447- «Meslekler, mezhebler ne kadar bâtıl da olsalar, içinde ukde-i hayatiyesi hükmünde bir hak, bir hakikat bulunur.
Eğer âsârına ve neticelerine hükmeden hak ve hakikat ise menfi cihetleri müsbet cihetlerine mağlub ise, o meslek haktır. Eğer içindeki hak ve hakikat neticelere hükmedemiyor ve menfi ciheti müsbet cihetine galebe ediyorsa, o meslek bâtıldır. Onun ehli, ehl-i bid’a ve dalâlet olur.
İşte bu kaideye binaen Âlem-i İslâm’daki ehl-i bid’a fırkalarına bakılsa, görülüyor ki; herbiri bir hakka istinad edip gitmiş. Fakat menfi ciheti ya garaz veya inad gibi bir sebeble, o mesleğin âsârı dalâlet hesabına çalışmıştır.
448- Meselâ: Şialar, Kur’anın emrine imtisalen Ehl-i Beyt’in muhabbetini esas tutup sonra intikam-ı milliye cihetinden bir garaz gelerek, meşru muhabbet-i Ehl-i Beyt’in âsârını zabtederek sahabe ve Şeyheyn’in buğzuna bina edip âsâr göstermişler. «h«W2 ¬m²RA¬7 ²u«" ¯±|¬V«2 ¬±`E¬7« olan darb-ı meseline masadak olmuşlar.
449- Hem meselâ: Vehhabîler ve Hâricîler ise, nusus-u şeriata ve sarih âyâta ve zevahir-i ehadise istinad ederek; hâlis tevhide münafi sanemperestliği ima edecek her şeyi reddetmekliği kaide tutmuşlar. Fakat birinci nüktedeki üç esasta (*) beyan edilen sebebler cihetinden gelen menfi garazlar, onları haktan çevirip dalâlete kaydırmış ki ifrat derecesinde tahribat yapıyorlar ve hakeza... Cebrî olsun, Mu’tezile olsun hangi fırka olursa olsun, hakikatı mesleğinde görüp, onunla aldanıp sonra dalâlete saplanır. Her ne ise..
Her bâtıl bir mesleğin herbir ciheti bâtıl olmak lâzım olmadığı gibi; herbir hak mesleğin dahi herbir ciheti hak olmak lâzım değildir.
450- Esbab tahtında vücuda gelen hâdiseler o esbabın hâlis malı değil, belki asıl o hâdisenin hakiki sahibi kaderdir. Kader ise, hikmet-i İlahiye ile hükmeder..
Meselâ: Hadis-i sahih ile sabit olan ziyaret-i kabir (39) ve makberistana hürmet-i şer’iye, su-i istimal edildi. Gayr-ı meşru hâdiseler zuhura geldi. Hususan evliyaların makberlerine karşı hürmet ise, mânâ-yı harfi cihetiyle kalmadı, mânâ-yı ismî derecesine çıktı. Yani; sırf Cenab-ı Hak hesabına makbul bir abd olduğuna ve şefaatına ve manevî duasına mazhar olmak için meşru hürmetten ziyade, o kabir sahibini adeta sahib-i tasarruf ve kendi kendine meded verecek bir kudret sahibi tasavvur edip âmiyane, câhilane tasdik edildi. Hatta o dereceye varmış ki, namaz kılmayanlar, o maruf ve meşhur türbelere kurban kesip ona yalvarıyordu..
451- İşte bu müfritane hal, kadere fetva verdi ki, o muharribi onlara musallat etsin. Fakat o muharrib dahi onları ta’dil etmek ve ifratlarını kırmak lâzım gelirken öyle yapmayıp bilakis o da tefrit edip köküyle kesmeğe başladı..
Şu asırda enaniyet o derece dizginini eline almış ki; çok insanlar birer küçük Firavun birer küçük Nemrud hükmüne geçmişler. İşte ehl-i gaflet ve dalâlet ve bu mağrur ehl-i enaniyet nazarında kıyas-ı binnefs ile eazım-ı İslâmiyenin namdarlarını hâşâ enaniyetle ittiham ettiklerinden, hem o ehl-i gaflet ve dalâlet kendileri Allah’ı tanımadıkları, çok şeylere, çok zatlara bir nevi rububiyet tahayyül ettikleri bir hengamda ve sanemperestliğin başka bir nev’i olan heykelperestlerin ve suretperestlerin gayet müdhiş bir riyakârlık mânâsında olan şan ü şeref peşinde koştukları bir zamanda, eazım-ı İslâmiyenin türbelerine câhilane ve müfritane bir surette avamların takdis derecesinde hürmetleri, elbette hikmet-i Şer’iye noktasında kader münasib görmedi ki bu muharribleri Ehl-i Sünnet’e taslit etti.» (Risale-i Nur Külliyatı’ndan elyazma Mektubat sh: 583’ten kısmen alınmıştır.)
452- «Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm ferman etmiş:
(40) ¬‡_ÅX7~ |¬4 ¯}«7«Ÿ«/ Çu6«— °}«7«Ÿ«/ ¯}«2²f¬" Çu6
Yani (5:3) ²vU«X<¬… ²vU«7 a²V«W²6«~ «•²Y«[²7«~ sırrı ile: Kavaid-i Şeriat-ı Garra ve desatir-i Sünnet-i Seniyye, tamam ve kemâlini bulduktan sonra yeni icadlarla o düsturları beğenmemek veyahut hâşa ve kellâ, nâkıs görmek hissini veren bid’aları icad etmek dalâlettir, ateştir.
Sünnet-i Seniyyenin meratibi var. Bir kısmı vâcibdir, terkedilmez. O kısım, Şeriat-ı Garra’da tafsilatıyla beyan edilmiş, onlar muhkemattır. Hiçbir cihette tebeddül etmez. Bir kısmı da nevâfil nev’indendir. Nevafil kısmı da, iki kısımdır. Bir kısım, ibadete tâbi Sünnet-i Seniyye kısımlarıdır. Onlar dahi Şeriat kitablarında beyan edilmiş. Onların tağyiri bid’attır. Diğer kısmı, “âdâb” tabir ediliyor ki, Siyer-i Seniyye kitablarında zikredilmiş. Onlara muhalefete, bid’a denilmez. Fakat âdâb-ı Nebeviyeye bir nevi muhalefettir ve onların nurundan ve o hakiki edebden istifade etmemektir. Bu kısım ise (örf ve âdât) muamelat-ı fıtriyede Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm’ın tevatürle mâlum olan harekâtına ittiba etmektir. Meselâ: Söylemek âdabını gösteren ve yemek ve içmek ve yatmak gibi hâlatın âdâbının düsturlarını beyan eden ve muaşerete taalluk eden çok Sünnet-i Seniyyeler var. Bu nevi Sünnetlere “âdab” tabir edilir. Fakat o âdaba ittiba eden, âdatını ibadete çevirir. O âdabdan mühim bir feyz alır. En küçük bir âdabın mürâatı, Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm’ı tahattur ettiriyor; kalbe bir nur veriyor. Sünnet-i Seniyyenin içinde en mühimmi, İslâmiyet alâmetleri olan ve şeaire de taalluk eden sünnetlerdir. Şeâir, âdeta hukuk-u umumiye nev’inden cemiyete ait bir ubudiyettir. Birisinin yapmasıyla o cemiyet umumen istifade ettiği gibi, onun terkiyle de umum cemaat mes’ul olur. Bu nevi şeâire riya giremez ve ilan edilir. Nafile nev’inden de olsa, şahsî farzlardan daha ehemmiyetlidir.» (L.53) (Bak: Şeair)
453- «Sünnet-i Seniyyenin herbir nev’ine tamamen bilfiil ittiba etmek, ehass-ı havassa dahi ancak müyesser olur. Ona bilfiil olmasa da, binniyet, bilkasd, tarafdarane ve iltizamkârane talib olmak, herkesin elinden gelir. (Bak: 569/1, 2554.p.lar) Farz ve vâcib kısımlara zaten ittibaa mecburiyet var. Ve ubudiyetteki müstehab olan Sünnet-i Seniyyenin terkinde günah olmasa dahi, büyük sevabın zâyiatı var. Tağyirinde ise, büyük hata vardır. Adât ve muamelattaki Sünnet-i Seniyye ise, ittiba ettikçe o âdât ibadet olur. Etmese itab yok. Fakat, Habibullah’ın âdab-ı hayatiyesinin nurundan istifadesi azalır. Ahkâm-ı ubudiyette yeni icadlar, bid’attır. Bid’atlar ise, (5:3) ²vU«X<¬… ²vU«7 a²V«W²6«~ «•²Y«[²7«~ sırrına münafi olduğu için merduddur.
