Bir atıf notu:
-Zaman cemaat zamanıdır, bak: 384, 2917, 3579.p.lar
526- qqCEMEL VAK’ASI |, yQ5— uW% :
Müslümanlar arasında hicretin 36. senesinde vuku bulan, elem verici ilk muharebedir. Peygamber Efendimiz’in (A.S.M.) zevcesi Hz. Aişe (R.A.) ile Aşere-i Mübeşşere’den Talha ve Zübeyr’in (R.A.), Hz. Ali’ye karşı kıyamlarından doğmuştur. Bu harbde Hz. Aişe ile Talha ve Zübeyr’in maiyetinde otuzbin ve Hz. Ali’nin refakatinde yirmi bin kişi olduğu halde karşı karşıya gelinmiş ve muharebe sonunda her iki taraftan içlerinde sahabeden bir çok zatla beraber onbin kişi şehid edilmiştir. Bu muharebede Hz. Talha ve Zübeyr de şehadete nâil olmuşlardır. Bu muharebeye Cemel Vak’ası denilmesinin sebebi; Hz. Aişe’nin mahfelini bir deve üzerine koydurarak ve kendisi de bu mahfelde gayet mesture bir şekilde oturup harb yerine maiyetindeki sahabelerle gittiği için ve harbin en şiddetlisi bu deve etrafında meydana geldiği içindir. (O.A.L.)
Cemel Vak’asını ihbar eden hadis için bak: 1011.p. ve R.E. sh: 303
527- Sual: «Hazret-i Ali (R.A.) zamanında başlıyan muharebelerin mahiyeti nedir? Muhariblere ve o harbde ölen ve öldürenlere ne nam verebiliriz?
Elcevab: Cemel Vak’ası denilen, Hz. Ali ile Hz. Talha ve Hz. Zübeyr ve Aişe’i Sıddîka (Radıyallahu Teâla Anhüm Ecmaîn) arasında olan muharebe; adalet-i mahza ile adalet-i izafiyenin mücadelesidir. Şöyle ki:
Hz. Ali adalet-i mahzayı esas edip, Şeyheyn zamanındaki gibi o esas üzerine gitmek için içtihad etmiş. Muarızları ise; Şeyheyn zamanındaki safvet-i İslâmiye adalet-i mahzaya müsaid idi, fakat mürur-u zamanla İslâmiyetleri zaif muhtelif akvam hayat-ı içtimaiye-i İslâmiyeye girdikleri için adalet-i mahzanın tatbikatı çok müşkil olduğundan, “ehven-üş şerri ihtiyar” denilen adalet-i nisbiye esası üzerine içtihad ettiler. Münakaşa-i içtihadiye siyasete girdiği için, muharebeyi intac etmiştir. Madem sırf lillah için ve İslâmiyet’in menafii için içtihad edilmiş ve içtihaddan muharebe tevellüd etmiş; elbette hem katil hem maktul ikisi de ehl-i Cennet’tir, ikisi de ehl-i sevabdır diyebiliriz. Her ne kadar Hz. Ali’nin içtihadı musîb ve mukabilindekilerin hata ise de, yine azaba müstehak değiller. Çünki içtihad eden hakkı bulsa iki sevab var. Bulmazsa bir nevi ibadet olan içtihad sevabı olarak bir sevab alır. Hatasından mâzurdur. Bizde gayet meşhur ve sözü hüccet bir zat-ı muhakkik kürdçe demiş ki:
u[B5 v«;— u#_5 yX[B±X«%~«‡²Y«7 u[5— Ä_«5 y«U«8 –_«"_«E«. ¬±h«- >è
Yani: Sahabelerin muharebesinde kıyl ü kal etme. Çünki hem katil ve hem maktul ikisi de ehl-i Cennet’tir.
528- Adalet-i mahza ile adalet-i izafiyenin izahı şudur ki: (5:32)
_®Q[¬W«% «‰_ÅX7~«u«B«5 _«WÅ9«_«U«4 ¬Œ²‡«²~|¬4 ¯…_«K«4 ²—«~ ¯j²S«9 ¬h²[«R¬" _®K²S«9 «u«B«5 ²w«8
âyetin mâna-yı işarîsiyle: Bir masumun hakkı, bütün halk için dahi ibtal edilmez. Bir ferd dahi, umumun selâmeti için feda edilmez. Cenab-ı Hakk’ın nazar-ı merhametinde hak haktır, küçüğüne büyüğüne bakılmaz. Küçük, büyük için ibtal edilmez. Bir cemaatın selâmeti için bir ferdin rızası bulunmadan hayatı ve hakkı feda edilmez. Hamiyet namına rızasıyla olsa, o başka meseledir.
