ORTA ÇAĞ’DA İSLAM TIBBI
Dr. Gülten DİNÇ
İslam Dönemi’nin ilk yıllarında tıp (M.S. 8. yüzyıla kadar)
İslamiyet yedinci yüzyılda Ortadoğu’da yayılmağa başladığı sırada Yunan bilimi yüzyıllarca sürdürdüğü etkinliğini ve gücünü yitirmiş ve Batı dünyası Orta Çağ’ın karanlık dönemlerine girmiş bulunuyordu. O güne kadar oluşan Yunan ve Roma bilgi birikimi bundan sonra Aristo’nun1, Hipokrat’ın2, Galen’in3, Dioskorides’in4 eserlerini çoğaltarak onlara açıklama ve katkılar yapan kişilerin eline geçecek, yani artık bilimsel uğraş Arap topraklarında yeşermeye başlayacaktı.
Doğu Asya bilim çevrelerinde üçüncü yüzyıldan itibaren Yunanca’nın yerini Süryanice aldı. Süryani-Yunani uygarlığın öncülüğünü yapanlar ise özellikle Nasturiler’di5. Yunanca, Süryanice ve Arapça bilen Nasturiler Doğu Roma İmparatorluğu’ndan ayrıldıktan sonra önce Edessa (Urfa)’ya oradan da İran’a göç ettiler. Böylece Nasturiler’in bir tıp okulunu da içeren bilim merkezi altıncı yüzyılın ilk yarısında İran sınırları içindeki Cundişapur’da kuruldu. İran’ın Arapların eline geçmesinden sonra (637) İslam halifeleri Nasturiler’i ayrı bir cemaat olarak tanıyıp kiliseyi koruma altına aldılar. İşte bu sayede Nasturi bilginleri burada Arap kültürünün oluşumunda ve Yunan biliminin İslam dünyasına iletilmesinde önemli bir rol oynadılar. Yunan eserlerinden Süryanice ve Arapça’ya yaptıkları çeviriler sayesinde felsefe ve bilimin bu topraklara aktarılmasını ve yeniden yeşermesini sağladılar.
Aynı yıllarda Sasani hükümdarı Kisra Nuşirevan kendi hekimlerini tıp kitapları bulmak üzere Hindistan’a gönderdi. Böylece Yunanca eserlerin yanı sıra pek çok Doğu kaynaklı eser de Süryanice, Farsça ve Arapça’ya çevrilerek yeni bir potada kaynaştı.
İslam dininin ortaya çıkışıyla tarihin parlak dönemlerinden biri başlamış oldu. Arapların başlangıçta komşu ülkelerin fetihleriyle başlayan yayılmaları çok geçmeden bilim ve felsefede meyvelerini verdi. Özellikle M.S. 8–12. yüzyıllar arasındaki 400 yıllık dönemde bilim ve felsefenin ışığı Atlas Okyanusu kıyılarından, Kuzey Hindistan ve Orta Asya’ya kadar uzanan İslam dünyasını aydınlattı. Başlangıçta Yunan kaynaklarından yapılan çevirilerle işe başlayan İslam dönemi bilim adamları daha sonra bilim ve felsefe alanında önemli katkılarda bulundular.
Emeviler dönemi (661–750) başladığında bilim adamları, özellikle de hekimler yavaş yavaş Cundişapur’dan Şam’a gitmeye başladılar. Bunun nedeni ise Emeviler’in maddi ve manevi olarak bilimsel uğraşlara verdikleri destekti.
Çeviri dönemi (8 – 10. yüzyıllar)
Emeviler’in ardından Abbasiler’in (750–900) devletin başına geçmeleri ile İslam hâkimiyetinin görkemli devri başladı.
Bu devrin tıpta en önemli siması Batıda “Geber” adı ile tanınan Cabir İbn Hayyan’dı. Arap kimyasının kurucusu olan Cabir’in zehirler hakkında yazdığı tıp kitabı önemlidir.
İkinci Abbasi Halifesi Mansur devrinde tıp alanında Cundişapur’da özellikle Bahtişu Ailesi ön plana çıktı. Buradaki hastanenin başhekimi olan Georgis Bahtişu Halife Mansur’u tedavi etti. Bu aile sekiz ve dokuzuncu yüzyıllarda yedi nesil boyunca pek çok hekim yetiştirdi ve yaptıkları çevirilerle Yunan tıbbının yayılmasını sağladı. Yine bu dönemde yaşamış bir oftalmolog olarak tanınan İbn Masaveyh de Arapça’ya bir çok tıbbi eser çevirip, farmakoloji ve diğer tıp alanlarında da yazılar yazdı.
Doğu dünyasındaki bu bilim hareketi en yüksek noktasına Halife Me’mun devrinde (813–833) ulaştı. Me’mun Bağdat’ta Beytü’l-hikme adında önemli bir çeviri okulu kurdu. Buradaki çevirmenler Yunanca, Süryanice, Arapça ve Farsça’ya hakim kişilerdi. Böylece devrin yeni bilim merkezi Bağdat’a taşınmış oldu. Me’mun burada bütün Yunan bilim ve felsefe eserlerinin Arapça’ya çevrilip araştırılmasını emretti.