Fakat tarikatta evrad ve ezkâr ve meşrebler nev’inden olsa ve asılları Kitab ve Sünnet’ten ahzedilmek şartıyla ayrı ayrı tarzda, ayrı ayrı surette olmakla beraber, mukarrer olan usul ve esâsat-ı Sünnet-i Seniyeye muhalefet ve tağyir etmemek şartıyla, bid’a değillerdir. Lâkin bir kısım ehl-i ilim bunlardan bir kısmını bid’aya dâhil edip, fakat “bid’a-i hasene” namını vermiş.
İmam-ı Rabbani Müceddid-i Elf-i Sâni (R.A.) diyor ki: “Ben seyr-i sülûk-u ruhanîde görüyordum ki: Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm’dan mervî olan kelimat, nurludur. Sünnet-i Seniyye şuaı ile parlıyor. Ondan mervî olmayan parlak ve kuvvetli virdleri ve halleri gördüğüm vakit, üstünde o nur yoktu. Bu kısmın en parlağı, evvelkinin en azına mukabil gelmiyordu. Bundan anladım ki: Sünnet-i Seniyye’nin şuaı, bir iksirdir. Hem o Sünnet, nur istiyenlere kâfidir, hâriçte nur aramağa ihtiyaç yoktur.» (L.56) (Bak: Sünnet)
454- Büyük Müceddid İmam-ı Rabbani Hazretlerinin bu meşhudatı gibi, Bediüzzaman Hazretleri de bir müşahedesini şöyle anlatır:
«(1:5,6) ²v¬Z²[«V«2«a²W«Q²9«~«w<¬gÅ7~«~«h¬. «v[¬T«B²KW²7~«~«h¬±M7~_«9¬f²;¬~ dediğim vakit, baktım ki: Mâzi tarafına göçüp giden kâfile-i beşer içinde gayet nuranî, parlak Enbiya, Sıddikîn, Şüheda, Evliya, Sâlihîn kâfilelerini gördüm ki, istikbal zulümatını dağıtıp, ebede giden yolda bir cadde-i kübrâ-yı müstakimde gidiyorlar. Bu kelime beni o kâfileye iltihak etmek için yol gösteriyor, belki iltihak ettiriyor..
Birden, “Fesübhanallah” dedim. Zulümat-ı istikbali tenvir eden ve kemâl-i selâmetle giden bu nuranî kâfile-i uzmaya iltihak etmemek, ne kadar hasâret ve helâket olduğunu zerre mikdar şuuru olan bilmesi lâzım. Acaba bid’aları icad etmekle o kâfile-i uzmadan inhiraf eden; nereden nur bulabilir, hangi yoldan gidebilir? Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm, Rehberimiz ferman etmiş ki:
(41) ¬‡_ÅX7~ |¬4 ¯}«7«Ÿ«/ Çu6«— ¯}«7«Ÿ«/ ¯}«2²f¬" Çu6
Acaba bu ferman-ı kat’îye karşı ülema-üs su’ tabirine lâyık bazı bedbahtlar hangi maslahatı buluyorlar, hangi fetvayı veriyorlar ki; lüzumsuz, zararlı bir surette Şeâir-i İslâmiyyenin bedihiyyatına karşı geliyorlar; tebdili kabil görüyorlar?» (M.395) (Bak: 1754.p.)
454/1- Allah, (dinde, amel ve inanışta) bid’at ehlinin ne duasını, ne zekatını, ne haccını, ne namazını, ne de sadakasını kabul eder. Yani hiçbir şeyini kabul etmez. Nihayet bunlar, kılın hamurdan çekilişi gibi dinden çıkarlar. (Deylemi, Huzeyfe (R.A.) R.E.91)
Yani Hazreti Bediüzzaman’ın beyaniyle: “Bid’a ile amel eden, kalben tarafdar olmamak şartıyla dost olabilir.” (K:248)
455- Bir hadis-i şerifte şöyle buyuruluyor:
«(42) ¬•«Ÿ²,¬~ ¬•²f«; |«V«2 «–_«2«~ ²f«T«4 ¯}«2²f¬" «`¬&_«. «hÅ5«— ²w«8
Yani: Bir kimse bir sahib-i bid’atı ağırlarsa, İslâm’ın yıkılmasına yardım etmiş olur.»
Bu ve benzeri hadislerden anlaşılıyor ki; dine zarar veren bid’atlar, milletçe takbih ile, revaç bulmasını önlemek yerine, hüsn-ü kabul ve müsamaha ile karşılanırsa, nefis ve hevese hoş gelen bid’at çabuk intişar eder ve dinî ve manevî hayatın temeli olan şeair zayıflar. Hatta cemiyetçe, şeair hoş karşılanmamak gibi acib vaziyet doğar ki, bu durum âhirzaman fitnesinin dehşetli vasfından biridir. Bilhassa şeair aleyhinde ve bid’at lehinde en müessir fiilî bir propaganda olan Avrupaî hayat tarzını takib edip, moda ve fantaziye yoluna sapmanın vehametini endişe etmemek mümkün değildir. Zira bunun neticesinde fâsık-ı mütecahirler çoğalır. (Bak: Fâsık-ı Mütecahir)
Bir rivayetin mânâ-yı muhalifinden anlaşılıyor ki; ehl-i sefahet, sefahetleri sebebiyle Deccal’ın ve Deccaliyet’in sefih ve münkirâne icraatının vehametini anlıyamazlar. (Bak: 2048.p.)
Bazı rivayetlerde bu ehl-i sefahet, ecnebi taklitçisi ve mürteci (yani, İslâmı bırakıp cahiliyet hayatına dönmüş) oldukları haber verilir. (Bak: 1714.p.)
455/1- Bid’at hakkında hadislerden birkaç not:
-Bid’at zamanında sünnet ve Hulefa-i Raşidîn’in yolunda (eziyetlere sabredip) sebat etmek: İbn-i Mâce, Mukaddime, 6. bab.
-Bid’atlardan ve menfi hareketlerden sakınıp, Kur’an ve sünnete ittiba etmek: İbn-i Mâce, Mukaddime, 7 ve 15. bablar.
455/2- qqBİLAL-İ HABEŞÎ zLA& ¬ÄŸ" : «İbn-i Rebah. Kölelerden İslâm şerefine ilk nail olan zâttır. Künyesi Ebu Abdillah veya Ebu Abdilkerim’dir.
İslâmiyet uğrunda pek çok eziyetlere katlanmıştır. Hazret-i Sıddık tarafından satın alınarak azad edilmiştir. Kendisine Ümeyye İbn-i Halef mütemadiyen işkencede bulunmuştu. Hazret-i Bilal, bu zâlimi Bedr Gazvesi’nde katletmiştir..
Bilal-i Habeşî, müslümanların ilk müezzinidir. Nebiyy-i Zişan Efendimizin hazer ve sefer hallerinde müezzini bulunmuştu. Resul-i Ekrem (Sallallahü Aleyhi Vesellem) Efendimizin bütün gazvelerine iştirak etmişti. Kendisinden Ebu Bekir-is Sıddık, Ömer-ül Faruk, İmam-ı Ali gibi sahabe-i güzin ve bir nice tâbiîn hadis rivayet etmişlerdir. Hazret-i Ömer demiştir ki: “Ebu Bekir seyyidimizdir, seyyidimizi -yani Bilal-i Habeşî’yi- azad etmiştir.”
