Resim No 10: Meridyen üzerindeki noktaları gösteren akupunktur çizelgesi (MS 618-906)
Akupunktur ve Moksa
Bedenin enerji kanalları üzerindeki belirli noktaların bastırarak, iğneyle ya da ısıtılarak uyarılmasıyla yapılan tedaviler de bozulan enerji dengesini normale döndürme amacına yöneliktir.
Çin tıbbına göre, sağlıklı kişide tchi adı verilen hayat enerjisi bir takım kanallar (meridyenler) boyunca sürekli akmaktadır. Tüm bedeni saran, ancak anatomik yollar olmayan bu kanallar deri ile uzuvlar arasında ilişki kurmaktadır. Uzuvlarla alış veriş içinde olan on iki ana meridyen, on üç yan meridyen ve sekiz özel meridyen vardır. Bir kısmı aktif, bir kısmı da pasif olan bu meridyenler üzerinde 700 civarında nokta bulunur. Örneği, böbrek meridyeni üzerinde 29; akciğer meridyeni üzerinde 11 nokta vardır. Bütün kanalların buluştuğu yer olduğu ifade edilen kulakta tüm uzuvlarla ilgili 138 nokta bulunmaktadır. Hayat enerjisi tchi’nin miktarı azalır ve meridyenlerdeki dolaşımı bozulursa hastalık ortaya çıkar. Düzeni bozulan enerji ağını uyarmak ve akımı yoluna sokarak kanallar ile uzuvlar arasındaki uyumu yeniden sağlamak için meridyenlerin üzerindeki noktalar muayene edilir. Bir meridyendeki rahatsızlık, üzerindeki bir noktada sertliğin ya da hassasiyetin tespit edilmesiyle anlaşılır (günümüz araştırmalarında hastalıkta ilgili noktalarda cildin elektrik direncinin düşük olduğu ortaya konmuştur) ve o noktaya iğneler batırılır, yani akupunktur uygulanır. Akupunktur tabiri, bozulan yin-yang dengesini düzeltmek için cilt üzerinde belirli noktalara çeşitli uzunluktaki gümüş veya altın iğnelerin batırılması anlamına gelip, Lâtince acur punctura (iğne batırma) tabirinden alınmıştır. Asya’da yaygın olarak ve Amerika’da da kullanılan bu tedavi yöntemine Çin dilinde cincou denir. Derinin belirli noktalarına parmak ile bastırarak (akupres) veya bu noktaları pelin otu (Artemisia vulgara) ile yakarak (moksa) da uygulama yapılır. Günümüzde, düşük elektrik verilen iğneler ile ya da lazer ışınlarıyla da belirli noktalar uyarılarak hastalar tedavi edilmektedir.
Fizik Tedavi
Fizik tedavi tarihteki en eski tedavi yöntemlerindendir. Örneği, Mezopotamya’da hastalar soğuk veya sıcak su ve ilaçlı su ile yıkanarak tedavi edilirdi.
Eski Çin’de ise hidroterapi, beden hareketleri, masaj koruyucu ve tedavi edici olarak uygulanırdı.
Yunan döneminde Asklepion’larda şarap ile vücuda masaj, sıcak su ve çamur banyoları; ve beden terbiyesi (her gün koşma) yaptırılırdı. Hipokrat ve öğrencileri, hastanın tabiatının hastalıkla mücadelesine yardımcı olmak için, beden hareketine ve sıcak su ile yıkanmaya önem verirdi.
Fizik tedaviye en çok değer verenler Romalılardı. Hamamlar tedavi merkezleri olarak kabul edilirdi. Hekimler, hem sağlığın korunması, hem de tedavi için yıkanmayı önerirdi. Hamamda yıkananlar ayrıca beden hareketi de yapardı. Kutsal ruhların bulunduğuna inanılan kaplıcalar ve mineralli sular önde gelen ziyaret yerleriydi. Romalı hekim Asklepiades (M.Ö. 124-40) hamam, beden hareketi ve basit ilaçlar ile tedavi uyguladığından “soğuk su veren”, “şarap veren” gibi lakaplarla anılırdı.
İlaçla Tedavi
Telkin gücü yüksek olağanüstü tedavilere çok kere maddi tedaviler eşlik ederdi. Örneği, Mezopotamya’da mabetlerde ilâç da yapılırdı. Sümerce’de Balu/Bulu, Akkadça’da Asu adı verilen bilgili din adamları bitki, hayvan ve madenlerden elde edilen ilaçlarla hasta tedavi ederdi. 250 bitki (kenevir, adem otu, afyon, hardal, hurma, zeytin ve çöpleme en çok kullanılan bitkilerdi), 180 hayvan ve ürünleri (yılan, kaplumbağa, bal vs.), 120 maden (bakır, kükürt, tuz vs.) ilaç olarak kullanılırdı. Bitkiler gece ay ışığında ve ayın belirli günlerinde toplanırdı, çünkü tıbbi bitkileri ay tanrısı Sin’in yetiştirdiğine inanılırdı. İlaçlar hap, şurup, lapa, fitil, tütsü, merhem gibi çeşitli şekillerde hazırlanırdı. İlaç terkiplerinin hazırlanışı ve kullanılışı sır olarak saklandığından ölçüler verilmezdi.