Bu okuldaki çevirmenlerin en önemlisi olan Huneyn b. İshak (Johannitus) (809–877) iyi bir filozof ve hekimdi. Huneyn; Galen’in, Hipokrat’ın, Oribasius’un Aeginalı Poul’ün ve Dioskorides’in birçok eserini Arapça’ya çevirdi. Ayrıca Tıbba ait olaylar ve Göz hakkında 10 risale adlı kitapları da devrinde hayli tanındı. Huneyn’in göze ait kitabı, gözün anatomik çizimlerini de içeren en eski sistematik oftalmoloji eseri olarak bilinir.
Dokuzuncu yüzyıl çevirmenlerinden bir diğeri olan El-Kindi (Al-Kindy) de Yunanca’dan 22 tıp kitabı çevirdi.
Bu çeviriler yapılırken eski Cundişapur Okulu ortadan kalktı, bu okulun ünlü hekim ve bilginleri ise Bağdat ile Samarra’ya geldiler.
Telif / Özgün eser dönemi (Altın Dönem) (10 – 12. yüzyıllar)
Çeviri dönemi süresince İslam dünyasının hekim ve diğer aydınları Yunan, İran ve Hindistan’ın düşünüş ve deneyimleriyle, bilgilerini sağlamlaştırıp, genişlettiler. Bundan sonra bu bilginler kendi bilgilerine güvenerek artık onu geliştirmek istediler. Böylece fen bilimleri ve tıpta üstünlük Hıristiyanlardan Müslümanlara, özellikle de Türk ve İranlılara geçti. Bundan sonra eski kaynaklardan toplanan tıbbi derlemeler yerine, özgün ve ansiklopedik eserler ortaya çıkmaya başladı. Bu döneme Telif / Özgün Eser Dönemi ya da Altın Dönem denir.
Resim 1: Ebubekir Razi (AH Bayat: Tıp tarihi. İzmir: 2003.)
Bu devrin ilk büyük hekimi Muhammed bin Zekeriya-el Razi (Rhazes) (865–925)’dir. Tahran yakınlarındaki Rey şehrinde doğan Razi gençliğinde kimya ile uğraştı daha sonra tamamıyla tıbba yöneldi. Razi’nin yazdığı 200’den fazla eserin yarısı tıbba aittir. Böbrek ve mesane taşları üzerine yazdığı eserleri vardır, ancak en ünlü eseri çiçek hastalığı ve kızamığa dair olan “Kitabü’l-cüderi ve’l hasbah” adlı kitabıdır. Razi bu kitabında tıp tarihinde ilk kez çiçek ve kızamık hastalıklarını tarif etti. Önce Latince’ye daha sonra İngilizce ve diğer dillere çevrilen bu eserin 1498 ile 1866 yılları arasında batı dillerinde 40’tan çok baskısı yapıldı. Razi’nin en büyük tıbbi eseri ise ansiklopedik bir tıp kitabı olan El-Havi’dir. Razi bu eserinde tüm yaşamı boyunca tıp üzerine okuduğu eserlerden seçtiği bilgileri toplayıp, bunlara kendi bireysel deneyimlerini de ekledi ve büyük bir eser oluşturdu. Razi bu önemli eserini yaşarken tamamlayamadı, ancak ölümünden sonra öğrencileri kitaba son şeklini verdiler. Razi’nin El-Havi’si de daha sonra Batı dillerine çevrilip birçok kez basıldı. Razi’nin diğer bir eseri olan El-Mansuri, El-Havi’nin 10 ciltlik bir özetidir ve önemli tıp konularını içerir. Razi iyi bir klinikçiydi. Ateşin bir hastalık olmayıp, vücudun hastalıkla mücadelesi sonucu oluşan bir semptom olduğunu söyledi, ateşli hastalıkların tedavisinde soğuk su uygulaması yaptı, baharda oluşan alerjik nezleden söz etti, mesane rahatsızlıklarında kanlı idrar (hematüri) olabileceğini belirtti, safra yollarının tıkanmasıyla oluşan sarılıkları (ikter) tarif etti, uyuza karşı ve gözkapağı hastalıklarında cıvalı merhemi ilaç olarak kullandı ve yaraların alkolle temizlenmesini söyledi.
Resim 2: İbn Sina (AH Bayat: Tıp tarihi. İzmir: 2003.)
