Ben, ezelden beridir hür yaşadım, hür yaşarım. Hangi çılgın bana zincir vuracakmış? Şaşarını. Kükremiş sel gibiyim, bendimi çiğner aşarım, Yırtarım dağları, enginlere sığmam, taşarım.
Gar'bın afakim sarmışsa çelik zırtoJı duvar, Benim îman dolu göğsüm gibi serhaddim var. Ulusun, korkma.. Nasıl böyle bir îmânı boğar Medeniyet dediğin tek dişi kalmış canavar!
Arkadaş! Yurduma alçakları uğratma salon! Siper et gövdeni, dursun bu hayâsızca akın. Doğacakdır sana va'dettiği günler Hak'kın, Kim bilir, belki yarm, belki yarından da yakın!
Basdığm yerleri toprak diyerek geçme, tanı.. Düşün altodaki binlerce kefensiz yatanı. Sen şehid oğlusun, incitme, yazıkdır atam; Verme dünyâları alsan da bu cennet vatanı.
Kim bu cennet vatanın uğruna olmaz ki feda? Şühedâ fışkıracak, toprağı sıksan, şühedâ. Canı, cananı, bütün varımı alsın da Hûda Etmesin, tek, vatanımdan beni dünyâda cüda!
Ruhumun senden, İlâhî, şudur ancak emeli, Değmesin mabedimin göğsüne nâmahrem eli. Bu ezanlar, ki şahadetleri dînin temeli Ebedî yurdumun üstünde benim inlemeli.,
O zaman vecd ile bin secde eder varsa taşım, Her cerihamdan, İlâhî, boşanıp kanlı yaşım Fışkırır, ruhi müeerred gibi yerden nâşım, O zaman yükselerek Arş'a değer belki başım.
Dalgalan sen de şafaklar gibi ey nazlı hilâl! Olsun artık dökülen kanlarımın hepsi helâl. Ebediyen sana yok, ırkıma yok izmihlal Hakkıdır hür yaşamış bayrağımın hürriyet, Hakkıdır hakka tapan milletimin istiklâl!
Ataıed Bülent REK
Meiımed Akif'in ölüm haberi üzerine Türk basınında çıkan yazılar — «Evvelki gün, Beyazıt camiinin arkasındaki «musalla» taşında tabutuna el bağlandı. «Nazlı hilâl» omuzunda îdi. Üniversite kapısından genç. bir kalabalık akıyor ve meydanda birikiyordu. Arada memleketin tanınmış adamları da var. Her yüzde, canevinden vurulmuş insanların acısı seziliyor.
«Bir aralık bu insan denizi çalkandı ve tabut, başlar üstünde al bir dalga gibi yükseldi. Cenaze otomobili, ağzım açmış, bekliyordu. Gençler vermediler. Omuz üstünü de az görerek el üstüne aldılar. Tabutun altında üç dört nesil birleşmişti. Soğuktan morarmış yüzlerce parmak üstünde Mehmed Akif taşınıyordu.
«Ayaklarda sevginin kanadı, ellerde say-
yeni bir akış varken, ve bu cereyan etraftan alkışlar toplarken, tek başına kalmak, kolay bir iş değildi. Ancak yollarının sonundaki aydınlığı görebilenlerdir, ki başkalarının izlerinde yürümezler.
«Safahat» şâiri, sanat bakımından yepyeni bir şahsiyetti. Üslûbunda kimsenin hakkı yoktu. Fikirleri şunun bunun aksi sadası değil, kendi beyninin terkipleriydi. Heyecanında ise eşsizdi, îçi boşalmış kabuk göğüslerin tak tak öttüğü demlerde onun imanla dolu varlığı göklerin sesini verdi.
Balkan savaşının acısını, torunlarımız, o-nun eserlerinde tadacaklar. Yıkılan ocaklarla parçalanan kardeşlerimizin yasını ilk tutan o olmuştu. Urumellerinin yangınları onun mısralarında parladı, kanlı göç alayları onun hayalinden süzülerek yürekler yaralayıcı acılara büründü.
Süleymaniye ve Fatih kürsülerinde yalnız bu toprağın derdini konuşmuş, sade bu vatanın kurtuluş yollarını aramıştı. Anadolu dağlarında Türkün uğulda-yan sesine ilk koşan şair odur. Bülbül, istiklâl marşı bu kara günlerin alevden dokunmuş şiirleri sayılmıyor mu? Hele son yazdıkları a-rasında gördüğümüz Boğaziçindeki «Mevlûd» manzumesi kadar içli, coşkun ve her tarafı parpar yanan kaç tane şiirimiz var? Çanakka-leye giden şatafatlı heyet arasında o, yoktu; fakat bu şanlı savaş şartlarımın «Homer»i o
oldu.
