MODERN TÜRKİYE'NİN OLUŞUMU
Yaygın bir görüşe göre Sultan Alp Aslan Bizans İmparatoru 4. Diogenis Romanus’u 1071’de Malazgirt Savaşında yenerek Anadolu’nun kapısını Türklere, açmıştır. Bu görüşe göre Alp Arslan, bu askeri başarı sayesinde Doğu Anadolu’da Bizans sınır savunmasını yok ederek Türk aşiretlerinin Anadolu’ya serbestçe göç etmesinin sağlar. Militarist Milliyetçi bir tarih tezini ifade eden bu görüş birçok bakımdan yanlıştır. Türk aşiretinin Anadolu’ya doğudan ‘göçleri’ daha sekizinci miladi yüzyılın sonlarında başlamıştır. Malazgirt Savaşı zamanında Doğu ve Orta Anadolu’nun önemli bir kısmı, doğudan gelmiş ve sonradan bizim hepsini Türk ismi altında birleştirdiğimiz yüzlerce aşiretten oluşmaktaydı. Alp Arslan’ın ‘Türklerine‘ karşı savaşmış Bizans İmparatorunun ordusunun önemli bir kısmı da Anadolu’ya daha evvel göçüp yerleşmiş ‘Türkler’ oluşturuyordu. Böylece Anadolu kökenli Türk aşiretlerin yanı sıra, Alp Arslan’ın ordusunu oluşturan erlerin ezici çoğunluğunun da Türk lehçelerinden birini konuşan ve çoğu yeni Müslüman olmuş Türklerden oluştuğu bilinmektedir. Fakat tüm bu Türklerin 20. yüzyılda tanımladığımız siyasi anlamında Türk olduklarını kimse iddia edemez. Etnisite ve dil bakımından Türk olan ile siyasi anlamdaki Türkü birbirinden ayırmak gerek. Siyasi anlamda Türk, ilk kez 20. yüzyılda ortaya çıkmıştır. Ezelden beri var olmuş millet tezini savunanlar, hem tarihi gerçeklere aykırı, hem de Helenistlerin ileri sürdüğü tezleri, yani Türklerin sonradan Anadolu’ya gelerek ve orada mevcut medeniyetleri yıkarak yerine bir aşiret-göçebe devleti kurduklarını iddia eden tezleri doğrulamış olmaktadır. Halbuki Türk aşiretlerinin Anadolu’ya göçleri sosyolojik ve antropolojik bir olay olarak ele alınır ve bunların nasıl bir toplum ve nasıl bir devlet oluşturdukları gerçekçi bir şekilde incelenirse yanlı görüşlerin hatası kendiliğinden ortaya çıkmaktadır. Türklerin tarihi devamlılık içinde değişme olarak görmek gerek.
Üstelik Türk aşiretlerinin Anadolu’ya gelmelerinde Moğolların büyük rolü vardır. Şunu da hatırlamak gerekir ki, Selçuklu İmparatorluğu’nu yıkan Moğol ordularının ezici çoğunluğu çeşitli Orta Asya Türk aşiretlerinden oluşmaktaydı.
Moğollara karşı savaşmış son Sultan (İzzettin 2.Keykavus) ve onu destekleyen kasaba elitleri (alimler, tüccarlar, meslek sahipleri) ile beraber çok sayıda Türk aşiretinin Batı Anadolu’ya, o tarihte halen Bizans’ a ait olan topraklara göçmek zorunda kaldıkları bilinmektedir. Esasında bu göçler daha Moğollara karşı yapılan savaşlarla (1240-41) başlamıştır. Esasen kimlik meselesi ancak İlhanlı hükümdarı Ghazan Han’ın 1295’te Müslümanlığı kabul etmesi ile son şeklini almıştır. Nasıl ki Altınordu hükümdarı Özbek Han’ın (1313-41) Müslüman oluşu ile Kuzey Türkler Türkleşmeye başlamışsa, Ghazan Han’ın Müslümanlığı kabul etmesi de Güney Türklerin yani Oğuz Türklerinin ‘Türkleşmesini’ kolaylaştırmıştır. Devletin başında bulunan bir kimsenin Müslüman oluşu, etnik kimlikle siyasi kimliğin yeni bir kimlik şeklinde birleşmesine yol açmıştır. Devletin İslamiyeti desteklemesi de medreseyi daha yüksek bir seviyeye çıkarmıştır. Tasavvuf ise kitleler arasında daha köklü bir nitelik kazanarak aşırı