25611
Tıp DeontolojİSİ ve TIP HukukU
Prof. Dr. İbrahim BAŞAĞAOĞLU
“Deontoloji” terimi Yunanca iki sözcükten, "Deontos = görev, vazife " ile " Logos = bilim" sözcüklerinden oluşmakta ve görev bilinci, mesleki davranış ve meslek ahlakı anlamına gelmektedir. Bu terim, Eski Yunan tıbbında, örneğin Hipokrat (M.Ö. 460-377) ve Aristo (M.Ö. 384-322) dönemlerinde kullanılmamış, onun yerine ahlak anlamına gelen "Etik" (Ethikon) ve "Ethos" terimleri kullanılmıştır. Her bilim dalının ya da akademik alanın kendine özgü bir deontolojisi vardır ki bu, o bilim dalının ahlaki ve hukuki kurallar içinde gelişmesini sağlar. Tıbbın da kendine özgü bir deontolojisi vardır.
18 yy. da Avrupa’da başlayan Aydınlama döneminden itibaren mesleklerin sosyal yapı içerisinde önemli hale gelmesi ile “meslek ahlakı”ndan bahsedilir olmuştur. Büyük Fransız Sosyoloğu Emile Durkheim, bu yüzyılın başında “La Morale Professionale (Meslek Ahlakı) kitabını yayınlamıştır.
"Deontoloji" sözcüğü, ilk olarak İngiliz Filozofu Jeremy Bentham (1748-1832) tarafından yazılan ve ölümünden sonra 1834'te yayınlanan "Deontology or the Science of Morality" adlı eserde kullanılmıştır.
"Tıbbi Deontoloji" terimini ilk kullanan ve bu alanda ilk eser veren ise, Alman tıp tarihçisi Julius Pagel olmuştur. Pagel, "Medicinische Deontologie" yani Tıbbi Deontoloji adı altında Berlin'de 1897'de 98 sayfalık bir eser yayımlamıştır.
"Tıbbi Etik" terimini ortaya atan ise 18. yüzyılın sonlarına doğru, tıbbın toplumsal yönlerine de eğilmiş olan Londralı cerrah Thomas Percival (1740 - 1804) olmuştur. Bu terimle o, hekimin sağlık kurumlarında ve hasta bakılan özel yerlerdeki davranış kurallarını, ödevlerini, ona gerekli olacak hukuk bilgisini ve benzeri noktaları anlatmak istemiştir. İlerki yıllarda Percival'in bu görüş ve düşünceleri bir çok ülkede kabul görecek ve hatta 1847 'de Amerikan Tıp Birliği'nin (American Medical Association) hazırladığı ilk kurumsal Tıp Ahlakı Yasası'nda da etkilerini gösterecektir.
İnsanların her zaman ahlak kavramına sahip olduğu kadar, birbirinden farklı ahlak sistemlerine de sahip olduğu bilinmektedir. İnsanlığın aynı bir “ahlak” ölçütüne sahip olması ancak ilkeler temelinde olabilmektedir.
Tıbbi Deontoloji, "Ahlak" ve "Hukuk" olmak üzere iki temel yönden ele alınabilir. Bu nedenle Hukuk ve Deontoloji arasındaki ilişki çok yakındır.
Ahlak kuralları kuvvetini bireylerin vicdanından almakta ve bireylerin hareket özgürlüğünü sınırlamaktadır. Hukuk kuralları ise kuvvetini, ilke olarak, bireylerin vicdanından değil kamu iradesinden almaktadır. Bu itibarla, hukuk toplumsal bir değer kavramına yönelmiştir. Ahlak kuralları ise sadece bireysel bir değeri göz önüne almaktadır. Bir ahlak kuralına aykırılığın yaptırımı vicdan azabından, utanç duygusundan ya da kollektif vicdanda kınanmış olmaktan kaynaklanır. Bir hukuk kuralı ihlal edildiği zaman ise devlet kuvvetlerinin zor kullanma mekanizması harekete geçer.
Hekimlik, insan yaşam ve sağlığını hekimler tarafından ve öteki sağlık mensuplarının da yardımıyla korumayı ve düzeltmeyi amaç edinmiştir. Öte yandan insanın temel haklarından olan "yaşama ve sağlık hakkı", pek çok ülkede çağdaş hukukun çok yakın takip ve koruması altındadır. Bu nedenle, tıbbın uygulayıcıları olan doktorlar, hukukun koruduğu insan sağlığı ve yaşama alanı içersinde görevlerini, hukukun çizdiği sınırlar içinde yapmak zorundadırlar. Tıbbi yardım bu sınırlar içinde yapıldığı sürece hukuka uygun olmakta; aksi halde İdare Hukuku, Medeni Hukuk ve Ceza Hukuku yönlerinden sorumluluk ortaya çıkmaktadır.
Birçok ülkede tüzük ve yönetmeliklerle meslek uygulamaları ahlaki yönden denetim altına alınmaya çalışılmıştır. Ülkemizde de, 1960'tan beri yürürlükte olan ve hekimlerin uymakla yükümlü bulundukları kuralların esasları, 6023 sayılı Türk Tabipleri Birliği Kanunu'nun 59. maddesinin g bendine göre, Bakanlar Kurulunca hazırlanmış "Tıbbi Deontoloji Nizamnamesi" olarak bilinen bir tüzükte toplanmıştır.
Bu tüzüğün hükümlerine aykırı hareket eden hekim kayıtlı bulunduğu Tabip Odası'nın "Onur Kurulu"‘na sevk edilir. Haysiyet Divanına verilmiş bir hekime, fiil ve hareketlerinin mahiyetine göre disiplin cezası olarak yazılı ihtar, para cezası, geçici ya da o bölgede çalışmaktan men cezaları verilebileceği gibi o, (bunlardan bağımsız olarak) "Hukuki veya Cezai takibata da" uğrayabilecektir.
Dünyada 1960'lı, Türkiye'de de 1980'li yıllarda gündeme gelmiş olan etik kurullar, bilimsel araştırmalardan hasta bakımına kadar birçok konuda deontolojik standartlara ve etik ilkelere uyulup uyulmadığını belirlemek, görüş bildirmek ve izlemek amacıyla kurulmuşlardır. Etik kurulların, mümkün olan en doğruya yönlendirme, yol gösterme ve danışma düzeyinde hizmet vermeleri, etkin bir rol oynamaları, hekim ve öteki sağlık çalışanlarını Cezai ve Hukuki yükümlülüklerle karşılaşmadan önce korumaları açısından çok önemlidir.
Batı'daki yayınlara bakıldığı zaman hekimin sorumluluğu hakkında yazıların birbirini takip ettiğini ve mahkeme kararlarının da gittikçe çoğaldığını görüyoruz. A.B.D.'de son 5 yılda bu konuda 12 milyon dava açılmıştır. New York'da her üç hekimden biri mahkemeliktir. Son yıllarda aynı artış, sayıca çok daha az olmakla birlikte bizde de izlenmektedir.
Tıpta hata yapma ihtimallerinin çok kaynaklı ve çok sayıda oluşu nedeniyle hekim, yetersiz bilgiden kötü niyete dek uzanan bir "hata edebilme alanı" içindedir. Tıptaki bilimsel ve teknik ilerlemeler her geçen gün bu alanı hızla genişletmekte ve hekimin sorumluluğunu artırmaktadır. Bu nedenle hekimlerin görevlerinden veya tedaviden doğan sorumlulukları her geçen gün daha çok önem kazanmaktadır. Sağlık hizmetlerinin sosyalleştirilmesi, uyuşturucu maddeler, organ nakilleri, gen manipulasyonları, yeni ilaçların geliştirilmesi, doğum kontrolü, hibernasyon (dondurarak uyutmak), ötanazi gibi daha birçok değişik tıp sorunlarını, yarattıkları toplumsal, psikolojik, hukuki ve etik yönleriyle birlikte ele almak ve bunlar arasındaki ilgiye daha dikkatle eğilmek gerekmektedir. Konu ile ilgili idari ve bilimsel kuruluşların işbirliği yaparak sağlık mevzuatını yeni ihtiyaç ve anlayışlara göre yeniden elden geçirmeleri ve günümüz koşullarına göre düzenlemeleri uygun olacaktır.
Dünya genelinde olduğu gibi ülkemizde de hekim sayısı her geçen gün hızla artmaktadır. Bu da çok önemli deontolojik sorunların ortaya çıkmasına neden olmaktadır. En önemli sorun da, sağlık konusunda rekabetin başlamasıdır. Hastaların çekilebilmesi için simsarların artması, gereksiz laboratuvar tetkiklerinin getirdiği ağır maddi yükümlülükler, anlaşmalı laboratuvar, anlaşmalı eczane kavramlarının doğması, hekimlerin ortak olduğu birçok özel hastane, teşhis klinikleri, laboratuvar ve sağlık merkezlerinin çoğalması, kişinin en duyarlı olduğu değerlerinden sağlık hakkının istismar edilmesine yol açmıştır.
Bazı hekimlerin yetersiz bilgiden ya da kendilerine olan güvensizlikten dolayı deontolojiye aykırı davranışları sıklıkla görülmektedir. Örneğin, iyi teşhis koyamayan hekimin reçetesine 2 - 3 antibiyotik yazması, "biri olmazsa öteki rast gelsin" demesi, hem boşuna ilaç tüketimiyle israfa yol açmakta, hem de halkın sağlığıyla oynamasına neden olmaktadır. Yine böyle, cerrahi müdahale gerektirmeyen durumlarda yapılmaması gereken ameliyatın yapılması; gerekli olmadığı halde BBT (Bilgisayarlı Beyin Tomografisi), MR (Manyetik Rezonans) incelemeleri istenmesi gibi, örneklerini daha da çoğaltabileceğimiz durumlar halkın, hekimliğe güvenini sarsar niteliktedir.
Deontoloji, uzun yıllar "hekimin hekimi kayırması" şeklindeki bir anlayış içinde anlaşıla gelmiştir. Oysa deontoloji, ahlak ve hukuk temelleri üzerine oturtulmuş, hekim - hasta, hekim -hekim ve hekim - öteki sağlık personeli arasındaki ilişkileri düzenleyen, her zaman mesleğin çıkarlarını, şeref ve itibarını kişisel çıkarlardan üstün tutan, hekimlik görev ve sorumluluklarını belirleyen ve hekimin ne yapması gerektiği konusunda ona yol gösteren bir alan olarak anlaşılmalıdır. Bizde mahkemeye intikal etmiş davalarda şimdiye kadar bir doktorun bir başka doktor aleyhine rapor verdiği pek az görülmüştür. Bu biraz da, "bugün sana olan, yarın bana olabilir" korkusundan kaynaklanıyor. Hiçbir hekim bir gün kendisinin de hata yapmayacağından emin değildir, olamaz da. Oysa "beklenenin tersi" davranışta bulunan bir doktorun, bu davranışı karşısında, tüm doktorlar ya da meslek değil, bireysel olarak yapılan bir hata hedef alınmalı ve bu hatanın tekrarlanmaması amaçlanmalıdır. Bu şekilde mesleğin şeref ve itibarı da korunacaktır. Zaten her meslekte ve ülkede rastlanan zayıf karakterli, görev bilinci sınırlı veya bilgi düzeyi yetersiz kişiler örnek alınarak genelleştirmelere gitmek, haksız eleştiriler yöneltmek, yapılabilecek en büyük hatalardan biri olur.