Kaynağı ne olursa olsun, eseri büyük, a-damı yaratıcı yapan «heyecan»dır. Bu gönül radyumu ise, o müstesna insanda yaradılışın
İKSÖY (Mehmed Akif)
— 52İ8 —
İSTANBUL
ANSİKLOPEDİSİ
52İ9 —
ERSOY (Mehjned Âkil)
bütün cömertliğiyle yığılmıştı. Harcadıkça artıyor. Zenginliği göz kamaştırıyordu.
Ondaki sanat kudretine hiç imrenmedim. Çünkü bu, bence meselâ kanatsız uçmak kadar büyük bir «olmaz»dı. Fakat insanlığına yaklaşmak isteği ömrümün her çağında bir ideal olarak yaşıyacaktır.
Başka söz olmadığı için bugün «Akif öldü!» diyoruz. Sonsuzluğu eserlerinin büyüklüğünden alan hiç ölür mü? Akif in Türkçe yaşadıkça anılacağına, dün tabutu altında yan yana dizilen dört neslin büyük kalabalığı şahittir.» (Hakkı Süha Gezgin, Kurun Gazetesi).
«... (Akifin fikirlerini şöyle toplayabiliriz) Garp medeniyetinin iyi nesi varsa, din onları men'edemez; dinin reddettikleri ise, bu medeniyetin seyyieleridir. Biz Tanzimattan beri işte sâdece bu seyyieleri, yahut, zevahiri taklit edip gelmekteyiz. Siz makine yapınız da isterseniz sini etrafına çömelip elle yemek yeyiniz. Şark şark, garp garptır. İslâm âleminden garp âlemine geçemeyiz. Çünkü bu medeniyetin bütün maneviyatı hıristiyandır. Biz sosyal prensipleri ve ahlâkı, müslümanîıktan ayrılmıyan bir medeniyete vücut vermeliyiz.
«Tevfik Fikret'in Tarih-i Kadîm şiirini bir küfür saymıştır. Fikret'e verdiği sıfat Zangoç idi. Fikret de ona Monla Sırat adını takmıştır.
«Akif, şapka kararı çıktığı vakit, onu eline alarak, başı açık rıhtıma geldi ve bir vapura binerek esir ve müslüman Mısıra gitti. Şüphesiz bütün inkılâplarımızın aleyhinde idi. Fakat şurası var ki, fikirlerimize düşmanlığı, onu asla, vatan menfaatine aykırı bir politika içine sürüklememiştir.
«Nihayet, başında şapkası, fakat karaciğerinde kanserle Türkiyeye döndü. — Onun hasretine dayanamadım, diyordu.
«inandığı Allah'tan, bu Türkiyenin mes'-ud ve kuvvetli kalmasından başka hiç bir şey düemiyerek ölmüştür...» (Falih Rıfkı Atay, Yedi Gün).
«Altı ay evvel istanbul rıhtımına yanaşan vapurun merdivenlerinden süzülen bir gölgeyi, birdenbire tanımamış, dikkatle yüzüne baktıktan sonra büyük bir faciaya kavuştuğumu anlamıştım. Mithat Cemalin o gün içinden derin ve dikenli bir:
— Eyvah!., sızmışdı.
«Üstad, Akif hakikaten erimişti. Fakat çok nikbindi. Memleket havasının kendisine yeniden dirilteceğine inanıyordu ve bu inancını son dakikasına kadar kaybetmedi.
«Hastahanede tedavi edildiği müddetçe; o-dası, misafirlerle mütemadiyen dolup boşalıyor ve kendisi misafirlerini karşılamaktan ve onlarla konuşmaktan yoruluyordu. Nihayet bu vaziyetin önünü almak icap etti ve üstad, eski ve asîl bir dostunun oğluna ait bir köşke misafir olmıya davet olundu. Köşk Alemda-ğında olduğu için buranın havasından, suyundan, huzurundan da istifade edecekdi. Alem-dağına kavuşmak onu cidden sevindirmişti. Haftada veya on günde bir şehre inerek dostlarını görecek, doktoru ile görüşecek ve tekrar Alemdağına dönecekti, hattâ kışı da orada geçirecekdi:
— Orada, bir ağacın dibine bir halı sererek uzanır, dinlenir, arasıra gezer dolaşır, temiz hava, bol güneş içinde yaşar, ve kendimi toplamıya gayret ederim... diyordu.