Fâzıl, mücahid, fakîh bir zat olan Bilal hazretlerinin mübarek namı, İslâmiyet uğrunda katlanmış olduğu eziyetlerin bir manevi mükâfatı olmak üzere daima müslümanların arasında hürmetle yâd olunmaktadır. Resul-i Ekrem Efendimizin irtihalinden ve bir rivayete göre Hazret-i Sıddık’ın vefatından sonra cihad maksadıyla Şam tarafına çıkıp gitmişti. (Hi. 20) (Mi. 641) tarihinde 64 yaşında olduğu halde Şam’da vefat edip Babüssagir denilen mevkide defnedilmiştir. Radıyallahü Teâlâ Anh.» (H.İ. ci:1 sh:365)
qqBİSMARK »‡_WK[" : (Bak: Prens Bismark)
456- qqBİSMİLLAH yV7~ vK" : Allah namına, Allah için, Allah’ın adı ve izni ile mealindedir. Bismillah’taki Allah lafzı, ism-i câmi olduğundan binbir esma-i ilahiyeyi tazammun eder. Bu itibarla Bismillah diyen kimse, “Allah’ın bütün isimleri namına ve o esmaya istinaden başlıyorum” demiş oluyor. Şöyle ki:
«Bütün Esma-i Hüsna’nın ifade ettiği mânâlar ile bütün sıfat-ı kemâliyeye Lafza-i Celal olan “Allah”, bil’iltizam delâlet eder. Sair ism-i haslar yalnız müsemmalarına delâlet eder. Sıfatlara delâletleri yoktur. Çünki sıfatlar, müsemmalarına cüz olmadığı gibi aralarında lüzum-u beyyin de yoktur. Bu itibarla ne tazammunen ve ne iltizamen sıfatlara delâletleri yoktur. Amma Lafza-i Celal bil-mutabakat Zat-ı Akdes’e delâlet eder. Zat-ı Akdes ile sıfat-ı kemâliye arasında lüzum-u beyyin olduğundan sıfatlara da bil-iltizam delâlet eder. Ve keza Uluhiyet ünvanı sıfat-ı kemâliyeyi istilzam etmesi, ism-i has olan “Allah”ın da o sıfatı istilzam ettiğini istilzam ediyor. Ve keza “Allah” kelimesi de nefiyden sonra sıfatlar ile beraber düşünülür. Binaenaleyh, “La ilahe illallah” kelâmı, Esma-i Hüsna’nın adedince kelâmları tazammun ediyor. Bu itibarla, şu kelime-i tevhid kelâmı, delâlet ettiği sıfatlar itibariyle bir kelâm iken bin kelâm oluyor. “La Hâlika illallah”, “La Fâtıra, La Râzıka, La Kayyume illallah” gibi... Binaenaleyh terakki etmiş olan zâkir bir zat, bu kelâmı söylerken içindeki binlerce kelâmları söylemiş oluyor.» (M.N.236)
457- Bismillâhirrahmanirrahim’deki üç kelimenin her biri; kâinat, arz ve insan hakikatlarıyla olan derin münasebetiyle, fıtrat âlemini manen ihata etmiştir.
Evet «Bismillâhirrahmanirrahim’in bir cilvesini şöyle gördüm ki: Kâinat simasında, arz simasında ve insan simasında birbiri içinde birbirinin nümunesini gösteren üç sikke-i rububiyet var. Biri, kâinatın hey’et-i mecmuasındaki teavün, tesanüd, teanuk, tecavübden tezahür eden sikke-i kübrâ-i uluhiyettir ki “Bismillâh” ona bakıyor. İkincisi: Küre-i arz simasında nebatat ve hayvanatın tedbir ve terbiye ve idaresindeki teşabüh, tenasüb, intizam, insicam, lütuf ve merhametten tezahür eden sikke-i kübrâ-yı rahmaniyettir ki “Bismillâhirrahman” ona bakıyor. Sonra insanın mahiyet-i camiasının simasındaki letaif-i re’fet ve dekaik-ı şefkat ve şuaat-ı merhamet-i ilahiyeden tezahür eden sikke-i ulya-i rahimiyettir ki, “Bismillâhirrahmanirrahim” de ki “Er-rahim “ona bakıyor. Demek Bismillahirrahmanirrahim sahife-i âlemde bir satır-ı nuranî teşkil eden üç sikke-i ehadiyetin kudsî ünvanıdır ve kuvvetli bir haytıdır ve parlak bir hattıdır. Yani “Bismillâhirrahmanirrahim” yukarıdan nüzul ile semere-i kâinat ve âlemin nüsha-i musaggarası olan insana ucu dayanıyor. Ferşi Arşa bağlar. İnsanî arşa çıkmağa bir yol olur.» (L.88)
458- Besmelenin ehemmiyetini anlamak için «Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’ın yüzondört surelerinin başlarına ve hem bütün mübarek kitablarının ibtidalarına ve umum mübarek işlerin mebde’lerine bak. Ve besmelenin azamet-i kadrine en kat’i bir hüccet şudur ki: İmam-ı Şafiî (R.A.) gibi çok büyük müçtehidler demişler: “Besmele tek bir âyet olduğu halde, Kur’an’da yüzondört defa nazil olmuştur.”» (L.99)
459- Kur’anda 114 yerde zikredilen besmelenin 113’ü sure başlarında, birisi de (27:30) âyetinde olup yalnız 9. sure olan Tevbe Suresinin başında yoktur. Bunun bir kısım hikmetlerini büyük tefsirler izah etmişlerdir.
«Bismillâh güneş gibidir. Başkalarını tenvir ettiği gibi, kendini de gösteriyor. Her nefes ve her dakika ruhlar ona hava ve su gibi muhtaç olduğundan onun hakikatını herkesin ruhu hisseder. Kalb ve hayal bilmese de ehemmiyeti yok. Onun için beyan ve tariften müstağnidir. Harfler ve cüzlerinden evvela «_" nın fenn-i sarfça bir mânâsı istianedir. Bir mânâ-yı örfisi teberrük manası olmasından bu «_" mercii mütealik kendi manasından çıkan w[¬Q«B²,«~ ve wÅW«[«#«~ fiillerine bağlanıyor. Veyahut Bismillah’daki perdesinde ²u5 (söyle) den çıkan ²~«h²5¬~ (oku) fiiline bakar. Yani: “Ya Rabbi, ben senin isminin yardımıyla ve onun bereketiyle okuyacağım. Her şey senin kudretinle ve icadınla ve tevfikinle olduğu gibi, yalnız ve yalnız senin isminle başlıyorum.”
460- Demek Bismillah’dan sonra ²~«h²5¬~ okumak lafzı, âhirinde mukadder olmasından hem ihlas, hem tevhidi ifade eder. Amma v²,¬~ kelimesi ise: Biliniz
ki, Zat-ı Vacib-ül Vücud’un binbir esmasından bir kısmına “Esma-i Zatiye” denilir ki, her cihetle Zat-ı Akdes’i gösterir. Onun adı ve onun ünvanıdır: “Allah, Ehad, Samed, Vacib-ül Vücud” gibi çok esma var. Bir kısmına da “Esma-i Fiiliye” tabir edilir ki, çok nevileri var. Meselâ: “Gaffar, Rezzak, Muhyi, Mümit, Mün’im, Muhsin” gibi...» (E.L.II.96) (Bak: Esma-ül Hüsna)
«Sual: Bu fiilî isimlerinin kesretle tenevvüü neden meydana geliyor?
Cevab: Kudret-i Ezeliye’nin kâinattaki mevcudatın nevilerine, ferdlerine olan nisbet ve taallukundan husule gelir. Bu itibarla Bismillah, Kudret-i Ezeliye’nin taalluk ve te’sirini celbeder. Ve o taalluk, abdin kesbine ve işine yardım edici bir ruh gibi olur. Öyle ise hiç kimse, hiç bir işini besmelesiz bırakmasın!...» (İ.İ.15)
461- «Kur’an-ı Kerim nimetleri, âyetleri, delilleri tadad ederken
(54:13) ¬–_«"¬±g«U# _«WU¬±"«‡ ¬š«³~ ¬±>«_¬A«4 âyet-i celilesi tekrar ile zikredilmekte olduğundan şöyle bir delâlet vardır ki: Cin ve insin en çok isyanlarını, en şedid tuğyanlarını, en azîm küfranlarını tevlid eden şöyle bir vaziyetleridir ki; nimet içinde in’amı görmüyorlar. İn’amı görmediklerinden Mün’im-i Hakiki’den gaflet ederler. Mün’imden gafletleri sâikasıyla o nimetleri esbaba veya tesadüfe isnad ederek, Allah’dan o nimetlerin geldiğini tekzib ediyorlar. Binaenaleyh, herbir nimetin bidayetinde, mü’min olan kimse Besmeleyi okusun. Ve o nimetin Allah’dan olduğunu kasdetmekle, kendisi ancak Allah’ın ismiyle, Allah’ın hesabına aldığını bilerek, Allah’a minnet ve şükranla mukabelede bulunsun.» (M.N.95)
Evet «Esbab-ı zahiriye eliyle gelen nimetleri, o esbab hesabına almamak gerektir. Eğer o sebeb ihtiyar sahibi değilse -meselâ hayvan ve ağaç gibi- doğrudan doğruya Cenab-ı Hak hesabına verir. Madem o, lisan-ı hal ile Bismillah der sana verir Sen de Allah hesabına olarak Bismillah de, al. Eğer o sebeb ihtiyar sahibi ise; o Bismillah demeli, sonra ondan al, yoksa alma.