Adalet-i izafiye ise, küllün selâmeti için cüz’ü feda eder. Cemaat için, ferdin hakkını nazara almaz. Ehven-üş şer diye bir nevi adalet-i izafiyeyi yapmağa çalışır. Fakat adalet-i mahza kabil-i tatbik ise, adalet-i izafiyeye gidilmez. Gidilse zulümdür.
İşte İmam-ı Ali (R.A.) adalet-i mahzayı Şeyheyn zamanındaki gibi kabil-i tatbiktir deyip, hilafet-i İslâmiyeyi o esas üzerine bina ediyordu. Mukabilleri ve muarızları ise, kabil-i tatbik değil, çok müşkilatı var diye adalet-i izafiye üzerine içtihad etmişler. Tarihin gösterdiği sair esbab ise hakiki sebeb değiller, bahanelerdir.» (M.53)
Bir atıf notu:
-Sahabeler zamanında meydana gelen böyle hâdiseleri medar-ı münakaşa etmemek, bak: 994, 995.p.lar.
Bir âyet notu:
Mü’minler arasında çıkan mukatelede esasat-ı şer’iyeye davette sulhu reddeden tarafı kat etmek caiziyeti (Kur’an 49:9)
529- qqCEM’İYYET }[QW% :
(Cemiyet) Topluluk, birlik. Hey’et. *Bir yere cem’ olma. *Manevi birlik teşkil eden cemaat. *Huk: Kazanç paylaşmaktan başka bir maksadla, ikiden ziyade şahsın ilim ve malumatlarını ve faaliyetlerini devamlı bir şekilde birleştirmek suretiyle bir esas nizamnameye müsteniden ve hükmî şahsiyyeti haiz olarak kurdukları teşekkül (Türk Hukuk Lügatı) *Tas: Zihnin yalnız Cenab-ı Hak ile meşguliyet hali.
*Edb: Tenasübü veya tezadı dolayısıyla birbirine uyan kelimeleri veya zıd olan kelimeleri beraber aynı ifade içinde bulundurmak. Edebiyat Lügatından bir misal:
Bir tair-i kudsîyi uçurdun yuvasından
Bir lâne-i sevdayı tebah eyledin ey mevt.
Bir tude türaba çevirip cism-i latifin
Bir haclegehi hâk-i siyah eyledin ey mevt.
“Tair, uçurdun, lâne, tude, türab, hâk” lafızları arasında tenasüb vardır. “bir tude türab” ile “cism-i latif”, “haclegeh” ile “hâk-i siyah” arasında tezad vardır. Buna sözün cem’iyetli olması denilir.
530- Siyasî cemiyetçilik ittihamına karşı Bediüzzaman Hazretlerinin mahkeme müdafaatından iki parça:
«Hayat-ı içtimaiyenin bir temel taşı ve fıtrat-ı beşeriyenin bir hâcet-i zaruriyesi ve aile hayatından tâ kabile ve millet ve İslâmiyet ve insaniyet hayatına kadar en lüzumlu ve kuvvetli rabıta ve her insanın kâinatta gördüğü ve tek başına mukabele edemediği medar-ı zarar ve hayret ve insanî ve İslâmî vazifelerin ifasına mani’ maddi ve manevi esbabın tehacümatına karşı bir nokta-i istinad ve medar-ı teselli olan dostluk ve kardeşane cemaat ve toplanmak ve samimane uhrevî cemiyet ve uhuvvet, hem siyasî cephesi olmadığı halde ve bilhassa hem dünya, hem din, hem âhiret saadetlerine kat’i vesile olarak iman ve Kur’an dersinde hâlis bir dostluk ve hakikat yolunda bir arkadaşlık ve vatanına ve milletine zararlı şeylere karşı bir tesanüd taşıyan Risale-i Nur şakirdlerinin pek çok takdir ve tahsine şayan ders-i imanda toplanmalarına, “cemiyet-i siyasiye” namını verenler, elbette ve herhalde ya gayet fena bir surette aldanmış veya gayet gaddar bir anarşisttir ki, hem insaniyete vahşiyane düşmanlık eder, hem İslâmiyet’e nemrudane adavet eder, hem hayat-ı içtimaiyeye anarşiliğin en bozuk ve mütereddi tavrıyla husumet eder.» (Ş.288)