«Alemdağı seferleri tevali ettikçe üstadın sıhhatten düştüğü göze çarpıyor, fakat Alemdağına gitmekten de vazgeçmiyordu. Çünkü orada, senelerce mahrum kaldığı memleket havasını daha bol, daha saf buluyor, vaktini derin huzur içinde geçiriyordu. Fakat Alemda-ğından son dönüşü sırasında pek harap bir halde idi. Meş'um hastalığın son ve kat'î hücumlarını yaptığı besbelli idi. Fakat ölümünden iki gün evvel tekrar uzun uzadıya konuştuk. Gerçi dili biraz ağırlaşmıştı ve sözleri biraz zor anlaşılıyordu.
«Nihayet dün, üstadın halinde gündüzden bir tahavvül göze çarptı. Kendisi her zamankinden daha hallice idi. Konuşuyordu, fakat yalnız bırakılmak istemiyordu.
«Akşamlayın yedi buçuktan biraz sonra kısa bir nefes darlığı üzerine her şey bitti.» (Ömer Rıza Doğrul, Tan;Gazetesi).
«... Ve nihayet işte Üniversite talebesinin kadir bilen değerli elleri üstünde şerefli bir tabut, Edirnekapuya doğru süzülüp gitti. İstiklâl marşı şairi, bugün şehidlikte inan ve iftiharla dolu bir göğüs gibi kabarmış taze bir toprak yığınından ibarettir ve gençliğin İstiklâl marşını söyliyen sağlam sesi bu mezarın
üstünde bir saygı musikisiyle yükselip yankılanıyor.
, «Günler geçecek ve biz yedinci Safahatın mukaddimesindeki son mısraları hatırlıyaca-ğız:
Yoktur elemimden şu sağır kubbede bir iz İnler Safahâtımdaki hüsran bile sessiz
«Benim yetişme senelerim, Mehmed Akif'in Tevfik Fikret'e Amerikan mektebinde vazife aldı diye çattğıı ve o yüzden birçok kimselerin Akif'e şiddetli hücumlarda bulunduğu yıllara rarstgelir. Onun adını ilk defa bu münasebetle duydum. Tevfik Fikreti o sıralarda hiç bir fikrî esaretin gölgesini taşımıyan, yeni, hür ve ileri bir hayatın özlentisini terennüm etmiş bir adam olarak ideal sayıyordum; Mehmed Akif hakkındaki ilk intibaını, tamamiyle aleyhtedir.
«Seneler geçti; Mehmed Akif'in eserlerini baştan sonuna kadar okudum; şâirin aruz veznine olan hâkimiyeti, Türkçeyi aruz çerçevesi içinde kullanıştaki ustalığı ilk bakjşta göze çarpıyordu; dış mükemmelliği bir edebiyat eseri için elbette iyi bir takdimdir; fakat bu şekil güzelliğinin arkasında asıl insanı saran heyecanları ölçüye sığmıyan engin bir ruhun çarpıntılı musikisiydi. Mehmed Akif'i okuyan a-dam, herşeyden önce «Büyük bir şâir» le karşı karşıya olduğunu kabul etmek ve san'atin insanı çekip götüren kudretine teslim olmak vaziyetindedir.
«Safâhât'ın yedi cildini baştan aşağıya kadar saran hava içinde şaire şairlik vasfını kazandırmış bir tapu senedi gibi dalgalanan heyecan, hangi menbalardan kuvvet almaktadır?
«Akif'in şiirlerinde başlıca üç vasfın hâkimiyeti göze çarpar: içtimaî, Millî, Dinî.
«Şâir, içinde yaşadığı cemiyetin manzaralarını fevkalâde kuvvetli bir mahallî renkle tasvir etmiştir. İstanbulun fakir ve orta halli sınıfı, bu şiirlerde maddî ve manevî hayatının bütün akışı ile canlı, kuvvetli, elle tutulur, gözle görülür bir şekilde yaşar, dolaşır, düşünür, konuşur, ağlar.
«Mehmed Akif, san'atin içtimaî bir kıymet olduğunu bilen bir adamdır. Ona nazaran san'at, kökü cemiyetin içinde olan bir varlıktır ve san'atkârın duygu ve düşüncelerini cemiyete aşılamak için kudretli bir vasıtadır.
«Şarkn asırlarca süren tevekkül, infirat, i'tizal, tenbellik, meçhul ve manevî bir kuvvetten yardım ummak ve oturmak şeklindeki tehlikeli alışkanlığını sarsmak için uğraşan şâir, tek bir manzumesinde gönül fantezisine, şahsî derdine, ferdî tahassüse yer vermiyor; şiirlerinde kütleyle meşgul olduğunu, içtimaî yaraları deşmeğe uğraştığını, cemiyete kendi düşüncesine göre yol çizdiğini görüyoruz. Mehmed Akif bu sahada eşsiz bir san'atkârdır.