Hekimlikte bazı yanlışlıklar kaçınılmaz olarak ortaya çıkabilir. Örneğin, yanlış hastayı ameliyat etmek, sağlıklı organı almak, hasta vücudunda unutulan gazlı bez, pens, makas vb. gibi. Yanlış tanı ve tedavi gibi birtakım başka yanlışlıklar, kolay kolay açığa çıkmaz. Bu tür hatalara neden olan hekim, bunun bilinmesini istemez. Oysa bunların bilinmesi, kendisinin ve öteki meslektaşlarının bu hataları tekrarlamamaları bakımından önemlidir.
Büyük tıbbi hatalara yol açan merdivenin ilk basamağı “yanlış teşhis" tir. Yanlış teşhis, Avrupa 'da doktorlar için "ayıp", bilim adamları için "entelektüel beceriksizlik", hastalar için de "ruh ve beden sağlığına verilen zarar" olarak tanımlanıyor.
Hekim de bir insandır. O da bazen hata yapabilir; ancak çoğu kez bizi dertlerimizden kurtarır, sağlığımıza kavuşturur. Yaşamımızı emanet ettiğimiz doktorların bilgi ve becerilerinin iyi olmasını isteriz. Ancak çok dikkatle davrananlarımız için bile tüm yanlışlardan kaçınmak olanaksızdır. Yapılan bir hata, pek çok örnekte olduğu gibi, geri döndürülemez, telafi edilemez. Yapılacak tek şey, buna bakarak gelecekte benzer hataların önlenmesini sağlamaktır. Bu nedenle, yeterli bilgi, görgü ve beceriden yoksun sayıca fazla hekim yetiştirmektense, hekimliğin bir özveri ve erdem mesleği olduğunu kabul etmiş, kendini bu mesleğe adayacak, meslek onurunu her şeyin üstünde tutarak hastasının sağlığını baş kaygısı olarak kabul edebilecek, daha özenle eğitilmiş hekimler yetiştirmeliyiz.
Günümüzde hekim - hasta ilişkileri manevi yönünü kaybetmekte, daha çok maddi bir yöne doğru gitmektedir. Başta bencillik olmak üzere her çeşit çıkar duygusunun, ahlak, erdem ve merhamet duygularıyla çatışması belki hiçbir zaman ortadan kalkmayacaktır. Ancak bunu en aza indirmek gerekir.
Son yıllarda, teknolojiyle birlikte tıbbın da çok süratle ilerlemesi değişen ve gelişen toplum ihtiyaçları, tıbbi problemlere paralel olarak yeni idari, hukuki ve etik problemler meydana getirmekte; daha önceleri var olmayan tıbbi deontoloji sorunlarına her geçen gün yenileri eklenerek değişik çözümler beklenmektedir. Bunlara bağlı olarak hekimlerin görevlerinden veya tedaviden doğan sorumlulukları artmakta ve hekimin sorumluluğu konusunda yeni hukuk esaslarının ortaya çıkması kaçınılmaz olmaktadır. Tıp ilerledikçe hukuk, insan üzerinde deney, tüp bebek, kürtaj, yapay döllenme, gen manipulasyonları, yeni ilaçların geliştirilmesi, organ nakilleri gibi daha birçok konuda tıbbın gerisinde kalmakta, ortaya çıkan idari ve etik sorunların çözülememesi nedeniyle de arzu edildiği şekilde gelişememektedir. Oysa ileri ülkelerde hukuk alanı tıbbın gelişmesine paralel düzenlenerek bu gelişime yardımcı olmaktadır. Bu nedenle hukukla tıp arasındaki ilgiye daha dikkatle eğilinmeli; hukuk da tıp sorunlarını bugünkü ihtiyaçları karşılayacak şekilde ve daha çok ilgilenmelidir. Sonuç olarak bu eksikliği tamamlamak ve tıp hukukunu günün ihtiyaçlarına göre yeniden ele almak kaçınılmaz olmuştur.
Kaynaklar
Acarlar E. "Tıbbi Deontolojide Ortak Sorumluluk Sorunu". Dirim. 1979; 54: 245 - 247.
Alican F. "Hekimlerİn Hataları". Güneş Gazetesi. 28 Mart 1987;7.
Atabek E. Tıbbi Deontoloji Konuları. Yenilik Basımevi, İstanbul-1983; 9- 13.
Alıçlı S. "Tıbbi Mes 'uliyetin Tarihçesi". Adli-Tıbbi Eksp. 1960; (6): 20-25.
Asçıoğlu Ç. Doktorların Hukuki ve Cezai Sorumluluğu. Olgaç Matbaası, Ankara-1982; 64-84.
Aykaç M. "Hekimlerin Hukuki Sorumlulukları". İst.Tip Fak. Mecm. 1984; (47): 585 - 590.
Aykaç M. "Hekimlerin Cezai Sorumlulukları". İst. Tıp Fak. Mecm. 1984; (47): 791 - 796.
Başağaoğlu İ. “Tabip Odalarının Tarihçesi ve Görevleri”. DİRİM , Kasım-Aralık 1993; (68):11-12: 369 – 372.
Başağaoğlu İ. “Hukuk ve Ahlak (Meslek Ahlakı)” Yeni Symposium . Ekim -1995; 33, (4): 165 - 167.
Başağaoğlu İ. “Sağlık Hizmetlerinde Sıklıkla Karşılaşılan Bir Şikayet Konusu: Görevi İhmal” Trakya Üniversitesi Tıp Fak. Dergisi, 1995; 12, (1,2,3): 327 - 329.
Başağaoğlu İ. “İstanbul Tabip Odasına İntikal Eden Etik Sorunlar“. Medikal Etik (İlkeler ve Sorunlar), Ed: H.Hatemi, H.Doğan, Sökmen Matbaacılık, İstanbul, 2000; 67-89.
Başağaoğlu İ. "Adliyeye İntikal Eden Tıp Deontolojisine Ait Vak'aların Hukuki ve Deontolojik Yönlerinin Değerlendirilmesi"(Yayımlanmamış Doktora Tezi. Cerrahpaşa Tıp Fakültesi, 1988).
Bayat AH. "Hekim Sorumluluğunun Tarihi Gelişimi". Dirim. 1985; (60): 145- 149.
Bayraktar K. Hekimin Tedavi Nedeniyle Cezai Sorumluluğu. Sermet Matbaası,İstanbul-1972;41 -61.
Bayar S., Bozkurt N. "Neşter Kemiğe Dayandı, Tempo. 1987; (1): 18-21.
Demirhan A. "Tıp Tarihi ve Deontolojinin Anlamı ve Modern Tıp Açısından Ön emi ".İst. Tıp Fak, Mecm. 1980; (43):649-651.
Demirhan A. "Medikal Deontolojinin Anlamı ve Modern Tıp Açısından Önemi". Bursa Tıp Fak. Dergisi. 1980; (7): 171-176.
Demirhan E. A. Tıp Tarihi ve Deontoloji Dersleri. Uludağ Üni. Basımevi, Bursa – 1994; 144 -145.
Dönmezer S. "Tıp Deontolojisi, Hukuk ve Ceza Sorumluluğu". İst. Tıp Kurultayı. 1.Türk Tıbbi Deontoloji Kongresi. 1977; 25-26.
Dural M. "Tıbbın Hukukunda da Geri Kalıyoruz" Milliyet Gazetesi. 6 Ekim 1986; 11.
Elçioğlu Ö.:"Tarihi Gelişim İçinde Etik Kurullar ve Tıbbi Uygulamalara Katkıları". T. Klin. Tıbbi Etik. 1994; (2): 155- 157.
Gökçe AN., Başağaoğlu İ., Üvey D. “From Human Rights to Patient Rights” Eubios Journal of Asian and International Bioethics, March 2006; Vol:16 (2) : 55-59
Güngör E. “Ahlak Psikolojisi ve Sosyal Ahlak”, Ötüken Neşriat A.Ş., İstanbul-1995.
Gürol İ. "Tarihi Perspektifte Deontoloji ve Bugüne İlişkin Görüşler". Sağlık Dergisi. 1977; 3: 10 12.
Karakaya H. "Hastane Etik Kurullarının Tarihçesi Yapısı ve İşlevleri Üzerine".T. Klin. Tıbbi Etik. 1993; 1: 12-21.
Kanpolat Y. "Klinik Uygulamada Etik Sorunlar". T. Klin. Tıbbi Etik. 1994; (2): 138-140.
Mcinlyre N., Popper K. "The Critical Attitude in Medicine: the need for a new ethics". British Medİcal Journal. 1983; (287): 1919-1923.
Örs Y. "Tıbbi Etik". Bilim ve Teknik. 1986; (19): 1-5.
Özkaya İ. "Hekimlik Görgüsüne Dair". Dirim. 1971; (46): 506 - 508.
Ruacan Ş. "Türkiye ve Dünyada Etik Kurullar". T.Klin. Tıbbi Etik. 1994; (1):158.
Sarı A.N. Tıp Deontolojisi. Dünya *da ve Türkiye 'de 1850 Yılından Sonra Tıp Dallarındaki İlerlemelerin Tarihi. Unat F.K. ( Ed. ) Gürtaş Matbaası. İstanbul -1988; 403-421.
Şehsuvaroğlu BN., Terzioğlu A. Tıbbi Deontoloji. Gel.' 2.bs.. Fatih Gençlik Vakfı Matbaası, İstanbul 1983; 1 -27.
Terzioğlu A. “Organ Transplantasyonu ve Tıbbi Etik” JAMA 1993.
Üvey D., Gökçe AN., Başağaoğlu İ. “Euthanasia:The Concept and the Situation in Turkey". Journal For Medical Ethics and Bioethics. Autumn-Winter 2004; 11, (3-4):7-8.
Hekimin Hukukİ Sorumluluğu
Prof. Dr. İbrahim BAŞAĞAOĞLU
“Yanılgının hiçbir türü tıbbi yanılgı
kadar önemli değildir”.
S. Gorowitz
“Hekim Sorumluluğu”, hekimin meslek pratiği ve uygulaması esnasında, bilerek, dikkatsizlikle, ihmal yoluyla hastalarına verdiği zararlardan, hekimlikle ilgili yasalardaki kurallara uymamaktan, teşhis ve tedavide son ve bilimsel yöntemleri uygulamamaktan ve nihayet meslek ve sanattaki acemilikten ötürü sorumlu tutulmasıdır.
Hasta karşısında, hekimin sorumluluğu söz konusu olduğunda, ilk değerlendirilecek nokta hekimin davranışının meslek ahlakına ve hekimin vicdanına uygun olup olmadığıdır.
Hekim sorumluluğu, tıbbi sorumluluğun bir parçası olduğundan yalnız hekim ve diş hekimlerini değil, eczacı, biyolog, psikolog, hemşire, ebe, sağlık memuru, sağlık mühendisi gibi tüm sağlık çalışanlarını da ilgilendirir.
Hekim, tıbbın uygulayıcısı olarak çeşitli faaliyetlerde bulunmaktadır. Hastalıkları teşhis eder, çeşitli tedavi yöntemlerini uygular ve cerrahi uygulamalar yapar. Bu faaliyetlerde hekim görüntüleme metodlarından, laboratuar tetkiklerinden, biyolojik ve biyokimyasal verilerden, ilaçlardan faydalanmakta, tedavilerde alışılmış ve alışılmamış yöntemlere başvurmakta, bazı durumlarda deneysel müdahalelerde bulunmaktadır.
Hekim sorumluluğu aslında bir hukuk konusudur. O nedenle de her şeyden önce hukukçuları ilgilendirir fakat onlar için, okutulan ve öğretilen bir konudur. Oysa, hekimler için yaşanan ve yaratılan bir konudur. Bu nedenle konu her ne kadar hukukçuların olsa da hekimlerin, hekim sorumluluğunun ne demek olduğunu bilmeleri gerekir.
