta bulunan o şakirdler, Şeyh Said ve Menemen hâdiseleri gibi cüz’î ve neticesiz hâdiselerle bulaşmazlar. Allah etmesin, eğer mecburiyet-i kat’iyye derecesinde onlara zulmedilse ve Risale-i Nur’a hücum edilse, elbette hükûmeti iğfal eden zındıklar ve münafıklar bin derece pişman olacaklar.” (Ş.362)
Emirdağ Lâhikası eserinde de şu ihtar var:
“Biz Nur talebeleri o cebbar gaddarlardan hakkımızı kolayca alabilirdik. Fakat İslâmiyet’in asırlardır bayraktarlığını yapan kahraman Türk milletinin masum çoluk-çocuk ve ihtiyarlarına karşı Risale-i Nur’un bizlerde husule getirdiği kuvvetli şefkat itibariyle ve Kur’an-ı Hakîm’in bizleri maddî mücadeleden men’edip elimizde topuz yerinde Nur olması haysiyetiyle ve bütün kuvvetimizle mesleğimizin îcabı olan asayişi temin etmek esasıyla, o zalimlere maddeten mukabele edemedik. Yoksa Allah göstermesin, bir mecburiyet-i kat’iyye olursa komünist ve masonlar hesabına ona sebebiyet verenler bin defa pişman olacaklardır.” (E.L.II.27)
İşte Ahirzaman fitnesinde meseleler böyle hassasiyet kazandığı ve inceleştiği cihetle, Kur’an’a uygun hareket etmek için Kur’an’ın bu asra bakan vechesini beyan eden Risale-i Nur’daki tavsiyelere dikkat edip ona göre hareket etmek icab ediyor.
qqDAR-ÜL HİKMET-İL İSLÂMİYE y[8Ÿ,É~ }WUE7~‡~… : Bu teşkilat, son devirlerde gerek imparatorluk ve gerekse İslâm âleminde ortaya çıkan bir takım dinî meselelerin halli ve İslâma yapılan hücumların İslâm ahkâmına göre cevaplandırılması için 12 Ağustos 1334 (25 Ağustos 1918) tarihinde V. Mehmed Reşad ve Şeyhülislâm Musa Kâzım Efendi’nin zamanında kurulmuştur.
Ayrıca halkın her türlü dinî ihtiyaçlarını, ilmî bir metodla yerine getirmek için her türlü neşriyat ve beyannameleri ele almakta ve halkımızı dahilî ve haricî tehlikelere karşı tenvir etmekteydi. Ecnebilerin sordukları suallere, komisyonlarda görüşülmek suretiyle resmen cevap verildiği gibi; müracaat eden her müslümana da gerekli cevap veriliyordu.
Osmanlı İmparatorluğunun karışık ve Avrupa hayranlığının devlet müesseselerinin her kademesinde revaçta olduğu bir zamanda, ahlâk ve imanı elde tutmak, bu teşkilatın en başta gelen vazifelerinden biri idi. Matbuatta İslâma yapılan hücumlara ve İslâmı hurafeler dini gibi göstermeğe çalışan yazarlara gerekli cevaplar veriliyor ve cezalandırılmaları için de Dahiliye Nezaretine resmen müracaat ediliyordu.
Bu teşkilata tayin olunan azalar azil, tâyin, istifa ve vefatlarla 28 kadardır. Aslında, dokuz aza, bir reisten teşekkül ediyordu. Bu zâtların tâyinleri gelişi güzel olmadığı gibi, bu teşkilatın içinde mevcut bulunan üç komisyondan birine (fıkıh, kelâm ve ahlâk) girebilecek ilmî kariyere (meslek) sahib olmaları icab ediyordu.
Bu müesseseye “İslâm Akademisi” veya “Yüksek İslâm Şûrası” da diyebiliriz. Kuruluşu ile son derece faydalı ve o nisbette hizmetleri olmuş bir teşkilattır. Fakat kuruluş tarihi olan 1918’den 1922’ye kadar devam etmekle, ancak dört senelik bir faaliyeti olmuştur. (O.A.L.)
635- qqDAR-I RİDDE ˜±…‡ ¬‡~… : Aslında müslim iken sonradan irtidad eden
veya bir zaman, İslâmiyeti kabul etmiş iken sonradan mürted olan şahısların hâkim bulundukları yer.
«Darürridde, yani: Mürtedlerden müteşekkil bir taifenin istila ederek hâkimiyetleri altına aldıkları yerler, bazı ahkâm itibariyle dar-ı harbden ayrılır. Meselâ: Dar-ı harb ahalisiyle müsalaha akdi caiz olduğu halde, darürridde ahalisiyle caiz olmaz. Çünkü riddetin devamına cevaz verilemez. Şu kadar var ki, bunlar bir müddet düşünmek için mütareke talebinde bulundukları takdirde bakılır. Eğer müslümanların hakkında hayırlı görülürse, bu mütarekeye muvafakat edilir. Ve eğer harb edilmesi daha muvafık görülürse, bu mütarekeye muvafakat edilmez.
Mütareke kabul edildiği takdirde mukabilinde bir bedel, bir haraç alınamaz. Zira bu halde mütareke, bir akd-i zimmete müşabih olur.
Halbuki mürtedler, zimmete kabul edilemezler. Bu mütarekenin öyle iki-üç günlük, geçici bir zaman için olması icab etmez. Buna lüzumuna göre bir mühlet tayin edilir.» (H.İ. ci: 3, sh: 481) (Bak: Dar-ül Harb, Mürted)
636- qqDARWİNCİLİK tV[DX<—‡~… : (Fr. Darwinisme) 19. yy.da yaşamış İngiliz tabiatçısı Darwin’in ileri sürdüğü bâtıl bir nazariyedir. “Evrim teorisi, tekâmül nazariyesi” adıyla da anılan bu görüşe göre, insan dahil, bütün canlıların başlangıçta tek hücreli canlı olarak meydana geldiklerini, sonra tesadüfen nesilden nesile farklılaşıp başkalaştığını, bu tesadüfi değişikliklerden çevre şartlarına uygun olanlara sahip canlıların yaşadığını, diğerlerinin yok olduğunu, böylece canlıların gittikçe mükemmelleşerek bugünkü şekle girdiğini iddia eder. Bu iddianın ortaya atıldığı zamanlarda, canlı hücrenin kimyevî ve genetik yapısı, yani canlılarda kendi hususiyetlerinin nesline geçmesi için hücrenin çok hassas bir kaderî proğrama sahib kılındığı bilinmiyordu.
637- Darwincilik ve tekâmül teorisi, 19.yy.da maddeciliğin yeni felsefi kılıklara girerek canlanmaya başladığı sıralarda ileri sürülmüş, bilgi noksanlığına veya bazan da aşağıda görüleceği gibi, kasıtlı tahriflere dayanan bir iddiadır. O zaman diğer aşırı ve yıkıcı cereyanlar gibi bu cereyanın temsilcileri ilmî isbattan uzak, bir takım kabullere dayanıyorlardı. Teorileri, ilmî tecrübe ve araştırma neticeleri ile asla teyid edilmemiştir.
Buna rağmen Yeni darwincilik gibi isimlerle müdafaasına devam edilmesi maksadlıdır. Teorinin müdafilerinin maddeci olması dikkat çekicidir. Maddecilik, biyolojik tekâmül teorisine, kendi görüşünün ayrılmaz bir parçası sayarak sahip çıkmaktadır. Çünki görüşleri dine karşıdır. Maddeci insan telakkisi insanı ruhsuz, değersiz, başıboş, sahipsiz, tesadüflerin ve maddenin esiri olarak görür. Maddeci cereyanlar tekâmül nazariyesini, ilmen doğruluğuna inandıklarından değil, daha çok ideolojik maksadlarına uygun geldiği için müdafaa ederler. Bunlardan bazılarının da teorilerinin ilmen isbatının yapılamadığını itirafa mecbur oldukları görülmektedir.
638- Darwincilik teorisi, aslında ilim çevresine sahtekârlıkla sokulmuştur. Çeşitli misallerinden bir-iki örnek verelim:
1912 yılında İngiltere’de Piltdown’da sözde insanın maymun soyundan ceddine ait olduğu iddia edilen fosil (kalıntı) bulunmuştur. İnsan kafatasına kasden maymuna ait çene kemiği monte edilmiş, dişler de eğelenmek suretiyle çene kemiğindeki yerlerine yerleştirilmiş. Sahtekârlığın anlaşılmaması ve güya 500 000 yıl öncesine ait olduğu zehabını uyandırmak için potasyum dikromat ile sun’i olarak lekelendirilmiş.