Batıda “Avicenna” adı ile tanınan ve tabipler sultanı lakaplı Ebu Ali İbn Sina (980–1037) ise İslam döneminin en ünlü hekimidir. Buhara yakınlarında doğan İbn Sina yaşamını İran coğrafyasında geçirdi ve 1037’de Hemedan’da ölünceye kadar şehirden şehire dolaştı. Tıpta kendi kendini yetiştiren İbn Sina 18 yaşına geldiğinde artık ünlü bir hekimdi. Samanilerin emirlik kütüphanesine girdi. Tıp dışında felsefe, simya, fizik, matematik, edebiyat ve müzik alanlarında da ün saldı. İbn Sina’nın eserlerine Doğu ve Batı ülkelerinde yüzyıllarca en yetkin kaynaklar olarak başvuruldu. Arapça yazdığı “Kanun fi’t-tıb” (Tıbbın Kanunu) adlı tıp eseri daha sonra pek çok dile ve Latince’ye çevrildi. Kanun’un Latince çevirisi Batıda 16. yüzyılda başlıca ders kitabı olarak okutuldu ve en sık baskısı yapılan tıp eseri oldu. İbn Sina’nın Kanun’u beş kitaptan oluşur:
-
Kitap: Tıbbın genel prensipleri, tıp felsefesi, anatomi, fizyoloji, hijyen ve hastalıkların tedavisi,
-
Kitap: Basit ilaçlar (Müfret devalar),
-
Kitap: İç ve dış organların hastalıkları,
-
Kitap: Tüm vücudu etkileyen ve tek bir organla sınırlı kalmayan hastalıklar,
-
Kitap: Bileşik ilaçlar (Mürekkeb devalar) konusundadır.
İbn Sina hastalarını baştan ayağa muayene etti, karaciğer ve dalağı eliyle yokladı, göğsü dinledi, nabız atışlarını saydı, idrarı inceledi ve ayırıcı tanıyı böylece koymaya çalıştı. Tüm bir tıp deneyiminden ve kendisine ulaşan her tür kaynaktan yararlanan İbn Sina bu birikime menenjitin tarifi, salgın hastalıkların yayılma tarzı (örn. vebanın farelerle ilişkisi), tüberkülozun bulaşıcılığı, bazı bulaşıcı hastalıkların plasenta yoluyla geçebileceği de dahil olmak üzere kendisine ait bir çok yeni gözlemini de ekledi ve bugün psikosomatik tıp denilen alanda pek çok keşifte bulundu. Kitaplarında göz kaslarını tarif etti, retinanın görmedeki işlevini açıkladı, akciğer zarı iltihabını (plörezi) benzer hastalıklardan ayırt etti, beyinde tümör olabileceğini söyledi, şeker hastalığının belirtilerini saydı, sarılık (ikter) nedenlerini inceledi, yüz felçlerini, mide ülserini, mide kapısındaki (pilor) darlığı tarif etti ve güç doğumlarda forseps benzeri bir alet kullandı. Bilindiği kadarıyla İbn Sina’nın 276 kitabı vardır ve bunlardan 43 tanesi tıbba aittir.
İranlı Ali Abbas El-Mecusi (Haly Abbas) (Ö. 982) de aynı dönemde yaşadı. Adudi Hastanesi’nin kurucusu olan Mecusi, “Kitabü’l-Maliki” adlı tıp tarihi konularını da içeren eseriyle ünlüdür. Mecusi Bağdat’taki ünlü Adudü’d-Devle (Adudi) Hastanesi’nin başhekimi olduğundan eseri kendi deneyimleriyle oluşturduğu bilgilerini de yansıtmaktadır.
Yine bu dönemde Ali b. İsa’nın oftalmoloji üzerine yazdığı “Tezkiretü’l-kehhalin” (Göz hekimlerinin hazinesi) adlı eser göz hekimlerinin kaynak kitabıdır.
Resim 3: Biruni (Beyruni’ye armağan. Ankara: TTK Yay.; 1974.)
Ebu Reyhan Muhammed el-Biruni (973–1051) de dönemin ünlü hekimlerinden bir diğeridir. Biruni İslam döneminin en önemli eczacılık kitabı olan “Kitabü’s-saydala” (İlaçlar hakkında kitap)’yı yazdı. Bu kitap 850 ilaçla ilgili farmakolojik bilgi birikiminin geniş bir derlemesidir. Kitapta ayrıca drogların Yunanca, Süryanice, Arapça, Farsça vb. dillerdeki karşılıkları da verilir. Dönemin diğer hekimleri gibi Biruni de matematik, astronomi, tarih, optik, farmakoloji ve maden bilimi gibi tıp dışındaki diğer dallarla da ilgilendi, fizik alanında ise 18 madenin yoğunluğunu büyük bir isabetle belirledi.
İslam dünyasının Doğu kısmının ulaştığı bu bilimsel gelişme düzeyinden sonra Batı kısmı da gelişmiş bir merkez haline gelmeye başladı. Bilimsel uğraş Müslümanlar aracılığıyla bu kez Batı Avrupa’ya, yani İspanya’ya (Endülüs) taşındı. Bundan sonra bilim meşalesi buradan Avrupa’ya devredildi ve bir daha da ne yazık ki Doğu topraklarına geri dönemedi.