Tıp töresine uygun olmayan uygulamalar sorumluluğu gerektirir. Hekimin sorumlu tutulup, tutulmayacağını bizzat tıp uzmanları “bilirkişi” olarak belirleyecektir. Ancak hukuk, “Rıza – onam”, “İnsan üstünde deney”, “Yapay Döllenme”, “Organ nakilleri”, “Kürtaj” ve “Ötanazi” vb. gibi konularda hekimin sorumluluğu ile ilgili olarak alınacak kararlara karışmaktadır.
Hukuk ilmi, hekimin bütün uygulamalarını yasalara göre değerlendirir. Hekimin hastasına müdahalede bulunup bulunamayacağı, bunun hangi sınırlar içinde yapılacağı, hastanın rızasının aranması, tıbbi müdahalenin olumsuz sonuçlanması durumunda hekimin sorumlu olup olmaması gibi konular, hukuk bilimini ilgilendiren sorunlardır.
Bireylerin toplum içindeki hayatını düzenleyen hukuk kurallarının kapsamına insanın sağlık ve yaşayışını etkileyen fiiller ve dolayısıyla hekim ve hasta arasındaki ilişkiler de girmektedir.
Hekim sorumluluğunda ve cezada söz konusu olan hekim davranışına, tıbbi fiil denir. Tıbbi fiil, bir akıl yürütme, düşünme, karar verme ve sonra da bunların ışığında bir işlem veya eylem yapmadır. Ancak, tıbbi işlemde hastanın yararına tedavi ve muayene esastır.
Hukukun hekim ve tıp ile ilgilenmesi, hekimin faaliyetlerinin insan hayatı için büyük önem taşıması, insanı iyileştirebilecek olanaklarına rağmen bazı durumlarda ölüm ve iyileşmesi olanaksız sonuçlar meydana getirebilmesi ve nihayet hekimlik ile insan hayatının ayrılmaz kavramlar olmasından ileri gelmektedir.
Tıpta otorite olarak kabul edilen hekim, sağlık hakkının kullanılmasını sağlarken tıbbın uygulayıcısı olarak, bilimin ulaştığı son bilgilerin ve hukuk kurallarının dışında hareket ettiğinde hukuk karşısında;
1-İdare Hukuku (Kamu Hukuku),
2-Medeni Hukuk (Özel Hukuk)
3-Ceza Hukuku (Kamu Hukuku), yönünden sorumluluk taşımaktadır.
1-İdare Hukuku Yönünden Hekimin Sorumluluğu
Sağlık hizmetlerinin yürütülmesinde meydana gelen zararlı sonuçlardan hem idare hem de hekim sorumludur. Bu bakımdan idare hukuku yönünden Hekimin Sorumluluğunu ikiye ayırarak incelemek gerekir.
a) Hizmet Kusuru (İdarenin sağlık hizmetlerinden dolayı sorumluluğu)
b) Kişisel Kusur (Hekimin, sağlık hizmetlerindeki kişisel sorumluluğu)
a) Hizmet Kusuru :
İdarenin görevi “kamu hizmetlerinin gereği gibi tanzimi, ihtiyaçlara uygun olarak yürütülmesi, bu yürütmenin devamlı ve düzenli olması, kamunun bu hizmetlerden gereği gibi adilce yararlanmasını temin etmektir”. Bu görevdeki aksamaya hukuk dilinde “hizmet kusuru” denir. Hizmet kusuru, sağlık alanında üç şekilde karşımıza çıkar:
1-Sağlık hizmetlerinin kötü organizasyonu ve kötü işleyişi sonucunda meydana gelen zararlarda: Örneğin: Acil olarak hastaneye yatırılan hastanın uzun süre bakımsız kalması veya şüpheli bulguların zamanında hastaya bildirilmemesi sonucu oluşan zararlar.
2-Hastaya zarar veren bakımla ilgili uygulamalarda: Örneğin: Hastanede bulunması gereken aletlerin olmamasından veya eksik olmasından ya da sağlık personelinin hatalı davranışı veya bozuk aletlerden doğan tıbbi bakım kusurlarından oluşan zararlar.
3-Hastalara zarar veren tıbbi eylemlerde: Özellikle tıbbi tedavi ve cerrahi müdahalelerde oluşan zararlar ( Örneğin: Ameliyat sırasında kompres, tampon, pens vb. gibi malzemelerin vücutta unutulması, sıcak yerde korunması gereken hastanın serin yerde bırakılması, teşhis hatasından dolayı ameliyatın geç yapılmasıyla hastanın ölmesi) hizmet kusuru olarak ele alınır.
b) Kişisel Kusur :
Sağlık hizmetlerinin yürütülmesinde ortaya çıkan hekimin kendisinden kaynaklanan kusurlar kişisel kusurları oluşturur. Örneğin: Her türlü uyarmaya rağmen acil bir vakaya zamanında müdahale etmemek, hastanın rızasını almadan müdahalede bulunmak, hastayı tıbbi ve cerrahi müdahalede yarım bırakmak, alerjisi olan hastalara tedavi uygulamak, aşı yapmak, hastanın kan grubuna bakmadan kan vermek vb. gibi kusurlar kişisel sorumluluğu oluşturmaktadır. Bu durumda artık, idare sorumlu tutulmayacak hekimin cezai sorumluluğu dolayısıyla hukuki sorumluluğu söz konusu olacaktır.
2-Medeni Hukuk Yönünden Hekimin Sorumluluğu
Medeni Hukukta sorumluluk suçun değil zararın olağan sonucu olarak belirmektedir. Bu hukuk dalında “bir kimse karşı tarafa verdiği zarardan sorumlu tutulmakta” ve sorumluluğa kaynak olarak “sözleşme” ve “haksız fiiller” gösterilmektedir. Bir kişiye zarar verilmiş ise zararı veren kişi tazminat (ödence) ile cezalandırılır.
Medeni Hukuk yönünden, bir zararın ortaya çıktığı hekim sorumluluğu, “Sözleşme Sorumluluğu” ve “Haksız Fiil Sorumluluğu” olarak iki temele dayanır;
A) Sözleşme Sorumluluğu
Hekimin, hasta ile arasında doğabilecek sorumluluğu, sözleşme sorumluluğudur. Sözleşmeden doğan sorumluluğun gerçekleşebilmesi için, varolan bir sözleşmeye bağlı bulunan şahıslardan birinin buna uymaması, aykırı hareket etmesi gerekmektedir.
Sözleşmenin konusunu, “hekimin hastasına bakması ve tedavi etmesi” oluşturmaktadır. Bu nedenle hekim, hastası karşısında özenli, sürekli ve durumu hakkında bilgi vererek tedavi etme yükümlülüğü altına girmektedir.
Hekimle hasta arasında dört çeşit sözleşme olabilir. Bunlar;
1-Hizmet-İş Sözleşmesi: Bu sözleşmede işçi, belirli bir zamanda bir işi yapmayı ve işveren de ona bir ücret ödemeyi üzerine alır. Borçlar Kanunu’nun 313. maddesine göre hekim işçi, hasta işveren durumundadır. Bu sözleşme daha çok serbest çalışan hekimler ve sigorta hekimleri için geçerlidir.
2-Eser (Yapıt) Sözleşmesi: Yapılan takma bir organ, ortopedik malzemeler, göz protezi, diş protezi yapımı ya da estetik ameliyatlarda geçerli olan bir sözleşme türüdür. Borçlar Kanunu’nun 355. maddesinde “Eser sözleşmesi öyle bir sözleşmedir ki, eseri yapacak olan, eseri ısmarlayanın ödemeyi taahhüt ettiği bir ücret karşılığında yapıtını meydana getirmeyi borçlanır” der.
3-İstisna Sözleşmesi: Hekimlik pratiği daha ziyade “İstisna Sözleşmesi”ne dayanır çünkü hekimlik pratiği esnasında hekim hastaya bağlı olarak çalışmaz ve karşılığında bir ücret alır. Ancak bu tip çalışmalar, yukarıdaki sözleşme tiplerine uymazlar. İstisna Sözleşmesi’ne de uyacağı tartışmalıdır. İstisna sözleşmesinde ana unsurun ücret olduğu ve belirli bir eser yaratılması gerektiği oysa hekimin belirli bir eser yaratmadığı ve iş sahibinin sözleşmeyi feshetmesi durumunda hekim sadece o ana kadar yaptığı tıbbi bakımın masraflarını alabilmektedir. Örneğin, bir müteahhide iş veren kişi kanuni sebep olmadan anlaşmayı feshederse müteahhidin geçmişte yaptığı masraflar kadar, gelecekte elde edeceği karı da ödemeye mecburdur. Halbuki hekimin belirli bir eser yaratmadığı, hastayı mutlaka iyileştirme yükümlülüğü altına girmediği bu durumlarda, iş sahibinin sözleşmeyi feshetmesi halinde, hasta hekimin sadece geçmişteki ücretlerini öder.
4-Vekalet ya da Akit Sözleşmesi: Borçlar Kanunu’nun 366/1. maddesinde şu ifadeler vardır; “Vekalet bir sözleşmedir ki, onunla vekil, sözleşme uyarınca kendisine yüklenen işin görülmesini veya üzerine aldığı bir işin yerine getirilmesini borçlanır”.
B) Haksız Fiil Sorumluluğu
Bu sorumluluk kasıt, ihmal veya tedbirsizlik sonucu haksız bir şekilde başka bir kişiye zarar vermekten doğar.
Borçlar Kanununa göre, haksız fiilin, dolayısıyla bir sorumluluğun ortaya çıkabilmesi için;
a- Bir zararın doğması,
b- İşlenen fiilin haksız olması,
c- Kusur ve ihmalin bulunması,
d- Zarar ile bu haksız fiil arasında sebep-sonuç ilişkisi bulunması şarttır.
Borçlar Kanunu’nun 41. maddesi şöyledir:
“Bir kimseyi ister bile bile, ister ihmal yoluyla hukuka aykırı olarak zarara uğratan kişi bu zararı karşılamakla yükümlüdür”.
3- Ceza Hukuku Yönünden Hekimin Sorumluluğu,
Ceza Hukuku, ceza yaptırımının uygulanmasını gerektiren hukuki ihlallerin, sapmaların nelerden oluştuğunu, bu husustaki kuralları ve esasları gösterir. Ceza hukuku, Kamu Hukuku’nun bir dalıdır. Ceza Hukuku’nun ana konularından birisi suç, diğeri cezadır.
Hekimlerin cezai sorumluluğu, teknik olarak tıp sanatını uygularken veya uygulaması dolayısıyla ortaya çıkan suçlardan kaynaklanmaktadır. Hekimin kasten ya da taksirle (dikkatsizlik, tedbirsiz, acemilik) işlediği eylemler kusurlu davranışları, bu da yasanın cezalandırmayı öngördüğü eylemleri oluşturur. Burada bazı tanımlamaların bilinmesi yararlı olacaktır.
Sorumluluk: Kişinin kendi davranışlarını veya kendi yetki alanına giren her hangi bir olayın sonuçlarını üstlenmesidir.
Kusur: Olması gereken davranışta gösterilen irade eksikliğidir.
Kasıt: Bir olayı, bir işi, bir eylemi suç olduğunu bile bile ve sonucunu isteyerek yapma iradesine denir. Sonuç tahmin edilmektedir.