Darwinci sözde ilim adamları, bu düzmece fosile dayanarak kırk yıl boyunca “İnsanın maymun soyundan atası” diye makaleler yazmış ve konferanslar vermişlerdir. Sahtekârlık 1950 yılından sonra fluor testleriyle yapılan araştırmalar sonunda ortaya çıkmıştır. Bu örnek, maddeci görüşün gayesi istikametinde nelere baş vurabileceğini göstermesi bakımından mühimdir.
639- Başka bir misal de şudur:
1922 yılında Nebraska’da bir azı dişi bulunmuş ve hemen “Nebraska adamı” diye adlandırılıp güya insanın maymun soyundan gelme bir atasına ait delil kabul edilerek neşriyata başlanmıştır. Yıllar sonra bu dişin bir domuza ait olduğu anlaşılmıştır. (Gregory, W.K. Sience, cild 66, 1927 yılı)
Bugün artık ideolojik saplantısı olmıyan ilim adamları Darwinciliği reddetmektedir. Reddiyeleri, Darwincilerin yaptığı gibi sahtekârlığa, keyfi ve indî düşüncelere değil, ilmin bugünkü neticelerine dayanmaktadır. İlmî çalışmaların gelişip ilerlemesi, mezkûr teorinin ne kadar hatalı ve bâtıl olduğunun daha geniş çevrelerce anlaşılmasını kolaylaştırmaktadır.
Daha fazla bilgi için bak: Evrim Teorisi Hakkında Rapor Özeti, T.C. Milli Eğitim Gençlik ve Spor Bakanlığı, M.E. Basımevi-Ankara, 1985.
640- Hülasa etmek icab ederse, Prof. Gish’in dediği gibi:
“Bütün jeolojik delillerden anlaşılan şudur ki, yeryüzünde hayat kompleks (karmaşık) yapıdaki canlılarla başlamıştır. Evrimcilerin ileri sürdüğü gibi, tedricî bir gelişme söz konusu değildir. Fosillerden (eski canlı kalıntılarından) elde edilen neticeler, Jeoloji’de Paleozoik denilen 1. zamanın başlangıcı “Kambriyum” devrindeki hayvanların kendilerinden daha basit yapılı canlılardan değil, doğrudan kendi yapılarıyla yeryüzünde göründüklerini ortaya koymaktadır. Bundan başka büyük canlı grupları veya bölümleri arasında geçiş şekilleri olarak dikkate alınabilecek bir tek fosil dahi bulunamamıştır. Dolayısıyla mercanlar mercan ve ahtapotlar da ahtapot olarak hayata başlamıştır.”
Darwincilik, diğer bâtıl felsefeler gibi, maddecilik bataklığına saplanan Batı’nın sapık düşünce sisteminden kaynaklanan bir iddiadan ibarettir. Zoraki devamına çalışılması ideolojik maksaddan ileri gelmektedir. Bu görüş, ne insan, ne insanlığa hiçbir hayır ve ulvî gaye telkin etmedikten başka aksine, insanı ve insanlığı aşağılatıcı mahiyettedir. (B. Sami Sağbaş, Felsefe Öğretmeni) (Bak: Delil-i İhtira ve 94. p.)
641- Herbir nev’in kendisine has bir mahiyeti ve hususiyetleri vardır. O mahiyet, başka nev’e değişmez. Yani tedricî tekâmül ile nar, elma olmaz. Fare, kedi fıtratına dönmez. Hiç bir hayvan da, insan mahiyetini alamaz. Çünki meselâ: Yeni doğan bir çocuk, hiç bir kimseyle görüştürmeden yanında hiç konuşulmadan büyütülse, konuşamıyan ve düşünemiyen bir hayvan vaziyetinde olur. Hatta semavî dinler gelmeseydi, insan bir nevi hayvan olarak kalacaktı. (Bak: 143.p.) Fakat bu aynı şahıs, cemiyet hayatına temas ettirilse; konuşmayı, düşünmeyi ve diğer insanî hususiyetleri tedricen kazanır. Yani mahiyetinde ve ruh yapısında konulan insanî hususiyetler ve istidadlar inkişaf eder. Çünki insanın ruh yapısında, asıl mahiyetinde insan olabilmek mânevi proğramı vardır. Fakat bir hayvan olan kedi, aile içinde olduğu halde daima kedidir, insan olamaz. Çünki mahiyeti kedidir.
Ruhundaki kaderî proğram, kedilik proğramıdır. Demek Allah’ın herşeyde koyduğu kanunlar gibi, enva’ arasında bulunan mübayenet-i mahiyet kanunu da tebeddül etmez. O halde her bir nev’in ilk başlangıcı, bir ferd olup, bu ferd kendi nev’inin mahiyet ve hususiyetlerine sahip kılınmış ve tekâmül ettirilerek son kemâl mertebesine getirilmiş, bu haliyle nev’inin ilk Âdem-i mânasında başlangıcı olmuştur. İlk yaratılan bu ferdin neslinin devamı ve çoğalması da yine Allah’ın hikmeti ile tenasül kanununa bağlanmıştır. Âlemde câri olan kanun-u küllî budur. Şu kadar var ki; her nev’in ilk başlangıcı olan ferdler, vücud yapısı kemal mertebesine gelinceye kadar Allah’ın Hakîm ve Sani’ gibi isimlerinin iktizası ve tecellisiyle terakki devreleri geçirirler. Meselâ Kur’anda: (15:26) ¯–YX²K«8 ¯¶_«W«& ²w¬8 ¯Ä_«M²V«. ²w¬8 âyetini, Elmalılı Hamdi Yazır’ın tefsirinden telhisen nakledersek: Salsal: Tıngırdar kuru çamur; Hame’: Uzun müddet su ile yumuşayıp tagayyür etmiş kokar çamur; Mesnun: Mütegayyer, dökülmüş bir suret ve misal üzerine musavver demektir..
Evvela salsal sonra da ondan bir suret-i mahsusaya ifrağ olunup, insan mayasını teşkil etmiş olan (Hame-i mesnun) yapılmış ve insan ondan halk ve tesviye edilmiş olur... şeklinde izahat veriliyor.
642- İnsandan başka olan zihayat enva’ın ilk ferdleri de mezkûr âyetin bildirdiği kaidenin şümulünde düşünülür. Zira zihayat enva’ ile insan arasında hayatiyette müşterekiyet olup, ancak mahiyetlerinde mübayenet vardır. Yani insanın ruhî yapısı, nihayetsiz terakki ve tedenniye müstaid olup kuva ve hissiyatına fıtrî had konulmamıştır. Hayvan ise fıtrî had altındadır.
İnsanlar bedenen az, ruhen çok farklı; ve hayvanlar ise aksine bedenen çok, ruhen az farklı olmaları gösteriyor ki, insan ruhen tekâmül için bu dünyaya gönderilmiştir. Bu hakikat Mesnevi-i Nuriye tercümesiyle şöyle ifade ediliyor:
«İnsanın fıtratında acib bir hal: İnsanın efradı arasında cismen ve sureten ayrılık varsa da pek azdır. Amma manen ve ruhen, aralarında zerre ile şems arasındaki ayrılık kadar bir ayrılık vardır. Fakat sair hayvanat öyle değildir. Meselâ: Balık ile kuş, kıymet-i ruhiyece birbirine pek yakındırlar. En küçüğü en büyüğü gibidir. Çünki insanın kuvve-i ruhiyesi tahdid edilmemiştir. Enaniyet ile o kadar aşağıya düşer ki, zerreye müsavi olur. Ubudiyet ile de o kadar yükseğe çıkıyor ki, iki cihanın güneşi olur. Hz. Muhammed (A.S.M.) gibi.» (M.N.128)
Demek ki ilk insan ve dolayısıyla her bir nev’in ilk ferdi çok uzun bir zamanda istihalelerden geçirtilerek (Bak: 95.p.) vücud yapıları hikmet-i Rabbaniye ile kemal mertebesine getirilmiştir. Ancak bundan sonra diğer nevilerden farklı olarak insanın terakkisi vücud yapısında değil, mahiyetindeki istidadların inkişafında cereyan etmektedir.