siyasi otoriteye karşı direniş kaynağı oluşturmuştur. Saltuk Baba etrafında bir kısım Müslümanın bir bakıma bu ilk dönem Müslümanlığının ikiliğini, yani medrese-tasavvuf çatışmasını temsil ettiği söylenebilir. Osmanlı Devleti 1286’da veya resmen kabul edilen tarihe göre 1299’da Batı Anadolu’da kurulmuştur. Moğol istilasıyla Selçuklu Devleti’nin dağılmasından sonra, (şeklen Selçuklu Sultanlığı’nın bir süre daha ayakta kalmasına rağmen) Anadolu’da sayısı 30 kadar olan küçük beylikler kurulmuştur. Osmanlı Beyliği bunlardan biriydi. Ancak Gazi Osman’ın ve sonra Orhan’ın idaresinde gelişen beyliğin çok önemli bir özelliği vardır. Söğüt ve civarını kapsayan ve Karadeniz’e kadar uzanan Batı Anadolu toprakları siyasi bakımdan halen Bizans hakimiyetinde bulunmasına rağmen, fiilen Orta ve Batı Anadolu’nun kasaba ve şehirleri Moğol baskısı yüzünden göç eden Türk aşiretlerinin, kasaba eşrafının, alimlerin ve sanatkarların yurdu olmuştu. Burada oluşan Müslüman toplumun ezici çoğunluğu göçmendi. Bu toplumda herhangi bir aşiretin veya sosyal grubun kendi başına tüm topluma hakim olması ve ona kendi damgasını vurması imkansızdı. Böylece bu toplumun demokratik bir biçimde hareket ederek aralarındaki sosyal, kültürel, ekonomik fakları bir yana bırakıp tüm toplumun çekici ve bağlayıcı olarak kabul edeceği bazı ortak ilkeler ve tutumlar üzerinde birleşmeleri gerekti. Ertuğrul ve Osman Gazi’nin Kayı aşiretinden olduğu kabul edilse bile bu beylikte herhangi bir aşiretin çoğunluk sağlaması söz konusu olmazdı. Parçalanmış birçok aşiretten oluşan, toprak mülkiyetinin henüz kökleşmediği, sınıfların oluşmadığı, herkesin göçmen veya göçmen oğlu-torunu olduğu böyle bir toplumun kendine mahsus sosyokültürel ve ekonomik bir düzen kuracağı aşikardır. Bu düzenin hukuki ve bir dereceye kadar da siyasi temeli İslama dayanmakla beraber, esasında dinin yerini ve rolünü de siyasi, sosyal ve ekonomik ortam tayin etmiştir. Ahiler kasabalarda hem düzenli üretimi sağlıyor ve kontrol ediyor hem de idari ve hukuki katı ilkeler yerine, değişen koşulların emrine göre yürütüyorlardı. Yerli Hıristiyan halk ile ilişkiler bu bakımdan oldukça ilginç bir durum arz eder. Ertuğrul, Osman ve Orhan Gazi (bu sonuncunun Bizans İmparatorunun damadı ve 1.Murat’ın annesi Nilüfer’in, İmparatorun kızı Theodora olduğu bilinmektedir.) Hıristiyan halkın yerleşik düzeni oldukça üstün görmüşler ve kendi kimliklerini ve benliklerini koruyarak halklarına da aynı düzeni sağlamak yollarını aramışlardır. Müslüman ve Hıristiyan aynı fakat barış içinde beraber yaşamalarını kaçınılmaz doğal bir ilke olarak benimsemişlerdir. Böylece Osmanlı Beyliği ilk bakışta diğer Anadolu beyliklerinden farksız görünmekle beraber, aslında yapısı, zihniyeti, felsefesi bakımından diğerlerinden çok farklıydı. Çünkü onun toplum yapısı, kuruluş şekli ve gelişmek zorunda kaldığı ortam diğer Anadolu beyliklerininki gibi değildi.
Bu topluluk, kendilerine uygun, kendi karakterlerini, beklentilerini gerçekleştirecek bir yurt arayan göçmenlerden oluşmaktadır. Osmanlıların devletlerinin ayakta durduğu sürece uyguladıkları (ve Türkiye Cumhuriyeti’nin saygı gösterdiği) bir göçmen kültürleri ve bundan doğan bir siyasetleri vardı.