Çünki, (6:121) ¬y²[«V«2 ¬yÁV7~ «v²,~ ¬h¬6²g< ²v«7 _ÅW¬8 ~YV6Ì_«# ««— âyetinin mânâ-yı sarihinden başka bir mânâ-yı işarîsi şudur ki: “Mün’im-i Hakiki’yi hatıra getirmiyen ve onun namıyla verilmeyen nimeti yemeyiniz” demektir. O halde hem veren Bismillah demeli, hem alan Bismillah demeli. Eğer o Bismillah demiyor, fakat sen de almağa muhtaç isen sen Bismillah de, onun başı üstünde rahmet-i İlahiyenin elini gör, şükür ile öp, ondan al. Yani nimetten in’ama bak, in’amdan Mün’im-i Hakiki’yi düşün. Bu düşünmek bir şükürdür. Sonra o zahirî vasıtaya istersen dua et. Çünki o nimet, onun eliyle size gönderildi.» (L.133)
462- qqBÎTARAF ¿h0 z" : Tarafsız. Hiçbir tarafı tutmayan. (Bak: Münakaşa)
Beşeriyet dünyasında din-i hakkın mütecaviz düşmanları da bulunduğundan, inanan ve inanmayanlar arasında bîtaraflık olamaz. (Bak: 2258.p.) Fakat mü’minler arasında ise tarafgirlik olamaz, olmamalı. (Bak: 3231, 3232, 3233, 3236, 3238, 3240.p.lar)
Keza dinî mevzularda dahi bîtarafane münazaralara girilmemelidir. Zira «ehl-i ilhad ile ve bilhassa Avrupa mukallidleriyle münazara ile iştigal edenler büyük bir tehlikeye maruzdurlar. Çünki nefisleri tezkiyesiz ve emniyetsiz olması ihtimaliyle tedricen hasımlarına mağlub olur ki, bîtarafane muhakeme denilen münsifane münazarada nefs-i emmareye emniyet edilemez. Çünki insaflı bir münazır, hayalî bir münazara sahasında, arasıra hasmının libasını giyer, ona bir dâva vekili olarak onun lehinde müdafaada bulunur. Bu vaziyetin tekrarıyla, dimağında bir tenkid lekesinin husule geleceğinden, zarar verir. Lâkin niyeti hâlis olur ve kuvvetine güvenirse, zararı yoktur. Böyle vaziyete düşen bir adamın çare-i necatı, tazarru’ ve istiğfardır. Bu suretle o lekeyi izale edebilir.» (M.N.112)
«En müdhiş maraz ve musibetimiz, cerbeze ve gurura istinad eden tenkiddir. Tenkidi eğer insaf işletirse, hakikatı rendeçler. Eğer gurur istihdam etse tahrib eder, parçalar. O müdhişin en müdhişidir ki, akaid-i imaniyeye ve mesail-i diniyeye girse. Zira iman hem tasdik, hem iz’an, hem iltizam, hem teslim, hem manevî imtisaldir. Şu tenkid; imtisali, iltizamı, iz’anı kırar. Tasdikte de bîtaraf kalır. Şu zaman-ı tereddüd ve evhamda, iz’an ve iltizamı tenmiye ve takviye eden nurani sıcak kalblerden çıkan müsbet efkârı ve müşevvik beyanatı, hüsn-ü zan ile temaşa etmek gerektir. “Bîtarafane muhakeme” dedikleri şey, muvakkat bir dinsizliktir. Yeniden mühtedi ve müşteri olan yapar.» (H.Ş.140)
463- Şeytanın Kur’ana bîtarafane baktırmak desisesine karşı Bediüzzaman Hazretlerinin ¬v[¬V«Q²7~p[¬WÅK7~«Y;yÅ9¬~¬yÅV7_¬"²g¬Q«B²,_«4 °²i«9¬–_«O²[ÅL7~«w¬8 «tÅX«3«i²X«<_Å8¬~¬— (7:200) âyetinin feyzine istinaden o şeytanla yaptığı münazarasından bir kısmı şöyledir:
«Ramazan-ı Şerifte İstanbul’da Bayezid Cami-i Şerifinde hâfızları dinliyordum. Birden şahsını görmedim, fakat manevi bir ses işittim gibi bana geldi, zihnimi kendine çevirdi. Hayalen dinledim, baktım ki bana der:
-Sen Kur’anı pek âlî, çok parlak görüyorsun. Bîtarafane muhakeme et, öyle bak. Yani bir beşer kelâmı farzet bak. Acaba o meziyetleri, o zinetleri görecek misin?
Hakikaten ben de ona aldandım, beşer kelâmı farzedip öyle baktım. Gördüm ki: Nasıl Bayezid’in elektrik düğmesi çevrilip söndürülünce ortaklık karanlığa düşer. Öyle de o farz ile, Kur’anın parlak ışıkları gizlenmeğe başladı. O vakit anladım ki, benim ile konuşan şeytandır. Beni vartaya yuvarlandırıyor. Kur’andan istimdad ettim. Birden bir nur kalbime geldi, müdafaaya kat’i kuvvet verdi. O vakit şöylece şeytana karşı münazara başladı.
464- Dedim: Ey şeytan! Bîtarafane muhakeme, iki taraf ortasında bir vaziyettir. Halbuki hem senin, hem insandaki senin şakirdlerin, dediğiniz bîtarafane muhakeme ise; taraf-ı muhalifi iltizamdır, bîtaraflık değildir, muvakkaten bir dinsizliktir. Çünki Kur’ana kelâm-ı beşer diye bakmak ve öyle muhakeme etmek, şıkk-ı muhalifi esas tutmaktır, bâtılı iltizamdır. Bîtarafane değildir, belki bâtıla tarafgirliktir.
465- Şeytan döndü ve dedi: Kur’an, beşer kelâmına benziyor. Onların muhaveresi tarzındadır. Demek beşer kelâmıdır. Eğer Allah’ın kelâmı olsa, ona yakışacak, her cihetçe hârikulâde bir tarzı olacaktı. Onun sanatı nasıl beşer sanatına benzemiyor, kelâmı da benzememeli?
Cevaben dedim: Nasılki Peygamberimiz (A.S.M.) mucizatından ve hasaisinden başka ef’al ve ahval ve etvarında beşeriyette kalıp, beşer gibi âdet-i İlahiyeye ve evamir-i tekviniyesine münkad ve muti olmuş. O da soğuk çeker, elem çeker ve hâkeza... Herbir ahval ve etvarında hârikulâde bir vaziyet verilmemiş; tâ ki ümmetine ef’aliyle imam olsun, etvarıyla rehber olsun, umum harekâtıyla ders versin. Eğer her etvarında hârikulâde olsa idi; bizzat her cihetçe imam olamazdı, herkese mürşid-i mutlak olamazdı, bütün ahvaliyle “Rahmeten lilâlemîn” olamazdı.