Batı İslam dünyasının ilk büyük hekimleri 10–11. yüzyıllardan itibaren ortaya çıkmaya başladı. Bunların en ünlüsü Kurtuba (Kordova)’da doğan Ebul-Kasım Ez-Zehravi (Abulcasis) (?-1030)’dir. Zehravi yazdığı 30 ciltlik ansiklopedik tıp kitabı ile ünlüdür. “Kitabü’t tasrif” (Uygulamaların kitabı) adlı bu eserin ancak 27–30 bölümleri günümüze ulaşabilmiştir. Kitabın 30. bölümü olan Kitabü’l-cerrahiyye’de cerrahlığa ait çok önemli bilgiler yer alır. Kitaptaki bilgiler aslında 7. yüzyılda yaşamış Bizanslı hekim Aeginalı Poul’den alınmış, ancak Zehravi bunlara kendi deneyimlerini ekleyip pek çok yenilikler ortaya koymuştur. Zehravi’nin eserini 12. yüzyılda Kremona’lı Gerard Latince’ye çevirdi ve bu bilgiler Avrupa’da cerrahlığın gelişmesinde önemli rol oynadı. Zehravi; kanamanın durdurulmasında basınç uygulaması veya koterizasyona önem verdi, pek çok şak ve insizyon (kesme) yöntemleri geliştirdi, irin boşaltma (drenaj) uygulamaları yaptı ve birçok cerrahi alet (örn. idrarı akıtmak için katater, sığır kemiği gibi organik maddelerden takma diş vb...) geliştirdi.
Kurtuba’da gelişen tıp biliminin en ünlü simalarından bir diğeri de Ebu Mervan İbn Zühr (Avenzoar) (1101–1161)’dü. “Kitabü’t-teysir fi’l müdavat -ve’t-tedbir” (Tedavi ve perhizle ilgili araştırmaları kolaylaştırıcı kitap) adlı eseri Endülüs’te yazılmış İslam tıp ürünlerinin en ünlülerindendir. Diğer tanınmış tıp eseri ise “Kitabü’l Agdiyye” (Beslenmeye dair kitap)’dir. İbn Zühr tıp tarihinde uyuzu ilk kez tarif etti ve beslenemeyen hastanın rektum yoluyla beslenmesini sağladı.
12. yüzyılda İspanya’da hem filozof, hem de hekim olan bir grup bilgin ortaya çıktı. Bunlar arasında bulunan İbn Rüşd (Averroes) (1126–1198) Endülüs’ün en önemli İslam felsefecisi olup, tıp ile de uğraştı. Tıp eseri “Kitabü’l-külliyat” (Genel kuralların kitabı) Batıda çok ün kazandı. Rüşd, retinanın görmedeki işlevinden söz etti ve bir kez çiçek geçirenin bir daha bu hastalığa yakalanmadığını belirtti.
Yahudi hekim ve filozofu İbn Meymun (Maimonides) (1135–1204) da tedavi sanatında çok başarılıydı ve bu nedenle Mısır’a gidip Selahaddin Eyyubi ailesinin hekimliğini yaptı. İbn Meymun, “Kitabü’l-fusul” (Aforizmalar kitabı) ve “Kitabü’t-tedbirü’s-sıhah” (Sağlığın korunmasına dair kitap) adlı eserleriyle tanındı ve zehirler hakkında yazdığı kitabı ile de toksikoloji bilimine katkıda bulundu.
Önde gelen İslam botanikçilerinden olan ve ilaç bilgisinin büyük sınıflayıcısı İbn Baytar (1197–1248) Malaga (İspanya)’da doğdu. Daha sonra Doğuya giderek Şam’a yerleşen İbn Baytar, “Kitabü’l-mugni fi’l edviyetü’l-müfrede” (Basit droglarla ilgili bağımsız risale) adlı eserinde hayvan, bitki ve maden kaynaklı 1400 drog kaydetti. Bu çalışma kendi alanında gerek İslam, gerekse diğer ülkelerde en çok etki yapan müfred devalar (basit ilaç) kitabıdır. Kitap temel bir botanik eser olmasının yanı sıra perhizle ilgili bilgiler de içerir.