İlk çağda Mısır ilâç ham maddesi ihraç eden ülkelerdendi. İlâçların yanı sıra, kokuları ve zehirleri ile de ünlüydü. Papirüslerdeki yüzlerce ilaç tarifi ilâçla tedavinin tercih edilen tedavi yöntemi olduğunu gösterir. Papirüslerde yazılı ilâç reçetelerinde hurma, incir gibi meyveler; afyon, baldıran, soğan, ada soğanı, sarımsak, anason, pelin otu, ardıç, akasya, reçine gibi bitki drogları; tuz, bakır tuzları, göztaşı, güherçile gibi maden drogları; ve hayvan ürünleri yer alır. Bazı ilaç terkiplerinin hazırlanışı ve ölçüleri de açıklanır. İlaçlar şarap ve süt gibi içeceklere karıştırılarak, ya da hamur içinde toz olarak verilirdi. Merhem, yakı, enfiye, gargara, fitil vs. şeklinde ilâç tarifleri de vardır. Ebers papirüsünde bulunan ilaç terkiplerinin bir kısmı oldukça ilgi çekicidir; örneği, yarım baş ağrısında zeytinyağında pişirilmiş yılan başının hasta başına konması; gözde beyaz lekeler olduğunda kaplumbağa safrasının göz kapaklarına sürülmesi; gece körlüğünde kızartılmış sığır karaciğeri yenmesi tavsiye edilir. Bazı Mısır drogları ise binlerce yıldır kullanılagelmiştir. Örneği; yanıklarda tannik asit, kesiklerde tuz ve küflü ekmek; mide-bağırsak gazlarında anason; kabızlıkta Hint yağı; deri tahriş olduğunda sarımsak; idrar söktürmek için ardıç kullanılırdı. Ramesseum papirüslerinden birinde gebeliği önleyici reçeteler verilir. Mısır’ın ilâç bilgisi Dioskorides’in Materia Medica’sı aracılığı ile İslâm ve Avrupa dönemi tıbbına taşınmıştır. Bugün de kullandığımız farmakoloji kelimesi Yunan diline pharmacon (eczacılık) olarak Mısır dilindeki pha-r-maki kelimesinden geçmiştir.
Hititlilerin kullandığı bitki kaynaklı drogların (wassi) birçoğu Anadolu bitkilerinden elde edilirdi. Haşhaş, adem otu, banotu, safran, meyan kökü, mazı, zeytin, mersin gibi droglar ağızdan ilaç ya da merhem olarak haricen kullanılmak üzere hazırlanır; “biraz, yarım, fazla” miktarda kullanılacak şeklinde ölçüler verilirdi. İlâçlar, bitkilerde var olduğuna inanılan sihir güçleri göz önünde bulundurularak gece ya da gündüz alınırdı. Hasta olan organın tedavisi için bir hayvanın aynı organının yenmesi (organoterapi); bitkilerle karıştırılmış köpek pisliğinin hastanın bedenine sürülmesi gibi ilgi çekici reçeteler verilirdi. İlaçların bir kısmı büyü olarak yapılsa da bazılarının etkili olabileceği bugün tartışılmaktadır.
Bitkilerin tıbbi etkilerini tatlarına göre belirleyen Çinli hekimler tedavide beş tadın etkisini göz önünde bulundururdu. Örneği, buruk tadın akciğeri, acının kalbi, ekşinin karaciğeri, tuzlunun böbreği, tatlının dalağı etkilediği düşünülürdü. Afyon uyuşturucu (anestezik) ve cinsi arzuyu artırıcı (afrodizyak); ginseng güçlendirici (tonik); efedrin nefes açıcı olarak kullanılırdı. Yakılar ve müshillerle de tedavi yapılırdı.
Kutsal Hint kitaplarından Atharva-veda’da ilâç terkipleri de verilir. Ünlü hekim Çaraka’nın (1-2. yy) eseri bitki, hayvan ve maden kaynaklı altı yüzün üstünde drogun kullanıldığı pek çok ilaç reçetesi içerir. Ünlü Hint hekimlerinden Susruta (IV-V. yy.) ise kitabında yedi yüz atmışı bitki kökenli birçok ilaç terkibi verir. Örneği, afyon, esrar, sinameki, güzel avrat otu, köpek üzümü vs. Kitapta, sodyum karbonat, cıva, antimon, gümüş, boraks gibi madeni ilaçlar da yer alır. Hint tıbbı, tıp dili ve ilaç reçeteleri baharat yoluyla Hindistan’dan getirilen droglar ile Yunan ve İslam hekimlerine ulaşmıştır. Örneği, Rauwalfia serpentina’yı Batıya Hintli hekimler tanıtmıştı.
Eski Yunanistan’da bazı kadınlar birçok tıbbi bitkiyi tanır ve toplardı. Örneği aybaşını düzenlemek için zambak, şakayık kökü, hasır çiçeği, nar, söğüt ağacı kullanılırdı. İskenderiyeli Theophrastos (M.Ö. 370-286) ise farmakolojinin kurucusu kabul edilmektedir.
Geniş topraklara yayılan Roma İmparatorluğu’nda drog ticaretinin önemli bir yeri vardı. İlaç satanlar (pharmacopolae), aktarlar (aromatopoles), merhemciler (unguentarii) ve kökçüler (rhizotomoi) diye tanınan çeşitli esnaf grupları bulunurdu. Bu dönemde tıbbi maddeleri (materia medica) kaydeden ve sınıflayan birçok eser yazıldı. Muhtemelen askeri hekim olan Adanalı Dioskorides’in (M.S. 1 yy – 41-68 ) eseri (Perihyles İatrikes) bunların en ünlüsüdür. Bu kitap Latin dünyasında Materia Medica, İslam dünyasında ise Kitabü’l Haşayiş olarak tanınacak ve Avrupa ile İslam dünyasında bin beş yüz yıldan fazla bir süre alanının başlıca kaynak eseri olarak kullanılacak, kendinden sonraki kitaplara temel teşkil edecektir. Dioskorides’in beş bölümlük kitabında Anadolu, Suriye ve Kuzey Afrika’yı dolaşırken inceleme olanağı bulduğu tıbbi bitki türleri de yer alır. Resimli olan bu eserde bitkilerin yöre adları, tanımları, yetiştikleri coğrafi bölgeler; kök, yaprak, tohum ve reçine gibi kısımlarından hangilerinin kullanıldığı, hangi şartlarda saklanmaları gerektiği, ilaç olarak hazırlanışları, etkileri, hangi hastalıklara iyi geldiği ve yan etkilerini gideren droglar bildirilir. Eserde, önemli sayıda hayvani ve madeni droglar da kayıtlıdır.