643- İlim ve din hakikatlarına zıd giden Darwinci tekâmül nazariyesinin butlanı şu açıklamadan daha iyi anlaşılır:
«İlm-ül hayvanat ve ilm-ün nebatatta isbat edildiği gibi, envaın sayısı ikiyüz binden ziyadedir. Bu nev’ler için birer âdem ve birer evvel-baba lâzımdır. Bu evvel-babaların ve âdemlerin dâire-i vücubda olmayıp ancak mümkinattan olduklarına nazaran, behemehal vasıtasız kudret-i İlahiyeden vücuda geldikleri zaruridir. Çünkü bu nevi’lerin teselsülü, yani sonsuz uzanıp gitmeleri bâtıldır. Ve bazı nev’ilerin başka nevi’lerden husule gelmeleri tevehhümü de bâtıldır. Çünki iki nevi’den doğan nev’, alelekser ya akîmdir veya nesli inkıtaa uğrar; tenasül ile bir silsilenin başı olamaz.
Hülasa: Beşeriyet ve sair hayvanatın teşkil ettikleri silsilelerin mebdei, en başta bir babada kesildiği gibi, en nihayeti de son bir oğulda kesilip bitecektir.» (İ.İ.88)
644- Netice olarak en mühim bir nokta şudur: Kur’anın hükmüne zıt olan herhangi bir nazariyeyi kabul etmek, imanla bağdaşmaz ve imanda ihtiyat kaidesine de zıt düşer. Çünki hiçbir nazariye, kat’iyet ifade etmez. Eğer kat’iyet ifade etse, nazariye olmaz. Müsbet fenlerin kat’i hükümleri gibi, bütün insanlar aynı hükmü kabul de müşterek bulunurlar.
İşte bütün ehl-i aklın müşterek olduğu bu kaide ile, Darwin’in iddiası ele alınınca şu neticeye varılır: Bu iddia bir nazariyedir, hem de çok zayıf bir nazariyedir. Nitekim, yukarıda bazı örnekleri görüldüğü gibi çok ehl-i ilim bu nazariyeyi çürütüp reddetmişlerdir. Esasen darwincilik gibi bir nazariyeyi kabul etmek, imanda ihtiyat kaidesine aykırıdır. Halbuki insan en basit bir meselede dahi ihtiyatla hareket eder. Evet, dine aykırı olan bir nazariyeyi kabul etmemekte madem hiç bir mes’uliyet ve hiçbir zarar ihtimali yoktur ve kabul etmekte ise, dine aykırı olduğu cihetle, sonsuz ceza ve mes’uliyet vardır. Şu halde dine aykırı bir nazariyeyi kabul etmek, akl-ı selîme ve mantığa da aykırı düşer. (Bak: 1632.p.)
Allah’ın kâinatın hâlikı ve sâni’i olduğunu kabul etmeyen bâtıl cereyanlarda olduğu gibi, Darwin nazariyesinin de temelinde, her şeyin tesadüf ve tabiatın eseri olduğu anlayışı vardır. Bu itibarla gayet hikmetli, sanatlı ve nizamlı eserlerin, tesadüf ve şuursuz tabiatın eserleri olamıyacağını isbat eden deliller, dolayısıyla Darwin nazariyesinin de çürüklüğünü isbat eder demektir. (Bak: 116, 117, 232-239, 4081- 4086.p.lar)
Darwinciliği müdafaa edenler hakkında akla gelen bir fikir de şu olabilir ki: 2353. paragrafta izah edildiği gibi; Allah ceza olarak geçmişte bazı kavimleri maymun suretine çevirmiş olduğuna binaen, bu nazariye taraftarları bu mesh hâdisesine ruhen yakın düşüp, mezkûr cereyanın müdafaacısı olabilirler. (Bak: Mesh)
645- qqDAVUD (A.S.) …—~… Kur’an-ı Kerim’de ismi geçer ve Benî İsrail peygamberlerindendir. Hz. Süleyman’ın (A.S.) babasıdır. Hem peygamber, hem sultandı. İbranice Zebur kitabı (Bak: Zebur) kendisine nâzil olmuştur. Sesi çok güzeldi. M.Ö. 1010’da vefat ettiği nakledilir. Davud (A.S.) bir kısım mucizelere mazhar olmuştur. Ezcümle:
«Hz. Davud Aleyhisselâm hakkında: ¬_«O¬F²7~«u²M«4«— «}«W²U¬E²7~ ˜_«X²[«# ³~ «— (38:20) «f<¬f«E²7~ y«7 _ÅX«7«~ «— (34:10) Hz. Süleyman Aleyhisselâm hakkında y«7 _«X²V«,«~«—
¬h²O¬T²7~ «w²[«2 (34:12) âyetleri işaret ediyorlar ki: Telyin-i hadid en büyük bir nimet-i İlahiyedir ki; büyük bir peygamberinin fazlını, onunla gösteriyor. Evet telyin-i hadid, yani demiri hamur gibi yumuşatmak ve nühası eritmek ve madenleri bulmak, çıkarmak; bütün maddi sanayi-i beşeriyenin aslı ve anasıdır ve esası ve madenidir.
İşte şu âyet işaret ediyor ki: “Büyük bir resule, büyük bir halife-i zemine büyük bir mucize suretinde, büyük bir nimet olarak telyin-i hadiddir ve demiri hamur gibi yumuşatmak ve tel gibi inceltmek ve bakırı eritmekle ekser sanayi-i umumiyeye medar olmaktır. “Madem bir resule; hem halife, yani hem manevi hem maddi bir hâkime, lisanına hikmet ve eline sanat vermiş. Lisanındaki hikmete sarihan teşvik eder. Elbette elindeki sanata dahi tergib işareti var. Cenab-ı Hak şu âyetin lisan-ı işaretiyle manen diyor:
646- “Ey Benî-Âdem! Evamir-i teklifiyeme itaat eden bir abdimin lisanına ve kalbine öyle bir hikmet verdim ki; herşeyi kemal-i vuzuh ile fasledip hakikatını gösteriyor ve eline de öyle bir sanat verdim ki; elinde balmumu gibi demiri her şekle çevirir. Halifelik ve padişahlığına mühim bir kuvvet elde eder. Madem bu mümkündür, veriliyor. Hem ehemmiyetlidir. Hem hayat-ı içitimaiyenizde ona çok muhtaçsınız. Siz de evamir-i tekviniyeme itaat etseniz, o hikmet ve o sanat size de verilebilir. Mürur-u zamanla yetişebilir ve yanaşabilirsiniz.” İşte beşerin sanat cihetinde en ileri gitmesi ve maddi kuvvet cihetinde en mühim iktidar elde etmesi; telyin-i hadid iledir ve izabe-i nühas iledir. Âyette nühas “kıtr” ile tabir edilmiş. Şu âyetler umum nev-i beşerin nazarını şu hakikate çeviriyor ve şu hakikatın ne kadar ehemmiyetli olduğunu takdir etmeyen eski zaman insanlarına ve şimdiki tenbellerine şiddetle ihtar ediyor.» (S.256)
647- «Hazret-i Davud Aleyhisselâm’ın mucizelerine dair:
(38:18) ¬»~«h²-¬²~ «— ¬±|¬L«Q²7_«" «w²E¬±A«K< y«Q«8 «Ä_«A¬D²7~ _«9²hÅF«, _Å9¬~
(27:16) ¬h²[ÅO7~«s¬O²X«8_«X²W¬±V2 ve (34:10) «f<¬f«E²7~ y«7_ÅX«7«~ «— «h²[ÅO7~ «— y«Q«8 |¬"¬±—«~ Ä_«A¬¬% _«<
âyetler delâlet ediyor ki: Cenab-ı Hak, Hazret-i Davud Aleyhisselâm’ın tesbihatına öyle bir kuvvet ve yüksek bir ses ve hoş bir eda vermiştir ki: Dağları vecde getirip birer muazzam fonoğraf misillü ve birer insan gibi, bir serzakirin etrafında ufkî halka tutup bir daire olarak tesbihat ediyorlardı. (Bak: 2658.p.) Acaba bu mümkün müdür, hakikat mıdır? Evet hakikattır. Mağaralı her dağ, her insanla ve insanın diliyle papağan gibi konuşabilir. Çünki aks-i sada vasıtasıyla dağın önünde sen “Elhamdülillah” de. Dağ da aynen senin gibi “Elhamdülillah” diyecek. Madem bu kabiliyeti, Cenab-ı Hak dağlara ihsan etmiştir. Elbette o kabiliyet, inkişaf ettirilebilir ve o çekirdek sünbüllenir..
648- İşte Hazret-i Davud Aleyhisselâm’a risaletiyle beraber hilafet-i ruy-i zemini, müstesna bir surette ona verdiğinden; o geniş risalet ve muazzam saltanata lâyık bir mucize olarak o kabiliyet çekirdeğini öyle inkişaf ettirmiş ki: Çok büyük dağlar; birer nefer, birer şakird, birer mürid gibi Hazret-i Davud’a iktida edip onun lisanıyla, onun emriyle Hâlik-ı Zülcelal’e tesbihat ediyorlardı. Hazret-i Davud Aleyhisselâm ne söylese, onlar da tekrar ediyorlardı.