Gerileme ve çöküş dönemi (12 – 14. yüzyıllar)
Bu ünlü simalardan sonra Endülüs ve diğer Doğu İslam memleketlerinde 12–14. yüzyıllarda bilim ve tıp artık iyice gerilemeye yüz tuttu. Bu yıllarda da yine birçok eserler verildi ancak bunların pek çoğu daha önce bilinenlere yeni bir bilgi eklemedi. İslam biliminin görkemli günleri artık geride kalmıştı. 14. yy.dan itibaren ise İslam yazarlarının bilimsel eserlerine sihirbazlığa benzeyen bir takım hurafeler karışmaya başladı ve bilim hareketi biraz daha gevşedi. Ancak yine de bu yıllarda sivrilen bazı şahsiyetler vardı: Örneğin 14. yüzyılda dünyayı kasıp kavuran büyük veba salgını hakkında Gırnatalı İbn Hatib bir eserinde “deneyim ve incelemeleri sonucunda bulaşmanın mutlak olduğunu, hastalığın elbiseler, çanaklar ve kullanılan eşyalar yoluyla insandan insana, evden eve geçtiğini ve vebalı bir ülkeden gelen bir geminin vebasız bir limana uğrayınca vebayı oraya da getirdiğini” belirtti. Hatib; “Bu afet ancak tecrit edilen kişiler ve Afrika’da yaşayan Bedevi kabileleri arasına sokulamamaktadır” demektedir. O devirde dünyanın her yanında vebanın karşı konulamaz bir ilahi azap olarak bilindiğine ve ona karşı hiç bir şey yapılamadığına bakılırsa bu bilgilerin ne kadar büyük bir değeri olduğu anlaşılır.
Faslı hekimlerden İbn Hatime (Ö. 1369) İspanya’nın El-Merye kısmını harab eden veba hakkında 1348’de bir eser yazdı. Bu eser Avrupa’da 14. ile 16. yüzyıllar arasında aynı konuda yazılan tüm eserlerden farklıydı. İbn Hatime eserinde; “Uzun deneyimlerim sonucunda hastalıklı bir kişiye temas eden bir kimsenin aynı hastalığa hemen yakalandığını ve aynı belirtileri gösterdiğini anladım. İlk hasta kan tükürmüşse ikincisi de tükürüyor. Birincisinde bir takım şişlikler oluşmuşsa ikincisinde de bu şişlikler aynı yerlerde ortaya çıkıyor. İkinci hasta da hastalığı aynı şekilde bulaştırıyor” demektedir. Bu sözlerin değeri ancak Yunan hekimlerinin bulaşıcı hastalıkların niteliklerinden söz etmedikleri ve Ortaçağ yazarlarının bu konu hakkında bir şey yazmadıkları anımsandığında anlaşılır.
Göz hekimi İbn Ebi Usaybia (?-1270) da bu devrin önemli hekimlerindendir. Usaybia 600 hekimin hayat ve eserleriyle ilgilendi ve bunları anlatırken bugün varolmayan birçok eserden ve okuduğu yüzlerce tıp kitabından yararlandı. Öyle ki İslam dönemi tıbbına dair yazılan yeni tarihlerin pek çoğu bu esere dayanır.
12 ve 13. yüzyıllarda Şam ve Kahire’de yeni hastanelerin inşasıyla bu şehirler ve özellikle de Kahire hekimler için bir cazibe merkezi haline geldi. Kahire’ye gelen ünlü hekimler arasında İbn Meymun, El-Bağdadi, El-Dahvar, İbn Ebi Usaybia vardır.
Resim 4: İbn Nefis’in küçük kan dolaşımı şeması (SA Nasr İslam ve ilim. Çev.: İ Kutluer. İst.: İnsan Yay.; 1989.)
Ancak hem Kahire hem de Şam’da sanatını icra edenler arasında biri vardı ki değeri ancak 1924’lerde anlaşılacaktı. Bu hekim İbn Nefis (?-1288)’di. İbn Nefis 1924’e kadar Servetus’a atfedilen küçük kan dolaşımını tarihte ilk defa olarak “Şerh teşrih el-kanun” (Kanun’un anatomi bölümüne ek)” ve “Şerh el-kanun” (Kanun’a ek) adlı iki eserinde tarif etmişti.
İslam dönemi tıbbında çeşitli branşlar
Anatomi ve fizyoloji: Teşrih (insan bedeninin açılması, disseksiyon) hakkında konulan yasak çağlar boyu Müslüman din adamlarınca tartışma konusu yapılmışsa da İslam hukuku insan bedeninin teşrih edilmesine onay vermedi. Teşrih, Allah’ın “Eşref-i Mahlukat” (en şerefli varlık) olarak yarattığı varlığa saygısızlık olarak yorumlandı. Sonuç olarak pratikte insan bedeni açılamadı ve Müslümanlar ağırlıklı olarak Galenci anatomi ve fizyolojiye dayandılar. Teşrih yapılamadığı için de doğal olarak Galen anatomisindeki yanlışları devam ettirdiler. Müslümanların Galenci anatomi ve fizyolojiden ayrılışı büyük ölçüde İbn Nefis’in küçük kan dolaşımını keşfiyle mümkün oldu. Bu konularda yazılmış eserler bedenin özellikle kemikler, sinirler ve kaslar gibi çeşitli kısımlarının tasvir ve dökümüyle ilgiliydi. Kasların anatomi ve fizyolojisine nadiren rastlanmasına karşın sinirler vücudun en net tanımlanmış bölümüydü.