Cerrahi Tedavi
Cerrahlık çoğu kere küçük müdahaleler ve kırık-çıkık tedavileriyle sınırlıydı. Örneği, Mezopotamya’da, damardan kan alma ve göz ameliyatları gibi küçük cerrahlık ameliyeleri yapılırdı.
Eski Mısır metinlerinde hiyeroglif yazısı ile bıçak (bisturi) ve havan şekilleriyle temsil edilen Sinu’lar hastaları bitki, hayvan ve madenlerden elde ettikleri ilaçların yanı sıra cerrahiyle de tedavi ederdi. Eski Mısır tanrıçası Sekhmet adına inşa edilen tapınaklarda din adamları da küçük cerrahi ameliyatlar yapardı. Edwin Smith papirüsü (M.Ö. 1600) Mısır cerrahisi hakkında önemli bilgiler verir. Yaralanmalar baştan aşağı sıralanır; kafa, çene, burun, boyun, köprücük kemiği, omuz, göğüs, kol yaraları, kırık-çıkıklar ve urlardan söz edilir. Smith papirüsünde tavsiye edilen bazı kırık-çıkık tedavileri Hipokrat, Galen, İbn Sina gibi birçok ünlü hekimin kitaplarında aynısıyla yer almaktadır. Hearts papirüsünde (M.Ö. 1500) ise yavaş yavaş kuruyarak sertleşen un ve bal karışımına bulanmış sargı beziyle kırıkların sabitleştirilmesi anlatılır. Bu yöntem Yunan ve İslam tıbbında da kullanılmıştır. Mısırlıların çene çıkığı tedavisi günümüzdekine benzer. Bir tapınaktaki (Kom Ombo) taş üzerine kabartma dolap/çanta içinde tasvir edilen cerrahi aletler (bıçaklar /bisturi ve lancet, makas, testere, dağlama demiri, çengel) Mısırlıların cerrahiye değer verdiğini gösterir.
Hitit tabletlerinde cerrahi uygulamaya ait bilgiye rastlanmadığı kaydedilir.
Eski Hint hekimlerinin anatomi bilgisi az olmakla birlikte, cerrahlıkları hayranlık uyandıracak seviyedeydi. Cerrahi asil bir sanat sayılırdı ve cerrahların toplumda saygın bir yeri vardı. Bu bakımdan Hint uygarlığı, cerrahlığı adi bir iş sayan pek çok uygarlıktan üstündür. Çaraka-samhita adlı kitapta üç yüz ameliyatın ve cerrahi girişimlerde kullanılan yüz yirminin üstünde değişik cerrahi aletin tanımlandığı bildirilmektedir. Susruta- samhita’da da cerrahi aletlerin tarifleri bulunur. Cerrahide, çoğu çelikten yapılı bıçak, makas, testere gibi kesiciler; iğne, trokar gibi deliciler; forseps gibi tutucular; kanca, spekulum gibi doku ayırıcıları; sonda, tüp gibi borular kullanılırdı. Anestezi amacıyla hastayı uyuşturmak için alkolden yararlanılırdı. Apse boşaltma, yabancı cismi çıkarma, yara dikme, kulak yırtığı tedavisi, urların çıkarılması, katarakt ameliyatı, karında toplanan suyun boşaltılması, damarı bağlayarak kanamayı durdurma, bademciklerin alınması, mesane taşının çıkarılması, fıtık ameliyatı, kırıkların bambu kamışları ile sabitleştirilmesi gibi bir çok cerrahi girişim yapılırdı. Ama en ilgi çekicisi, burnu kesilen zina suçlularına yapılan plastik burun ameliyatlarıydı (rinoplasti). Yeni bir burun yapmak için alından ya da yanaktan alınan deri parçası ve iki kamış kullanılırdı.
Eski Yunan tıbbına ait en eski bilgileri bulduğumuz Homeros’un İliada ve Odysseia’sında yüz elli civarında anatomi ile ilgili kelime bulunur ve ok, mızrak ve kılıç gibi savaş aletleri ile yaralanmaların tedavileri verilir. Savaşlarda yaralanan gençlerin birbirini tedavi ettikleri anlaşılmaktadır. Vazo türü sanat eserlerini süsleyen Akhilleus’un tendon tedavisi buna örnektir (Aşil tendonu terimi bu dönemden kalmadır). Cerrahlar Machaon’a tapardı. Eski Yunan kültüründe hekimin cerraha üstünlüğü mitolojide de ifade bulmuştu. Asklepios oğullarından birine diğerlerinden daha asil hediyeler bahşetmiş; Machaon’a okları çıkarmak, bıçakla ameliyat etmek, yara ve bereleri tedavi için istidatlı eller vermiş, ama Podalir’e görünmeyeni keşfetmek ve iyileşmeyeni iyileştirmek için bütün hileleri öğretmişti.