İslam tarihinin Hicret ile başladığına daha evvelce işaret etmiştik. İlk Müslümanların çoğunluğunun Medine anasırı (asıl yerli halkı) yanında muhacir oldukları ve orada Yahudilerin bulunduğu bilinmektedir. Böylece İslamiyetin, siyasi tarihinin daha başlangıcında karşılaştığı temel sorun, Medine Müslümanlarının diğer dinlere mensup halklarla bir arada barış ve dostluk içinde yaşamalarını sağlayacak bir anlaşmaya olan ihtiyaçlarıydı. İşte Medine Vesikası veya Anlaşması olarak bilinen ve ayrı dinlere mensup kimselerin İslami idare altıda haklarını tayin eden temel ilke, Hz. Muhammed tarafından –hem peygamber ve İslamın yayıcısı, hem de Medine’nin idarecisi olarak- ortaya çıkarılmıştır. Bundan sonra kendilerini Müslüman sayan tüm ülkeler ve hükümdarlar, muhacirlerin eşitliğini, haklarını, onlara şevkat ve yardım göstermelerini emreden Kuran surelerini uygulayarak bir göçmen hukuku ve kültürü yaratmışlardır. 19. yüzyılda Anadolu’ya gelen milyonlarca Müslüman muhacirin yerleştirilmesini, onlara ev yapılmasını her şeyden evvel Müslüman ve Hıristiyan Osmanlı vatandaşı sağlamıştır. Muhacire “Tanrı misafiri “ olarak bakmışlardır. Müslüman ülkeler toprak esasına dayanan sınırları belli (Avrupa tipinde) milli devlet kavramına göre örgütlenmeden evvel göçleri tamamen serbest tutmuşlardır. Bu ilke hemen hemen Osmanlı devletinin sonuna kadar uygulanmıştır. 1878’den sonra Müslümanların tercih edilmesini öngören bazı kararların alınmasından sonra Müslüman olmayan kimselerin göçleri kısmen sınırlanmıştır. Yahudilerin bireysel olarak göç etmeleri serbest bırakılmış, fakat kitle halinde göçleri 1890’lardan sonra sınırlandırılmıştır. Daha evvelce belirttiğimiz gibi Osmanlı Beyliği’nde hakim durumunda bulunan kimselerin, göçmen veya göçmen kökenli olmalarının yanı sıra, İslami kaynaklardan ve geleneklerden oluşan bir kültürleri ve davranışları da vardır. Bu Rumeli’ye ve Anadolu’ya mahsus bir kültürdür. Göçlerle ilgili bu temel gerçekler anlaşılmadan Osmanlı devletinin özellikleri, kuruluşu, gelişmesi, yıkılışı ve ardından Türkiye Cumhuriyeti’nin ortaya çıkışı anlaşılamaz. İnkar edilmez bir gerçek varsa, o da, Osmanlı devletinin göçlerle başlamış ve sonunda 1878-1918 ve 1912-14 tarihinde Rumeli’den Anadolu’ya olan göçlerle de son bulmuş olmasıdır. Bu devletin ilk yüzyılında asıl gücü Rumeli’de toplanmış, Rumeli’nin çöküşü ise Osmanlı devletinin sonunu getirmiştir. Osmanlı devletinin yıkılışında göçlerin, yani Türk ve Müslüman halkın Balkanlar’dan zorla çıkarılmalarının (ve öldürülmelerinin) büyük rolünü inceleyenlerin sayısı çok azdır. Balkanlar’da Sırplar, Rumlar, Bulgarlar gibi reaya veya “anasır-ı muhtelife” olarak bilinen Ortodoks Hıristiyan gruplar, 19. yüzyılda kurmak istedikleri milli devletleri etnik köken ve din birleşiminden gelen yeni siyasi bir kimliğe dayandırdıkları ve Müslümanları da Osmanlı devletinin siyasi dayanağı olarak gördükleri için, onları yerinden söküp atmayı siyasi güvencelerinin ve ülkede çoğunluğu sağlamanın baş koşulu saymışlardır. Türkler ve bu arada ezelden beri Balkanlar’ın yerli halkı olan Müslümanlaşmış Boşnaklar, Karadağlılar, Arnavutlar, Rumlar vs. de “yabancı”, “bizden olmayan” şeklinde gösterilmiştir. Balkanlar’da ‘Türk’ ismi, etnik kökenleri ve dilleri