Halk sağlığı: Bu dönemde hastalıklardan korunmaya, tedavi etmekten daha çok önem verildi. Perhiz uygulamaları ve beslenme modern tıp için ifade ettiğinden daha önemli bir anlama sahipti. Örneğin perhiz adetleri, oruç, sofradan tam doymadan kalkmak, alkollü içki kullanmamak, domuz eti yememek gibi birçok inanış dinin gereğiydi.
Dahiliye: Bu devir tıbbının büyük kısmı dahiliyeye ilişkindir. Hekimler büyük ölçüde nabız, ten rengi gibi dış belirtilere dayandılar ve bu faktörler aracılığıyla hastalıkları teşhis ettiler. İç hastalıklarında sindirim sisteminin öneminin özellikle farkındaydılar ve bu organların yeniden düzenli çalışmasını sağlamak için müshile başvurdular. Ayrıca gerek vücuttan toksinleri atmak, gerekse mevsim değişiklikleri ile gelen yeni iklim şartlarıyla bedeni uyumlu hale getirmek için kan alma işlemini uyguladılar (Hacamat ve sülükler aracılığıyla).
Oftalmoloji: İslam dünyasının her yanında oftalmologlar (kehhal) öteki hekim grupları arasında ayrı bir kimliğe sahipti. İslam hekimleri konuyla ilgili bütün Yunan ve İskenderiye mirasını elde etmişlerdi. Buna yavaş yavaş çeşitli Müslüman göz hekimlerinin bilgi ve deneyimleri de ekledi.
Cerrahi: İslami devir hekimleri zorunlu durumlar dışında cerrahi girişime başvurmadılar. Bununla birlikte sezaryen ve göz ameliyatları gibi birçok cerrahi müdahaleyi de resimleyip tanımladılar. Amputasyon ve bazı tümörlerin yok edilmesi için dağlamayı (koterizasyon) kullandılar. Bugünkü ortopedi ve cerrahinin konusuna giren kırık ve çıkıklarda ise cerrahi müdahaleye başvurmadan dış tespit araçlarını uygulamaya önem verdiler. İşte belki de bu nedenle kırık-çıkıkçılar İslam ülkelerinde kendilerine günümüze dek uzanan bir uygulama alanı bulabildiler.
İslam dönemi sağlık kurumları
Bir kurum olarak hastaneyi Müslümanlar İran ve Bizans’tan miras aldılar. İslam’ın doğuşunun hemen öncesinde şimdiki Ahvaz kenti yakınındaki Cundişapur Hastanesi hastaların tedavisinin yanında, geniş tabanlı bir tıp öğretiminin yürütüldüğü büyük bir tıp kurumuydu. Gerçekte bu hastane okul kompleksi Hint ve İran tıbbının yanı sıra Yunan tıbbının İslam dünyasına aktarılmasında başlıca bağlantı noktasıydı. Hazır buldukları bu kurumlardan yararlanan Müslümanlar kısa sürede kendi hastanelerini kurdular.
O günün olanaklarıyla tam teşkilatlı ilk gerçek hastane Bağdat’ta 8. yüzyılda Harunü’r-Reşid tarafından kuruldu. İslam tıbbının yükseliş devrinin ilk merkezi olan bu hastane daha sonra yapılan İslam hastanelerine modellik etti. Dokuzuncu yüzyılda Dokuz Göz Türklerinden Ahmet İbn Tolun, Fustat’ta bir hastane yaptırdı. 10. yüzyılda İranlı Adudu’d-devle Bağdat’ta Adudi Hastanesi’ni kurdu. Bir başka büyük hastane 12. yüzyılda Şam’da Nureddin Zengi tarafından kuruldu, bu hastanenin bir benzeri de Halep’te faaliyete geçti. Bundan kısa bir süre sonra Selahaddin Eyyubi Kahire’de Naşiri Hastanesi’ni kurdu. Bu hastane ilk günlerinden itibaren Suriye ve Mısır tıp merkezleri arasındaki bağlantıyı sağladı. Ancak Mısır’daki en önemli hastane 13. yüzyılda Mansur Kalavun tarafından eski bir Fatımi sarayından bozma olarak inşa ettirilen Mansuri (Kalavun) Hastanesiydi. Hastanenin çeşitli hastalıklar için bölünmüş farklı koğuşlarıyla, kadın ve erkekler için ayrı bölümlerinde yüzlerce yatağı vardı. Ayrıca ders salonları, kütüphanesi, camisi ve yönetim büroları olan hastane bugün de Kalavun Hastanesi olarak faaliyetini sürdürmektedir.