Taksir: Bir işi eksik yapma anlamına gelir. Bir kusur çeşidi olup hata ve yanlışlık sonucu oluşur. Burada eylemcinin hareketi iradi olmayıp sonuç arzu edilmez. Ancak bu tip kusur da kanun karşısında suçtur. Taksir, hukuk açısından üçe ayrılır;
a-Ağır Taksir: Genellikle herkes tarafından tahmin edilen bir sonucu tahmin edememektir.
b-Hafif Taksir: Normal olarak dikkatli ve özenli kişilerin tahmin edebileceği bir sonucu tahmin edememektir.
c-Pek Hafif Taksir: Üstün bir özen ile tahmin edilebilecek bir sonucu tahmin edememektir.
Hekimin Kasten Dolayı Sorumluluğu: Hekimin tedavi amacı dışında başka bir amaçla hareketi kasten sorumluluk meydana getirir. Hasta üzerinde tedavi amacını taşımadan, öldürmek veya sağlık durumunu daha da kötüleştirmek kastı ile hareket eden hekim, kasıtlı olarak adam öldürme veya müessir fiil suçlarından dolayı sorumlu olur.
Hekimin Taksirden Dolayı Sorumluluğu: Mesleki taksir, belirli bir mesleğe sahip olan bir kimsenin, mesleğinin veya san’atının kurallarını, dikkatsizlik, tedbirsizlik veya acemilikle ihlal etmesi, mesleğinin uygulanmasında kusurlu hareketlerde bulunması şeklinde açıklanır.
Hekimin, cezai sorumluluğunu gerektiren kusurları iki ana grupta toplanabilir;
1- Hekimlik uygulamaları sırasında işlenen teknik hatalar:
-Teşhis ve tedavi hatasından dolayı mal, sağlık ve can zararına veya kaybına sebep olmak,
-Reçete yazımında, özellikle, uyuşturucu ya da alışkanlık yapabilecek ilaçların verilmesinde dikkatsizlik,
-Işın tedavileri, röntgen çekimlerindeki ve diğer elektriksel modern tıp aletlerinin kullanılımındaki hata ve dikkatsizlikler,
-Kan transfüzyonu sırasında yapılabilecek hatalar,
-Kürtaj, doğum kontrolü, aile planlaması, tüp bebek, yapay döllenme uygulamalarında yapılabilecek hata ve dikkatsizlikler,
-Anestezi ve reanimasyon alanındaki uygulamalarda yapılabilecek hata ve dikkatsizlikler,
-Ötanazi, hibernasyon ve hipotermi uygulamalarındaki hata ve dikkatsizliklerdir.
2- Hekimlik uygulamaları sırasında işlenen teknik dışı hatalar:
-Gerçek dışı rapor düzenleme,
-Hekim sırrının yasaların emrettiği durumlar dışında açıklanması,
-Şarlatanlık,
-Gerekçesiz ve keyfi olarak hastanın tedavisini yarıda bırakmak,
-Hastanelere hasta yatırma konusundaki ihmal,
-Gerekli olduğu durumlarda hastanın onamını almamak,
-Yasaların emrettiği hallerde suç ihbarında bulunmamak.
Hekimler, muayene ve tedavileri sırasında bir hata işlemeleri, hastalara zarar vermeleri ya da ölüme sebep olmaları halinde sorumlu olurlar. “Her kim tedbirsizlik veya dikkatsizlik yahut meslek ve sanatta acemilik veya nizamat ve evamir ve talimata riayetsizlik” sonucu bir kimseye cismen zarar verirse ya da bir kimsenin ölümüne sebep olursa sorumlu olur. (TCK. 455, 459)
Hekimler, “tedbirsizlik, dikkatsizlik”, “meslek ve sanatta acemilik”, “nizamat, evamir ve talimata riayetsizlik”, “kasten müessir fiil” ve “mesleki sırrı ifşa” gibi cezai sorumluluğu gerektiren hususların yanı sıra ayrıca memur olan doktorlar “İrtikap-memurluk nüfuzunu kötüye kullanma”, “görevi ihmal”, “görevi kötüye kullanma”, ve “rüşvet” suçları ile de sorumlu tutulurlar.
“Kanunu bilmemek mazeret sayılmaz” (TCK. 44). Bilmemek ve hata, hukukta aynı anlama gelir.
Hekimin cezai sorumluluğundan amaç bir zararın ödenmesinden çok hekimi daha dikkatli ve daha özenli harekete zorlamaktır.
Kaynaklar
Aşçıoğlu Ç. Doktorların Hukuki ve Cezai Sorumluluğu. Olgaç Matbaası, Ankara-1982.
Atabek, E. Tıbbi Deontoloji Konuları. Yenilik Basımevi, İstanbul, 1983.
Aykaç M. Hekimlerin Cezai Sorumlulukları, İ.Ü.Tıp Fak. Mecm. 1984; 47, (4): 791,796.
Başağaoğlu İ. “Hekimin Hukuki Sorumluluğu” Trakya Üniversitesi Tıp Fakültesi Dergisi, 1994; 11, (1,2,3): 389 - 392.
Başağaoğlu İ., Ataç A. “Hekimin Hastasına Sözleşmeden Doğan Borçları” Türkiye Klinikleri, Tıp Etiği-Hukuku-Tarihi, Kasım 2003; 11, (4): 253-257.
Bayraktar K. Hekimin Tedavi Nedeniyle Cezai Sorumluluğu. Sermet Matbaası, İstanbul - 1972.
Demirhan EA. Tıbbi Deontoloji ve Genel Tıp Tarihi, Güneş&Nobel Yayınları, Bursa-1996.
Erem F. Adalet Psikolojisi. 4.bs., Ajans-Türk Matbaası, Ankara-1961.
Gökçe A.N., Başağaoğlu İ., Üvey D. “From Human Rights to Patient Rights” Eubios Journal of Asian and International Bioethics, March 2006, 16, (2) : 55-59
Hancı İ.H. Hekimin Yasal Sorumlulukları (Tıbbi Hukuk) İzmir-1995
Öncel Ö. Hekim Sorumluluğu, Tıbbi Deontoloji ve Biyomedikal Etik’in Ana Hatları, yayınlayan: Arslan Terzioğlu, İstanbul-1998
Özek Ç. Tıbbi Müdahalelerden Doğan Sorumlulukla İlgili Genel Prensipler”. İst. Tıp. Fak. Mecm. 1967; 29, (1):160-170.
Özen C. Kısa Adli Tıp Ders Kitabı. 3.bs., Taş Matbaası, İstanbul - 1983.
Şehsuvaroğlu BN., Terzioğlu A. Tıbbi Deontoloji. Gel.2. bs., Fatih Gençlik Vakfı Matbaası, İstanbul – 1983.
Tandoğan H. Borçlar Hukuku, Özel Borç İlişkileri. Olgaç Matbaası, Ankara – 1982; 2.
Tunalı İ., Zentürk C., Bilge Y., Görgün L. Hekimin mesleki sorumluluğu, Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Mecmuası 1992; 45 (1):25-34.
Uzel İ. Hekim Sorumluluğu, Anadolu Tıp Dergisi, Kasım 1999: 1 (Özel Sayı); 43-51
Üvey D., Gökçe AN., Başağaoğlu İ. “Euthanasia: The Concept and the Situation in Turkey". Journal For Medical Ethics and Bioethics. Autumn-Winter 2004; 11, (3-4):7-8.
HEKİMİN MESLEKİ İLİŞKİLERİ
Prof. Dr. İbrahim BAŞAĞAOĞLU
Hekimin mesleki ilişkilerini üç başlık altında ele alabiliriz. Bunlar;
1-Hekim-Hasta İlişkileri
2-Hekim-Hekim İlişkileri
3-Hekim-Hemşire İlişkileri
1-Hekim – Hasta İlişkileri
Hekim – hasta ilişkisinde birinci koşul hekimliğin ilk ve temel ilkesi olan “Herşeyden önce zarar vermeme” ilkesine uymaktır. Bu kural “Primum non nocere” olarak tanımlanmıştır. Bunun için hekim, uğraşı konusu olan insanı tanımak zorundadır. Öncelikle sağlıklı insanın psikolojisini iyice tanımalıdır ki, sonra hastalıklı halini tanısın, anlasın. Dolayısı ile hekimin insanlar ile olan ilişkisini aşağıdaki şekilde gösterebiliriz.
Şekil : Hekim-Hasta İlişkisi
Hekim kendisine başvuran insan karşısında üç öğe ile karşı karşıyadır; sağlıklı insan, hastalık ve hasta insan. Hekimin çeşitli sağlam insanlar hakkında bir bilgisi vardır, ayrıca çeşitli hastalıklar hakkında da bilgi sahibidir, ancak o anda, karşısındaki kişinin kendisi ve hastalığı arasındaki ilişkiden kurulu hasta insan ile uğraşmak, onun hastalığının teşhisi ve tedavisi göreviyle yükümlüdür. Bu görevi de yeterince yerine getirebilmek için hastalıkları iyi bilmesi her zaman iyi bir hekim olduğunun kanıtı değildir. İnsanı ve özellikle o insanı ne kadar iyi tanımış, onun hastalığıyla ilişkisini ne kadar iyi anlayabilmişse tanı ve tedavideki başarısı o oranda yüksek olacaktır.
Hasta yardım bekleyen bir dertli olup, ya kendiliğinden ya da bir yakınının yardımıyla ulaşım, konaklama, ekonomik vb. gibi zorlukların yanı sıra fizik ve psikolojik şikayetlerle hekime gelmiştir. Fakat yalnız kendi sorunları ve rahatsızlığı bakımından değil, hekim bakımından da birçok endişe ve korkuları vardır: Doktor nasıl bir kişidir? Kendisini nasıl karşılayacaktır? Derdini anlatabilecek midir? Onun karşısında rahatça konuşabilecek midir? Konuştukları şeyler gizli kalacak mıdır? Bir hata yapıp sakat bırakacak mıdır? Acaba yeniden sağlığına kavuşabilecek midir? gibi birçok sorular hastanın düşüncelerini kurcalamaktadır.
Hasta, hastalığı konusunda hekimin açıklama yapmasını bekler. Bu nedenle, hekimin tıbbi bulguları hastanın anlayabileceği bir dille aktarması gerekir. Hekim hastasını durumdan haberdar etmekle kanunen de yükümlüdür, özellikle hastalığın gidişatını bildirmelidir. Önerilen tedavinin muhtemel sonuçlarından hastasını haberdar etmelidir, ancak bunu hastanın fizyolojik ve psikolojik durumunu göz önünde bulundurarak, basit, akılcı ve samimi bir şekilde yapmalıdır.
Tıptaki bilimsel gelişmeler giderek iletişim sorunlarını arttırmaktadır. Hekim, hasta bedeninde oluşan patolojik süreçleri mümkün olduğu kadar basit bir dille hastasına anlatabilmelidir. Özellikle habis bir hastalık teşhisi konulan vakalarda hasta yakınları hastalığın nedenlerini ve rahatsız edici belirtilerin anlamını öğrenmek isterler. Hekim tedavi olanakları ve uzun vadeli prognozdan söz ederken dikkatli davranmalıdır. Bu konuşma çok derin ve kalıcı etkiler yaratacağından, kapsamı ve şekli çok dikkatli bir şekilde belirlenmeli, kullanılan sözcükler büyük bir titizlikle seçilmelidir.
Hekim, sanatını icra ederken, hastasının yalnız insan olma özelliğini dikkate almalı, zengin veya fakir, dil, din, ırk, büyük ve küçük arasında fark gözetmemelidir.
Gerçek doktor, fakire de bir zengini tedavi ettiği gibi muamele etmeli ve tedavisini yapmalıdır. Zamanın büyük cerrahı A. Paré ile IX. Charles arasında geçen konuşma bu bakımdan ibret vericidir.
Ruen kuşatması sırasında kral sorar:
-
“Umarım ki sen kralını fakirden daha iyi tedavi edersin.