Romalı hekim Celsus, kafatası yaralanmalarında kemik parçasının çıkarılmasını, katarakt ameliyatını, cerrahi müdahalelerde dikiş için iplik ve yaranın temizlenmesinde sirkenin kullanılmasını tarif etti. Efes’li Soranus (98-138) yalnız Roma döneminin değil, tüm eski çağın en büyük kadın hastalıkları ve doğum hekimiydi; ve spekulum ve doğum sandalyesi gibi yardımcı araçlar geliştirmişti. Zor doğumlarla ilgili görüşlerinden ve çocuğun ters gelişini düzeltme yöntemlerinden sonraki hekimler çok yararlandı. Gynaecia adlı eseri 16’ıncı yüz yıla kadar pek çok dile çevrildi ve basıldı. Celsus ve Soranus gibi, Bergamalı Oribasius (M.S. IV yy); eski çağda göz hastalıklarına dair en güzel bilgileri veren Diyarbakırlı Aetius (M.S. VI yy.) ve Aeginatalı Paulus (M.S. VII yy) cerrahiye önemli katkılarda bulundular ve kitapları Ortaçağ cerrahisini yoğun biçimde etkiledi.
TEDAVİ EDENLER
İlk çağda hekimlik yapanlardan günümüzdeki gibi düzenli ve resmi tıp eğitimi görme koşulu genellikle aranmazdı. Hekimlik yapanlar çoğu kere tıp dışında başka bilgiler ve beceriler de edinirdi. Örneği, Mezopotamya’da okuryazar olan din adamları tıbbın yanı sıra yıldız bilgisine de sahipti; büyü yapar ve kehanette bulunurlardı. Asu adı verilen rahip hekimler krala, ailesine, saray memurlarına hizmet eder, fakirlere parasız bakardı. Tabletlerden anlaşıldığına göre hekimler arasında bir hiyerarşi vardı. Örneği, hekimbaşı, hekimleri teftiş eden hekim, şef hekim, uzman olmayan hekim ve kadın hekimden söz edilir. Saray hekimliğine tayin edilen Asur dönemi hekimleri göreve yemin ederek başlardı.
Yazar sınıfına dâhil eski Mısır’ın hekimleri de genellikle din adamı konumunda olup çok saygı görür, hatta bir takım vergilerden muaf tutulurdu. Mabetlere bağlı rahip hekimlerin tanrıların sırrını ve kötü ruhları uzaklaştırmaya yarayan sihirli formülü de bildiğine inanılır ve vahim durumdaki hastalara çağrılırlardı. Mabetlerde çalışan hekimlere mabet bütçesinden ödenirdi. Hiyerarşik bir düzende çalışan saray hekimlerinin başı ve müfettişi vardı. Yüksek devlet memurlarının ve büyük iş yerlerinin de özel hekimleri bulunurdu. Krala ve soylulara bağlı olanlar geçimini onlardan sağlardı. Efsuncular da tedavi ile uğraşırdı. Büyü ve tılsımlarla insanları korumaya çalışan efsuncular hastaları ayinlerle tedavi ederdi. Efsuncunun ölüleri diriltebildiğine, toprağı yarabildiğine, suları ayırabildiğine, güneşi durdurabildiğine inanılırdı. Halk arasında çalışan hekimler ise kozmetik, saç boyası, haşarat öldüren ilaçların satışıyla kıt gelirlerini takviye ederdi. Halk hekimleri daha çok önemsiz hastalıklara çağrılırdı. Hekime ödeme takas şeklinde olduğundan hekimin emeği hediye ile karşılanırdı. Hekimler aşağı ve yukarı Mısır’ın en büyük hekimi olan başhekimin emri altındaydı. En üst hekimler saraya bağlıydı. En altta özel isimleri olmayan hekimler bulunurdu. Hekimlikte uzmanlaşmaya ait en eski bilgiler ilk çağda Mısır’a kadar uzanır. Özellikle Eski Krallık döneminde (M.Ö. 2686-2160) çoğu hekim tek bir hastalığı tedavide ustalaşmıştı. Saray hekimlerinin çoğu uzman sayılırdı; örneği, göz, diş, baş, bağırsak, anüs hastalıkları hekimi; dahili sıvıların uzmanı vardı. Tarihte adı bilinen ilk hekimlerden Sekhetenanch burun hastalıklarının hekimiydi. Bütün uzmanlar mertebelendirilirdi. Adı “barışla gelen” anlamını taşıyan ve M.Ö. 2800/2900 yıllarında yaşamış olan İmhotep’in durumu farklıydı. Onun, sarayın baş mimarı, başrahibi - dolayısıyla başhekimi, müneccimi ve veziri olduğunu Eski Krallık dönemi kaynaklarından öğreniyoruz. Hayattayken bu kadar başarılı olan bir insanın öbür dünyada ruhuyla insanlara yardım edeceğine inanan Mısırlılar İmhotep’e dua etmeye başlamış; heykellerini yapıp, bu heykellerin şifa verici kuvveti olduğuna inanmışlardı. Mısırlılar zamanla İmhotep’i tanrılara yakın bir seviyeye çıkardı. M.Ö. 7 ve 4’üncü yüzyıllar arasında ise İmhotep artık Mısır’ın sağlık tanrısı olmuştu. İmhotep adına yaptırılan mabetlere gelen hastalar dua eder, burada uykuya dalar ve rüyalarında şifa bulacakları reçetelerin kendilerine bildirileceğine inanırlardı.