İslam döneminde tıp eğitimi
İslam dönemi tıp öğrenimine bakıldığında; tıp her ne kadar temel kuralları itibariyle medreselerde öğretiliyorsa da, cerrahi, eczacılık ve benzeri klinik yanlarının çoğu, genellikle yanına bir tıp okulunun eklendiği hastanelerde öğretiliyordu. Bazı ünlü hekimler de evlerinde ya da özellikle bu tür toplantılar için düzenlenmiş mekânlarda öğrencilerini eğitiyorlardı. Öğrenimin önemli bir bölümü ise aile çevrelerinde, özel dispanserler veya özellikle eczacılıkla ilgili olarak eczanelerde yürütülüyordu. Çünkü tıpla uğraşan bir ailede kuşaklar boyu oluşmuş tıp geleneği, İslam uygarlığında gerek Müslümanlar, gerekse İslam toplumu içinde yaşayan doğu Hıristiyan ve Musevileri arasında hayli güçlüydü. Bu tıp geleneğine sahip ailelerden bazıları olan İspanya’daki İbn Zühr, İran ve Irak’taki Bahtişu aileleri yüzyıllarca tanınmış hekimler yetiştirdiler. Ancak İslam dünyasında yetişen bilim adamlarının daha çok kişisel ve özel çabalara dayanması, tıp alanında bile özel öğretim veya usta-çırak ilişkisine bağlı kalınması, bir noktada gerilemenin nedenlerinden birini oluşturdu ve daha sonra medreselerin kurulması da bu durumu fazla değiştiremedi. Çünkü medreseler ancak bilimsel çalışmanın hız kaybettiği dönemde kurulmaya başlanmış, ayrıca bu kuruluşların programlarında esas yeri nakli bilimler denilen dini konular ile dil ve edebiyat tutmuş, akli bilimler olarak adlandırılan matematik, doğa bilimleri ve felsefeye (pozitif bilimler) ise çok az yer verilmişti.
Tıp tarihi açısından İslam döneminin önemi
İslam dini sonraları değil ama başlangıçta, insan düşüncesinin gelişmesini Hıristiyanlığa oranla çok daha az engelledi. Bir bütün olarak İslam dönemi bilim adamları bilimin son klasik aşamadaki modellerini benimsediler. Bilim, temeli felsefe olan bir birlik oluşturdu. Bu bilim gökyüzünün dış dünyası (makro kozmos) ile insanın küçük iç dünyası (mikro kozmos) arasında bir bağ kurulmasını sağlayan astrolojinin birleştirdiği, astronomi ve tıp dallarını içeriyordu. Felsefe ise Kuran’la bağdaştırılması güç olduğundan kuşku ile karşılanıyordu. Müslüman din bilginleri bu yolda çaba gösterdiler ama bu çaba tutucuların muhalefeti ile karşılaştı. Bilim ve İslam dininin kalıcı unsurları arasında bir ilişki kurulamaması, sonraki yüzyıllarda kültürel ve entelektüel bakımlardan durgunlaşan İslam dünyasında bilimin zayıflamasının olasılıkla baş nedeni oldu.
İslam biliminin en verimli dönemleri olan 9 -11. yüzyıllarda bu unsurlar henüz ağır basmıyordu. Bu yüzyıllarda bilimin birliği, ansiklopedicilik yani kapsamlı olma geleneği ile daha güvenli bir şekilde karşılandı. Bu ansiklopedicilik eğilimi diğer ülkelerin bilgilerinin de geniş bir şekilde özümsenmesini gerektirdiğinden İslam bilimine klasik bilime oranla büyük bir üstünlük kazandırdı. Müslümanlar sadece Mezopotamya’nın Babil devrinden beri kesintisiz olarak süregelen tıp, astronomi ve matematik geleneğinden faydalanmakla kalmadılar, aynı zamanda Hindistan’ın ve daha az da olsa Çin’in eski zaman bilgisini de bilinçli bir tarzda kullandılar. İslam bilimi, ana konuları bakımından her ne kadar Yunan biliminin bir devamı ise de bu bilimi daha çok yaygınlaştırıp, canlandırdılar. İslam bilginleri eski bilimsel faaliyetleri yenilemeleri ve daima daha eski ve daha iyi otoriteleri arayışları yüzünden Yunan bilimini Roma İmparatorluğu’nun son zamanlarında düştüğü çöküş durumundan kurtardılar. Canlı ve gelişen bir bilim yaratmayı başardılar. İran, Hindistan ve Çin gibi diğer ülkelerin deneyimlerini de aktardıklarından Yunan matematik, astronomi ve tıp bilimlerinin dar temellerini genişletebildiler.
11. yüzyıldan sonra ise belirli bir çöküş durumu olmasa bile İslam biliminin görkemli günleri artık gerilerde kalmıştı. Bilimin zayıflaması İslam’ın siyasi ve ekonomik alanlarda girdiği genel gerileme sürecinin belirtilerinden sadece biri idi. Bundan sonra İslam bilimi bir daha hiç bir zaman ilk gelişme günlerinin itici gücünü kazanamadı. Bunun görünürdeki nedenlerinden biri felsefe ve bilimi etkin bir tarzda köstekleyen dinsel unsurların yani taassubun güçlenmesi idi. Bilimlerin gelişmesi için gerekli olan özgür felsefi düşünce ve tartışmanın yaratacağı akılcı bir ortam bu dönemde gelenekselleşememiş, ayrıca din ile felsefenin bağdaştırılamaması nedeniyle bilimlerin muhtaç olduğu olumlu ve teşvik edici bir ortam oluşamamıştı. Öte yandan İslam toplumunun kültür ve eğitim gelenekleri de ne sürekli ve sistematik bilimsel araştırmaları, ne de kişilerde evreni salt anlama ve araştırma merakını besleyici nitelikte gelişmemişti.