ne olursa olsun tüm Müslümanlara verilmiştir. Burada bu isim, ‘yabancı’ ve mülkü elinden alınmış, yerli halkın oluşturduğu topraklara yerleştirilen göçmenleri, yani ‘Türkleri’ kapsadığı gibi, Müslümanlaşmış tüm Slavları, Rumca konuşanları ve Arnavutları da kapsıyordu. Bulgarlar ve diğer Balkan milli devletleri, Türkleri Balkanlar’dan söküp atarken bu kimselerin buraya nasıl göç edip yerleştiklerini gerçeğe uygun olmayan bir şekilde açıklamışlardır. Türk tarihçileri genellikle Türklerin Rumeli’ye çıkış tarihini Orhan Gazi’nin(daha doğrusu burada Süleyman’ın) Çanakkale Boğazı’nı 1354’teki geçişine bağlarlar. Bu tarihte gerçekten Orhan Gazi evlilik nedeniyle akraba olduğu John 6 Cantacuzeno’ya (1292-1383) (İmparatorluğu [1347-54]) yardım için Gelibolu’ya geçmiştir. Fakat onun geçişinden çok daha evvel birçok Türk aşireti boğazları geçerek Istranca Dağları’nın eteklerine kadar yerleşmişlerdi. Orhan Gazi ve 1.Murad zamanında kurulan uçları oluşturan kimselerin birçoğu buraya daha evvel yerleşmiş Türk aşiretlerine mensuptu. (Eğer bu göçler gerçekleşmemiş olsaydı, 15-20 yıl içinde Osmanlı devletinin Balkanlar’da kurulması ve tutunabilmesi imkansız olurdu.) Edirne’nin 1360’da alınmasından Kosova Savaşı’na (1389 ) kadar geçen 30 yıl içinde yapılan sayısız savaşlarda çarpışan insanların önemli bir kısmı, Anadolu’dan Rumeli’ye geçmiş Türk göçmenleridir.
Rumeli’ye Karesi bölgesinden Türklerin yerleşmesini gösteren ilk vesikalar 1357 tarihlidir. Bunu takiben 1400 tarihinde Menemen Yörükleri Filibeye sürgün edilmiştir. Fakat daha evvelki zamanlara ait kayıtların bulunmaması, göçün olmadığı manasına gelmez. Osmanlı’nın 15. yüzyılda gördüğümüz her şeyi kaydetmek alışkanlığını ( yani tam teşkilatlı bir devlet olarak ortaya çıktıktan sonra) daha evvelki yüzyıllarda göremiyoruz. Gerçekten de 15. ve 16. yüzyıllarda yazılan tarihler, Anadolu’dan Rumeli’ye, bilhassa Doğu ve Batı Trakya’ya, bugünkü Bulgaristan’a ve Makedonya’ya önemli sayıda Türk göçmenleri olduğunu göstermektedir. Bu konuda Türkiye’de ve Balkan ülkelerinde yayımlanmış 450’den fazla kitap ve makale vardır. Yalnız, bu göçlerin niteliğine göz atmadan evvel bir başka ana noktayı dile getirmek yerinde olur. Göç konusunda mevcut literatürün ezici çoğunluğu Türklerin ilk kez Balkanlar’a, yani Doğu Avrupa’ya göçlerini 1354 tarihi olarak göstermektedir. Yukarıda çeşitli yerlerde genel olarak işaret ettiğimiz gibi kısmen örgütlenmiş Türk boylarının daha 12. yüzyılda (Hunları bir yana bırakırsak) kuzey (Peçenekler, Kumalar, Kıpçaklar, Oğuzlar) veya güney yolu ile Balkanlar’a geçtikleri görülmektedir. Balkan halklarının bir kısmının Kuman asıllı olduğu çok iyi bilinmektedir. [İkinci Bulgar devleti (1187-1257) kuran Asenler hanedanının, yani İvan ve Peter Asen’in Kuman asıllı oldukları bilinmektedir. Moldava ve Ulahistan’daki Basarab hanedanı da Kumandır. Macaristan’ın krallarından 6. Ladislaus’un (1272-1290) annesinin Kuman olduğu ve kendinin de Batı Kıpçaklarla yakınlığı dolayısıyla ‘Kuman’ lakabıyla anıldığı bilinmektedir.] Bu Türk asıllı grupların büyük bir kısmı Hıristiyanlaşmış fakat imparatorluklarını siyasi ve sosyal düzeni ayakta tutmak için Bizans kilisesini bir alet olarak kullanması nedeniyle Hıristiyanlık derin kök salamamıştır. Alt tabakalarına mensup insanlar, Hıristiyanlığın ibadetlerini yerine getirmekle beraber aslında Hıristiyanlık öncesi eski dini adet ve geleneklerini korumaya devam etmişlerdir. Hıristiyanlaşan daha doğrusu yarı Hıristiyanlaşan bu kitlenin Osmanlılar zamanda Balkanlar’a göçen Müslüman Türklerle ortak birçok adet ve gelenekleri olduğu düşünülürse bunların bir arada yaşamalarının oldukça kolay olduğu ortaya çıkar. Elimizde, ilk Türk grubunun 9.