«Şairin eserlerinde bulduğum «Millî» olmak vasfını evvelâ şöylece izah edeyim: İçinde yaşadığı cemiyetin hayatını tipik hususi-yetleriyle canlandıran yerli malzeme, yerli renk, yerli koku, yerli heyecan ve ifadeyi taşıyan bir san'at elbette millîdir; Mehmed Â-kifte bu unsurlar tamamen vardır. Çanakkale ve Anadolu İstiklâl harplerinin göğsümüzü kanatlandıran muazzam heyecanı, ancak onun mısralarından tunçlaşarak ebediyete doğru muhteşem bir âbide halinde uzayıp gitmek imkânını buldu.
«Bu şiirlerin üçüncü vasfı «Dinî» olmaktır; birçok kimseler bunu Âkifte birinci vasıf olarak sayarlar.
«Fatih Camii müderrislerinden İpekli Hoca Tahir Efendinin oğlu, aile içinde sağlam bir islâm terbiyesi alarak yetiştikten sonra yüksek tahsilini Baytar Mektebinde yaptı; böylece müsbet ilimlerle olan teması Akif'in İslâmlığını hurafelerden temizlenmiş, iyi ahlâk, içtimaî fazilet, sağlam ve geniş bir din-daşlık sevgisi halinde bir iman kılığına bürümüştü.
«Seneler benim Tevfik Fikret'e olan bağlılığımı azaltmamış, fakat başlangıçta Mehmed Akif'e karşı duyduğum fena hissimi tamamen gidermiştir.
«Her kıymeti kendi şahsında ölçmek lüzumunu bir kere daha işaret edelim. »(Refik Ah-med Sevengil, Kurun Gazetesi)
Kendi resminin altına şunları yazmışdı:
Şu serilmiş görünen gölgeme imrenmedeyim Ne saadet?.. Hani ondan bile mahrumum ben
Daha yıllarca eminim ki hayâtın yükünü Dizlerim titreyerek çekmeye mahkûmum ben
Çöz de artık yükümün kördüğüm oimuş bağını Bana çok görme, ilâhî, bir avuç toprağım!
ERSOY (Mehmed Emin)
5220 —
İSTANBUL'
ANSİKLOPEDİSİ
ERTEGÜN (Mehmed Münir)
«Bu üç beyit Mehmed Akif'in son şiirlerinden biri olmuşdur.» (Haber Gazetesi)
Reşid Hâlid GÖNÇ
ERSOY (Mehmed Emin) — Türkiye istiklâl Marşının yazarı büyük şâir Mehmed Akif'in oğlu; hayatı kendi itirafları ve bütün teferruatı ile zabt edilerek yazılabilmiş olsaydı, dünya edebiyatında yeri olan italyan yazarı Tullio Murri'nin «Kürek Cehennemi» isimli eserinin ayarında dehşet verici bir romanın kahramanı olabilecek kara bahtlı bir adam.
1904 de Istanbulda doğdu; hakkı olan koruyucu baba himayesini göremedi; Mehmed Akif'in Anadolu'da millî mücadeleye katılması üzerine 15 - 16 yaşlarında iken Istanbulda tamamen âvâre kaldı, ancak yarım orta tahsil ile kaldı; babasından tevarüs ettiği coşkun şâir heyecanlarına sâhib güzel, yakışıklı bir küçük delikanlı iken uygunsuz İstanbul çapkınları ile düşdü kalkdı; içkiye ve esrara alış-dırıldı. Mehmed Akif'in Türkiyeyi terketmesi üzerine eniştesi Ömer Riza Doğrul'dan da himaye göremedi; askerliğini nefer olarak yap-dı ve kıt'asında asîl bir utanma ile Mehmed Akif'in oğlu olduğunu sakladı. Terhisinden sonra büyük şehir Istanbulun hâneberduşlarm-dan biri. oldu. Sabahçı kahvehanelerinde ve hamamlarında yattı, barındı. Yalın ayak dolaşa-
Mehmed Emin Ersoy
(Resim: Kemal Zeren)
rak şarab veya ispirto ve esrar parasi;4çîn hammallık yaptığım görenler vardır; 1939 da ilk defa istanbul zabıtası tarafından bir esrarkeş olarak yakalandı, akıl hastahânesine sevk edildi, ve gaaliba başka bir suçdan bir müddet de ceza evinde kaldı. Nihayet kendisini bulan bir baba dostu tarafından Bursada Atatürk Çiftliği Harasına kâhya olarak yerleştirildi. Evlendi, mazbut bir hayat sürmeye başladı. Fakat bir müddet sonra (1963 - 1964 arasında) işinden çıkarıldı, İstanbula döner dönmez tekrar esrara düşdü; 1966 başlarında zevcesi vefat edince tekrar kimsesiz kaldı, kendisini âdeta intihar kasdı ile içkiye ve esrara verdi-. 1966 sonlarında bir kaç ay akıl hastahânesinde kaldı; hastahâneden çıktığında (Kasım 1966) geceleri Tophanede terkedilmiş bir kamyonetin karoserisi içinde yatmaya başladı, ve 24 Ocak 1967 de o karoserinin içinde ölü olarak
bulundu.