Resim No 11: İmhotep (MÖ 2600)
Mısır, Mezopotamya ve Anadolu’daki saraylar birbirine hekimlerini ve müneccimlerini gönderirdi (M.Ö. 1350). Homeros (M.Ö. 9 yy.), Mısırlı hekimlerin çevre krallıkların saraylarına davet edildiklerini; hastalanan önemli şahsiyetlerin tedavi olmak için Mısır’a gittiklerini kaydediyor. Tıp bilgilerini Mezopotamya uygarlığından devralan Hititlilerin Asu adını verdikleri din adamı kâtipler hekimlik ve büyücülük de yapardı. Hitit yasalarına göre hastanın yarasını tedavi eden hekime altı gümüş şekel verilirdi. Hekimler bir hiyerarşi içinde teşkilâtlanmış ve adlandırılmıştı; örneği, hekimlerin yöneticisi, en yüce hekim, hekimbaşı, küçük/yardımcı hekim gibi görev tanımlayıcı adlarla sınıflanmışlardı. Tabletlerde sözü edilen hekimlerin birçoğu Mısır ve Babil gibi diğer ülkelerden gelmişti. Adı bilinen tarihin ilk hekimlerinden Urlugaledina’yı silindir mühründen öğreniyoruz. Hititli hekim ve devlet adamı Mitannamuwa’nın; ve kadın hekimler Makiya, Mammitum-um-mi, Hurili Azzari’nin varlığını kil tabletlerden biliyoruz.
Çin’de tedavi ile uğraşan çeşitli sınıflar vardı. Saray hekimlerine Shih-shang-shih (Chou sülalesi devri M.Ö. 1122-221) denirdi. Doğu Han sülalesi devrinde (25-220) ülkenin sağlık işlerinden sorumlu olan saray görevlisi (en yüksek hekimler) Yi Tai Ling (M.Ö. 206-220) unvanıyla; ilaçlarla ilgilenen görevli ise Yao Cheng unvanı ile anılırdı.
Başhekim drogları toplar ve diğer hekimleri denetler, imtihan eder, atamaları yapardı. Her ay hekime ödeme yaparak bir bakıma kendini sigortalayan sağlıklı kişiler hasta olduklarında tedavi ücreti ödemezdi.
Yiyecek ve içeceklerle tedavi edenler (diyetisyenler) ayrı bir sınıftı. Basit hastalıklara bakanlar (soğuk algınlığı, baş ağrısı vb), yara tedavisi yapanlar (cerrahlar) ve hayvan hekimleri (veterinerler) vardı. Simyagerler ise hayat iksirini aradılar. Bugün de, şifalı bitkilerle tedavi yapan çıplak ayaklı hekimler, masajla tedavi eden kör masörler ve akupunktur ile tedavi yapanlar geleneğe dayalı tedavi yöntemlerini sürdürmektedir.
Eski Hint uygarlığında tedavi ile de uğraşan Brahman din adamları ve bilginleri evrenin gücü ve ruhu olan Brahma’nın temsilcisi sayılırdı. Her sınıfın (kastın) ayrı hekimi vardı. Buda’nın her on köye bir hekim atayarak halka sağlık hizmeti götürdüğü kaydedilir. Bu hizmetin, tarihte sağlık hizmetlerinin ilk sosyalizasyonu olduğu ileri sürülmektedir.
Eski Yunan uygarlığında Asklepiad’lar Asklepios’un müritleri olarak Asklepion adı verilen tapınaklarda çalışırdı. Hekimlik bilgileri babadan oğla geçer, ya da belirli özelliklere sahip kişilere öğretilirdi. Bir meslek loncası olarak yürütülen hekimlik mesleğine aile dışından kabul edilen hekim adayı aileye bağlılığı üzerine yemin ederdi. İyileşen hastalar Asklepios’a sundukları şükran levhalarının yanı sıra, kurbanlar, yiyecekler, değerli tabaklar ve para bağışlardı. Rahip hekimlerin bazen hastaları çok fazla bağışa zorladıkları da kaydedilir. Tıbbi görüşlerini akıl yürütme yoluyla açıklayan felsefeciler mabetlerdeki mistik hekimlikten farklı bir tıp sanatı ortaya koydular. Gözleme ve mantığa dayanan bu hekimlik, kendisi de bir Asklepiad olan Hipokrat’ın öncülüğünde en üst seviyesine ulaştı. Hipokrat okulunda hekim artık rahip değil, bir filozoftur. Hipokrat okuluna bağlı hekim hastayı gözler; hasta şikayetlerini ve hastalık belirtilerini sınıflandırır; hastalığın seyrini izler; devrin bilgisine uyan tıbbi uygulamalarda bulunur; mesleğinin ahlak kurallarına bağlıdır. Hipokrat okuluna bağlı hekim kendini tabiatın yardımcısı olarak görür; o tabiatın hâkimi değildir.