Aynen öyle de: Kur’an-ı Hakim ehl-i şuura imamdır, cin ve inse mürşiddir, ehl-i kemâle rehberdir, ehl-i hakikata muallimdir. Öyle ise, beşerin muhaveratı ve üslubu tarzında olmak zaruri ve kat’idir. Çünki cin ve ins münacatını ondan alıyor, duasını ondan öğreniyor, mesailini onun lisanıyla zikrediyor, edeb-i muaşereti ondan taallüm ediyor. Ve hakeza... Herkes onu merci yapıyor. Öyle ise eğer Hz. Musa Aleyhisselâm’ın Tur-i Sina’da işittiği kelâmullah tarzında olsa idi, beşer bunu dinlemekte ve işitmekte tahammül edemezdi ve merci edemezdi. Hz. Musa Aleyhisselâm gibi bir ulü-l azm ancak birkaç kelâmı işitmeye tahammül etmiştir. Musa Aleyhisselâm demiş:
¬}«X¬K²7«²~ ¬p[¬W«% ?ÅY5 |¬7 yÁV7~ «Ä_«5 «t8«Ÿ«6 ~«g«U«;«~ (Bak: 3170/1p.)
466- Şeytan yine döndü dedi ki: Kur’anın mesaili gibi çok zatlar o çeşit mesaili din namına söylüyorlar. Onun için bir beşer din namına böyle bir şey yapmak mümkün değil mi?
Cevaben Kur’anın nuruyla dedim ki: Evvela: Dindar bir adam, din muhabbeti için hak böyledir, hakikat budur, Allah’ın emri böyledir der. Yoksa Allah’ı kendi keyfine konuşturmaz. Hadsiz derece haddinden tecavüz edip, Allah’ın taklidini yapıp onun yerinde konuşmaz. ¬yÁV7~ |«V«2 ««g«6 ²wÅW¬8 v«V²1«~ ²w«W«4 (39:32) düsturundan titrer.
Ve saniyen: Bir beşer kendi başına böyle yapması ve muvaffak olması hiçbir cihetle mümkün değildir, belki yüz derece muhaldir. Çünki birbirine yakın zatlar birbirini taklid edebilirler. Bir cinsten olanlar birbirinin suretine girebilirler. Mertebece birbirine yakın olanlar, birbirinin makamlarını taklid edebilirler. Muvakkaten insanları iğfal ederler, fakat daimî iğfal edemezler. Çünki ehl-i dikkat nazarında -alâ külli hal- etvar ve ahvali içindeki tasannuatlar ve tekellüfatlar sahtekârlığını gösterecek, hilesi devam etmiyecek. Eğer sahtekârlıkla taklide çalışan ötekinden gayet uzaksa, meselâ âdi bir adam, İbn-i Sina gibi bir dâhîyi ilimde taklid etmek istese ve bir çoban bir padişahın vaziyetini takınsa, elbette hiç kimseyi aldatamıyacak, belki kendi maskara olacak. Her bir hali bağıracak ki: “Bu sahtekârdır” İşte -hâşa yüzbin defa hâşa- Kur’an beşer kelâmı farzedildiği vakit, nasılki bir yıldız böceği bin sene tekellüfsüz hakiki bir yıldız olarak rasad ehline görünsün? Hem bir sinek, bir sene tamamen tavus suretini tasannu’suz temaşa ehline göstersin? Hem sahtekâr âmi bir nefer, namdar âlî bir müşirin tavrını takınsın, makamında otursun, çok zaman öyle kalsın, hilesini ihsas etmesin? Hem müfteri, yalancı, itikadsız bir adam müddet-i ömründe daima en sâdık, en emin, en mutekid bir zatın keyfiyetini ve vaziyetini en müdakkik nazarlara karşı telaşsız göstersin, dâhîlerin nazarında tasannuu saklansın?.. Bu ise yüz derece muhaldir. Ona hiçbir zîakıl mümkün diyemez ve öyle de farzetmek bedihi bir muhali vaki farzetmek gibi bir hezeyandır. Aynen öyle de: Kur’anı kelâm-ı beşer farzetmek lâzım gelir ki: Âlem-i İslâm’ın semasında bilmüşahede pek parlak ve daima envar-ı hakaikı neşreden bir yıldız-ı hakikat, belki bir şems-i kemâlat telakki edilen Kitab-ı Mübin’in mahiyeti; -hâşa sümme hâşa- bir yıldız böceği hükmünde, tasannu’cu bir beşerin hurafatlı bir düzmesi olsun? Ve en yakında olanlar ve dikkatle ona bakanlar farkında bulunmasın? Ve onu daima âlî ve menba-ı hakaik bir yıldız bilsin? Bu ise yüz derece muhal olmakla beraber, sen ey şeytan yüz derece şeytanetinde ileri gitsen buna imkân verdiremezsin, bozulmamış hiçbir aklı kandıramazsın!... Yalnız pek uzaktan baktırmakla aldatıyorsun, yıldızı yıldız böceği gibi küçük gösteriyorsun.
467- Salisen: Hem Kur’anı beşer kelâmı farzetmek lâzımgelir ki: Asârıyla, tesiratıyla, netaiciyle, âlem-i insaniyetin bilmüşahede en ruhlu ve hayatfeşan, en hakikatlı ve saadetresan, en cemiyetli ve mucizbeyan âlî meziyetleriyle yaldızlı bir Fürkan’ın gizli hakikatı; hâşa muavenetsiz, ilimsiz bir tek insanın fikrinin tasniatı olsun!.. Yakınında onu temaşa eden ve merakla dikkat eden büyük zekâlar, ulvi dehalar; onda hiçbir zaman hiçbir cihette sahtekârlık ve tasannu’ eserini görmesin! Daima ciddiyeti, samimiyeti, ihlası bulsun!... Bu ise yüz derece muhal olmakla beraber, bütün ahvaliyle, akvaliyle, harekâtıyla bütün hayatında emaneti, imanı, emniyeti, ihlası, ciddiyeti, istikameti gösteren ve ders veren ve sıddıkînleri yetiştiren en yüksek, en parlak, en âlî haslet telakki edilen ve kabul edilen bir zatı; en emniyetsiz, en ihlassız, en itikadsız farzetmekle, muzaaf bir muhali vaki görmek gibi, şeytanı dahi utandıracak bir hezeyan-ı fikrîdir. Çünki şu meselenin ortası yoktur. Zira farz-ı muhal olarak Kur’an kelâmullah olmazsa, arştan ferşe düşer gibi sukut eder, ortada kalmaz. Mecma-i hakaik iken, menba-ı hurafat olur. Ve o hârika fermanı gösteren zat, hâşa sümme hâşa eğer Resulullah olmazsa âlâ-yı illiyyînden esfel-i safilîne sukut etmek ve menba-ı kemâlat derecesinden, maden-i desais makamına düşmek lâzımgelir, ortada kalamaz. Zira Allah namına iftira eden, yalan söyleyen, en edna bir dereceye düşer. Bir sineği daimî bir surette tavus görmek ve tavusun büyük evsafını onda her vakit müşahede etmek ne kadar muhal ise, şu mesele de öyle muhaldir. Fıtraten akılsız, sarhoş bir divane lâzım ki, buna ihtimal versin.» (M.309-313) (Bak: 2584.p.)
468- qqBİYOLOJİ >‡Y7Y[[" : Canlı varlıkları inceleyen ilim. Hayvanları inceleyen bölümüne zooloji; bitkileri inceleyen bölümüne botanik denir. Biyoloji, incelediği mevzulara göre çeşitli isimler alır. Canlının dış yapısını inceleyen: morfoloji; dokuları inceleyen: histoloji; canlıların büyüyüp gelişmelerini inceleyen: embriyoloji: hayatî faaliyetleri inceleyen: fizyoloji; iç salgı bezlerinin faaliyetlerini inceleyen: endokrinoloji; hastalık hallerini inceleyen: patoloji; canlıların sınıflandırılmasını yapan: sistematik; bitki veya hayvan neslinin ıslahı ile uğraşan: zootekni; mikroskobik canlıları inceleyen: mikrobiyoloji’dir. Yapısını inceleyen: anatomi; hücreleri inceleyen: sitoloji’dir.
Biyoloji, kimya ve fizik gibi müsbet ilimler, Allah’ın sanat eserlerini inceledikleri için, bu eserleri esbaba ve tabiata isnad eden ifade tarzını değil; sebeblerle beraber bütün eserleri ve varlıkları, Allah’ın icad ve tertib ettiğini telkin eden ifade tarzını kullanılmalıdır.