Burhaneddln OLKER
ERSOY (Şahâbeddin) — Tüccar, iş adamı; 1921 de Diyarbakırda doğdu; babasının adı Nâzım, annesinin adı Hediye'dir; ilk ve orta tahsilini memleketinde yapdı, 1939 da Diyarbakır Lisesini, 1946 da istanbul Üniversitesinin Iktisad Fakültesini bitirdi; fakültedeki talebeliği zamanında (1939 - 1942) Ziraat Bankasında çahşdı; 1942 de Doktoroğlu Seyahat Acentesini, 1954 de Doktoroğlu Turistik işletmeleri Ltd. Şirketini, 1960 da Doktoroğlu Turistik Otobüs işletmesi Ldt. Şirketini kurdu.
Avrupa ve Amerikada seyahatlar yapmış-dır. ingilizce bilir; futbol, yüzme ve güreş sporlarını sever. Ayla (Trak) Hanımla evlidir; Nâzım (doğ. 1954) ve Aydın (doğ. 1959) adında iki çocuğu vardır. Bibi.: Kim Kimdir Ansiklopedisi
ERSÖZ (Hülya) — 1965 ile 1966 arasında «Altın Çocuk Beyrutda» Türk filminde aktör Göksel Arsoy'un yanında baş kadın rolünde oynamış aktris; güzel ve aşın cinsî cazibeye sâhib bir Macar kızı olup asıl adı Carlo Volay'dır. Film yapıcıları tarafından pek çok. teklif almış, bu arada bir ressamla sevişmiş, Hüryâ Ersöz takma adını almış, aşkı, ve Istanbulda Türk filmlerinde rahat oynamak için Türkçe öğrenmeye başlamış, ve yeni adının
propagandası için de gazete ve dergi fotoğrafçılarına^ cömertçe soyunnıuşdur. Fakat Türk polisi bu çıplak resimleri müstehcen bularak 1967 Nisanında Hülya Ersöz nâmı diğerle Carlo Voloy'u hudud dışına çıkarmışdır. Bu arada bu güzel Macar kızının casus olduğu da söylenmiştir.
ERSÖZ (Mehnıed Süreyya) — 1966 yılında Güney Kutbuna ilk defa olarak Türk bayrağı diken bir Türk seyyahı; 1905 de doğdu, serbest teşebbüs yollarında yetişti, îstan-bulda taahhüd işleri yaparak servet sahibi oldu; ve sonra ardi kesilmeyen Beyanatlarına başladı, Himalâya Dağlarına tırmanmaya varıncaya kadar dünyanın her tarafını dolaştı ve nihayet 1966 da Güney Kutbuna gitti; bu seyahatinin hâtıraları 22 Mayıs 1966 tarihli nüshasından başlayarak Hürriyet Gazetesinde yayınlanmıştır. Hayatı hakkında başka bilgi edinilemedi.
ERSÖZ (Selmâ) — Ses sanatkârı; 1939 da Istanbulda doğdu; Ali Ersöz adında serbest bir iş adamının kızıdır, annesinin adı Cemiledir; Kızıltoprak ilkokulunda, Erenköy Kız Lisesinde okudu; okul müsâmerelerinde söylediği şarkılarla dikkati çekti, yakınlarının ve hocalarının teşviki ile -1954 de istanbul Belediyesi Konservatuvanna girdi; 1959 da oradan diploma alarak aynı yıl ses sanatkârı olarak istanbul Radyosuna girdi. 1966 da istanbul Belediyesi Konservatuvan Türk Musikisi icra Heyetine katıldı. Radyo ve Konservatu-var gibi sanat mahfillerinin mütevazı aylıklarını, park ve gazino sahnelerinin temin ettiği kazanca tercih eden bir sanatkâr oldu.