530/1- «Hayat-ı içtimaiye-i insaniyenin, hususan millet-i İslâmiyenin üss-ül esası:
Akrabalar içinde samimane muhabbet ve kabile ve taifeler içinde alâkadarane irtibat ve İslâmiyet milliyetiyle mü’min kardeşlerine karşı, manevi, muavenetkârane bir uhuvvet ve kendi cinsi ve milletine karşı fedakârane bir alâka ve hayat-ı ebediyesini kurtaran Kur’an hakikatlarına ve nâşirlerine sarsılmaz bir rabıta ve iltizam ve bağlılık gibi hayat-ı içtimaiyeyi esasıyla temin eden bu rabıtaları inkâr etmekle ve şimaldeki dehşetli anarşistlik tohumunu saçan ve nesil ve milliyeti mahveden ve herkesin çocuklarını kendine alıp karabet ve milliyeti izale eden ve medeniyet-i beşeriyeyi ve hayat-ı içtimaiyeyi bütün bütün bozmağa yol açan kızıl tehlikeyi kabul etmekle ancak Nur şakirdlerine medar-ı mes’uliyet cemiyet namını verebilir. Onun için hakiki Nur şakirdleri çekinmeyerek Kur’an hakikatlerine karşı kudsî alâkalarını ve uhrevi kardeşlerine karşı sarsılmaz irtibatlarını izhar ediyorlar. O uhuvvet sebebiyle gelen her bir cezayı memnuniyetle kabul ettiklerinden, mahkeme-i âdilenizde hakikat-ı hali olduğu gibi itiraf ediyorlar. Hile ile, dalkavukluk ile ve yalanlarla kendilerini müdafaaya tenezzül etmiyorlar.» (Ş.392) (Bak: Cemaat)
531-qqCENGİZ i[UX% : (Temuçin) Moğol Devleti’nin hükümdarlığını yapmıştır. İslâmî medeniyetleri ve kıymetleri tahrib eden zâlim ve müstebid bir hükümdar olarak tarihe geçen bir kimsedir. Miladi 1229’da ölmüştür. Asrının deccalıdır. (Bak: Celaleddin-i Harzemşah, Hülâgu)
Bir atıf notu:
-Cengiz, Hülâgu üç deccaldan biridir, bak: 14, 3844.p.lar)
532- qqCENNET }X% : Lügatta bahçe mânasında olup, örtmek mânasında olan (cann) kökünden, sık dal ve yapraklarıyla zemini örtüp gölgelendiren bağlık mânasındadır. Istılahta; mü’minlerin ebedî kalacakları saadet yerine isim ve alem olmuştur. (Bak: Âhiret)
Cennet’in tabakaları:
-
Dâr-üs Selâm (Bak: 3326.p.),
-
Cennet-ül Me’va (Bak: Cennat-ül Me’va)
-
Cennet-ül Huld (25:15)
-
Cennet-ün Naim (26:85, 56:89, 70:38), Cennat-ün Naim (5:65, 10:9, 22:56, 31:8, 37:43, 56:12, 68:34)
-
Cennet-ül Firdevs (18:107, 23:11)
-
Cennet-ül Adn (Bak: Cennat-ül Adn)
-
Cennet-in Âliye (69:22, 88:10)
-
Cennet-ül Vesile (5:35 işarî mâna ile ve ¬}ÅX«D²7~|¬4 °}«7¬i²X«8 }«V[¬,«Y²7«~ hadisiyle; Vesile, Cennet’te bir menzildir.) (E.T.1670) (Müslim; Salât, 11. hadis de aynıdır.) (Bak: 542.p.sonu)
Kur’anda geçen Cennet hakkındaki mezkûr isim ve tavsiflerden başka Dar-ul Gurefa: Cennet’in köşkleri, şahnişinleri ve yüksek yerleri (29:58) (25:75 âyetine de bak); Dar-ül emin: Dar-üs Selâm manasında korkusuz, tehlikesiz emin yer (44:51); Dar-ul Mukame: İkametgâh, vatan-ı aslî, cennet-i hususiye (35:35); Dar-ul Karar: Tagayyürsüz istikrarlı yer (40:39) gibi ifadeler de vardır. (Bak: 132.p.)
533- «Saadet-i ebediye iki kısımdır. Birinci ve en birinci kısmı: Allah’ın rızasına, lütfuna, tecellisine, kurbiyetine mazhar olmaktır. İkinci kısmı ise, saadet-i cismaniyedir. Bunun esasları; mesken, ekl, nikah olmak üzere üçtür. Ve bu üç esasın derecelerine göre saadet-i cismaniye tebeddül eder.