469- Mevzumuzu biraz daha açıklamak için, insan bedeninin faaliyetten yani fizyolojisinden, İslâmî ifade tarzıyla gayet kısa bir örnek:
«Sani-i Hakîm, beden-i insanı gayet muntazam bir şehir hükmünde halketmiştir. Damarların bir kısmı, telgraf ve telefon vazifesini görür. Bir kısmı da çeşmelerin boruları hükmünde, âb-ı hayat olan kanın cevelanına medardırlar. Kan ise içinde iki kısım küreyvat halkedilmiş. Bir kısmı küreyvat-ı hamra tabir edilir ki, bedenin hüceyrelerine erzak dağıtıyor ve bir kanun-u İlahî ile hüceyrelere erzak yetiştiriyor (tüccar ve erzak memurları gibi): Diğer kısmı küreyvat-ı beyzadırlar ki; ötekilere nisbeten ekalliyettedirler. Vazifeleri, hastalık gibi düşmanlara karşı asker gibi müdafaadır ki, ne vakit müdafaaya girseler Mevlevî gibi iki hareket-i devriye ile süratli bir vaziyet-i acibe alırlar. Kanın heyet-i mecmuası ise; iki vazife-i umumiyesi var:
Biri: Bedendeki hüceyratın tahribatını tamir etmek. Diğeri: Hüceyratın enkazlarını toplayıp, bedeni temizlemektir. Evride ve şerayin namında iki kısım damarlar var ki: Biri safi kanı getirir dağıtır, safi kanın mecralarıdır. Diğer kısmı; enkazı toplayan bulanık kanın mecrasıdır ki, şu ikinci ise kanı “Ree” denilen nefesin geldiği yere getirirler.
Sani-i Hakîm, havada iki unsur halketmiştir. Biri azot, biri müvellid-ül humuza. Müvellid-ül humuza ise nefes içinde kana temas ettiği vakit, kanı telvis eden karbon unsur-u kesifini kehribar gibi kendine çeker. İkisi imtizac eder. Buharî hâmız-ı karbon denilen (semli havaî) bir maddeye inkılab ettirir. Hem hararet-i gariziyeyi temin eder, hem kanı tasfiye eder. Çünki Sani-i Hakîm, fenn-i Kimyada aşk-ı kimyevî tabir edilen bir münasebet-i şedideyi müvellid-ül humuza ile karbona vermiş ki; o iki unsur birbirine yakın olduğu vakit, o kanun-u İlahî ile o iki unsur imtizac ederler. Fennen sâbittir ki; imtizacdan hararet hâsıl olur. Çünki imtizac, bir nevi ihtiraktır.
Şu sırrın hikmeti şudur ki: O iki unsurun herbirisinin zerrelerinin ayrı ayrı hareketleri var. İmtizac vaktinde her iki zerre, yani onun zerresi bunun zerresiyle imtizac eder, birtek hareketle hareket eder. Bir hareket muallak kalır. Çünki imtizacdan evvel iki hareket idi; şimdi iki zerre bir oldu, her iki zerre bir zerre hükmünde bir hareket aldı. Diğer hareket, Sani-i Hakîm’in bir kanunu ile hararete inkılab eder. Zaten “hareket, harareti tevlid eder” bir kanun-u mukarreredir.
İşte bu sırra binaen beden-i insanîdeki hararet-i gariziye, bu imtizac-ı kimyeviye ile temin edildiği gibi, kandaki karbon alındığı için kan dahi safi olur. İşte nefes dâhile girdiği vakit, vücudun hem âb-ı hayatını temizliyor. Hem nâr-ı hayatı iş’al ediyor. Çıktığı vakit ağızda mucizat-ı kudret-i İlahiye olan kelime meyvelerini veriyor.
ÄYTQ²7~ ¬y¬Q²X. |¬4 «hÅ[«E«# ²w«8 «–_«E²AK«4 » (S.593)
İşte bütün müsbet fenler, bu örneğe kıyas edilsin.
Örnekte anlatılan husus, biyoloji fenninde anlatılanın aynıdır. Fakat ifade şekli, natüralist-materyalist değil, maneviyatçıdır. Okuyucusunu inkârcı değil, imanlı ve manevi değerlere saygılı ve manevi mes’uliyetleri mudrik ve şahsiyetli yetiştirir. (Bak: Maarif)
470- qqBOLŞEVİKLİK tVU : (Bolşevizm) Rusya’da kanlı komünizm ihtilalini yapan ve bütün hür dünya milletlerinin de aynı ihtilal metotlarıyla komünizmin hâkimiyeti altına gireceğini savunan Marksist Leninist siyasî görüş. Bu görüşün temsilcileri önce Rus halkını aldattılar. Onlara en çok özledikleri şeyleri va’dederek onları kendilerine bağladılar ve cinayetlerine ortak ettiler. Sonra da va’dettiklerinin tam tersini yaparak halkı köleleştirdiler. Daha sonra bu gerçeklerden habersiz bir kısım başka milletlerin gençlerini ve işçilerini aldatarak memleketlerini komünizmin esaretine soktular. (Bak: Komünizm)
qqBOŞANMAK »_W9_-Y" : (Bak: Talak)
471- qqBUDA ~…Y" : (Budda, Budha, Buddha olarak da yazılır. Fr. Boudha) Uzak Doğu memleketlerinde mevcud bâtıl bir din olan Budizm’in kurucusu kabul edilen Gautama Siddharta (Gotama Sidarta)’nın bir lakabıdır. Kendisi Sakya kabile reisinin oğlu olduğu için “Sakya filozofu” mânâsında “Sakyamuni” lakabıyla da anılır. Muhtelif kaynaklar doğum ve ölüm tarihlerini farklı göstermektedir: M.Ö. 622/542, M.Ö.563-483, M.Ö.557-477 gibi. Kamus-u Alâm, Buda Gotama’nın İslâm kitablarında “Mani-i Nakkas” ismiyle maruf olduğunu kaydeder.
Buda Gotama, batıl ve müşrik bir din olan Brahmanizm dininde bazı değişiklikler yaparak yeni bir bâtıl mezheb çıkarmıştır. Buda dininin ilk zamanlarında bir kitabı yoktu. Mevcud olan kitab, sonradan yazılmıştır. Bu din, kendi içinde farklı mezheblere bölündüğü gibi Hindistan dışında Konfüçyüs, Tao, Şinto dinleri gibi başka bâtıl dinlerle karışarak değişik şekiller almıştır. Uzak Doğu memleketlerinde taraftarları halen mevcuttur. Hindistan’da İslâm ve Brahmanizm yanında ekalliyettedir.
472- Budeîlerin dava ettikleri gayb-aşinalık gibi iddiaların hakikatsız olduğuna işaret eden Kur’anın bir âyetinde şöyle buyuruluyor:
«(52:41) «–YAB²U«< ²vZ«4 `²[«R²7~ v;«f²X¬2 ²•«~ Veyahut gayb-aşinalık dava eden Budeîler gibi umur-u gaybiyeye dair tahminlerini yakîn tahayyül eden akıl-füruşlar gibi, senin gaybî haberlerini beğenmiyorlar mı?
Gaybî kitabları mı var ki, senin gaybî kitabını kabul etmiyorlar. Öyle ise, vahye mazhar resullerden başka kimseye açılmayan ve kendi başıyla ona girmeye kimsenin haddi olmayan âlem-i gayb, kendi yanlarında hazır, açık tahayyül edip ondan malumat alarak yazıyorlar hülyasında bulunuyorlar.