Hakkı GÖKTÜRK
ERTAYLAN (ismail Hikmet) — «Muallim, profesör, edebiyata ait tedkikleri ile tanınmış muharrir; 1889 da istanbul'da Beylerbeyinde doğdu, Reşad Bey adında bir istanbul kibarının oğludur; Galatasaray Sultanîsinde okudu (1908) 1911 de Mülkiye Mektebini bitirdi; Tevfik Fikretle birlikde Tanin Gazetesinde, Galatasaray Sultanisinde ve Amerikan Kol-lejinde çahşdı; Kadıköy Sultanisinde edebiyat muallimliği yapdı, Matbuat Müdürlüğü mümeyyizliğinde bulundu, davet üzerine Azer-
baycana giderek Baku Üniversitesi ve Pedagoji Enstitüsünde dört sene kadar edebiyat tarihi profesörlüğü yapdı; dönüşünde Ankara Kız Lisesi Müdürü, Atatürk Enstitüsü edebiyat muallimi ve Dil Encümeni âzası oldu. Kıbrıs Türklerinin hükümetimizden bir lise müdürü istemesi üzerine Maarif Vekâletince Kıbrıs'a gönderildi ve uzunca bir zaman Kıbrıs Türk Lisesi müdürlüğünde bulundu. Dönüşünde Maarif Vekâleti müfettişi oldu ve bir müddet sonra Afganistan'a maarif müşaviri olarak gitti; bu vazifede de dört yıl bulunarak dönüşünde Hindistanı dolaşdı; ve İstanbul Ü-niversitesi Edebiyat Fakültesinde profesör oldu.
«Suad Fahir takma adı ile manzumeler ve nesirler yazmışdır. Bir ara Düşünce adı ile bir mecmua çıkarmış ve bunun bir nüshasını Tevfik Fikret'e tahsis etmişdir.
«Eserleri: Vuslatı Memnûa (Roman); Kır Çiçekleri (Çocuklar için şiirler); Beynamazın Otuzüç Gecesi (Hikâye); Ateş olur da Yakmaz mı (Hikâye); Yunan Edebiyatı Tarihi; Ziya Paşa, hayatı ve eserleri; Türk Edebiyatı Tarihi (4 cild, Azerbanycanda basılmış); Azerbaycan Edebiyatı Tarihi (2 cildi, Azer-baycanda basılmış)» (î. A. Gövsa, Türk Meşhurları) .
18 Aralık 1967 de vefat etti, Rumelihisarı kabristanına defnedildi.
ERTEGÜN (Mehmed Münir) — Hukukçu ve diplomat, Türkiye Cumhuriyeti büyük elçilerinden; hayatı hakkında aşağıdaki ma-kaale ünlü gazeteci ve yazar Sâdun Galib Sav-cı'nındır:
«Evkaf Nezâreti muavinliğinde bulunmuş Nasûhizâde Cemal Beyin oğludur; 1882 de Istanbu/da doğmuşdur; o zamanki tahsil derecelerine göre iptidaî, rüşdî ve idadî tahsillerini bitirdikten sonra babası kendisini ticaret mesleğine sokmak istemiş ve bu maksatla bir tacirin yanına kâtip olarak vermiştir. Fakat o, tahsile devam etmek istiyerek babasını ikna etmiş ve Hukuka girmiştir.
«îstanbulda Hukuk tahsilini tamamlıyan Münir Ertegün 1909 tarihinde devlet hizmetine girmiş ve otuz beş yıl muhtelif mevkilerde dürüstlük, yurt ve vazifeseverlikle önemli hizmetlerde bulunmuştur, ilk memurluğu, Hari-
ERTEGÜN KARDEŞLEfe
— 5222 —
İSTANBUL
ANSİKLOPEDİSİ
ERTEKÎN (AH)
ciye Nezareti istişare Odası Mülâzimliğidir. Ondan sonra sırasiyle Ayan Meclisi Mütercimliğinde, Hariciye Nezareti İstişare Odası Muavinliğinde ve Müdürlüğünde bulunmuş, 1913 de Babıâli Hukuk Müşavirliğine tayin olunmuştur. Bu son vazifede iken 20 îkincikânun 1918 tarihinde Hukuk Müşaviri sıfatiyle Brest Litovsk sulh müzakeresine, 28 nisan 1920 de Paris'te ikinci defa toplanan sulh konferansına mütehassıs olarak iştirak eylemiştir. 3 Bi-rincikânun 1920 tarihinde Babıâli hükümeti adına Ankaraya giden hey'et-i mahsusaya dahil bulunuyordu. O tarihten itibaren Millî Hükümet emrinde vazife almış, 1921 de Hukuk Müşaviri, 1924 de Hukuk Başmüşaviri olmuştur. Bu vazifede iken 1923 de Lozan Konfe-rasında Hukuk Müşaviri sıfatiyle değerli hizmetlerde bulunmuştur. 19 Şubat 1925 tarihinde Bern Orta Elçiliğine tayin edilen Münir Er-tegün, gerek Lozan konferaıısındaki mesaisiy-le ve gerek Bern Orta Elçiliğinde iken Milletler Cemiyeti teşkillerinde gördüğü vazifelerle milletlerarası çapta bir hukukçu olarak kendisini tanıtmıştır. Münir Ertegün, Bern'den sonra 1930 da Paris Büyükelçiliğine, 1934 de de Vaşington Büyük Elçiliğine nakledilmiş ve ayrıca Meksika hükümeti nezdinde de hükümetimizi temsil etmiştir.