Ve bu kısım saadeti ikmal ve itmam eden hulûd ve devamdır. Çünkü saadet devam etmezse, zıddına inkılab eder.» (İ.İ.144)
Cennet’te lezzetin devamı meselesine gelince: «Lezzetin hakiki lezzet olması, zeval görmeyip devam etmesindendir. Zira elemin zevali lezzet olduğu gibi, lezzetin zevali de elemdir; hatta zevalinin tasavvuru bile elemdir. Evet bütün mecazi âşıkların eninleri, bağırıp çağırmaları, bu kısım elemdendir. Ve bütün divanlarıyla yaptıkları ağlamalar, vaveylâlar, hep mahbubların firak ve zevallerinin tasavvurundan neş’et eden elemdendir. Evet pek çok muvakkat lezzetler var ki, zevalleri daimî elemleri intac ettiği gibi, çok elemlerin zevali de leziz lezzetlere bâis olur. Lezzet ve nimet ise, devam etmek şartıyla lezzet ve nimet sayılabilir.» (İ.İ.146) (Bak: Beka)
534- «Sual: Şeriatta denilmiştir ki: “Cehennem ceza-yı ameldir, fakat Cennet fazl-ı İlahî iledir.” Bunun sırr-ı hikmeti nedir?
Elcevab: İnsan icadsız bir cüz-i ihtiyarî ile ve cüz’î bir kesb ile, bir emr-i ademî veya bir emr-i itibarî teşkil ile ve sübut vermekle müdhiş tahribata ve şerlere sebebiyet verdiği gibi, nefsi ve hevası daima şerlere ve zararlara meyyal olduğu için, o küçük kesbin neticesinden hasıl olan seyyiatın mes’uliyetini o çeker. Çünki onun nefsi istedi ve kendi kesbiyle sebebiyet verdi. Ve şer ademî olduğu için, abd ona fâil oldu, Cenab-ı Hak da halketti. Elbette o hadsiz cinayetin mes’uliyetini, nihayetsiz bir azab ile çekmeye müstehak olur. Amma hasenat ve hayrat ise, madem ki vücudîdirler, kesb-i insanî ve cüz-i ihtiyarî onlara illet-i mûcide olamaz. İnsan onda hakiki fâil olamaz. Ve nefs-i emmaresi de hasenata tarafdar değildir. Belki rahmet-i İlahiye onları ister ve kudret-i Rabbaniye icad eder. Yalnız insan iman ile, arzu ile, niyet ile sahib olabilir. Ve sahib olduktan sonra; o hasenat ise, ona evvelce verilmiş olan vücud ve iman nimetleri gibi sâbık hadsiz niam-ı İlahiyeye bir şükürdür, geçmiş nimetlere bakar. Va’d-i İlahî ile verilecek Cennet ise, fazl-ı Rahmanî ile verilir. Zâhirde bir mükâfattır, hakikatta fazldır. Demek seyyiatta sebeb nefistir, mücazata bizzat müstehaktır. Hasenatta ise sebeb Hak’dandır, illet de Hak’dandır. Yalnız insan iman ile tesahub eder. “Mükâfatını isterim” diyemez, “Fazlını beklerim” diyebilir.» (L.84)
535- Âlemi, mâna-yı harfi ile tefekkür eden mü’mine, fazl-ı İlahînin bir tecellisi olarak âhirette beşyüz sene genişliğinde Cennet verilecektir. Zira «Dünyada, dünyanın âhiret mezraası ve esma-i İlahiye ayinesi olan iki güzel yüzüne karşı mütefekkirane muhabbetin uhrevî neticesi: Dünya kadar, fakat fani dünya gibi fani değil, baki bir Cennet verilecektir.
Hem dünyada yalnız zaif gölgeleri gösterilen esma, o Cennet’in ayinelerinde en şa’şaalı bir surette gösterilecektir. Hem dünyayı, mezraa-i âhiret yüzünde sevmenin neticesi: Dünyayı fidanlık, yani ancak fidanları bir derece yetiştiren küçük bir mezraası hükmünde olacak öyle bir Cennet’i verecek ki: Dünyada havas ve hissiyat-ı insaniye, küçük fidanlar olduğu halde, Cennet’te en mükemmel bir surette inkişaf ve dünyada tohumcuklar hükmünde olan istidadları, enva-ı lezâiz ve kemâlat ile sünbüllenecek surette ona verileceği, rahmetin ve hikmetin muktezası olduğu gibi, Hadisin nususuyla ve Kur’anın işaratıyla sâbittir. Hem madem dünyanın her hatanın başı olan mezmum muhabbeti değil, belki esmaya ve âhirete bakan iki yüzünü esma ve âhiret için sevmiş ve ibadet-i fikriye ile o yüzleri mamur etmiş, güya bütün dünyasıyla ibadet etmiş. Elbette dünya kadar bir mükâfat alması, mukteza-yı rahmet ve hikmettir. Hem madem âhiretin muhabbetiyle onun mezraasını sevmiş ve Cenab-ı Hakk’ın muhabbetiyle ayine-i esmasını sevmiş. Elbette dünya gibi bir mahbub ister. O da, dünya kadar bir Cennet’tir.» (S.649)
536- Kur’an (3:133) âyetinde takva ehli için hazırlandığı bildirilen Cennet’in büyüklüğü hakkında zikredilen “arz” ifadesi şöyle tefsir ediliyor: «“Arz” tûl mukabili en veya vüs’at veya karşılık ve bedel mânasınadır ki, bir şey satın alınmak için arzolunur.