Nasılki şimdi vesait-i muhabere ve vesail-i irtibatın kesret ve tekemmülü sebebiyle haşmetli bir kumandan, dağlara dağılan azîm ordusuna bir anda “Allahü Ekber” dedirir ve o koca dağları konuşturur, velveleye getirir. Madem insanın bir kumandanı, dağları sekenelerinin lisanıyla mecazi olarak konuşturur. Elbette Cenab-ı Hakk’ın haşmetli bir kumandanı, hakiki olarak konuşturur; tesbihat yaptırır. Bununla beraber her cebelin bir şahs-ı manevîsi bulunduğunu ve ona münasib birer tesbih ve birer ibadeti olduğunu eski Sözler’de beyan etmişiz. Demek her dağ, insanların lisanıyla aks-i sada sırrıyla tesbihat yaptıkları gibi, kendi elsine-i mahsusalarıyla dahi Hâlik-ı Zülcelal’e tesbihatları vardır.
(27:16) ¬h²[ÅO7~ «s¬O²X«8 _«X²W¬±V2 (38:19) ®?«‡YL²E«8 «h²[ÅO7~«— cümleleriyle Hazret-i Davud ve Süleyman Aleyhimesselâm’a kuşlar envaının lisanlarını, hem istidadlarının dillerini, yani hangi işe yaradıklarını, onlara Cenab-ı Hakk’ın ihsan ettiğini şu cümleler gösteriyorlar. Evet madem hakikattır. Madem ruy-i zemin, bir sofra-i Rahman’dır, insanın şerefine kurulmuştur. Öyle ise, o sofradan istifade eden sair hayvanat ve tuyurun çoğu insana müsahhar ve hizmetkâr olabilir. Nasılki en küçüklerinden bal arısı ve ipek böceğini istihdam edip ilham-ı İlahî ile azîm bir istifade yolunu açarak ve güvercinleri bazı işlerde istihdam ederek ve papağan misillü kuşları konuşturarak, medeniyet-i beşeriyenin mehasinine güzel şeyleri ilave etmiştir. Öyle de, başka kuş ve hayvanların istidad dili bilinirse, çok taifeleri var ki; karındaşları hayvanat-ı ehliye gibi birer mühim işde istihdam edilebilirler. Meselâ: Çekirge âfetinin istilasına karşı; çekirgeyi yemeden mahveden sığırcık kuşlarının dili bilinse ve harekâtı tanzim edilse, ne kadar faideli bir hizmette ücretsiz olarak istihdam edilebilir. İşte kuşlardan şu nevi istifade ve teshiri ve telefon ve fonoğraf gibi camidatı konuşturmak ve tuyurdan istifade etmek; en münteha hududunu şu âyet çiziyor. En uzak hedefini tayin ediyor; en haşmetli suretine parmakla işaret ediyor ve bir nevi teşvik eder. İşte Cenab-ı Hak şu âyetlerin lisan-ı remziyle manen diyor ki:
649- Ey insanlar! Bana tam abd olan bir hemcinsinize, onun nübüvvetinin ismetine ve saltanatının tam adaletine medar olmak için mülkümdeki muazzam mahlukatı ona müsahhar edip konuşturuyorum ve cünudumdan ve hayvanatımdan çoğunu ona hizmetkâr veriyorum. Öyle ise her birinize de madem gök ve yer ve dağlar hamlinden çekindiği bir emanet-i kübrayı tevdi etmişim, halife-i zemin olmak istidadını vermişim. Şu mahlukatın da dizginleri kimin elinde ise, ona râm olmanız lâzımdır. Tâ onun mülkündeki mahluklar da size râm olabilsin ve onların dizginleri elinde olan zatın namına elde edebilseniz ve istidadlarınıza lâyık makama çıksanız.
Madem hakikat böyledir. Mânasız bir eğlence hükmünde olan fonoğraf işlettirmek, güvercinlerle oynamak, mektub postacılığı yapmak, papağanları konuşturmaya bedel; en hoş, en yüksek, en ulvi bir eğlence-i masumaneye çalış ki, dağlar sana Davudvari birer muazzam fonoğraf olabilsin ve hava-i nesimînin dokunmasıyla eşcar ve nebatattan birer tel-i musikî gibi nağamat-ı zikriye kulağına gelsin ve dağ binler dilleriyle tesbihat yapan bir acaib-ül mahlukat mahiyetini göstersin ve ekser kuşlar, hüdhüd-ü Süleymanî gibi birer munis arkadaş veya muti birer hizmetkâr suretini giysin. Hem seni eğlendirsin, hem müstaid olduğun kemalâta da seni şevk ile sevketsin. Öteki lehviyat gibi, insaniyetin iktiza ettiği makamdan seni düşürtmesin.» (S.259-261)
Hadislerde de Davud Aleyhisselâm’ın zikri geçer.
649/1- Davud( A.S) hakkında Kur’andan birkaç not:
-Davud (A.S.)’ın Câlût-u öldürmesi, mülk (saltanat) ve hikmet verilmesi: (2:251)
- Davud (A.S.)’a hidayet verilmesi: (6:84)
-Davud (A.S.)’a dağ ve kuşların teshir edilmesi: (21:79)
-Davud (A.S.)’a ilim verilmesi: (27: 15)
-Davud (A.S.)’ın hususiyetleri ve kıssası: (38: 17-26)
-Allah tarafından zırh yapmanın öğretilmesi: (21: 80) (34:11)
-İsrailoğulları, lisan-ı Davud ve İsa (A.S.) ile lânetlenmişlerdir: (5:78)
-Davud ve Süleyman (A.S.)’ın ekin meselesi hakkındaki hükümleri kıssası: (21:78,79)
650- qqDECCAL Ä_%… : Bu kelime (decl) kökünden mübalağalı ism-i faildir. Aşırı yalan ve aldatmalarla hakkı bâtıl, bâtılı hak olarak gösteren ve münafıkane hak-kı bâtıl ile karıştırıp hakkı örten ve böylece cemiyetleri ifsad ve idlal eden şahıs de-mektir. Tac Tercemesi, 5. cild, 631. hadiste beyan edildiği gibi: “Deccal mechul (gaib) bir şerdir” şeklindeki ifadeden de anlaşıldığı gibi, Süfyan denen İslâm Deccalının deccallığı, herkesin anlayacağı tarzda apaçık değildir. (Bak: 2048.p.) Münafıkane bir tavırla, yani (2:42) âyetinde ifade edildiği gibi, hak ile bâtılı telbis edip ümmeti ifsad ve idlale çalışır. Bu husus hadislerde de beyan edilir. (Bak: 986.p.) Deccal’ın başlattığı cereyana da “Deccaliyet” denir. Deccal’ın en şerli ve zararlı tarafı da deccaliyetidir. Deccal’ın ölümünden sonra da cereyanı hayli zaman devam eder. (Bak: 1000/1.p.)
Deccal’ın hak ile bâtılı karıştırmasına karşı, Kur’an hak ile bâtılı tefrik ve tebyinini (Bak: Mübin) ister. İşte Kur’anın dersini tam anlayan sahabeler nazarında hak ile bâtıl tamamen ayrılmıştı. (Bak: 1490, 1491.p.lar)
Deccal; «sahih hadislerin ihbarı ve din büyüklerinin izah ve kabulleri ile, âhirzamanda gelecek ve Risalet-i Ahmediyeyi inkâr edip İslâmiyet’i tahribe çalışacak ve dünyayı fesada verecek çok şerli ve küfr-ü mutlak yolunda olan dehşetli bir şahıstır. Bir hadis rivayetinde üç deccal, diğerinde yirmiyedi deccal geleceği, Peygamberimiz Aleyhissalatü Vesselâm tarafından bildirilmiştir. Âlem-i İslâm’da muhtelif zamanlarda çıkmış olan dehşetli din düşmanlarının ve anarşiye hizmet edenlerin umumu da rivayetleri tasdik etmektedir. Bu din yıkıcılığının âhirzamanda daha dehşetli olacağı bildirilmektedir. Şu son asırda görülen ve dünyayı tehdit eden ve Cenab-ı Hakk’ı inkâra kadar cür’et edip medeniyet-i beşeriyeyi tahribe çalışan dehşetli cereyanlar bu gaybî ihbarın doğruluğunu tasdik etmektedir.» (O.A.L.)