«Vaşington Büyük Elçiliğinde on sene bulunmuş, Türkiye - Birleşik Amerika arasında iyi dostluk münasebetlerini yalnız devam ettirmekle kalmayıp bu münasebetleri her gün biraz daha kuvvetlendirmeği başarmışdır; kor-diplomatikde âlim bir devlet adamı, ve kâmil bir insan olarak tamnmışdır.
«Birinciteşrin 1944 sonlarında bir kalp hastalığından Vaşington Büyük Elçilik binasında tedavi altına alındı, fakat kurtulamıya-rak 11 İkinciteşrin 1944 de vefat etti.
«Millet ve hükümetine yaptığı hizmetler dolayısiyle Büyük Millet Meclisi tarafından beyaz şeritli İstiklâl Madalyasiyle de taltif edilmiş bulunan Münir Ertegün'ün vefatı memleketimizde olduğu kadar Birleşik Amerika Devletlerinde de derin ve umumî bir teessür uyandırdı. Birleşik Amerika Cumhurreisi, Cumhur-reisimiz İsmet inönü'ye gönderdikleri taziye mesajında bu teessürü: «Bu memleketteki Büyük Elçiniz ve şahsî dostum Mehmet Münir Ertegün'ün vefatı münasebetiyle en samimî
taziyelerimi takdim eylerim. Müşarünileyhin buradaki değerli hizmetlerinden iftihar duymalısınız. Büyük Elçi Ertegün'ün şahsî istikametini ve asîl ve müşfik ruhunu takdir etmeği öğrenmiş olan Amerika hükümeti erkânı uğradığınız ziyaa iştirak ederler. Böyle güzide bir Türk vatandaşının ve memurunun vefatı karşısında memleketimde duyulan derin teessürü size ve sizin vasıtanızla Türk hükümet ve milletine büyük hüzün içinde iblâğ ediyorum» diye ifade etmiştir.
Diğer taraftan Şikago'da toplanmış Milletlerarası Sivil Havacılık Konferansı Reisi Beride 11 îkinciteşrin 1944 celsesinde söz alarak, Vaşingtondaki Kordiplomatiğin duvayeni olan Ertegün'ün ölümünden duyulan derin teessüre tercüman olmuş, Ertegün'ün konferans âzası arasında pek çok dostu bulunduğunu hatırlatmıştır. Rahmetli Münir Ertegün'e Amerika hükümeti tarafından — ecnebilere ender gösterilen bir cemile olarak — muhteşem askerî cenaze töreni yapılmış ve nâşi muvakkaten Birleşik Amerika Devletlerinin millî mezarlığı olan Arlington'a defnedilmiş, orada on dokuz topun üç salvo ateşiyle selâmlanmıştır. Bir müddet sonra da oradan alınarak Türki-yeyi ziyarete gelen Missuri zırhlısı ile vatana getirilmiştir.» (Sadun Galib Savcı)
ERTEGÜN KARDEŞLER (Ahmed ve Nasûhî) — 1934. den 1944 yılına kadar on sene Türkiye Cumhuriyetinin Vaşington Büyük Elçiliğinde bulunmuş seçkin devlet adamı Meh-med Münir Ertegün'ün oğullan; Amerikada yerleşmişler, iş hayatına atılmışlar, dünya plâk sanayiinde çok önemli yer almış ve bilhassa caz ve popüler müzik alanında satışı dünya rekoru kıran «Atlantic» firmasının sâhibleri olmuşlardır.
Nasûhî Ertegün ayrıca müzik profesörü olarak da tamnmışdır; iki kardeş caz ve popüler müzikde pek san'at kabiliyetleri keşfederek onları büyük şöhretlere ulaştırmışlardır; Bobby Darin, Ray Charles, Sonny ile Cher bunların arasındadır.
Amerikadaki Türk dernekleri ile çok yakından temas hâlinde olan Ertegün kardeşler, büyük elçi babalarının yerini sanat elçileri o-larak almışlardır; bu satırların yazıldığı sırada Atlantic firması ünlü şarkıcı Herbi Mann'a
üç meşhur Türk melodisini, «Yavuz Geliyor Yavuz», «Doktor» ve «Üsküdara giderken» türkülerinin İngilizce plâklarını hazırlatıyorlardı; yılın en başarılı plâklarını seçerek mükâfatlandıran Plâk San'at ve Bilimleri Akademisi 1965 de Nasûhî Ertegün'ü başkan seçmiş-dir.