-
Hayır efendimiz bu mümkün değildir.
-
Niçin? diye kral sorunca,
-
Çünkü ben fakirleri de krallar gibi tedavi ederim” yanıtını verir.
Hekim, anamnez alırken hastasına özel merakla değil, yalnız teşhis ve tedavide yardımcı olmak amacı ile sorular sormalıdır. Hastanın sırlarına nüfuz etmeye çalışması hekimlik ahlakiyle bağdaşamaz.
Hastası için gerekli gördüğü laboratuar ve röntgen muayenelerini hastanın mali durumuna uygun ve yetkili yerlerde yaptırmalıdır. Örneğin ekonomik durumu iyi olmayan hastalara, zorunlu olmadıkça pahalı ve teselli ilaçları verilmemesi daha uygundur. Unutulmamalıdır ki vicdanlı bir hekim, gösterişli bir hekimden daima daha iyi sonuç alır.
Bazı vakalarda konsültasyondan kaçınmamalıdır, bu bir hekim için noksanlık değildir.
Yukarıda kısaca değinilen hekimlerin hastaları ile ilişkilerine ait hususlar Tıbbi Deontoloji Nizamnamesi’nin ikinci kısmında 13. madde ile 36. maddeler arasında belirlenmiştir.
2- Hekim-Hekim İlişkileri
Hekimlik, ülkemizde saygıdeğer bir meslek grubudur. Hekimler birbiriyle olan münasebetlerinde bu saygınlığı arttırıcı yönde ilişkiler kurmalıdırlar. Çünkü onların birbirleriyle olan sağlıklı ilişkileri hem hastanın menfaati ve hem de hekimliğe güven açısından olumlu etkiler yaratacaktır.
Hekimler arasında karşılıklı sevgi, saygı ve dostluk bağları olmalıdır. Meslektaşlar arasındaki karşılıklı saygı ve sevgi kişiler kadar mesleği de yükseltir. Birbiriyle geçinemeyen, birbirinin arkasından söyleyen meslektaşların zararı kendilerinden önce mesleğe gelir. Zira bu gibi durumlar hekimliğe olan inancı sarsar.
Hekimler arasında bilimsel ilişkiler, nezaket ve saygı ziyaretleri gereklidir. Kendi aralarında iyi meslektaşlık ilişkilerini sürdürmeli ve manevi bakımdan birbirine yardım etmelidirler. Meslekle ilgili anlaşmazlıklarını, önce kendi aralarında çözümlemelidirler.
Birbirlerinin hastalarını elde etmeye çalışmamalıdırlar. Birbirlerine, muayene ve tedavi için hasta göndermeleri karşılığında ücret alıp vermeleri; kendilerine hasta temini amacıyla, eczacı, yardımcı sağlık personeli ve diğer her hangi bir şahısla ilişki kurmaları hatalı olduğu gibi Deontoloji Nizamnamesi’ne de aykırıdır.
Hekimler zaman zaman teşhis ve tedavide kararsızlığa düştüklerinde veya uygulanan tedavi sonuç vermediğinde birbirlerine danışma ihtiyacı duyarlar. Bu çeşit bir yardımlaşma hastanın yararına olup hiçbir şekilde hekimi küçültmez. Bu nedenle meslektaşlarla fikir alışverişi yapmalı, konsültasyonlardan kaçınmamalıdır.
Her insan gibi bazen hekim de yardıma muhtaç olabilir. Özellikle hastalık hallerinde hasta meslektaşı veya meslektaş ailesine gereken yakınlığı ve özeni göstermelidir.
Yukarıda kısaca değinilen hekimlerin meslektaşları ile ilişkileri Tıbbi Deontoloji Nizamnamesi’nin üçüncü kısmında 37. madde ile 40. maddeler arasında belirlenmiştir.
3-Hekim – Hemşire İlişkileri
Hastalık olayında bir yandan hasta kişi, diğer yandan hastalıkla savaşma görevini üstlenmiş olan hekim, hemşire ve aile yer alır. Hasta kişinin sağlığının yeniden kazanılmasında, hastalıkla savaşma görevini üstlenmiş olan hekime, hemşireye ve aileye ayrı ayrı görevler düşer. Adı geçen bu üç öğeden herhangi birinin eksikliği başarıyı engeller. Tam bir başarı ayrı görevleri olan bu üç öğe arasındaki uyumlu işbirliği ve bütünleşmeyle sağlanabilir.
Hemşire, hastaya bakım vermek için eğitim gören, kazandığı tedavi edici yeteneklerle hastaya yardım eden kişidir. Tedavi konularında hekimlere yardımcı olan ve görevlerini üstlenen hemşireler onlara araştırma, okuma ve deneyim yapmak üzere zaman kazandırmaktadırlar.
Hekim ve hemşirenin hastaya yardımcı olma sorumluluğu vardır ve her ikisinin de amacı hastanın yararına olabilecek en uygun tedavi edici sonuçlara ulaşmaktır.
Hemşireler, kuruma yatırılan hastanın tüm ihtiyaçlarını göz önünde bulundurmak suretiyle psikolojik durumu ve genel alışkanlıklarını değerlendirir. Moral gücünü yükseltmek için gerekli ortamı ve güveni sağlar. Hastaları, tabiplerce yapılacak muayene ve tedaviye hazırlar. Bu konuda doktorlarla bilgi alışverişi yapar ve müdavi tabip tarafından önerilen tedavi tedbirlerini uygular.
Doktor – hemşire çatışması hastada kötü etki yapar. Hasta usulsüz işler yapıldığına inanır ve; “boşu boşuna yatıyorum” şeklinde düşünebilir.
Hastanın sağlık çalışanları ile olan ilişkileri onun sosyal-kültürel düzeyi ile değişmektedir. Hastanede “her şeyin parayla yürüyeceğine“ inanan hastalar olabilir. Bu nedenle hemşire ve hastabakıcılar bazı hastaları diğerlerinden ayırt ederek kayırmama konusunda dikkatli olmalıdırlar. Bu tip tutumlar hastalar arasında olumsuz etkiler yaratmaktadır.
Hemşireler, 25.04.1954 tarih ve 6283 sayılı “Hemşirelik Kanunu” na tabi olup, görev ve yetkileri bu kanunla belirlenmiştir.
Konumuzla ilgili Tıbbi Deontoloji Tüzüğünde yer alan bazı maddeler şunlardır.
Tıbbi Deontoloji Tüzüğü (R.G.19.02.1960)
Madde 2- Tabip ve diş Tabibinin başta gelen vazifesi, insan sağlığına, hayatına ve şahsiyetine ihtimam ve hürmet göstermektir.
Tabip ve diş tabibi; hastanın cinsiyeti, ırkı, milliyeti, dini ve mezhebi, ahlaki düşünceleri, karakter ve şahsiyeti, içtimai seviyesi, mevkii ne olursa olsun, muayene ve tedavi hususunda azami dikkat ve ihtimam göstermekle mükelleftir.
Madde 3- Tabip, vazifesi ve ihtisası ne olursa olsun, gerekli bakımın sağlanamadığı acil vakalarda mücbir sebep olmadıkça ilk yardımda bulunur.
Diş tabibi de kendi sahasında aynı mükellefiyete tabidir.
Madde 6- Tabip ve diş tabibi sanat ve mesleğini icra ederken, hiçbir tesir ve nüfuza kapılmaksızın vicdani ve mesleki kanaatine göre hareket eder. Tabip ve diş tabibi, tatbik edeceği tedaviyi tayinde serbesttir.
Madde 8- Tabiplik ve diş tabipliği mesleklerine ve tedavi müesseselerine, ticari bir veche verilemez.
Tabip ve diş tabibi yapacağı yayınlarda tababet mesleğinin şerefini üstün tutmaya mecbur olup her ne suretle olursa olsun yazılarında kendi reklamını yapamaz.
Tabip ve diş tabibi, gazetelerde ve diğer neşir vasıtalarında, reklam mahiyetinde teşekkür ilanları yazdıramaz.
Madde 12- Tabip ve diş tabiplerinin ;
-
Hastalara, herhangi bir suretle olursa olsun, haksız bir menfaat teminini istihdaf eden fiil ve hareketlerde bulunmaları;
-
Birbirlerine, muayene ve tedavi için hasta göndermeleri mukabilinde ücret alıp vermeleri;
-
Kendilerine hasta temini maksadıyla, eczacı, yardımcı tıbbi personel ve diğer herhangi bir şahsa tevassut ücreti ödemeleri;
-
Şahsi bir menfaat düşüncesi veya gayri meşru bir gaye ile ilaç, tıbbi alet veya vasıtalar tavsiye etmeleri yahut sağlık müesseselerine hasta sevk etmeleri veya yatırmaları;
-
Muayene ve tedavi ücretinin tespiti ve bunun ödenmesi hususunda üçüncü şahısların tavassutunu kabul etmeleri caiz değildir.
Madde 13- Tabip ve diş tabibi, ilmi icaplara uygun olarak teşhis koyar ve gereken tedaviyi tatbik eder. Bu faaliyetlerinin mutlak suretle şifa ile neticelenmemesinden dolayı, deontoloji bakımından muaheze edilemez.
Tababet prensip ve kaidelerine aykırı veya aldatıcı mahiyette teşhis ve tedavi yasaktır.
Tabip ve diş tabibi, teşhis ve tedavi veya korumak gayesi olmaksızın hastanın arzusuna uyarak veya diğer sebeplerle, akli veya bedeni mukavemetini azaltacak herhangi bir şey yapamaz.
Madde 14- Tabip ve diş tabibi, hastaların vaziyetinin icab ettirdiği sıhhi ihtimamı gösterir. Hastanın hayatını kurtarmak ve sıhhatini korumak mümkün olmadığı takdirde dahi, ızdırabını azaltmaya veya dindirmeye çalışmakla mükelleftir.
Tabip ve diş tabibi, hastasına ümit vererek teselli eder. Hastanın maneviyatı üzerinde fena tesir yapmak suretiyle hastalığın artması ihtimali bulunmadığı takdirde, teşhise göre alınması gereken tedbirlerin hastaya açıkça söylenmesi lazımdır. Ancak hastalığın, vahim görülen akibet ve seyrinin saklanması uygundur.
Meş’um bir pronostik hastanın kendisine çok büyük bir ihtiyatla ihsas edilebilir. Hasta tarafından; böyle bir pronostiğin ailesine açıklanmaması istenilmemiş veya açıklanacağı şahıs tayin olunmamış ise durum ailesine bildirilir.
Madde 20- Tabip ve diş tabibi, faydasızlığını bildiği bir ilacı, hastaya veremez. Ancak, esaslı bir tedavi yapılması mümkün olmayan hallerde, teselli bakımından bazı ilaçlar tavsiye edebilir.
Mali vaziyetleri müsait olmayan hastalara, mutlak zaruret olmadıkça pahalı teselli ilaçları verilmesi caiz değildir.
Tabip ve diş tabibi, hastaya lüzumsuz ve fuzuli masraflar yaptırmayacağı gibi faydası olmayacağını ve hastanın mali kudretinin kafi gelmeyeceğini bildiği bir tedaviyi tavsiye edemez.
Madde 37- Tabip ve diş tabipleri, kendi aralarında iyi meslektaşlık münasebetlerini idame ettirmeli ve manevi bakımdan birbirine yardım etmelidirler. Meslekle ilgili anlaşmazlıklarını evvela kendi aralarında halletmeye çalışmalı ve bunda muvaffak olamadıkları taktirde mensup oldukları tabip odalarına haber vermelidirler.