Rivayetlerde deccal ve bilhassa onun cereyanı olan deccaliyetin yani dine aykırı anlayış ve yaşayışlarının şerrini çocuklara telkin etmek tavsiyesi vardır. Ezcümle Kütüb-ü Sittede şu kayıd var: “Rivayetler, ashab devrinde, deccal bilgisinin temel eğitim müfredatına dahil edilerek ilkokul yaşındaki çocuklara mahalle mekteblerin-de öğretildiğini göstermektedir.”
Evet deccal hakkında mecaz ifadelerle gelen ve deccaliyet cereyanını ana hatlarıyla anlatan İbn-i Macenin 4077 no’lu üçbuçuk sahifelik hadisin sonunda şu ifade var:
¬_«B¬U²7!|¬4 «–_«[²A¬¬±M7! y«W¬¬¬±V«Q< |ÅB«& ¬Å… ÏYW²7! |«7¬! b< ¬G«E²7!«H«; «p«4 ²f< ²–«! ¬q«A²X«<
yani bu hadis okullarda çocuklara öğretmesi için öğretmene verilmelidir. (İbn-i Mace ayni hadis mealinin sonu)
Evet, Resulullah’ın (ASM) Deccal ve cereyanından hassaten müslümanlar içinde çıkan Süfyan ve cereyanından ümmetini şiddetle ikaz etmiştir.
Bu ikazları heyecanla dinleyen sahabeler, deccalın şerrrine karşı çocuklarına telkinlerde bulunup ikaz ve talim ettikleri bedihidir. Buna istinaden müslümanlar dahi çocuklarının Deccal ve Süfyan’a ve bilhassa onların cereyanlarına yani anlayış ve yaşayışlarına ve bid’atlarına karşı gaflette bırakmamaları elzemdir. Kur’anda tağut tabiri ile ifade edilen Deccal ve Süfyan’ın ve cereyanlarının inkar edilmemesi halinde, sebeb-i necat olacak imanın kazanılamayacağına dikkat çekilir.
Şöyle ki: ¬x3_ÅO7_¬" ²hS²U«< ²w«W«4 (2:256) şunu da katiyyen ifade ediyor ki: Mü’min-i muvahhid olmak için Allah’a imandan evvel küfre tevbe etmek şarttır ve bu tevbenin şartı da tağutları asla tanımamaya azmeylemektir.” (E.T.869)
Hadisde de mealen deniliyor ki: «Kim ki ona (Deccal’a yani cereyanına ve o cereyanın cemiyete aşıladığı çılgın sefahete) iman edip tabi olur ve onu tasdik ederse, artık onun geçmiş hiçbir salih ameli ona menfaat vermeyecektir... Ve herkim onu tekzib edip yalanlarsa, onun geçmiş günahlarının hiçbirisinden muaheze edilmeyecektir.» (Risale-i Nur’un Kudsi Kaynakları hadis sıra no: 807)
İşte böyle bir afete karşı öncelikle çocukların deccaliyete karşı kalben ve fikren nefret etmelerine çalışılması zarureti vardır. Aksi takdirde deccaliyetin şiddetli telkinleri altında çocuklar dinden kopup bid’atların çamuruna düşerler.
Bediüzzaman Hazretleri diyor ki: «Bütün mekteblerde ve dairelerde ve halkda o ölmüş dehşetli adamın muhabbeti telkin ediliyor. Bu hal ise, alem-i İslâma ve istikbale pek elîm ve acı bir te’siri olacaktı. Bu hal ise, âlem-i İslâma ve istikbale pek elîm ve acı bir tesiri olacaktı. Şimdi ihtiyarımızın haricinde onun mahiyeti ne olduğunu, en başta ve en ziyade alâkadar ve en son ondan vazgeçecek adamların ellerine kat'î hüccetler gösteren ve isbat eden Risale-i Nur geçmesi, kemal-i merak ve dikkatle okunması öyle bir hâdisedir ki; bizler gibi binler adam hapse girse, hattâ i'dam olsalar, Din-i İslâm cihetiyle yine ucuzdur. Hiç olmazsa küfr-ü mutlaktan ve irtidaddan en mütemerridleri bir derece kurtarır, meşkuk bir küfre çıkarır, mağrurane ve cür'etkârane tecavüzlerini ta'dil eder. Mahkemede son söz olarak yüzlerine söylediğim bu cümle: "Milyonlar kahraman başlar feda oldukları bir kudsî hakikata, başımız dahi feda olsun" ile, bizim nihayete kadar sebat edeceğimizi dava etmişiz. Bu davadan vazgeçilmez.» (Ş.338)
İşte bu beyanlarda açıkça görülüyor ki ahirzaman fitnesine karşı lakayd kalmakla ferdî ve içtimaî büyük tehlike kapısı açılır. Onun için rivayetlerde bu fitneden uzak durulması emredilir. (Bak: 991.p.)
(Bak: Anarşizm, A’ver, Kıyamet Alâmetleri, Mehdi, Mesih, Süfyan, Tağut)
Birkaç atıf notu:
-Büyük Deccal şimalden çıkacak, bak: 2068.p.
-İsa’nın (A.S.) Deccal’ı öldürmesi, bak: 1725, 1726.p.lar
-Deccal kendisine secde ettirecek, bak: 3298.p.
-Deccal’dan istiaze için Kehf Suresi’nin okunması, bak: 287.p.
«Deccal’ın şahs-ı surîsi insan gibidir. Mağrur, firavunlaşmış, Allah’ı unutmuş olduğundan; surî, cebbarane olan hâkimiyetine, uluhiyet namını vermiş bir şeytan-ı ahmaktır ve bir insan-ı dessastır. Fakat şahs-ı manevîsi olan dinsizlik cereyan-ı azîmi, pek cesimdir. Rivayetlerde Deccal’a ait tavsifat-ı müdhişe ona işaret eder. Bir vakit Japonya’nın başkumandanının resmi, bir ayağı Bahr-i Muhit’te, diğer ayağı on günlük mesafedeki Port Artür Kal’asında tasvir edilmiş. O küçük Japon Kumandanının bu surette tasviriyle, ordusunun şahs-ı manevîsi gösterilmiş.» (M.58)
Bir atıf notu:
-Deccal’ın kuvveti Yahudidir, bak: 2070.p.
650/1- Müteaddit defa inkıta’ ve inkırazlara maruz olan fâcir ehl-i siyasetin son partisinin deccal ile beraber olacağına îma eden bir rivayet:
_«WÅV6 ²v¬Z«[¬5~«h«#ˆ¬—_«D«< « «–³~ ²hT²7~ «–¶—«h²T«< ¬»¬h²L«W7²~¬u²A«5 ²w¬8 °‰_«9 ‚h²F«<
(R.E.508) ¬Ä_Å%Åf7~ «p«8 ‚h²F«< ²v;h¬'³~ «–YU«< |ÅB«& °–²h«5 «_«L«9 °–²h«5 «p¬O5
(İbn-i Hanbel, Taberani’nin Kebiri, Hakim’in Müstedreki, Ebu Nuaym Hılyesi, İbn-i Amr’den naklederler.)
Yani: Şark tarafından bir cemaat (halk, insanlar) meydana gelir. Kur’an okurlar, (fakat) hançerlerinden (boğazlarından) aşağı geçmez. Onlardan bir taife (karn) (Bak: Karn) inkıraz bulsa, diğer taife (parti) zuhur eder. Son partileri (ise) deccal ile beraber olurlar.”
651- Âhirzamanda biri İslâm âleminde, diğeri beşeriyet âleminde olmak üzere iki deccal ve cereyanları bulunur. (Bak: 2036-2038.p.lar)
Sual: «Rivayetlerde, her iki Deccal’ın hârikulâde icraatlarından ve pek fevkalâde iktidarlarından ve heybetlerinden bahsedilmiş..