Eski Yunan uygarlığında filozof ve şairlerle denk tutulan hekimler olmakla birlikte, Yunan hekimi genelde esnaf sınıfına dâhildi ve mesleğini para karşılığında uygulardı. Genç bir hekim adayı usta bir hekime bağlanıp, usta-çırak yolu ile tıp eğitimi alırdı. Usta-çırak yoluyla eğitilen ve “periodeutai” adı verilen gezgin halk hekimleri bir esnaf gibi dolaşıp seyahat ederek sanat icra ederdi. Mesleğini eline alınca hasta aramak üzere şehirden şehre dolaşan hekim hizmetini açık pazar yerinde sunardı. Halkın dikkatini çekmek amacıyla hekim şehrin meydanında hatiplik yapar, şarkı söyler, şiir okurdu. Bu tür hekimlik serbest bir gösteri gibiydi; halkı etkilemek amacıyla hekim hastayı kazanmaya çalışırdı. Gezgin hekimler kapı kapı dolaşarak da yardıma ihtiyacı olan herhangi bir hastanın olup olmadığını sorup öğrenirdi. Hizmetine yeteri kadar talep olan hekim “iatreion” adı verilen bir hekim evi açar ve yeterince iş olduğu sürece orada kalırdı. Sürekli muayenehanesi olan hekimler azdı. Hekim ve hasta arasındaki ilişkilerde gizlilik pek aranmazdı, çünkü hekimin dükkanı olan iatreion, diğer esnaf dükkanları gibi, herkese açıktı ve sağlıkla ilgili sorunlar çarşıda herkesin ortasında tartışılırdı. Eski Yunanistan’da büyük şehirlerde görevli hekimlerin dışında fazla sayıda hekim yoktu; küçük yerleşim yerlerinde sağlık bakımı ancak tesadüfen oraya gelen gezgin hekimler tarafından karşılanabilirdi. Belediyede ve devlet hizmetinde çalışan hekimler de vardı. Kasabalarda kurulan dispanserlerde görevlendirilenler yetenekli hekimler arasından meclis tarafından seçilir; ücretleri halktan toplanan özel bir vergiden karşılanırdı. Nebatatçılar ise tıbbi bitkileri toplayıp, ilaç yapardı. Jimnazyumlardaki yarışlar sırasında hekimler görev yapardı. Spor hekimleri diyet konusunda tecrübeliydi.
Romalılar tıbbın pratikteki yararına önem vermekle birlikte, hekimlik mesleğine değer vermediğinden, asil bir Romalı için hekimlik uygun bir meslek sayılmazdı. Ailenin reisi (pater familial/familias) hastadan sorumluydu, yani herkes kendinin hekimiydi. Vesalius, bu Romalı tavrına özenen doktorların hastaların pis işlerini kölelerine, beslenmelerini hasta bakıcılara, ilaç hazırlamayı yamaklarına, cerrahi müdahaleleri berberlere bırakıp nezaret etmekle yetindiklerini ve böylece mesleğin yozlaşmasına sebep olunduğunu; ancak hekimliğin para ve şerefinden vazgeçmediklerini yüz yıllar sonra açıklamıştı. Roma’da hekimlik yapabilmek için düzenli bir tıp eğitimi gerekmiyordu. Romanın ilk hekimleri pek az tıp bilgisi olan kölelerdi. Daha sonra Yunan hekimleri Roma’ya göç ettiler. Önceleri kimlerin hekimlik yapabileceğini belirleyen kurallar yoktu ve çalışma ruhsatı aranmazdı. Herhangi birisi kendi kendine hekimlik öğrenebilirdi. Hekimlik bilgisi edinmek isteyen zengin kişiler Bergama, İzmir, Efes ve İskenderiye’deki kütüphanelere ve buralardaki tıp merkezlerine giderek usta hekimlerin yanında bilgilerini geliştirirdi. Romalı hekimler ilgiyi kendi üzerlerine çekmek için münazaralara girer, sanatkârane tezler ileri sürerlerdi. Efes’te hekimler arasında düzenlenen yarışta başarılı olanlar iyi mevkilere getirilirdi. Sarayın ve zengin ailelerin hekimleri çok iyi kazanırdı. Ayrıca, fakir hastaların bakımı için şehir meclislerinin tayin ettiği hekimler de dolgun maaş alırdı. Bir kısım hekimin özel muayenehanesi (tabernae medicae) vardı. Yunan uygarlığındaki gibi Roma’da da gezgin hekimler (circuitores) şehirleri, kasaba ve köyleri dolaşır, pazar yerlerinde hasta tedavi ederdi. Roma’da filozof ve bilgin hekimlere pek rastlanmazdı. M.S.1- 2 yüzyılda doktorlar vergiden ve askeri hizmetten muaf tutuldu. Kendini doktor ilân etmek o kadar câzip hale gelmişti ki, nihayet Antonius Pius (131-161) hekimlere tanınan ayrıcalıkları sınırladı; ve S. Alexander (225-235) tıp eğitimini, çalışma ruhsatını ve denetimini düzenleyen etraflı yasalar getirdi.
SAĞLIK KURUMLARI
Mabetlerde, saray ve evlerde, dükkân şeklindeki muayenehanelerde ve pazarda hastaların bakılıp tedavi edilmeleri dışında amacı sadece hasta tedavisi olan ilk sağlık müessesesinin ne zaman kurulduğu konusu tartışmalıdır. Mısır’da M.Ö. 2000 yıllarında doğum evleri olduğu kaydedilir. Eski Hint uygarlığında Buda’nın hasta ve sakatlar için hastaneler açtığı; M.Ö. 226 yılında on yedi hastane olduğu; buralarda hastaların temiz tutulduğu; ilaç, taze meyve-sebze ve bakım verildiği; masaj yapıldığı anlatılmaktadır. Hintli kadınların doğum yapıp barınabileceği kurumlar da vardı.
Eski Yunan uygarlığında Asklepios adına yapılan ve Asklepion adı verilen tapınaklardan bir kısmında hasta tedavi edilirdi. Bunlardan Mora yarımadası (Epidauros), Datça (Knidos), İstanköy (Khos) ve Bergama’dakiler en ünlülerindendi. Buralarda Asklepiad adı verilen rahip-hekimler ağır olmayan hastaları telkin yoluyla ve ilaçla tedavi ederdi. Asklepion’larda uykuya dalma odaları (abaton), hamamlar, tiyatro ve kütüphane vardı. Hastalar böylece meşguliyetle de tedavi edilirdi.