Böyle, haddinden hadsiz tecavüz etmiş mağrur hodfüruşların tekzibleri, sana fütur vermesin. Zira az bir zamanda senin hakikatların onların hülyalarını zir ü zeber edecek.» (S.388)
473- qqBUHARÎ >‡_F" : (Hi. 194-256) Buharalı. *Altıyüzbin hadisten seçilen yedibin ikiyüzyetmişbeş hadis ile en mu’teber ve en sahih, Sahih-i Buharî ismi ile anılan hadis kitabının Buhara’lı müellifi. (Bak: Kütüb-ü Sitte)
«Buhari ve Müslim ki, Kur’an’dan sonra en sahih kitab olduklarını, ehl-i tahkik kabul etmiş.» (M.110)
qqBUHEYRA-İ RAHİB `;~‡ š~h[E" : (Bak: Bahira)
474- qqBURAK »~h" : Binek. Cennet’e mahsus bir binek vasıtası. (Bak: Mi’rac)
«Cennet’ten getirilen Burak’a dair, Mevlid yazan Süleyman Efendi hazin bir aşk macerasını beyan ediyor. O zat, ehl-i velayet olduğu ve rivayete bina ettiği için, elbette bir hakikatı o suretle ifade ediyor. Hakikat şu olmak gerektir ki:
Âlem-i Beka’nın mahlukları, Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm’ın nuruyla pek alâkadardırlar. Çünki: Onun getirdiği nur iledir ki; Cennet ve dar-ı âhiret, cin ve ins ile şenlenecek. Eğer o olmasaydı, o saadet-i ebediye olmazdı ve Cennet’in her nevi mahlukatından istifadeye müstaid olan cin ve ins, Cennet’i şenlendirmiyecek-lerdi; bir cihette sahibsiz virane kalacaktı. Yirmidördüncü Söz’ün Dördüncü Dalı’nda beyan edildiği gibi :
Nasılki bülbülün güle karşı dasitane-i aşkı; taife-i hayvanatın, taife-i nebatata derece-i aşka bâliğ olan ihtiyacat-ı şedide-i aşknümayı, rahmet hazinesinden gelen ve hayvanatın erzaklarını taşıyan kâfile-i nebatata karşı ilan etmek için, bir hatib-i Rabbanî olarak, başta bülbül-ü gül ve her nev’den bir nevi bülbül intihab edilmiş ve onların nağamatı dahi, nebatatın en güzellerinin başlarında hoş-amedî nev’inden tesbihkârane bir hüsn-ü istikbaldir, bir alkışlamadır.
Aynen bunun gibi: Sebeb-i hilkat-ı eflak ve vesile-i saadet-i dareyn ve Habib-i Rabb-ül Âlemîn olan Zat-ı Muhammed-i Arabî Aleyhissalatü Vesselâm’a karşı, nasılki melaike nev’inden Hazret-i Cebrail Aleyhisselâm kemâl-i muhabbetle hizmetkârlık ediyor; melaikelerin Hazret-i Âdem Aleyhisselâm’a inkıyad ve itaatını ve sırr-ı sücudunu gösteriyor. Öyle de: ehl-i Cennet’in hatta Cennet’in hayvanat kısmının dahi, o zata karşı alâkaları, bindiği Burak’ın hissiyat-ı âşıkanesiyle ifade edilmiştir.» (M.279)
475- «Alâmî tefsirinden Alusî’nin nakline göre, Resulullah’ın isra gecesi bineği beş idi: Evvelkisi, Beyt-ül Makdis’e kadar Burak; ikincisi, sema-i dünyaya kadar Mi’rac; üçüncüsü, yedinci semaya kadar ecniha-i melaike; dördüncüsü, Sidre-i Münteha’ya kadar Cenah-ı Cibril; beşincisi, Kab-ı Kavseyne kadar Refref. Gerçi kudret-i İlahiyeye nazaran bu vesaite lüzum yoktur. Allah Teâla dilediğini bir anda her hangi bir mevzia isal etmeye kadirdir. Fakat bütün bunlar irae-i âyat ile izhar-ı tekrim cümlesindendir. Çünki _«X¬#_«<³~ ²w¬8 y«<¬hX¬7 (17:1) mucebince, hikmet-i isra irae-i âyattır. Müfessirînden bazıları ecram-ı semaviye harekâtının sür’atlerinden fennî misaller getirerek isra ve mi’racdaki sür’at-i seyri ukule takrib etmeğe çalışmışlardır. Gerçi israyı mülâhaza edebilmek için, “burak hadisi” bize mebde-i tasavvur vermiyor değildir. Zira zahir ki burak lafzı, berk maddesinden müştaktır. Hadis-i Nebevîde tarifi şu mealdedir: “Merkebden büyük, katırdan küçük hacimde bir dabbe ki, ayağını gözünün müntehasına basar.” Bu ise berk yani şimşek ve elektrik sür’atini anlatır. Biz bu mebde ile isranın sür’atini bir dereceye kadar mülâhaza ve böyle bir vasıta-i nakliye üzerinde râkibin cereyandan müteessir olmayarak hiç sarsılmaksızın kemâl-i sükût ve huzur içinde tayy-i mesafe edebileceğini tasavvur da edebiliriz. Ve bu suretle burak ve mi’rac vasıtalarının tahsisine bir vech-i hikmet de düşünebiliriz. Fakat bütün bunlar nihayet aklı, nâkıstan kâmile takrib edecek iman delilleri olabilir. Sonra keyfiyet-i mekân, zaman, hareket, ruh mes’elelerinin künhüyle alâkadar bulunan ve kudret-i Rabbaniyenin âyat-ı kübrâsından olan mi’rac hârikası, fikr-i aklın mikyas-ı idrakinden çok yüksektir. Onun için demişlerdir ki: “O mi’rac, tekyif olunabilmekten ecelldir.» (E.T.3149) (Bak: Mi’rac)
476- qqBURC ‚h" : Muayyen bir şekil ve surete benzeyen sabit yıldız kümesi. *Tek hisar kule, kale çıkıntısı. *Dünyanın bir yıl içinde güneş etrafında devrettiği medarının onikide birine tekabül eden sahadaki yıldız kümelerinin herbiri. Bunların altısı şimal (kuzey) altısı cenub (güney) cihetinde olarak oniki burç kabul edilmiştir. Bu burçların bulundukları sahaya da Mıntıkat-ül Büruc ismi verilmiştir. Burçların Arabça isimleri: Hamel, Sevr, Cevza, Seretan, Esed, Sünbüle, Mizan, Akreb, Kavs, Cedi, Delv ve Hut’tur. Burçların Türkçe isimleri ise şöyledir: Koç, Boğa, İkizler, Yengeç, Aslan, Başak, Terazi, Akrep, Yay, Oğlak, Kova, Balık.
477- «Burçlardaki yıldızların aralarında birbirine rabtedecek farazî hatlar çekilse, bir tek vaziyet hâsıl olduğu vakit, bazı esed (yani arslan) suretini, bazı terazi mânâsına olarak mizan suretini, bazı öküz mânâsına sevr suretini, bazı balık mânâsına hut suretini göstermişler. O münasebete binaen o burçlara o isimler verilmiş.» (L.93)
Burç mıntıkaları üçer üçer gruplanması ile ayrılan mıntıkalar, yılın dört mevsimine karşılık olur. Zamanımızda Güneş ilkbahar’da Koç, Boğa ve İkizler burcunda; yaz’ın Yengeç, Aslan ve Başak burcunda; Sonbahar’da Terazi, Akrep ve Yay burcunda; Kış’ın Oğlak, Kova ve Balık burcunda bulunur. Ancak Güneş’in görünür (zahirî) hareketi düzgün olmadığından Güneş’in burç mıntıkalarından her birini dolanma süresi tamamen eşit değildir. Güneş’in her yıl İlkbahar noktasına giriş zamanı, 50 saniyelik bir açı kadar geriler. Meselâ İlkçağ’da Güneş’in İlkbahar noktasından geçişi Koç Burcuna rastlarken, günümüzde Balık Burcuna rastlamaktadır. Buna göre İlkbahar noktası, 2150 yıl içinde farazî gök ekvatoru üzerinde bir burç mıntıkası kadar (yani 30 derecelik bir açı kadar) geri gider. Bu noktanın tam bir devir yapması için, yani Güneş’in İlkbahar noktasının 12 burçtan geçmesi için yaklaşık 25790 yıl geçmesi gereklidir. Bundan anlaşılacağı üzere, tutulma dairesi üzerinde Astroloji’ye göre ayrılmış 12 bölgenin adları ile aynı adı taşıyan takım yıldızları arasında sabit bir bağlantı yoktur. Bir misalle söylersek; farazî burç mıntıkasından biri olan Koç Burcu mıntıkası ile Koç Burcu yıldız takımının iki defa üstüste gelebilmesi için, yukarıda belirtildiği gibi yaklaşık 25790 yıl geçmesi gereklidir.