Diğer bir âyette (57:21) ¬Œ²‡«²~«— ¬š_«WÅK7~¬Œ²h«Q«6 _«Z/²h«2 buyurulduğundan burada da (3:133) Œ²‡«²~«— ¬~«Y«WÅK7~_«Z/²h«2 kâf-i teşbihin hazfıyla
Œ²‡«²~«— ¬~«Y«WÅK7~ «Œ²h«2 _«Z/²h«2 mânası gözetilmiştir ve bu teşbihin hakiki veya
azamet-i vüs’atten kinaye olduğu da mevzubahs olmuştur. İbn-i Abbas ve Said İbn-i Cübeyr ve Cumhur demişlerdir ki: “Semavat ve Arz kumaş gibi yayılıp birbirine ulanınca, Cennet’in arzına bir mikyas olur. Tûlünü ise, Allah’tan başka kimse bil-mez.” Bu kavle göre Cennet, semavattan büyük demektir. Bazı ehadis-i Nebevi-yede de Cennet, Arş-ı Azam’ın tahtında ve semavatın fevkinde bulunduğu vârid
olmuştur. Bunun için Œ²‡«²~«— ¬~«Y«WÅK7~ _«Z/²h«2 ¯}ÅX«%«— bir kişiye isabet eden Cennet diye de tefsir edilmiştir. Maamafih bu âyetin zâhiri, bu âlemin semavat ve arzı aynen Cennet’in arzı, ¬Œ²h«Q«6 _«Z/²h«2 âyeti de teşbihen böyle olduğunu gösteriyor. Bunların birini bedel, birini en mânasına hamlederek tevfik mümkün olduğu gibi, (55:46) ¬–_«BÅX«% ¬y¬±"«‡ «•_«T«8 «¿_«' ²w«W¬7«— âyeti de her iki âyetteki Cen-
netleri başka başka olarak ahzetmeye müsaiddir.» (E.T.1175) Kur’an (51:22) âyeti de Cennetin semavatın üstünde olduğuna işaret eder denilmiştir. (Bak: 1015.p.)
537- Cennet hayatında mü’minler, bir anda çok yerlerde bulunup cevelan etmeleriyle ve rü’yetullaha nailiyet ile pek büyük ihsanat-ı Rabbaniyeye mazhar olacaklardır.
Evet «fani, âciz bir hayvan-ı nâtık zeval ve firak sillesini daima yiyen biçare insana, birden ebedî, baki bir Cennet’te, Rahim ve Kerim bir Rahman’ın rahmetinde ve hayal sür’atinde, ruhun vüs’atinde, aklın cevelanında, kalbin bütün arzularında, mülk ve melekûtunda tenezzühe, seyerana ve cevelana muvaffak olduğun gibi, saadet-i ebediyede rü’yet-i cemaline de muvaffak olursun, denildiği vakit insaniyeti sukut etmemiş bir insan, ne kadar derin ve ciddi bir sevinç ve süruru kalbinde hissedeceğini tahayyül edebilirsin...» (S.583) (Bak: Rü’yetullah)
«Elbette nurani, kayıdsız, geniş ve ebedî olan Cennet’te, cisimlerin ruh kuvvetinde ve hiffetinde ve hayal sür’atinde olan ehl-i Cennet, bir vakitte yüzbin yerlerde bulunup yüzbin hurilerle sohbet ederek yüzbin tarzda zevk almak; o ebedî Cennet’e, o nihayetsiz rahmete lâyıktır ve Muhbir-i Sâdık’ın (A.S.M.) haber verdiği gibi hak ve hakikattır. Bununla beraber bu küçücük aklımızın terazisiyle o muazzam hakikatlar tartılmaz.
İdrak-i maâlî bu küçük akla gerekmez
Zira bu terazi o kadar sıkleti çekmez.» (S.502)
538- «Sual: Ehadis-i şerifede denilmiştir ki: “Bazı ehl-i Cennet’e, dünya kadar bir yer veriliyor. Yüzbinler kasr, yüzbinler huri ihsan ediliyor.” (*) Birtek adama bu kadar şeylerin ne lüzumu var, ne ihtiyacı var, nasıl olabilir ve ne demektir?