Romalılar ise, ordunun gereksinimi dolayısıyla ordu hekimliğine önem verirdi. Askeri sağlık birlikleri vardı ve savaş alanında ilk yardımı asistan hekimler yapardı. Romalıların tıbba en önemli katkısı sağlık kurumlarıydı. Roma ordusunun yaralı ve hasta askerleri için yol kavşaklarındaki ordu menzillerinde geniş avlulu büyük hastaneler (valetidinaria) açıldı. Buralarda doktorlar (medici), cerrahlar (medicus chirurgus), klinikçiler (medicus clinicus) ve zehirli yılan ve akrep sokmalarına panzehir hazırlayanlar (marsus) görev yapardı. Zamanla askeri hastanelerde civar halk da tedavi edilmeye başlandı. Siviller için ilk hastane 4. yüzyılda Fabiola adında bir kadın tarafından Roma’da kuruldu. Roma’nın son döneminde, iş gücünden yararlanılan köleler için de sağlık kurumları oluşturulmuştu.
HEKİMİN SORUMLULUĞU
Denetleyici Kurallar - Yasaklar- Yasalar
Tarih boyunca tıp mesleği hekime güç sağlamıştır. Zehirli maddeleri, fizik ve biyoloji etkenlerini tanıyan hekim, bunları serbestçe kullanabilmiştir. Hastası tarafından açıklanan sırlar da hekime hastası üzerinde ayrı bir güç sağlar. Bu yetkinin kötüye kullanılması durumunda tehdit edici olabilmesine karşı toplumu korumak üzere ilk çağdan bu güne hekimin davranışlarını düzenleyen bazı kurallar getirilmiştir. M.Ö. 2700 yıllarında Mezopotamya’da haksız kazanç sağlayan din adamlarının ve kusurlu hekimlerin cezalandırıldığını tabletlerden öğreniyoruz. Yazılı kuralların ilkini, taş bir anıta kazılı Hammurabi yasalarında buluyoruz. Babil kralı Hammurabi (M.Ö. 1958-1916) halkın törelerini ve yasalarını derleyip, bazı yenilikler de getirerek tarihin ilk yazılı kanunlarını oluşturdu. Taş anıtın en üstünde yer alan Hammurabi tahta oturmuş, adalet ve güneş tanrısı Şamas’a dua ederken gösterilmiştir. Anıt, halkın görmesi ve haklarının teminat altında olduğunu bilmesi için Babil’in koruyucusu baş tanrı Marduk’un tapınağına dikilmişti. Çivi yazısı ve Akad dili ile yazılı taş anıt yirminci yüzyılın başında Louvre Müzesine götürüldü.
Hammurabi kanunlarında tıp uygulamalarına ait özel maddelerin de bulunması o devirde hekimlik mesleğinin kurumlaştığını; cerrahi ameliyatların yapıldığını ve hekimlerin bir takım kurallarla yükümlü olduğunu gösteriyor. Ancak bu yasa hekimin (Asu) sadece cerrahi faaliyetleriyle ilgilidir. Mabetlerde din adamlarının hastaları için ettiği duaların etkisini, uyguladığı ilaç tedavilerinin sonucunu tespit etmek güçtü; ama açıkça görülen ve sonuçları çabuk ortaya çıkan cerrahi girişimler kolayca değerlendirilebilinirdi. Bu kurallar eski Mezopotamya hekimliğinde sınıf ayırımı yapıldığını da gösteriyor. Başarılı bir cerrahi girişim karşılığında hekimin alacağı ücret ameliyatın türüne ve hastanın toplumdaki sınıfına bağlıydı. Örneği, “Bir hekim asil tabakadan ağır bir yaralıyı bronz bıçağı ile ameliyat edip hayatını kurtarırsa ya da hastanın alnını ya da şakağını bronz bıçağı ile açıp iyileştirirse on şekel gümüş alacaktır. Bu ameliyat orta tabakadan birine yapıldıysa beş şekel, köleye yapılmışsa iki şekel gümüş alacaktır.” Hekim girişimin sonucundan sorumluydu ve başarısız bir ameliyat sonucunda cezalandırılırdı. Cezalar kısasa kısas anlayışına dayanırdı. Örneği, “Bir hekim asil tabakadan birini tedavi ederken ölümüne sebep olursa, ya da göz bölgesini bıçağı ile açıp tedavi ederken gözünü kör ederse, hekimin elleri bileklerinden kesilecektir. Bu ameliyat bir köleye yapılırken köle ölürse, hekim köle sahibine yeni bir köle verecek; gözü kör olmuşsa kölenin yarı değeri kadar gümüş şekeli sahibine ödeyecektir.”
Eski Mısır’da hekim tıp metinlerinde yer alan bilgi ve usullere göre tedavi yapar ve hasta ölürse sorumlu tutulmaz; hekim kendi bildiğine göre tedavi eder ve hasta ölürse ölümle dahi cezalandırılabilirdi. Bu uygulama bir yandan tıbbın gelişmesini engellese de, hastaların tecrübe tahtası yapılmasına mani bir uygulamaydı.
Eski Çin’de üst tabakadan hasta birinin tedavisini yapan hekim bu hastanın ölmesi halinde ölüm ile cezalandırılabilirdi.
Eski Hint uygarlığında Manu ve Zoroastre kanunlarında (M.Ö. 200- M.S. 200) hekimlerle ilgili maddeler de yer alır ve ilk defa hekimin “kusurlu davranışının” cezai sorumluluğu söz konusu edilir. Hekimlerden oluşan bir kurul hastanın gördüğü zarardan hekiminin sorumlu olup olmadığına karar verirdi. Mesleğini kötüye kullandığına ya da dikkatsizliğine hükmedilen hekime ilk keresinde para cezası verilir; fakat kusurlu davranışıyla hastalara zarar vermeye devam ederse parçalanarak öldürülürdü.