-12. ve 14.-16. yüzyıllarda Balkanlar’a göç ettiğini gösteren çok önemli bir çalışma vardır. Polonyalı dil uzmanı Tadeusz Kowalski, Kuzeydoğu Bulgaristan’da konuşulan Türkçe’nin (yani Rumeli lehçesinin) birbiri üzerine yerleşmiş üç türdeki kelimelerden oluştuğunu göstermektedir. Bunlar 1) Peçenek-Kuman 2) 13. yüzyıl Selçuklu Sultanlığı 3) Osmanlı zamanında gelen göçmenlerin lehçe olmak üzere üç tür lehçenin birleşiminden oluşmaktadır. Yukarıda söylediklerimiz ana amacı, Türklerin Balkanlara ilk defa ne zaman geldiklerini tartışmak değildir. Ana amaç göçlerin eski toplumları, kültürleri ve dinleri değiştirerek yeni toplum ve kimliklerin ortaya çıkışını kolaylaştırdığını göstermektedir.
Osmanlı idaresi zamanında Rumeli’ye ilk göçlerin ana nedeni Batı Anadolu’da artan nüfustur. Rumeli’ye göç edenlerin büyük bir kısmı boş araziye yerleşmişlerdir. Bulgar devletini miras kavgaları (1. Murat ve 1. Beyazıt, Bulgar devletini üçe bölen üç hükümdar ile ayrı ayrı savaşmak zorunda kaldılar) çok sayıda yerleşim yerini yok etmiş ve toprakları işlenmez hale getirmiştir. Anadolu’dan gelen göçmenler bu topraklar üzerinde yurt yapmışlar, bazen harap olmuş eski Bulgar köyünün yerine, fakat çoğu kez de müstakil veya mevcut Hıristiyan köyünü yanında yeni bir yerleşim yeri kurmuşlardır. Yerli halkı yerinden söküp atma, topraklarını işgal etme gibi olaylar- bazı istisnaları bir kenara bırakırsak- görülmemektedir. Bu ilk yüz elli yıllık Osmanlı dönemin içinde Rumeli’ye göç edenlerin sayısı kesin olarak tespit etmek güçtür. Fakat göçmen sayısının 500.000 ‘den fazla olmadığını söylemek yanlış değildir.
Doğal sayabileceğimiz bu göçler yanında Osmanlı devleti dönemi boyunca ülke sınırları içinde birçok başka tip göçte olmuştur. Bunların arasında ceza niteliğindeki sürgünler oldukça önemlidir. Bunların ana amacı ülke güvenliğini ve sosyal istikrarı sağlamaktır. (Bu arada İsak Baba’nın müritlerinin kuzey Dobruca’ya sürgün edildiklerini ve orada halen onun ismini taşıyan Isakça kasabasını kurduklarını hatırlatmak gerek). Bunun gibi, yerli idareden memnun olmadıkları için veya politik kavgalar nedeniyle bazı kimselerin (örneğin, Kırım’da hanlık çekişmelerinden etkilenen aşiretlerin) Rumeli’ye ve Anadolu’ya göçmeleri veya yerleştirilmeleri gibi birçok göç çeşidi vardır. Bunun yanında Osmanlı hükümeti zaman zaman aşiretleri yerleşik düzene geçirmek için gayret göstermişlerdir.
Sonuç olarak diyebiliriz ki, Osmanlı devletinin ilk 400 yılında ortaya çıkan göçlerin ana nedenleri ekonomiktir. Bunun yanında idari sebepler ve emniyet nedeni ile yaptırılan göçlere sık sık tesadüf edilir, ki bu metot Bizans İmparatorluğu’nda da sık sık uygulanmıştır. Bu göçlerin tarihi geleneğe uygun olarak doğudan batıya doğru olduğunu da ayrıca belirtmek gerekir.
Dostları ilə paylaş: |