Elcevab: Eğer insan, yalnız camid bir vücud olsaydı veyahut yalnız mideden ibaret nebatî bir mahluk olsaydı veyahut yalnız mukayyed, ağır ve muvakkat ve basit bir zat-ı cismaniye ve bir cism-i hayvanîden ibaret olsaydı; öyle çok kasırlara, çok hurilere lâyık ve mâlik olmazdı. Fakat insan, öyle cami’ bir mucize-i kudrettir ki; hatta şu dünya-yı fanide, şu kısa bir ömürde, şu inkişaf etmemiş bazı letaifinin ihtiyacı cihetiyle bütün dünyanın saltanatı, serveti ve lezaizi verilse belki hırsı tok olmayacaktır.
Halbuki ebedî bir dar-ı saadette, nihayetsiz istidada malik, nihayetsiz ihtiyaçlar lisanıyla, nihayetsiz arzular diliyle, nihayetsiz bir rahmetin kapısını çalan bir insan; elbette ehadisde beyan olunan ihsanat-ı İlahiyeye mazhariyeti makuldur ve haktır ve hakikattır. Ve şu hakikat-ı ulviyeye bir temsil dürbünüyle rasad edeceğiz. Şöyle ki: Şu Barla bağ ve bahçelerinin herbirinin ayrı ayrı mâliki bulunduğu halde, Barla’da gıdası itibariyle ancak bir avuç yeme mâlik olan herbir kuş, herbir serçe, herbir arı: “Bütün Barla’nın bağ ve bostanları, benim nüzhetgâhım ve seyrangâhımdır” diyebilir.
Barla’yı zabtedip daire-i mülküne dâhil eder. Başkalarının iştiraki onun bu hükmünü bozmaz. Hem insan olan bir insan diyebilir ki: “Benim Hâlikım, bu dünyayı bana hane yapmış; güneş benim bir lambamdır; yıldızlar benim elektriklerimdir; yer yüzü çiçekli-miçekli halılarla serilmiş benim bir beşiğimdir” der, Allah’a şükreder. Sair mahlukatın iştiraki, onun bu hükmünü nakzetmez. Bilakis mahlukat onun hanesini tezyin eder. Hanenin müzeyyenatı hükmünde kalırlar. Acaba bu daracık dünyada insan, insaniyet itibariyle, hatta bir kuş dahi böyle bir daire-i azîmde bir nevi tasarruf dava etse, cesim bir nimete mazhar olsa; geniş ve ebedî bir dar-ı saadette, ona beşyüz senelik bir mesafede bir mülk ihsan etmek, nasıl istib’ad edilebilir?» (S.501)
539- Hem «nasılki bu dünyada herkesin dünya kadar hususi ve muvakkat bir dünyası var. Ve o dünyanın direği onun hayatıdır. Ve zahirî ve batınî duygularıyla o dünyasından istifade eder. Güneş bir lambam, yıldızlar mumlarımdır der. Başka mahlukat ve ziruhlar bulunmaları o adamın mâlikiyetine mani olmadıkları gibi bilakis onun hususi dünyasını şenlendiriyorlar, ziynetlendiriyorlar.
Aynen öyle de; fakat binler derece yüksek, herbir mü’min için binler kasır (**) ve hurileri ihtiva eden has bahçesinden başka, umumi Cennet’ten beşyüz sene genişliğinde birer hususi Cennet’i vardır. Derecesi nisbetinde inkişaf eden hissiyatıyla, duygularıyla Cennet’e ve ebediyete lâyık bir surette istifade eder. Başkaların iştiraki onun mâlikiyetine ve istifadesine noksan vermedikleri gibi, kuvvet verirler. Ve hususi ve geniş Cennet’ini ziynetlendiriyorlar.