Felekiyyat ıstılahında oniki burç meşhur olmakla beraber semavatta daha pek çok burçlar da vardır. Kur’an (4:78) (15:16) (25:61) (85:1) âyetlerinde burçlara da temas edilir. (Bak: Mıntakat-ül Büruc ve 271, 3399.p.lar)
478- qqBURJUVA ~—è‡Y" : (Fr.i.) Eskiden Avrupa’da köylü ve asilzade olmayıp şehirde yaşayan halka denirdi. Kendi başına işi ve malı olan, ücretle çalışmayan, ferde bağlı iş hayatını güden sınıftan olan. Bunlardan zengin olanlarına, büyük burjuva denir.
479- qqBURJUVAZİ zˆ~—è‡Y" : (Fr.i.) Burjuvaların meydana getirdiği içtimaî (sosyal) sınıf. Avrupa’da burjuvazi, ticaret ve sanayi ile zenginleşti. Soylular sınıfı ile mücadele ederek Fransız ihtilali ile iktidara geldi. İhtilalde işçilerin, köylülerin, fakir halk tabakalarının desteğini sağladı. Onlara eşitlik, hürriyet, adalet va’d etti. İktidara gelince menfaatlerinin bu çalışan sınıflarınkiyle çatıştığını görerek va’dini yerine getirmedi. Buna karşılık olarak, işçiler arasında sosyalizm fikriyle teşkilatlanma başladı. Bu yeni hareket de, yalan sözlerle köylülerin desteğini de sağlıyarak Rusya’da 1917’de kanlı bir ihtilalle iktidarı ele geçirdi. Burjuvaziyi ortadan kaldırdı, fakat o da va’dlerini yerine getirmedi. Mülkiyeti cemiyetin ortak hakkı saydı ve cemiyet adına bir azınlığın elinde bulunan devlet tahakkümünü getirdi. Siyasî, iktisadî, hukukî bütün kuvvetler elinde bulunduğu için devlet tahakkümü çok daha şiddetli, insafsız, zâlim ve kanlı olmuştur. İslâm dini mülk sahibi olarak Allah’ı kabul ettiği için; kişi tahakkümünü de, devlet tahakkümünü de reddeder. Bu sebeble insanlık için tek kurtuluş yolu İslâm’dır. (O.A.L.)
480- qqBÜRHAN –_;h" : Delil, hüccet, isbat vâsıtası. *Red ve inkâr için itiraz kabul edilmiyecek surette isbat-ı hakikat eden kavi hüccet. Man: Yakînî mukaddemelerden meydana gelen kıyas. (Bak: Delil)
Bir atıf notu:
-Temsilin bürhan-ı yakînî derecesinde olması, bak: 3747, 3748.p.lar.
481- Kur’an’da bürhan kelimesinin geçtiği âyetlerden birkaç not:
-Bürhansız iddiacılardan bürhan istenmesi ve acziyetleri: (2:111) (21:24) (27:64)
-Hz. Yusuf ‘a (A.S.) gösterilen bürhanla, Zeliha’dan uzaklaşması: (12:24)
-Bürhansızlığa rağmen Allah’tan başka ilâha taabbüdün cezası: (23:l17)
-Hz. Musa’ya (A.S.) verilen (iki mu’cize manasında) bürhan: (28:32)
482- qqBÜRHAN-I İNNÎ z±9~ ¬–_; h" :
Hadislerden kanunlarına, neticelerden sebeblerine ve eserden müessire olan delil. Dumanın ateşe delil olması gibi.
483- qqBÜRHAN-I LİMMÎ zW±7 ¬–_;h" :
Kanunlardan hâdiselerine, sebeblerden neticelerine ve müessirden esere olan istidlâl. Yani eseri meydana getirenden esere olan delil. Kablî delil. Ateşin dumana delil olması gibi.
«Kelime-i Şehadetin iki kelâmı birbirine şâhiddir. Birincisi ikincisine bürhan-ı limmîdir. ikincisi birincisine bürhan-ı innîdir.» (M.470)
Bir atıf notu:
-Kâinata, Saniinin onda takib ettiği gaye ve hikmetler nokta-i nazarıyla bakılmalı, bak: 1304/1, 1305, 2879.p.lar.
484- qqBÜRHAN-ÜT TEMANÜ’ p9_WB7~ –_;h" :
Şirkin imkânsızlığını, Sâniin vâhid ve müstakil olduğunu gösteren bir isbatlama şeklidir. Kur’an (39:29) âyeti, bürhan-üt temanüü beyan eden güzel bir misaldir.
«Kur’an-ı Kerim, Sâniin vahdetine dair delillerden hiçbir şey terketmemiştir. Bilhassa: “Arz ve semada Allah’tan başka ilahlar olmuş olsa idiler, şu görünen intizam fesada uğrardı” mânâsında olan
(21:22)_«#«f«K«S«7 yÁV7~ Ŭ~ °}«Z¬7³~ _«W¬Z[¬4 «–_«6 ²Y«7 âyetinin tazammun ettiği bürhan-üt temanü’, Sâniin vâhid ve müstakil olduğuna kâfi bir delildir. Ve istiklaliyet, Uluhiyetin zatî bir hassası ve zaruri bir lâzımı olduğuna nurlu bir bürhandır.» (İ.İ.90)
«Evet kâinatın envaları birbiri içine girift olması ve kenetleşmesi ve herbirinin vazifesi umuma baktığı cihetle; kâinatı rububiyet ve icad noktasında tecezzi kabul etmez bir küll hükmüne getirdiği misillü; kâinatta faaliyet gösteren ef’al-i umumiye-i muhita dahi, birbirinin içinde tedahül cihetiyle, yani meselâ hayat vermek fiili içinde, aynı anda iaşe ve terzik fiili görünüyor. Ve o iaşe, ihya fiilleri içinde, aynı zamanda o zihayatın cesedini tanzim, techiz fiilleri müşahede olunuyor. Ve o iaşe, ihya, tanzim, techiz fiilleri içinde aynı vakitte tasvir, terbiye ve tedbir fiilleri nazara çarpıyor. Ve hakeza..
Böyle muhit ve umumî ef’alin birbiri içine tedahülü ve girift olması ve ziyadaki yedi renk gibi imtizaç belki ittihad etmesi haysiyetiyle; ve o ef’alin herbiri mahiyetçe bir birlik ve vahdet içinde ekser mevcudata ihatası ve şümulü ve vahdanî birer fiil olduğundan her halde failinin bir tek Zât olması ve herbiri umum kâinatı istila etmesi ve sair ef’al ile muavenetdarane birleşmesi itibariyle, kâinatı tecezzi kabul etmez bir küll hükmüne getirdiği gibi; zihayat mahlukların herbirisi, kâinatın bir çekirdeği, bir fihristesi, bir nümunesi hükmünde olduğundan kâinatı, rububiyet noktasında tecezzi ve inkisamı imkân hâricinde bir küllî hükmüne getirmiştir.
Demek kâinat öyle bir külldür ki; bir cüz’e Rab olmak, umum o külle Rab olmakla olur. Ve öyle bir küllîdir ki; herbir cüz, bir ferd hükmüne geçip, bir tek ferde rububiyetini dinlettirmek, umum o küllîyi müsahhar etmekle olabilir.» (L.325)
Bu hakikat Risale-i Nur Külliyatından 32. Sözün l. Mevkıfında geniş olarak izah edilir. Ayrıca 3558, 3559.p.lara bakınız.
485- qqBÜROKRASİ |,~h5—‡Y" : (Fr.i.) Hükümet dairelerinde aşırı kırtasiyecilik, muamele çokluğu. İşlerin yürütülmesinde şekilciliğin ve idarî işlemlerin ağır basması hali. *Devlet görevlilerinden meydana gelen zümre veya sınıf. Memurlar sınıfı.
Bürokrasi, her çeşit rejimde tahakküm vasıtası olmaktadır. Oysa İslâmiyet’te devlet makamları tahakküm değil, hizmet makamıdır. Devlet görevlileri müslüman halkın hizmetindedir, kendileri saygı beklemez, saygılı davranır. Kimseye tahakküm edemez. Çünki Allah’ın emirlerine uymak zorundadır.
Hazret-i Ömer (R.A.), devlet başkanı olunca “Allah’ın emirlerinin dışına çıkarsam, beni kılıçlarınızla doğrultun” demekle bunun örneğini vermiştir. Zulüm ve tahakkümü kaldırarak adaleti getirmiştir. Gerçek adalet ve hürriyet ancak İslâm’da vardır. (O.A.L.)
Dostları ilə paylaş: |