Madde 38- Tabip ve diş tabibi, meslektaşlarını zemmedemeyeceği gibi onları küçük düşürecek diğer tavır ve hareketlerde de bulunamaz.
Tabip ve diş tabibi, herhangi bir şahsın haysiyet kırıcı hücumlarına karşı meslektaşlarını korur.
Madde 40- Tabip ve diş tabibi, paramedikal meslek mensupları ile mesleki münasebetlerinde, onların bağımsızlığını ihlal etmemeli, kendilerine nezaket göstermeli, onları hastalarına karşı müşkül bir duruma koyabilecek hareketlerinden sakınmalıdır.
Not: 6023 sayılı Türk Tabipleri Birliği Kanununun 7. Maddesi gereğince tabip odalarına kayıtlı bulunan diş tabipleri 07.06.1985 tarih ve 3224 sayılı “Türk Diş Hekimleri Birliği Kanunu” ile kendi odalarını kurmuşlardır.
Kaynaklar
Adasal R., Öztürk O. Medikal Psikoloji. Yaylacık Matbaası, İstanbul, 1977.
Akdeniz (Sarı) N. Osmanlılarda Hekim ve Deontolojisi. Doktora Tezi, İstanbul, 1977.
Atabek E. Tıbbi Deontoloji Konuları. Yenilik Basımevi, İstanbul, 1983.
Bayat AH. “Tıbbi Deontoloji Açısından Hekim ve Hekimlik”. Dirim. 1978;52, (12).
Başağaoğlu İ. “Sağlık Hizmetlerinde Sıklıkla Karşılaşılan Bir Şikayet Konusu: Görevi İhmal” Trakya Üniversitesi Tıp Fak. Dergisi, 1995; 12, (1,2,3): 327 – 329.
Başağaoğlu İ. “Bir Vak`a Sebebiyle ETİK DEĞERLENDİRME” Yeni Symposium, Ekim 1997; 35, (4): 117 - 122
Başağaoğlu İ. “İstanbul Tabip Odasına İntikal Eden Etik Sorunlar“. Medikal Etik (İlkeler ve Sorunlar), Ed: H.Hatemi, H.Doğan, Sökmen Matbaacılık, İstanbul, 2000.
Ceyhun C. “Hekimin Görevi” Ege Üni. Tıp Fak. Dergisi. 1975; 14, (1).
Erman S. “Cerrahın Sorumluluğu Hakkında İsviçre Federal Mahkemesi’nin Bir Kararı” Adli Tıp Dergisi. 1987; 2, (1-4).
Hitzig WH., K.Kiepenheuer: Medicina, 1982; 7, (43).
Irmak S. “Bir Veli-Hekim ve Kutsal Vasiyeti”. İst.Tıp Fak. Mecm., 1969; 31, (4).
İyriboz Y. “Değişen Ülke Koşullarında Hekimlik Rolü” Toplum ve Hekim. 1980; (25).
Koptagel-İlal G. Tıpsal Psikoloji, Fatih Gençlik Vakfı Matbaa İşletmesi, İstanbul, 1982.
Köknel Ö., Özuğurlu K. Tıpta Ruhbilim. Taş Matbaası, İstanbul, 1983.
Köroğlu E. Sağlık Personelini İlgilendiren Hukuk Kuralları. Yargıçoğlu Matbaası, Ankara, 1984.
Kum N. “Hemşire – Hasta İlişkisi ve İletişim Kavramı” Hacettepe Tıp / Cerrahi Bülteni. 1977; 10, (3).
Mcintyre N., Popper K. The Critical Attitude in Medicine: the need for a new ethics” British Medical Journal, 1983; (287).
Özkaya İ. “Hekimlik Görgüsüne Dair” Dirim. 1971; 46, (11).
Öztürk O. Ruh Sağlığı ve Hastalıkları. Meteksan Limited Srk. Baskı Tesisleri, Ankara, 1981.
Sarı N., Başağaoğlu İ. “Hekim-Hasta İlişkilerinde Karşılanan Bazı Etik Sorunların Araştırılması”. Yeni Symposium , Ocak-1995; 33, (1): 42 - 47
Sarı N., Başağaoğlu İ. “Klinik Tıp Eğitimi Sırasında Hasta Yönünden Ortaya Çıkan Etik Sorunlar“ Türkiye Klinikleri Tıbbi Etik , Ekim 1998; 6, (2): 61 - 68.
Şehsuvaroğlu BN., Terzioğlu A. Tıbbi Deontoloji. Gel.2. bs., Fatih Gençlik Vakfı Matbaası, İstanbul, 1983.
Tıbbi Deontoloji Nizamnamesi. R.G. 3.1.1960, Karar sayısı 4/12578
Türkdoğan O. Doğu Anadolu’da Sağlık-Hastalık Sisteminin Toplumsal Araştırması . Atatürk Üniv. Basımevi, Erzurum, 1972.
Üstün F. “Hekim Andı”. Yeni Sağlık Yolu. 1965; 2, (11-12).
Velioğlu P. “Hekim – Hemşire İlişkileri” İst.Tıp Kurultayı Tıp ve Hemşirelik Eğitimi Simp., 1977.
YAŞAMIN BAŞLANGICI VE SONU İLE İLGİLİ ETİK SORUNLAR
Doç. Dr. Yeşim Işıl Ülman
YAŞAMIN BAŞLANGICI
Giriş ve Amaç
Tıp etiği ve klinik etik açısından bakıldığında, ana rahmine düşme, gebelik, doğum, ölüm süreci içindeki çeşitli evrelerde tartışmalı durumlar söz konusu olabilmektedir. Yaş grubuna bağlı olarak farklılıklar gösteren bu sorunlarda tıp etiği açısından tartışmalar, özelikle, hastanın özerkliği ve yararı noktalarında odaklanmaktadır. Tıp teknolojisinin gelişmesiyle beraber, genetik hastalıkların doğum öncesi tanısı, yapay döllenme teknikleri, embriyo transferi ve benzeri teknikler toplumsal ve etik olarak tartışmaların daha da çeşitlenmesine yol açmıştır. Bu bölümde tıp etiğinin abortus, gebelik, üreme teknikleri konularına yaklaşımı konusunda temel bilgiler vermek amaçlanmaktadır.
Abortus
Abortus ile ilgili tıbbi bilgiler ve teknikler bu konuya ilişkin ahlaki değerler ile adeta iç içedir. Gerek fetüsün ahlaki yönden insan bireyi olarak tanımı gerek anne sağlığı gerekse kamu sağlığı açılarından tıbbi ve etik değerlendirmeler birbirini tamamlayıcı niteliktedir. Ancak abortus hakkında tıbbi bilgiler, fetüsün ahlaki kimliği, moral statüsü, ana karnındaki (prenatal) dönemde ne zaman tam olarak bir insan bireyi kabul edileceği sorusuna tam cevap verememektedir. Bu konuda ahlaki, toplumsal, hukuki, etik, felsefi, dini bakımdan konuya farklı yaklaşımlar söz konusudur. Bu yüzden de fetüsün ne zaman canlı olarak haklara sahip bir birey kabul edileceği ve abortusa ne aşamada izin verileceği konusunda farklı görüşler mevcuttur.
Tıbbi açıdan spontan abortus ya da halk arasındaki deyişiyle düşük, fetüs tek başına varlığını sürdüremeyecek kadarken (yaklaşık 24 gestasyonel hafta) gebeliğin sonlanmasıdır. Bu süreden sonra ise vaktinden önce doğum, ölü doğum terimleri kullanılmaktadır. Evre gözetilmeksizin gebeliğin tıbbi veya cerrahi yolla sonlandırılması ise abortus ya da küretaj olarak adlandırılmaktadır.
Fetüsün anne karnında ne zaman bir insan bireyi kabul edileceği meselesi uzun zamandır tıp etiğinin temel tartışma konularındandır. Amerikan Tıp Derneği (AMA), benimsediği Tıp Etiği İlkeleri içinde hekimlere, hukuk, yasalar ve İyi Hekimlik Kuralları dahilinde abortus uygulama hakkı verilmektedir. Kürtaj taraftarlarının neredeyse iki kampa ayrıldığı ABD Yüksek Mahkemesi’nin Roe Wade’a karşı (1971-1973) davasından sonra, hekimler, annenin yaşamının değerini fetüsün yaşama hakkının üstünde değerlendirmektedir. Gebeliğin geç dönemlerinde ise, sadece annenin hayatı, hamileliğin sürdürülmesi ile tehlikeye giriyorsa küretaj uygulama anlayışı yaygınlaşmaktadır. Ancak kürtaj yanlısı ve muhalifi görüşler çeşitlenerek artmaktadır.
Abortus konusunda etik yaklaşımlar
Abortus tıp etiğinin en çetrefil tartışma konularından biridir. Aşırı muhalifiler kürtajı bir insanı öldürmekle eşdeğer tutup kesinlikle yasaklanmasını isterken, hararetli savunucuları kürtajı kesinkes bir kadın hakkı olarak değerlendirerek hamileliğin her döneminde yapılabileceğini öne sürmektedirler. ABD’de kürtaj aleyhtarı kanadın başını Roma Katolik kilisesine bağlı olanlar ve köktendinci Protestanlar çekmektedirler.
Kürtaj üzerindeki çağdaş tartışmalar başlıca iki noktada özelleşmektedir: Fetüsün manevi-ahlaki kimliği, annenin hakları ile fetüsün hakları arasındaki değer çatışması.
Fetüsün Kimliği ve Haklar
Fetüsün hangi gelişim aşamasında bir insan bireyi kabul edileceği ontolojik tartışmalarına, aşırı kanadın verdiği cevap, döllenme anından itibaren fetüsün normal birey gibi kişilik haklarını kazandığıdır. Buna göre henüz birkaç hücreden ibaret bir embriyo erişkin birey ile aynı haklara sahiptir. Bu fikrin karşı ucunda yer alan görüş ise doğum anına kadar fetüsün birey kabul edilemeyeceğini savunur. Hatta yenidoğanın bile kendi hakkında bilinçli karar verebilen, tümüyle özerk bir birey olarak kabul edilemeyeceğini de ileri sürer. Bu iki uç fikrin arasında çeşitli görüşler yer almaktadır.
Embriyonun gelişim sürecini temel alan yaklaşıma göre, anne karnında fetüsün manevi bir varlık olarak kabul edilecek gelişim düzeyine erişmiş olması önemlidir. Burada fetüsün anne rahmi dışında varlığını sürdürebilecek (viability) gelişim evresine ulaşıp ulaşmamış olması da önemli görülmektedir. Ancak gebelik sağlıklı olarak devam ettikçe ana rahmindeki gelişim sürekliliği olan bir süreçtir ve bu aşamada fetüsün tamamen bir birey kabul edileceği kesin bir çizgi öngörmek zordur. Bu nedenle bu görüşe dayanarak ahlaki kurallar ve kamu politikaları oluşturabilmek de güçtür. Yukarıda zikredilen “Roe Wade’e karşı” davasında mahkeme, fetüsün anne rahmi dışında canlılığını sürdürmeyi başaracağı gelişim aşamasını, birey haklarının oluşması için belirleyici bir sınır kabul etmiştir. Bu da genellikle fetüste belli fiziki gelişim işaretlerinin görüldüğü, gebeliğin 24-28. haftasına denk gelmektedir. Fetüs anneden bağımsız olarak dış ortamda yaşamayı başarabilir. Ancak bu evrede bile fetüsün tıp teknolojisinin desteğine, gelişmiş yoğun bakım koşullarına ihtiyacı vardır.