Evet bu dünyada bir adam, bir saatlik bir bahçeden ve bir günlük bir seyrangâhtan ve bir aylık bir memleketten ve bir senelik bir mesiregâhda seyahatından; ağzıyla, kulağıyla, gözüyle, zevkiyle, zaikasıyla, sair duygularıyla istifade ettiği gibi; aynen öyle de, fakat bir saatlik bir bahçeden ancak istifade eden bu fani memleketteki kuvve-i şamme ve kuvve-i zaika, bu baki memlekette bir senelik bahçeden aynı istifadeyi eder. Ve burada bir senelik mesiregâhtan ancak istifade edebilen bir kuvve-i bâsıra ve kuvve-i sâmia orada beşyüz senelik mesiregâhındaki seyahattan; o haşmetli baştan başa ziynetli memlekete lâyık bir tarzda istifade eder. Her mü’min derecesine ve dünyada kazandığı sevablar, haseneler nisbetinde inbisat ve inkişaf eden duygularıyla zevk alır, telezzüz eder, müstefid olur.» (L.156)
540- Cennet’te, ruhanî lezzetlerle beraber cismanî lezzetler de vardır. Çünki «esma-i İlahiye’nin en cem’iyetli ayinesi cismaniyettedir. Ve hilkat-ı kâinattaki makasıd-ı İlahiyye’nin en zengini ve faal merkezi cismaniyettedir. Ve ihsanat-ı Rabbaniyenin en çok çeşitli ve rengarenkleri cismaniyettedir. Ve beşerin ihtiyacat dilleriyle Hâlik’ına karşı dualarının ve teşekküratının en kesretli tohumları yine cismaniyettedir. Maneviyat ve ruhaniyat âlemlerinin en mütenevvi çekirdekleri yine cismaniyettedir. Bunlara kıyasen, yüzer küllî hakikatlar cismaniyette temerküz ettiğinden, Hâlik-ı Hakim, zemin yüzünde cismaniyeti çoğaltmak ve mezkûr hakikatlere mazhar eylemek için öyle sür’atli ve dehşetli bir faaliyetle kafile kafile arkasına mevcudata vücud giydirir, o meşhere gönderir. Sonra onları terhis eder, başkalarını gönderir. Mütemadiyen kâinat fabrikasını işlettirir. Cismanî mahsulatı dokuyup, zemini âhirete ve Cennet’e bir fidanlık bahçesi hükmüne getirir. Hatta insanın cismanî midesini memnun etmek için o midenin hal diliyle bekasına dair duasını kemal-i ehemmiyetle dinleyip kabul ederek cevab vermek için, hadsiz ve hesabsız ve yüzbinler tarzlarda ve binler çeşit çeşit lezzetlerde gayet sanatlı taamları ve gayet kıymetli nimetleri cismaniyete ihzar etmek, bedahetle ve şeksiz gösterir ki; dar-ı âhirette Cennet’in en çok ve en mütenevvi lezzetleri cismanîdir. Ve saadet-i ebedi-yenin en ehemmiyetli ve herkesin istediği ve ünsiyet ettiği nimetleri cismanîdir.
Acaba hiçbir cihet-i ihtimali ve imkânı var mı ki; bu adi midenin hal diliyle beka duasını kabul edip nihayetsiz mu’cizatlı maddi taamlar ile onu minnetdar ederek, her vakit tesadüfsüz, kasdî olarak fiilen cevab veren bir Kadir-i Rahim, bir Alîm-i Kerim, kâinatın en ehemmiyetli neticesi ve arzın halifesi ve o Hâlik’ın güzidesi ve perestişkârı olan nev-i insanın insaniyet mide-i kübrası ile küllî ve yüksek ve daima arzu ettiği ve ünsiyet ettiği ve fıtraten istediği cismanî lezzetleri, dar-ı bekada verilmesine dair hadsiz umumi duaları kabul olmasın ve haşr-i cismanî ile fiilen cevab verilmesin; onu ebedî minnetdar etmesin. Adeta sineğin sesisini işitsin, gök gürültüsünü işitmesin. Ve adi bir neferin kemal-i ehemmiyetle techizatına baksın; orduya hiç bakmasın, ehemmiyet vermesin. Bu yüz derece muhal ve bâtıldır. Evet
¬w[²2«²! ÇH«V«#ö«:öjS²9 «²!ö¬y[¬Z«B²L«#ö@«8 @«Z[¬4ö«: (43:71) âyetinin sarahat-ı kat’iyesiyle:
İnsan, en ziyade ünsiyet ettiği ve dünyada nümunesini tatmış olduğu cismanî lezzetleri Cennet’e lâyık bir tarzda görecek, tadacak. Ve lisan, göz ve kulak gibi azaların ettikleri hâlis şükürler ve hususi ibadetlerin mükâfatları, o uzuvlara mahsus cismanî lezzetler ile verilecektir. Kur’an-ı Mu’ciz-il Beyan o derece cismanî lezzetleri sarih bir surette beyan eder ki, başka teviller ile mâna-yı zahirîyi kabul etmemek, imkân haricindedir.» (Ş.228) (Bak: 549, 1219.p.lar)
541- Cennet’te yemek-içmek ve muamele-i zevciye meselesine gelince:
«Ekl ve şürb ve muamele-i zevciye; gerçi bu dünyada bir ihtiyaçtan gelir, bir vazifeye gider. Fakat o vazifeye bir ücret-i muaccele olarak, öyle mütenevvi leziz lezzet içlerine bırakılmıştır ki, sair lezaize tereccuh ediyor. Madem bu dar-ı elemde, bu kadar acib ve ayrı ayrı lezzetlere medar; ekl ve nikahtır. Elbette dar-ı lezzet ve saadet olan Cennet’te o lezzetler o kadar ulvi bir suret alıp ve vazife-i dünyeviyenin uhrevî ücretini de lezzet olarak ona katarak ve dünyevî ihtiyacı dahi, uhrevî bir hoş iştiha suretinde ilave ederek, Cennet’e lâyık ve ebediyete münasib, en cami’ hayatdar bir maden-i lezzet olur.» (S.499)
542- «Hem Cennet’te lüzumsuz, kışırlı ve fuzuli maddeler olmadığından ehl-i Cennet’in ekl ve şürbünden sonra kazuratı olmadığını Hadis-i Şerif beyan ediyor. (48) Madem şu süfli dünyada, en adi zihayat olan ağaçlar, çok tagaddi ettikleri halde kazuratsız oluyorlar. En yüksek tabaka-i hayat olan Cennet ehli, neden kazuratsız olmasın.» (S.501)
Bülûğ-ul Meram ci:3, sh:314’de Cennet’te erkeklerin iştiha ve şehvet kuvvetlerinden bahis vardır.