Elcevab: ¬yÅV7~ «f²X¬2 v²V¬Q²7~«— İcraatları büyük ve hârikulâde olması ise: Ekser tahribat ve hevasata sevkiyat olduğundan, kolayca hârikulâde öyle işler yaparlar ki, bir rivayette “Bir günleri bir senedir.” Yani bir senede yaptıkları işleri, üçyüz senede yapılmaz denilmiş... İstidrac eseri olarak, müstebidane olan koca hükümetlerinde, cesur orduların ve faal milletin kuvvetiyle vukua gelen terakkiyat ve iyilikler haksız olarak onlara isnad edilmesiyle binler adam kadar bir iktidar onların şahıslarında tevehhüm edilmeğe sebeb olur. Her iki Deccal, azamî bir istibdad ve azamî bir zulüm ve azamî bir şiddet ve dehşet ile hareket ettiklerinden, azamî bir iktidar görünür. Evet öyle acib bir istibdad ki; -kanunlar perdesinde- herkesin vicdanına ve mukaddesatına, hatta elbisesine müdahale ederler. Zannederim asr-ı âhirde İslâm ve Türk hürriyet-perverleri, bir hiss-i kablelvuku ile bu dehşetli istibdadı hissederek oklar atıp hücum etmişler. Fakat çok aldanıp yanlış bir hedef ve hata bir cephede hücum göstermişler. Hem öyle bir zulüm ve cebir ki; bir adamın yüzünden yüz köyü harab ve yüzer masumları tecziye ve tehcir ile perişan eder.
Her iki Deccal, Yahudi’nin İslâm ve Hristiyan aleyhinde şiddetli bir intikam besliyen gizli komitesinin muavenetini ve kadın hürriyetlerinin perdesi altındaki dehşetli bir diğer komitenin yardımını, hatta İslâm Deccalı masonların komitelerini aldatıp müzaheretlerini kazandıklarından (Bak: 3979/1, 3980.p.lar) dehşetli bir iktidar zannedilir.» (Ş.593) (T.T. 5. cild 1026. hadisten 1047. hadise kadar, Deccal hakkındaki rivayetlerdendir.) Bir rivayette, deccala tabi olanların geçmiş amelleri menfaat vermeyeceği deccalı tekzip edenlerin de geçmiş günahlarından muaheze edilmeyeceği bildirilir. (R.K.K. Hadis no: 807) (Bak: 952 p.sonu)
Atıf notları:
-Üç Deccal, bak: 14.p.
-Üçyüzden fazla fitne önderleri, bak: 1000.p.
-Süfyan büyük Deccal’dan daha şerlidir, bak: 249.p.
-Deccal’ın mağlub edilmesi; İ.M. 4090, 4091. hadislerde kaydedilir.
-Vicdan hürriyetine aykırı olarak yapılan tecavüzü tenkid eden “Es’ile-i Sitte” başlıklı beyanat, bak: 3243/1.p.
-Deccalı öldürecek olan ittifak etmiş Mehdi ve İsevî cemaatı, bak: 787.p.sonu
-Deccal’ın icraatını beğenenler onu tanıyamaz, bak: 2048.p.
-Firavun ihtilaftan istifade eder, bak: 527.p.
651/1- qqDEF’-İ MEFASİD f,_«S«8 ¬p4… : Zararları def’ etmek ve önlemek. (Bak: Ehven-üş Şer, Sedd-i Zerai, Takva)
Bu def’-i mefasid kaidesi, Istılahat-ı Fıkhiye Kamusu 1. cild sh: 283’deki Kavaid-i Külliye kısmının 29. maddesi olarak şöyle kayıtlıdır: «Def’i mefasid, celb-i menafi’den evladır.» Yani mefsedetleri, günahları önlemek ve işlememek; menfaatları, sevabları, iyilikleri getirmek ve işlemekten evladır, yani öncelik kazanır. Buna göre bir farz, haram işlenerek yapılacaksa, o farz terk edilir.
Elmalılı Hamdi Yazır (2:275) âyetinin tefsirinde, helal ile haram içtima edince haramın takdim edilmesi, yani işlenmemesi hususunda şunları kaydeder:
«Riba karışarak yapılmış olan bey’lere gelince: Bunların da, temiz ile pisin karışmasından çıkacak olan hükm-ü ma’luma tabi olacağı ma’lumdur. Midesi temiz olanlar, bir katre necaset karışmış suyu nasıl içmezlerse, bu da öyledir.
Nitekim bir hadis-i şerif mucibince, “Helal ile haram içtima edince haram takdim olunur” kaidesi de bunu natıktır. Riba haram ve bâtıl olunca, riba ve o gibi mefasid karışan bey’de fâsid olur ki, tafsili fıkha aittir.» (E.T.963)
Evet şeriatta ruhsat (Bak: Ruhsat) yolu açıktır, fakat günah ve haramlar yolu açık değildir. Ancak zaruret halleri müstesna. (Bak: İkrah-ı Mülci, Zaruret)
Ancak şu var ki, şahsî kemalata ve sevap kazanmaya bakan ve şeairden olmayan sünnet derecesindeki bazı mesailde manevi menfaatlerini iman hizmeti ciddî gerektirmesi halinde feda etmek yolunun açık olduğu söylenebilir. Mevzumuzda da bu manada bahisler görülecektir.
651/2- Asrımızda mezkûr kaideye uygun gelmeyen bazı anlayışlar ortaya çıkmaktadır. Meselâ, dine hizmet yolunda karşılaşılan bazı günahların işlenmesini normal görmek ve hatta Bediüzzaman Hazretlerinin “İman kurtarmak için Cehennem’e girmeye razıyım” ifadesini dahi bu mânada anlamak gibi... Halbuki Bediüzzaman Hz.nin bu sözü, bir fedakârlık ifadesidir. Çünki Cehennem’e girme sebebi, Allah’ın razı olmadığı iş ve hareketlerdir. Hiç bir hakiki mü’min, hele dinî şahsiyetler, Allah’ın sevmediği şeyi, bilerek yapmazlar. Demek bu fedakârlık, Allah’ın sevmediği bir iş değil, Bediüzzaman Hz.nin iman hizmetinde Cehennem’e girmeğe razıyım mânasındaki beyanları, bizzat kendi ifadelerine bakılınca, hangi makam ve maksadda söylendiği açıkça anlaşılıyor. Meselâ bir ifadesi şöyledir: «Hakikaten bir vakit fütur geldi, tevafuk çıktı, şevki tazelendirdi. Bir zaman yine fütur baş gösterdi, keramet-i Gavsiye çıktı, gayreti çok ziyadeleştirdi. Ben bu haletten anladım ki; izharından hizmetimize zararı yok, olsa olsa nefsime zarardır. Zaten nefsim hizmete feda olmağa hazırdır.» (B.L.263) İşte risalelerin bazı yerlerinde anlatılan ihlasa zarar ihtimali ki, manevi zarar ihtimalidir. Yoksa şeriatta haram olan malum günahlara girmekle alâkası yoktur.
Hem hizmet-i imaniyeyi manevi makamlar kazanmaya ve Cehennem’den kurtulmaya alet etmemek olan azamî ihlası kazanmak mânasında Bediüzzaman Hz.nin şu beyanı da var: «Ben ilan etmişim ki; dine, imana hizmeti ve Risale-i Nur’u, değil dünya siyasetine, belki kemalat-ı maneviye ve makamat-ı âliyeye âlet edemediğim gibi... herkesin hoş gördüğü saadet-i uhreviye ve Cehennem’den kurtulmaya vesile etmemek ve yalnız emr-i İlahî ve rıza-yı İlahiyeden başka hiç bir şeye âlet etmemek, bu zamanda Nur’un hakiki kuvveti olan sırr-ı ihlas-ı hakikîyi muhafaza etmeye beni mecbur etmiş ki: Sıddık-ı Ekber (R.A.) dediği olan: “Mü’minler Cehennem’e gitmemek için Allah’tan isterim, benim vücudum Cehenem’de büyüsün ki, onların yerine azab çeksin” diye söylediği kudsî fedakârlığının bir zerresini bende kendime kazandırmak için, iman ile Cehennem’den birkaç adamın kurtulmaları için Cehennem’e girmeyi kabul ederim demişim. Zâten ibadet, Cennet’e girmek ve Cehennem’den kurtulmak için kılınmaz; bozulur. Belki rıza-yı İlahî ve emr-i Rabbanî için yapılır. (E.L.II.152)
Bu beyanda da açıkça görülüyor ki, dinî hizmetleri, meşru olduğu halde azamî ihlâs için Cehennem’den kurtulmaya vesile yapmadığından Cehennem’e düşmekten bahisle azamî ihlâsı kazanma dersi veriliyor, haramla alâkası yoktur.
651/3- Hem yine aynı makam ve mânada Bediüzzaman Hazretleri, “Konuşan Yalnız Hakikattır” başlıklı yazısında, bu kudsî fedakârlığı şöyle ifade eder:
«Âdil kadere de derim ki, ben senin bu şefkatli tokatlarına müstehak idim. Yoksa herkes gibi gayet meşru ve zararsız olan bir yol tutarak şahsımı düşünseydim, maddî mânevî füyuzat hislerimi feda etmeseydim, îman hizmetinde bu büyük mânevî kuvveti kaybedecektim. Ben maddî ve manevî her şeyimi feda ettim, her musibete katlandım. Her işkenceye sabr ettim. Bu sayede hakikat-ı imaniye her tarafa yayıldı. Bu sayede nur mekteb-i irfanının yüzbinlerce, belki de milyonlarca talebeleri yetişti.