Yapay döllenme teknolojisinde de döllenmiş embriyonun ana rahmi duvarına yerleştirildiği andan itibaren kişilik haklarını kazanacağı kabul edilir. Fiziksel açıdan insan şekline benzer özellikler geliştirdiği, beyin dalgalarının EEG kayıtlarına geçtiği anı da, fetüsün insan bireyi olarak yaşama hakkını kazandığı an olarak kabul eden görüşler vardır. Geleneksel görüş fetüsün anne karnında hareket etmeye başlamasını (animation), annenin bu hareketi hissettiği anı da yaşamın başlangıcı olarak nitelemektedir.
Genetik bilimi açısından, insan türü üyeliği yaklaşımına göre insan anne babadan türeyen bir varlık, bir bireydir. İnsan genetik koduna sahip olan her varlığın insan bireyi kabul edilerek, korunması gereken varlık olarak değerlendirilmesi, aslında çok geniş ve sınırlayıcı bir tanımlamadır. Böylece insan genetik koduna sahip kanser hücreleri, spermler ve ovum da bu kapsama girebilir. Bu anlayışa göre abortus gibi kemoterapi, doğum kontrolü (contraception) de yasaklanmalıdır.
Felsefeci Mary Anne Warren kişi olma ölçütlerini manevi toplumun tam anlamıyla bir parçası olabilme, bunun için gereken bilişsel özellikleri geliştirebilme olarak tanımlar. Bu ölçütleri, bilinçlilik, mantık yürütebilme ve sorun çözebilme, tek başına eylemde bulunabilme, iletişim kurabilme ve çevresinin farkında olabilme olarak sıralar. Warren’a göre söz konusu ölçütleri karşılayamayacak durumdaki fetüsün yaşama hakkı, bu nitelikleri taşıyan erişkin bir birey olan ve kürtaj talep edebilen annenin kişilik haklarına ve özerkliğine ağır basamaz. Warren’ı eleştirenler, söz konusu bilişsel yetilerden yoksun pek çok çocuk ve erişkinin olabildiğini ve bu durumun yaşama haklarını ortadan kaldırmadığını öne sürerler. Warren’a göre bebeğin doğum anı bu tartışmada can alıcı noktadır. Çocuğun doğumu ve hayatını sürdürebilmesi ile artık fetüs-anne hakları çelişkisi ortadan kalkar. Doğum ile beraber çocuğun benliğini kazanma ve toplumsal yaşamın parçası olarak sosyal ilişkiler geliştirme sürecinin başladığını ve annenin özerkliği ile hak ve değer çatışmasının ortadan kalktığını ifade eder.
Embriyonun prenatal hayatın hangi aşamasında insan bireyi kabul edilebileceği sorusuna bazı yazarlar, döllenmeden sonraki 14-15. günde, embriyo üzerinde primitif çizgilerin (primitive streaks) oluştuğu dönem cevabını verirler. Bazıları ise insana özgü ayırıcı fiziksel özelliklerin gebeliğin sekizinci haftasında ortaya çıktığını savunurlar.
Prenatal hayatta insan kişiliğinin ne zaman oluştuğu sorusuna cevabı, bazı yazarlar beyin fonksiyonlarının başlaması olarak gösterirler. Nasıl beyin ölümü yaşamın sonu olarak kabul ediliyorsa, beyin fonksiyonlarının başladığı andan itibaren fetüs yaşama hakkına sahip bir insan bireyi olarak tanımlanır. Buna göre fertilizasyondan altı hafta sonra beyin korteksinin devreye girerek, organik sistemleri kontrol etmeye başladığı andan itibaren, tıbbi komplikasyonlar dışında abortusa izin verilmemesi gerektiği önerilmektedir. Ancak uzmanlar yine de EEG kayıtlarınca beyin faaliyetlerinin başlangıcının tespitinde tam kesinlik olamayacağını da belirtirler.
Ülkemizde 2827 sayılı 24.05.1983 tarihli “Nüfus Planlaması Hakkında Kanun”un 5. maddesi “Gebeliğin 10. haftası doluncaya kadar annenin sağlığı açısından tıbbi sakınca olmadığı takdirde istek üzerine rahim tahliyesi” yapılabileceğini öngörmüştür. Ayrıca “Rahim Tahliyesi ve Sterilizasyon Hizmetlerinin Yürütülmesi ve Denetlenmesine İlişkin Tüzük” 2. Bölüm de (Resmi Gazete, 18.12.1983 / No. 18255) konuya ilişkin düzenlemeleri içermektedir.
Feminist biyoetikçiler kürtajı, ‘kadının bedeni üzerinde tasarrufu’ anlamında bir hak olarak görürler. Kadınların kürtaja başvurmasının nedenleri çeşitlidir. Öncelikle kadın tarafından istenmeyen gebeliklerde kürtaja başvurulabilmektedir. Bazı kadınlar doğum kontrol hapı korumada başarısız olunca kürtaja başvururlar; bazıları da tek doğum kontrol yöntemi olarak bu yolu kullanmaktadırlar. Bir kısmı mali veya duygusal nedenlerle ya da ailenin refah düzeyini korumak için gebeliği sonlandırma yolunu seçerler. Aralarında, bebek sahibi olmayı arzu etmelerine rağmen, tıbbi nedenlerle sağlıkları tehlikeye girince, istemeyerek gebeliği sonlandırmak zorunda kalanlar da vardır. Bazen de bebek istediği cinsiyette olmadığı zaman bu yola başvuranlar çıkmaktadır. Bu seçenek cinsiyet ayrımcılığına hizmet ettiği için ahlaken, tıp etiği açısından onaylanmaz.
Üremeye Yardımcı Teknikler ve Etik
İnsanda kısırlığa karşı mücadelede tıp teknolojilerinin açtığı ufuk, çocuk sahibi olmak isteyenlere yeni olanaklar sunmakla beraber, bu yöntemlerle ilgili çeşitli etik tartışmaları da beraberinde getirmiştir. Günümüzde yapay döllenme teknikleri çok çeşitli olmakla birlikte ortak özellikleri döllenmenin, doğal yöntemden farklı olarak, anne bedenin dışında in vitro koşullarda gerçekleşmesidir. Bu yapay döllenme çeşitleri içinde in vitro fertilizasyon ve embriyo transferi (IVF-ET) en yaygınıdır.
IVF-ET 1978 yılında İngiltere’de Luise Brown için ilk kez başarıyla uygulanışından itibaren, bu yeni tıp teknolojilerinin çocuklara veya anne babaya zarar verip vermeyeceği; insanların üreme, aile, ana babalık kavramlarını algılayışı ve anlayışında yol açtığı değişiklikler sorgulanmaya başlamıştır. Çeşitli ülkelerde bu konuyu incelemek üzere toplanan etik kurullar, işlemin doğal yöntemlerden farklı olarak, infertil çiftlere çocuk sahibi olma imkânı vermesi yönünden etik açıdan kabul edilebilir olduğu fikri benimsenmiştir. Sperm ve ovum laboratuar koşullarında, bir cam üzerine (in vitro) döllenmekle birlikte, annenin rahmine yerleştirilerek doğal yollardan büyüyüp gelişmektedir. Ayrıca aynı anne babanın sperm ve ovumunun kullanılması ve çocuğun ebeveynin genetik ürünü olması da, yöntemi etik açısından kabul edilebilir kılmaktaydı.
1990’larda ise bu alandaki gelişmeler, annenin bir başka kadını kiralık anne olarak kullanarak, taşıyıcı annenin kendi genetik ürünü olmayan bebeği dünyaya getirmesini mümkün kılmıştır. Buna ek olarak sperm bankalarının kurulabilmesi ile sperm donörleri ortaya çıkmış, in vitro olarak döllenen embriyoların dondurularak depolanabilmesi, yıllar sonra kendi genetik ebeveyni olan ya da olmayan çiftler için kullanılabilmesi, dondurulmuş embriyoların “imha” edilebilmesi, klonlama yöntemleri ile başlangıçtaki etik kabullerin dışına çıkılmıştır. Ayrıca anne ve babadan ayrıca, üçüncü ve dördüncü tarafların, örneğin taşıyıcı annelerin, sperm vericilerin hakları söz konusu olmuştur. Hatta kadavradan oosit vericiliği bile gündeme gelmiştir. Bundan ayrıca geleneksel anlamda çekirdek aile kavramının da dışına çıkılarak evlenmemiş heteroseksüel veya homoseksüel çiftlerin ya da bekâr kadın ve erkeklerin çocuk sahibi olabilmeleri gerçeği ortaya çıkmıştır. Tüm bunlar etik açısından derin tartışmalara yol açmıştır.
Yardımcı üreme teknikleri ile ilgili dini görüşe başvurulduğunda, Katolik kilisesinin doğal yolun dışında yapay biçimde üreme tekniklerini kabul edilemez bulduğu belirtilmektedir. Lüteryen, Anglikan, Musevi, Doğu Ortodoks, İslami öğretiler Tanrı’nın üremeyi teşvik ettiği düşüncesinden hareket ederek, yardımcı üreme tekniklerini ahlaka uygun bulmaktadırlar. İslam bilginleri, normal yoldan çocuk sahibi olamayan, aile birliği içindeki nikâhlı eşlerin, kocanın spermi ile karısının yumurtasının veya bu eşlerden temin edilen materyallerin, ya klâsik yöntemle yumurta ve spermler bir araya getirilerek ya da mikroenjeksiyon yöntemiyle, hatta klonlama ile laboratuarda döllendirilerek elde edilen embriyonun kadının rahmine yerleştirilmesi suretiyle çocuk sahibi olmalarını olumlu karşılamaktadır (Ayrıntılı bilgi için bkz. Kaynaklar: S. Yeprem).
Feminist biyoetikçiler de yardımcı üreme teknikleri konusunda fikir ayrılığı içindedirler. Aralarında bu yöntemlerin kadını aşağıladığını ve kadını bir laboratuar, bir tohum makinesi haline düşürdüğünü ve kısır kadınların fiziksel, duygusal ve mali açıdan büyük sıkıntılara girdiklerini öne sürenler vardır. Bu görüşün tersine, üremeye yardımcı yeni tıbbi tekniklerin kadınlara geniş özgürlük ve seçenekler sunduğunu, bu yüzden desteklenmesi gerektiğini savunanlar da bulunmaktadır.
Çocuk sahibi olmak isteyen infertil çiftlerin yardımcı üreme teknolojileri yerine evlat edinme yöntemini kullanmaları da önerilmektedir. Ancak çiftler genetik bağ ile evlat sahibi olmak ve hamilelik sürecini tam olarak yaşamak istemektedirler. Bu yüzden, evlat edinme, muhtaç çocuklar için bir ev ve aile ortamı sağlamakla beraber, infertil çiftlerin ikinci tercihi durumundadır. .
Meselenin bir başka yönü de yardımcı üreme teknikleri ile dünyaya gelmiş çocukların bakış açısı ile ilgilidir. Bazı yazarlar bu çocukların doğal değil de yapay üreme ile doğduklarını öğrenince toplumsal yönden damgalanma ya da ayrımcılığa uğrayabileceklerini, özellikle taşıyıcı annelikle dünyaya gelmiş olanların biyolojik anne farklılığı nedeniyle daha sancılı bir süreç yaşayabileceklerini ifade etmektedirler. Bu argüman, başka seçeneğin bulunmadığı hallerde yine de dünyaya gelmiş olmanın daha üstün bir değer olduğu fikri ile çürütülmeye çalışılmaktadır. İlk “tüp bebek” Luise Brown’ın sağlıklı bir yaşam sürdüğü ve doğal yöntemle çocuk sahibi olduğu günümüzde vakaların çoğunda her şeye rağmen yaşamın daha değerli olduğu fikri öne çıkmaktadır.