«Sual: Å`«&«~ ²w«8 «p«8 š²h«W²7«~ (49) sırrınca; “Dost, dostuyla beraber Cennet’te bulunacaktır. Halbuki, basit bir bedevi, bir dakikada sohbet-i Nebeviyede lillah için bir muhabbet peyda eder; o muhabbetle, Cennet’te Peygamber Aleyhissalatü Vesselâm’ın yanında bulunması lâzım gelir. Halbuki gayr-ı mütenahi feyze mazhar Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm’ın feyzi, bir basit bedevi feyziyle nasıl birleşir?
Elcevab: Bir temsil ile, şu ulvi hakikata şöyle bir işaret ederiz ki, meselâ: Gayet güzel ve şa’şaalı bir bağda, muhteşem bir zat gayet büyük bir ziyafet, gayet müzeyyen bir seyrangâh öyle bir surette ihzar etmiş ki: Kuvve-i zaikanın hissedecek bütün lezaiz-i mat’umatı cami’, kuvve-i bâsıranın hoşuna gidecek bütün mehasini şamil, kuvve-i hayaliyeyi keyiflendirecek bütün garaibi müştemil ve hâkeza bütün havass-ı zâhire ve bâtınayı okşayacak ve memnun edecek herşeyi içine koymuştur.
Şimdi iki dost var. Beraber o ziyafete giderler. Bir locada, bir sofrada oturuyorlar. Fakat birisinin kuvve-i zaikası pek az olduğundan cüz’î zevk alır. Gözü de az görüyor. Kuvvet-i şammesi yok. Sanayi-i garibeden anlamaz. Hârika şeyleri bilmez. O nüzhetgâhın binden ve belki milyondan birisini, kabiliyeti nisbetinde ancak zevkederek istifade eder. Diğeri ise; bütün zahirî ve batınî duyguları, akıl ve kalb ve his latifeleri, o derece mükemmel ve o mertebe inkişaf etmiştir ki; o seyrangâhtaki bütün incelikleri, güzellikleri ve letaifi ve garaibi, ayrı ayrı hissedip zevkederek, ayrı ayrı lezzet aldığı halde o dost ile omuz omuzadır. Madem bu karmakarışık, elemli ve daracık, şu dünyada böyle oluyor. En küçük ile en büyük beraber iken, Sera’dan Süreyya’ya kadar fark oluyor. Elbette dar-ı saadet ve ebediyet olan Cennet’te, –bittarik-ıl-evla– dost dostu ile beraber iken herbirisi istidadına göre sofra-i Rahmanurrahim’den istidadları derecesinde hisselerini alırlar. Bulundukları Cennetler ayrı ayrı da olsa, beraber bulunmalarına mani olmaz. Çünki Cennet’in sekiz tabakası (50) birbirinden yüksek oldukları halde, umumun damı Arş-ı Azamdır. Nasılki mahrutî bir dağın etrafında, birbiri içinde, birbirinden yüksek, kaidesinden zirvesine kadar surlu daireler bulunsa; o daireler birbirinin üstündedir... fakat birbirinin güneş görmelerine mani olmaz, birbirinden geçebilir, birbirine bakar. Öyle de, Cennetler de buna yakın bir tarz ile olduğu, Ehadisin mütenevvi rivayatı işaret ediyor.» (S.499)
Dostları ilə paylaş: |