Artık bu yolda, hizmet-i imaniyede onlar devam edeceklerdir. Ve benim maddî ve mânevî her şeyden feragat mesleğimden ayrılmayacaklardır. Yalnız ve yalnız Allah rızası için çalışacaklardır.» (E.L.II.80)
Yine aynı manayı te’yid eden şu beyanı vardır.
«Risale-i Nur’un hakikatı ve şakirdlerinin şahs-ı manevîsi, bu zaman ve bu zeminde o şiddetli ihtiyacın yüzünü kendine çevirmiş. Benim şahsımı -hizmet itibariyle binden bir hissesi ancak bulunduğu halde- o hârika hakikatın ve o hâlis muhlis şahsiyetin bir mümessili zannedip o teveccühü gösteriyorlar. Gerçi bu teveccüh hem bana zarar, hem ağır geliyor. Hem de hakkım olmadığı halde hakikat-ı Nuriyenin ve şahsiyet-i maneviyesinin hesabına sükût edip o manevî zararlara razı oluyorum.» (Ş.398)
Bu beyanda da hizmete fayda veren teveccüh-ü ammeyi istemediği halde zuhuruna karşı sükût etmesiyle ihlâs cihetinde manevî zarar görmek ihtimalini zikreder ki, her mü’min, her zaman bu cins zarar-ı maneviyeden endişe etmesi, bir takva alâmetidir.
Ve keza Hz. Bediüzzaman, hayat-ı içtimaiyedeki Nurcuların günahlar cihetindeki tehlikelerinden endişe ederken gelen ihtara binaen; sadakat, hizmet, takva ve ictinab-ı kebair şartlarıyla şirket-i maneviyeden istifade ederek necatlarını bildiren Kastamonu Lâhikasının 96. sahifesindeki mektubda takva şartiyeti ve yine aynı eserin 148. sahifesindeki ve Emirdağ Lahikası-I 63. sahifesindeki mektublarda bu zamanda takvanın rüçhaniyet kazandığı ve günah ve bid’alar içinde hizmetin tam olamıyacağına dair beyanları da meseleyi tavzih eder.
651/4- Bahsi geçen mektublar şunlardır.
«Aziz, Sıddık Kardeşlerim,
Lâtif ve manidar ve beşaretli iki hâdiseyi beyan ediyorum:
Birincisi: Me’yusane bir hatıradan müjdeli bir ihtar:
Bugünlerde hatırıma geldi ki: Hayat-ı içtimaiyeye giren hangi şeye temas etse, ekseriyetle günahlara maruz kalıyor. Her cihette günahlar serbestçe insanı sarıyorlar. Bu kadar günahlara karşı insanın hususî ibadet ve takvası nasıl mukabele edebilir? diye me’yusane düşündüm. Hayat-ı içtimaiyedeki Risale-i Nur talebelerinin vaziyetlerini tahattur ettim. Risale-i Nur Şakirdleri hakkında necatlarına ve ehl-i saadet olduklarına dair kuvvetli işaret-i Kur’aniyeyi ve beşaret-i Aleviyeyi ve Gavsiyeyi düşündüm. Kalben dedim ki: “Herbiri bin yerden gelen günahlara karşı bir dil ile nasıl mukabele eder, galebe eder, necat bulur?” diye mütehayyir kaldım. Bu tahayyürüme mukabil ihtar edildi ki:
Risale-i Nur’un hakiki ve sâdık şakirdlerinin mabeynlerindeki düstur-u esasiye olan iştirak-i a’mal-i uhreviye kanunuyla ve samimi ve hâlis tesanüd sırrıyla herbir hâlis, hakiki şakird bir dil ile değil belki kardeşleri adedince diller ile ibadet edip istiğfar ederek bin taraftan hücum eden günahlara, binler dil ile mukabele eder. Bazı melaikenin kırkbin dil ile zikrettikleri gibi, halis, hakiki, müttaki bir şakird dahi, kırkbin kardeşinin dilleri ile ibadet eder, necata müstehak ve inşâallah ehl-i saadet olur. Risale-i Nur dairesinde sadakat ve hizmet ve takva ve içtinab-ı kebair derecesiyle o ulvî ve küllî ubudiyete sahib olur. Elbette bu büyük kazancı kaçırmamak için takvada, ihlasta, sadakatta çalışmak gerektir.» (K.L.96)
«(Bu mektub gayet ehemmiyetlidir)
Aziz, sıddık kardeşlerim,
Bu günlerde, Kur’an-ı Hakim’in nazarında, imandan sonra en ziyade esas tutulan takva ve amel-i salih esaslarını düşündüm. Takva, menhiyattan ve günahlardan içtinab etmek; ve amel-i salih, emir dairesinde hareket ve hayrat kazanmaktır. Her zaman def-i şer, celb-i nef’a racih olmakla beraber; bu tahribat ve sefahet ve cazibedar hevesat zamanında bu takva olan def-i mefasid ve terk-i kebair üss-ül esas olup, büyük bir rüçhaniyet kesbetmiş. Bu zamanda tahribat ve menfi cereyan dehşetlendiği için takva, bu tahribata karşı en büyük esastır. Farzlarını yapan, kebireleri işlemiyen, kurtulur. Böyle kebair-i azime içinde amel-i salihin ihlasla muvaffakiyeti pek azdır. Hem az bir amel-i salih, bu ağır şerait içinde çok hükmündedir.
Hem, takva içinde bir nevi amel-i salih var. Çünki bir haramın terki vacibdir. Bir vacibi işlemek, çok sünnetlere mukabil sevabı var. Takva, böyle zamanlarda, binler günahın tehacümünde bir tek içtinab, az bir amelle, yüzer günah terkinde, yüzer vacib işlenmiş oluyor. Bu ehemmiyetli nokta niyetiyle, takva nâmiyle ve günahtan kaçınmak kasdiyle, menfi ibadetten gelen ehemmiyetli a’mal-i sâliha’dır.
Risale-i Nur şakirdlerinin bu zamanda en mühim vazifeleri, tahribata ve günahlara karşı takvayı esas tutup davranmak gerektir. Madem her dakikada, şimdiki tarz-ı hayat-ı içtimaiyede yüz günah insana karşı geliyor; elbette takva ile ve niyet-i içtinab ile yüz amel-i salih işlemiş hükmündedir.» (K.L.148)
Bid’alar içinde hizmetin tam olamıyacağını bildiren bir mektubunda da şöyle diyor:
«Risale-i Nur’un mesleği sair tarikatlar, meslekler gibi mağlub olmayarak belki galebe ederek pek çok muannidleri imana getirmesi; pek çok hâdisatın şehadetiyle bu asırda bir mu’cize-i maneviye-i Kur’aniye olduğunu isbat eder. O dairenin hâricinde, ekseriyetle bu memlekette, bu hususi ve cüz’i ve yalnız şahsî hizmet veya mağlubane perde altında veya bid’alara müsamaha suretinde ve te’vilat ile, bir nevi tahrifat içinde hizmet-i diniye tam olamaz diye hâdisat bize kanaat vermiş.» (E.L.I.63)
«Hâdisat-ı zamaniye bahanesiyle, Vehabîlik ve Melamîliğin bir nev’ine zemin ihzar etmek tarzında, bazı ruhsat-ı şer’iyeyi perde yapıp eserler yazılmış. Risale-i Nur, gerçi umuma teşmil suretiyle değil; fakat her halde hakikat-ı İslâmiyenin içinde cereyan edip gelen esas-ı velayet ve esas-ı takva ve esas-ı azimet ve esasat-ı Sünnet-i Seniye gibi ince fakat ehemmiyetli esasları muhafaza etmek, bir vazife-i asliyesidir. Sevk-i zaruretle, hâdisatın fetvalarıyla onlar terk edilmez.» (K.L.77)
İşte yukarıdaki ifadelerde açıkça görüldüğü gibi şeriatça muayyen olan günah ve haramlara hizmet için girileceği mânasında bir ifade olmadığı gibi, aksine takva ve azimet şart koşulmaktadır. Âhirzaman fitnesine dair çok rivayetlerdeki tavsiye ve ikazlar da bu mânadadır.