Bu iki kardeşin hal tercemeleri maalesef elde edilemedi. Bibi. : Milliyet Gazetesi
ERTEKİN (Ali) — 1948 de Türkiyeden Komünist Bulgaristana adam kaçırmak için kurulmuş bir şebekenin adamı; bu şebekenin delâleti ile önce Buigarisfana kaçarak oradan Rusyaya geçecek olan komünist yazar ve şâir Sabahaddin Aliye kaçırma kılavuzluğu yaparken l Nisan 1948 gününün gecesi Kırklareli Vilâyetinde Bulgar hududu yakınında Üsküb-lü Mer'asından Sazlı Dere kenarında bir orman içinde Sabahaddin Aliyi başına odunla vurmak suretiyle öldürmüşdür. Maktulü ana doğması çırıl çıplak soyarak cesedini dereye atmış ve parası ile esvab, çamaşır ve şâir eşyasını gasb ile îstanbula dönmüş, Sabahaddin Aliyi Bulgaristana geçirdiğini söyliyerek şebeke elebaşısı Yanbolulu berber Hasandan da ayrıca 200 lira kılavuzluk ücreti almışdır. Bu cinayet Bulgaristana adam kaçırma şebekesinin İstanbul polisi tarafından ele geçirildiği 1949 yılı ocak
Ali Ertekin
(Besim: Yaşar Ekinci)
ayına kadar on ay meçhul kalmış ve Sabahaddin Alinin öldürüldüğü, şebeke efradı arasında tevkif edilen Ali Ertekinin cinayetini itirafı üzerine meydana çıkmışdır.
Yugoslavya muhacirlerinden olan Ali Ertekin o tarihde 40 yaşlarında bir adamdı; Is-tanbulda Anadoluhisarında Yenimahallede o-turmakda, evli ve bir çocuk sahibiydi; orta boylu, geniş omuzlu, iri kemikli, çatık kaşlı, sert bakışlı bir adamdı; Türkiyeye 1939 yılında gelmişdi; o yıllarda Cumhuriyet Gazetesinin zabıta muhabirliğini yapıyordum, gazetem adına bu mühim cinayeti de ben tâkib ettim; Ali Ertekin, Kırklareli savcısının huzurunda bana vak'ayı şöyle anlatmışdır, ve cinayeti para ve mal gasbı için işlemediğini, vatanına ihanet etmek kasdmda bir adam karşısında bulunduğunu anlayarak, onu Türkiyeye hizmet yolunda öldürdüğünü iddia etmişdir:
«1945 senesinde bir kaçakçılık suçundan hapse düşmüştüm. Orada berber Hasan Tural ile tanışdım. Bu adam bana dostluk göstermiş ve: — Bir gün işsiz kalırsan, benim Edirneka-pıdaki dükkânıma uğramayı unutma... demiş-' ti. Hapisten çıktıktan sonra uzun zaman iş bulamamıştım. Bundan dokuz on ay evvel bir gün aklıma Hasan geldi. Kalktım, kendisine gittim ve işsiz olduğumu anlattım. Hasan, Bulgaristana adam kaçırmak üzere bir şebeke kurduğunu, benim de hudud yollarını çok iyi bildiğimi (?) söyliyerek, bu işi teklif etti ve çok kısa zamanda zengin olacağımızı ilâve etti. Çoluk çocuğum sefil vaziyette idi, Ümidsizdim, kabul ettim. İki gün sonra buluşmak üzere ayrıldık. Tayin edilen günde buluştuk. Hasan beni köprü üstüne getirdi. Kadıköy iskelesinde bir müddet bekledik. Vapurdan çıkan yolcular arasından sonradan isminin Sabahaddin AH olduğunu öğrendiğim şahıs bize doğru geldi. Hasan, onun, peynir tüccarı olduğunu, kamyonla Kırklareli tarafından mübayaatta bulunduktan sonra Bulgaristana kaçacağım, evvelden söylemişti. Biraz konuştuk. Bir kaç saat sonra kamyona bindik. Şoför mevkiinde Ahmed bulunuyordu. O gün geç vakit Kırklareline vardık.
Peynir tüccarı olarak tanıdığım Sabahaddin Ali, kamyonu îstanbula gönderdi ve biz, geceyi bir otelde geçirdik. Ertesi günü onu Bulgaristana geçirmek üzere hududa doğru
ERTEM (Sadri Edhem)
— £224 —
İSTANBUL
Dostları ilə paylaş: |