Ayrıca gamet vericilerin ve taşıyıcı annelerin, anne baba ve çocuktan oluşan çekirdek aile kavramını ve örgüsünü tehdit eden konumu da eleştirilmektedir. Çocuk açısından gerçek anne babanın hangisi kabul edileceği sorusuna cevabın belirsizliği geleneksel çekirdek aile kavramının dışında yeni tanımlamalara gidilmesine neden olmaktadır. Ayrıca bu tür ailelerde yetişen çocukların toplumsal kabul yönünden sorun yaşayabilecekleri öngörülmektedir. Buna ek olarak bazı ülkelerde yasal kabul edilen homoseksüel veya lezbiyen evliliklerde, bu yöntemle çocuk sahibi olunduğunda, geleneksel çekirdek aile kavramının yerle bir edildiği belirtilmektedir. İngiltere’de yapay yöntemlerle üreme yollarını ele alan Warnock Raporu (1984), şu ifadeyle sonuçlanır: “Çocuğun çıkarları sevecen, istikrarlı, heteroseksüel bir aile ortamında yetişmeyi gerektirir; bunun dışında koşulları bilerek zorlamak ahlaka uygun değildir”. Buna karşılık, Avrupa Komisyonu Glover Raporu (1989), yalnız yaşayanların veya homoseksüel çiftlerin çocuk sahibi olmak açısından ayrımcılığa ve dışlanmaya maruz kaldıklarını; çocuğa iyi bir yaşamı garanti etmeleri halinde yapay döllenme tekniklerinden yararlanabilmeleri gerektiğini ifade etmiştir. Kanada Yeni Üreme Teknikleri Kraliyet Komisyonu da yalnız yaşayan heteroseksüel veya lezbiyen kadınların, infertilite tedavisi hizmeti veren kliniklerden yararlanma hakkı olduğunu beyan etmiştir.
Yeni üreme teknikleri konusunda tıp etiğinin dikkat çektiği bir başka yön de bu olanakların insan varlığını metalaştırma tehlikesi taşımasıdır. Taşıyıcı annelere veya gamet bağışçılarına büyük paralar ödenmesinin, doğacak çocuğu ticari bir meta haline getirmesi olasılığı ahlaka aykırı bulunmaktadır. Yapılacak ödemenin sadece tıbbi masrafları v.b. karşılayacak ölçüde kalması, bu işlemde gönüllülüğün esas olması önemle vurgulamaktadır. (İngiltere’de Warnock Raporu, Avustralya’da Waller Komisyonu Raporu v.d).
Embriyo, Fetüs ve Kadavraların Kullanılması
Döllenmenin insan bedeni dışında ve laboratuar koşullarında gerçekleşmesi halinde embriyo ve benzeri insan kaynaklı ürüne erişim ve kullanım da kolay hale gelmektedir. Örneğin in vitro dönemde embriyo dondurulabilir, tedavi edilebilir, implante edilebilir, deneylerde kullanılabilir, imha edilebilir veya bağışlanabilir. Teorik olarak, dondurulmuş embriyo yıllar sonra bir kadına genetik akrabasının çocuğunu doğurma imkânı verebilir. Ayrıca abortus ile elde edilen fetal materyal ve kadın kadavrasından alınan oositler de benzer amaçla kullanılabilirler. İster çekirdeğin döllenmemiş hücreye transplantasyonuyla olsun, isterse de embriyonun hücreleri henüz farklılaşmadan erken evrede parçalanmasıyla yapılsın, klonlama tekniği ile insanın genetik eşinin kopyalanması bugünkü tıbbın ve bilimin imkânları ile mümkündür.
Bu yöntemin savunucuları çocuk sahibi olamayan kısır çiftler için kopyalamanın büyük bir umut ışığı olduğunu ileri sürerler. Karşıtları ise kopyalama yönteminin insanı insan yapan teklik, benzersizlik, kendine özgülük, farklılık değerlerini yıktığını savunurlar. Ayrıca klonlama yönteminin organ nakli için büyük bir kaynak sağlayabileceğine de dikkat çekilmektedir. Ancak tüm bu yöntemlere yapılan eleştiriler ağırlıkla söz konusu tekniklerin yasa dışı amaçlara hizmet edebileceği noktasında odaklanmaktadır. İnsan bedenini, insan organlarının ve insan kaynaklı ürünlerin ticari meta haline getirilmesi, ticari amaçla kullanılması insan ahlakına ve tıp etiğine aykırıdır.
Tıbbi Hizmetlere Erişim ve Adalet
Üremeye yardımcı tıp tekniklerine yapılan bir başka eleştiri de adalet ve eşitlik ölçütleri yönündendir. Bu tıbbi teknikler maliyetli ve pahalı oldukları için devletlerin herkese eşit ölçüde bu tıbbi hizmetleri ücretsiz sunması günümüzde olanaksızdır. Bu nedenle gelir düzeyi yeterli olan sınırlı bir kesimin üremeye yardımcı tıbbi tekniklerden yararlanabilmeleri söz konusudur. Bu durumun toplumda zengin ile yoksul arasında ayrımı daha da keskinleştireceği, toplumsal sınıflar arasında ayrılıkları arttıracağı ve adalet duygusunu örseleyeceğine işaret edilmektedir.
Ülkemizde yasal durum
Ülkemizde tıp teknolojisinde yapay döllenme yöntemleri uygulamalarını kanunen düzenleyen metin, “In Vitro Fertilizasyon ve Embriyo Transferi Yönetmeliği” (1987) ‘dir. Kısaca değerlendirildiğinde sadece resmi olarak evli infertil çiftler, başka bir yöntemle tedavi edilemiyorlarsa yapay döllenme yöntemine başvurabilir. Ülkemizde sperm ve yumurta (oosit) alınması, depolanması, saklanması, satılması yasaktır. Üç yılı geçmemek şartıyla eşlerin rızası alınarak embriyo dondurulabilir. Saklama, dondurma, imha işlemleri için eşlerin yazılı izin belgesi şarttır. Kordon Kanı Bankası açılması, faaliyetleri ve denetlenmesi ile ilgili usul ve esasları, “Kordon Kanı Bankacılığı Yönetmeliği” (Resmi Gazete, Tarih: 5 Temmuz 2005, Sayı: 25866) ile düzenlenmiştir. Bunun dışında bazı maddelerine koyduğu çekince dışında Türkiye’nin taraf olarak imzaladığı uluslararası belge mahiyetinde “Biyoloji ve Tıbbın Uygulanması Bakımından İnsan Hakları ve İnsan Haysiyetinin Korunması Sözleşmesi: İnsan Hakları ve Biyotıp Sözleşmesi” (Oviedo, 4 Nisan 1997) de konu ile ilgili önemli hukuki metinlerdendir.
Sonuç
Üremeye yardımcı yeni üreme teknikleri genetik ebeveynlik, çekirdek aile, çocukların yararı, toplumun rolü konularında tartışmalara yol açmıştır. Akılları karıştıran bir yön de bu tekniklerin baş döndürücü hızla ortaya çıkması ve her geçen gün yeni gelişmelerin olmasıdır. Daha eski yöntemler olan yapay döllenme tekniklerinin etik ve toplumsal doku ile uyumlu ve kabul edilir hale geldiğini unutmamak gerekir.
YAŞAMIN SONU
Sürekli gelişen tıp teknolojisi yaşamın uzatılmasına ve ölümün ertelenmesine imkân sağlayan teknikler ve yöntemleri de sağlık hizmetine kazandırmıştır. Bu müdahaleler tıbbın yaşamı koruma ve sürdürme amacı ve hekimin yaşamı korumakla ilgili etik yükümlülüğü ile uyumlu görülmektedir. Ancak bu yükümlülüğün yapısı ve sınırları tıp etiği yönünden sorgulanmaktadır. Zira terminal dönem hastaların, ağır anomalili yenidoğanların, ölmek üzere olan hastaların yaşamlarının girişimsel tedavilerle yapay olarak uzatılması, ölümünün ertelenmesi tıp etiği açısından haklı çıkarılamamakta ve sorgulanmaktadır.
Kişinin içinde bulunduğu tıbbi durum nedeniyle yaşamını sürdüremediği hallerde devreye giren ve onun yaşamını yapay olarak sürdürmesini sağlayan, ölümünü erteleyen sistem ve cihazlara ve uygulamalara yaşam destek sistemleri denir. Bunlar arasında yapay solunum cihazları, vücut dışı kan dolaşımı pompaları, diyaliz aygıtları, canlandırma, tüple besleme v.d. sayılabilir. Tüm bu sistem ve imkânların sağlık hizmetine girmesi, yaşamın sonu, ölüm, yaşam tanımlarını etkilemiş ve sorgulanmaya başlamıştır.
Yüzyıllardır, ölüm, solunumun ve kalbin durması olarak tanımlanıyordu. Bugün bu kavram yerini beyin ölümü kavramına bırakmıştır. Beyin ölümü, beynin elektriksel potansiyelinin izoelektrik hatta düşmesi demektir. Beyin dokusu oksijensizliğe çok duyarlı olduğu için bu hasar geri dönüşsüzdür, sıfırlanma kalıcıdır. Beyin Ölümü kararı tıbbi bir karardır. Ülkemizde 29 Mayıs 1979 tarihli Organ ve Doku Alınması, Saklanması, Aşılanması ve Nakli Hakkında Kanun’un 11. maddesi bu konuyu ele alarak; beyin ölümünün “biri kardiyolog, biri nörolog, biri beyin cerrahı ve biri de anesteziyoloji uzmanı 4 kişilik hekimler kurulunca oybirliği ile saptanır” ifadesine yer verilir. Organ Aktarımı yapılabilmesi için aranan şartlardan biri, hastada beyin ölümünün gerçekleşmesidir.
Bitkisel yaşam durumunda beynin yalnızca kortikal bölümü hasar görmüştür. Hasta düşük düzeyde yaşam desteğiyle uzun yıllar yaşamını bu durumda sürdürebilir. Vücut dengelerini sağlayan, solunum ve dolaşım gibi istem dışı çalışan sistemleri düzenleyen beyin sapının ölümünde ise yoğun bir yaşam desteği gerekir. Günümüzde kabul gören ölçüt tüm beyin ölümüdür. Bu noktadan sonra hastanın öteki sistemlerini destek cihazları ile bir süre canlı tutmak mümkün olsa da, hasta yeniden bilincini kazanamayacaktır ve eldeki olanaklar yaşamı sürdürmeye yetmeyecektir. Bu bağlamda beyin ölümünde ötenazi gündeme gelmektedir.
Ötenazinin etimolojik olarak birebir sözcük karşılığı “iyi ölüm”dür ve tıbbın mevcut imkânları ile iyileştiremediği, kişinin kendisi tarafından kabul edilebilir nitelikte bir yaşam sunamadığı hastaların ölümüne izin verilmesi ya da bu ölüme yardım edilmesidir.
Hekimin eylemine göre ötenazi, pasif ve aktif olarak ikiye ayrılır. Bugün dünyada her iki yöntemi de uygulayan ülkeler vardır.
Pasif Ötenazi içinde bulunduğu durum yaşamla bağdaşmayan hastanın, tıbbi olanaklarla yapay olarak canlı tutulması durumunda gündeme gelir. Yaşam cihazlara bağlı olarak, suni olarak sürdürülmekle birlikte, hastaya, onun kabul edebileceği, nitelikli bir yaşam sunamamaktadır. Bu durumda yaşamı yapay olarak sürdüren destek sistemlerinin çekilerek (aygıtlar kapatılarak), hastalığın doğal sürecine bırakılmasına pasif ötenazi denir.
Dostları ilə paylaş: |