651/5- Keza Bediüzzaman’ın, 10. Lem’anın Birinci Şefkat Tokatı’nda beyan ettiği: Van’daki ders-i hakaik-ı Kur’aniye ile meşguliyeti, sonra Burdur’daki hizmet-i Kur’aniye ve Isparta’da hizmet başına geçmesi gibi malum hizmet hayatı ki; te’lif, neşir ve meşakkatlere tahammül gibi hususlardan ibaret olup mevzuumuza ışık tutmaktadır. Yani Bediüzzaman Hazretlerinin hayatı, tarihçesinde de yazıldığı gibi, tam takva üzere yaşadığı, bilhassa onun hizmetinde bulunanlarca kat’i olarak bilinmektedir.
Hem istiğfar ve ilticaya vesile ve ubudiyetin esası olan kendini kusurlu görmek hakikatına zarar veren günaha müsamaha fikri, binnetice büyük gaflete müncer olabilir. (Bak: 509/5.p.) Ve dinde hassasiyeti zamanla kırar. Hem Risale-i Nur’da kemiyete değil, keyfiyete ehemmiyet vermek; müşteri aramamak gibi esaslar hassasiyetle takib edilmiştir. (Bak: 3693, 3697, 3698. p.lar) Hem iman hizmetinde fazilete dayanan itimad-ı amme ve lisan-ı hal dersi, vicdan-ı amme için ehemmiyetli bir husus olup, o da dinde lâubalilik ile değil, ciddiyet ile mümkündür. Hülasa; hizmet-i diniyedeki tebliğ vazifesinin düsturları vardır ve riayet edilmelidir.
Netice olarak şu husus ehemmiyetle nazara alınmalı:
Mevzumuz itibariyle günah ve haramlar iki nevidir. Biri, cehd ü irade ile ictinabı mümkün olanlar; diğeri ise, içine girilmesi halinde ictinabı mümkün olmayan haramlardır. İctinabı mümkün olmayan haramlar (ikrah-ı mülci durumları müstesna) içine girilemez, ruhsat yoktur. Meselâ bar ve plaj gibi haram ve günahlar işlenen yerlere gidilemez, çalışılamaz. İctinabı mümkün olan haramlar sahasına ise, hizmet namına da olsa girmeye cevaz verilemez. Ancak böyle bir sahada bulunanlar (651/4.p.ta beyan edildiği gibi) ictinab-ı kebair gayretinde bulunmaları, asgari şarttır. Ve elden geldiği kadar uzak durmaya çalışmalı. (Bak: 2825, 2826.p.lar)
652- qqDEFTER-İ A’MAL Ä_W2¶~ ¬hB4… : Amel defteri. İnsanların iyi ve kötü olarak işledikleri bütün amellerinin meleklerce kayıd ve hıfz olunduğu manevi defter. (Bak: A’mal, Hafiziyet, Mizan)
Haşirde açığa çıkartılıp sahiplerine verilecek olan defter-i a’malin varlığını isbat eden meşhud misaller vardır. Ezcümle:
Kur’an (81:10) âyetindeki « ²«h¬L9 rEÇM7~~«†¬~ kelimesiyle ifade eder ki: Haşirde herkesin bütün a’mali bir sahife içinde yazılı olarak neşrediliyor. Şu mes’ele kendi kendine çok acib olduğundan akıl ona yol bulamaz. Fakat surenin işaret ettiği gibi haşr-i baharîde başka noktaların naziresi olduğu gibi, şu neşr-i suhuf naziresi pek zâhirdir. Çünki her meyvedar ağaç ve çiçekli bir otun da amelleri var, fiilleri var, vazifeleri var. Esma-i İlahiyeyi ne şekilde göstererek tesbihat etmiş ise, ubudiyetleri var. İşte onun bütün bu amelleri tarih-i hayatlarıyla beraber umum çekirdeklerinde, tohumcuklarında yazılıp başka bir baharda, başka bir zeminde çıkar. Gösterdiği şekil ve suret lisanıyla gayet fasih bir surette analarının ve asıllarının a’malini zikrettiği gibi dal, budak, yaprak, çiçek ve meyveleriyle sahife-i a’malini neşreder.» (S.116)
653- Hem «Yirmialtıncı Söz olan Risale-i Kader’de “İman-ı Bilkader” rüknünü isbat eden bütün deliller; dolayısıyla haşre ve neşr-i suhufa ve mizan-ı ekberdeki müvazene-i a’male delâlet ederler. Çünki herşey’in mukadderatını gözümüz önünde nizam ve mizan levhalarında kaydetmek ve her zihayatın sergüzeşt-i hayatiyelerini kuvve-i hâfızalarında ve çekirdeklerinde ve sair elvah-ı misaliyede yazmak ve her ziruhun hususan insanların defter-i a’mallerini elvah-ı mahfuzada tesbit etmek, geçirmek; elbette öyle muhit bir kader ve hakîmane bir takdir ve müdakkikane bir kayıd ve hafizane bir kitabet; ancak Mahkeme-i Kübra’da umumi bir muhakeme neticesinde daimî bir mükâfat ve mücazat için olabilir. Yoksa o ihatalı ve inceden ince olan kayıd ve muhafaza; bütün bütün mânasız, faidesiz kalır. Hikmete ve hakikate münafi olur. Hem haşir gelmezse; kader kalemiyle yazılan bu kitab-ı kâinatın bütün muhakkak mânaları bozulur ki, hiçbir cihet-i imkanı olamaz ve o ihtimal, bu kâinatın vücudunu inkâr gibi bir muhal, belki bir hezeyan olur.» (S.104)
«Evet geçen baharın defter-i a’malinin sahifeleri ve hidematının sandukçaları olan tohumları, çekirdekleri muhafaza eden ve ikinci baharda gayet şa’şaalı, belki yüz derece aslından daha bereketli bir tarzda muhafaza eden, neşreden Kadir-i Zülcelal; elbette sizin de netaic-i hayatınızı öyle muhafaza ediyor ve hizmetinize pek kesretli bir surette mükâfat verecektir.» (M.227) (Bütün ahval ve a’mal-i beşeriyenin hafiziyet tecellisiyle hıfz edilip muhasebesi görüleceği hakikatına meşhud bir misal, bak: Hafiziyet)
654- Kur’anda defter-i a’mal sarahaten ve delâleten çok âyetlerde zikredilir. Mühimlerinden bir kaçı şunlardır:
-Amel defterinin şahsa ta’liki: (17:13,14)
-Amel defterinin sağdan veya soldan verilişi cihetiyle, hesabı kolay ve zor verenler: (69:18 ilâ 21) (84:7 ilâ ll)
-Müvazene-i a’malde kazanan ve kaybedenler: (101:6 ilâ 9)
-A’malin bütünü mahfuz ve mukayyeddir: (21: 47) (18:47)
-Füccarın kitabı siccînde, ebrarın kitabı illiyyînde: (83: 7 ilâ 9 ve 18 ilâ 21)
-Mahkeme-i kübra: (39:69)
-Mahkeme-i kübrada kitablar hakkı söylüyor: (45:28, 29) (Bak: 2484.p.ta âyet notları)
Kiramenkâtibîn işlenen fiilleri yazmaları, (82:11,12)
655- qqDEHR h;… : Zaman, çok uzun zaman, ebedî. *Bin yıllık zaman. *Dünya. Elmalılı Hamdi Yazır, Kur’an (76:l) âyetinin tefsirinde şu izahatı veriyor: «(Ed-dehr): Sure-i Casiye’de de (45:24) geçtiği gibi, Râgıb’ın beyanı vechiyle asl-ı mânasında, âlemin vücudunun mebdeinden inkızasına kadar bütün müddeti, yani zaman-ı küll demektir. Ve burada bu mânayadır. Gayr-ı muayyen uzun zamanlara da ıtlak olunur. Zaman ise, bunun hilafına olarak, az müddete de çok müddetede denir. Yani zaman silsilelerinin yekûnüne de, parçalarına da zaman denildiği halde asıl dehr, vâhid olan külle ve bazan da büyük kısımlarına denir. Meselâ: Bir saat, bir gün, bir ay müddete zaman denir, dehr denilmez ve bundan dolayı fıkıhta yemin mes’elelerinde dehrin marife ve nekre hallerindeki mânalarının ekallini ta’yin hususunda Ashab’ın ve müctehidînin ihtilafları olmuştur. İmam-ı Azam, nekre olan dehrin ekalli mânasını ta’yinde tevakkuf etmiş. “Lâ edrî” demiştir.» (E.T.5492) (Bak: Zaman)
656- qqDEHRİYE y
Dostları ilə paylaş: |