İslam dönemi tıbbı da diğer alanlarda olduğu gibi Yunan biliminin bir devamıydı. Fakat İslamiyet coğrafi yayılmasının tanıdığı olanaklarla bu bilime yeni bazı hastalıklar ve ilaçlarla katkıda bulundu. İslam dönemi hekimleri birçok hastalığı incelediler ve daha çok iklimin, hijyenin ve perhizin etkileri ile ilgili sorunlarla ilgilendiler. Razi ve İbn Sina gibi büyük İslam hekimlerinin bilgi alanları astrolojiden, botanik ve kimyaya kadar birçok bilim dalını kapsıyordu. Hemen hemen bütün İslam bilim adamlarının hekim olması onların bilimsel ve felsefi görüşleri üzerinde önemli bir etki yarattı.
İslam biliminin ürünlerinden her ne kadar yetiştikleri topraklarda yararlanılamadıysa da, bunlar heba olup gitmediler. Yunan biliminin iletildiğinden çok daha geniş bir ölçüde, verileri, deneyleri, teorileri ve yöntemleri ile bütün bir İslam bilimi, doğrudan doğruya Avrupa’nın gelişim aşamasında olan bilimine aktarıldı ve Avrupa’yı Rönesans’a götüren yolun kavşak noktası oldu. Yunan bilimi ve bunun üzerine İslam dünyasınca eklenen bilgiler, İslam dönemi yazarları aracılığıyla Avrupa’ya iletilerek yüzyıllar süren Orta Çağ boyunca arada oluşan kopukluk giderildi.
İslam dünyası kurduğu uygarlık sayesinde Orta Çağ’da yeryüzünün en güçlü ve en saygın topluluğu haline gelmişti. Batı Avrupa Hıristiyan dünyası bu üstünlüğün kökeni ve nedenleri konusunda doğru bir teşhis yaparak özellikle 12. yüzyılın ikinci yarsında Arapça’dan Latince’ye yoğun bir çeviri faaliyeti içine girdi ve birçok Arap bilim, felsefe ve tıp eserini Latince’ye kazandırdı. Bu uyanış Avrupa’yı Orta Çağ’dan ayırdı yani karanlık çağı sona erdirdi. Avrupa bu uyanıştan aldığı hızla Rönesans’a ulaştı ve batı uygarlığı bunun üzerinde temellendi.
Bilim tarihçisi Fuat Sezgin günümüzdeki durumu; “İslam uygarlığı, uygarlık bayrağını taşıyacak ardılı kendisi geliştirmişti. Şimdi o uygarlığın bugünkü ve yarınki kuşakları bu ardılın başarısı önünde aşağılık ve yabancılık duygusuna düşmeden ondan hızla öğrenmek, ona ulaşmak gereksinimi ile karşı karşıya bulunuyor” sözleriyle özetlemektedir.
KAYNAKÇA:
- Adıvar A. Tarih boyunca ilim ve din (Bilim ve din). 5. bs., İst.: Remzi Kitabevi, 1994.
-
Atabek E, Görkey Ş. Başlangıcından Rönesans’a kadar tıp tarihi. İst.: İÜ Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Yay., 1998.
- Brown EG. İslam tıbbı / Arabian medecine. Çev.: Uzluk FN. Yayına hzl.: Kazancıgil A, Erkoç Ş. Tıp
Tarihi Araştırmaları 2006; 14: 66–120.
-
Mayerhof M. İslam medeniyeti tarihinde fen ve tıp. Çev.: Ömer Rıza. İst.: Asarı İlmiye Kütüphanesi
Neşriyatı, 1935.
- Nasr SA. İslam ve ilim. Çev.: Kutluer İ. İst.: İnsan Yay., 1989.
-
Sarı N. Bilim Doğu’ya göç ediyor: İslam dünyası. İst.: İÜ Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Deontoloji ve Tıp
Tarihi Anabilim Dalı ders teksiri.
-
Sayılı A. Ortaçağ bilim ve tefekküründe Türklerin yeri. 2. bs., Ankara: Atatürk Kültür Merkezi Başkanlığı Yay., 1997.
- Sezgin F. İslam kültür dünyasının bilimler tarihindeki yeri. Ankara: Türkiye Bilimler Akademisi, 2004.
- Ullmann M. Islamic medicine. Edinburgh: Edinburgh University Press, 1997.
- Yıldırım C. Bilim tarihi. İst.: Remzi Kitabevi, 1983.
Dostları ilə paylaş: |