Hekim Andı
Hipokrat andının öncüsü olan Mısırlı hekimin yemini “doğru olmak, sır tutmak, minnettarlık gibi” gibi erdemlerin vurgulandığı bir takım ahlak kuralları üzerine edilir:
“ Bu okulun hocalarıyla sevgili arkadaşlarımın karşısında ve İmhotep’in tasviri önünde, yüce varlık adına söz verir ve ant içerim ki, tıp uygulamam sırasında onur ve dürüstlük ilkelerine bağlı kalacağım. Yoksullara karşılıksız bakacağım ve hiçbir zaman verdiğim hizmetin üstünde bir ödeme isteğinde bulunmayacağım. Evlere alındığım zaman gözlerim orada olup bitenleri görmeyecektir. Bana aktarılan sırları saklayacağım gibi törelere zarar verecek ya da suça yardımcı olacak bir biçimde de davranmayacağım. Hocalarıma saygılı ve minnet borçlu olarak onların çocuklarına babalarından öğrendiğim bilgiyi aktaracağım. Verdiğim sözleri yerine getirirsem insanlar benden saygılarını esirgemesinler. Sözümde durmazsam utanç ve aşağılanmaya uğrayayım. “
Hintli hekim de meslek kurallarına uyacağına tanrılar huzurunda yemin ederdi. Bu yeminde, “sır saklamak” gibi yaygın ahlâk kurallarının ve erdemli eylemlerin yanı sıra “et yememek” gibi Hint toplumuna özgü inanç kurallarını da buluyoruz. Öğrenci, “öyle olsun” diyerek aşağıdaki sözleri tasdik ederdi:
“ İffetli ve kanaatkâr olmalısın. Doğruyu söyle. Et yeme. Bütün canlıların iyiliği için çalış. Yaptığın işte hayatını bile kaybedecek olsan, kendini hastayı tedaviye ada. Hastaya düşünceyle dahi hiç zarar verme. Başkasının karısına ya da malına mülküne göz koyma. Sade giyin ve sarhoşluk veren içkileri kullanma. Açık, yumuşak, doğru ve edepli konuş. Zaman ve mekânı dikkate al. Daima bilgini arttırma yollarını ara. Yanlarında erkeklerini bulundurmayan kadınları tedavi etme. Hiçbir kadından kocasının rızası olmadan hediye alma. Hekim, kendini ev sahiplerine tanıtacak bir şahısla beraber eve girmelidir. Kılık kıyafet, hal ve davranış ile ilgili her türlü örf ve adaba riayet etmelidir. Hastasının yanına vardıktan sonra hastanın hastalığı ile ilgili olmayan hiçbir söz veya düşünce hekimi meşgul etmemelidir. Hastanın ev hali dışarı aksetmemeli, hekim hasta evinde olup bitenlerden gelişi güzel söz etmemelidir. Duyulması hasta veya yakınları için mahzurlu ise ölüm ihtimalinden bahsetmemelidir. Bunları insanın ve tanrıların şahadetiyle tasdik ve taahhüt edebilirsin. Andını tuttuğun sürece tanrılar yardımcın olsun. Andı bozduğun an huzurlarında bulunduğumuz tanrıların bütün kutlu varlıkların hışmına uğrayasın. “
Eski Yunan uygarlığında hekimlik babadan oğla geçen ve Asklepiadlara ait bir aile sanatıydı. Asklepios’a bağlı hekim ailelerinin itibarını korumak amacıyla aileye alınan yabancı hekim adaylarına, “Asklepios ailesine yaraşır bir hayat süreceklerine dair” yemin ettirilirdi. Bu ant Hipokrat Andı olarak bilinmektedir. Tarihin en ünlü hekimi Hipokrat hakkında bilinenler çok azdır. Bir Asklepiad ailesinden olan Hipokrat’ın (460-370) İstanköy (Khos) adasında doğduğu ve buradaki Asklepion’da eğitim aldığı sanılmaktadır. Şehirden şehre dolaşıp gezgin hekim olarak mesleğini sürdürmüştür. Bazı kaynaklara göre Hipokrat ücretle ders veren bir tıp hocasıydı. M.Ö. III. yüzyılda İskenderiye’de Hipokrat Külliyatı (Corpus Hippocraticum) adı altında derlenmiş olan altmış kadar tıp metni değişik okullara bağlı farklı yazarların, muhtemelen öğrencilerinin çalışmalarıdır. Hipokrat’ın kendisine ait olduğu tahmin edilen en önemli eserlerinden bir kısmı şunlardır: Havalar, Sular ve Yöreler (Peri Aeron, Hydaton, Topon); Özlü Sözler (Aphorismoi); Tanı (Prognostikon); Bulaşıcı Hastalıklar (Epidimias); Kalbe Dair (Peri Kardies).
Hipokrat tıbbın babası sayılır, çünkü toplumun hekiminden beklediği ideal hekimin vasıfları Hipokrat’ın şahsında toplanmıştır. Hastaların hekimlerinden beklediği nitelikleri kendinde toplayan “iyi doktoru” temsil eden Hipokrat devrinin hekim ahlakını belirleyen “ideal doktor” simgesidir. Hipokrat aynı zamanda tıp mesleğinin ebedi değerlerini temsil eder. Örneği, yardıma hazır olmak, temiz yaşam, şefkat, yurt sevgisi, ustalık vb. Canlandırdığı bu ideal hekim tipi ile Hipokrat tıbbın babası olarak tanınmıştır. Hekimliğin idealleri ile uyumlu davranışlar sergileyen hekim görevini yerine getirmiş sayılır. Hekimliğin ülküleri aynı zamanda tıp eğitiminin düzenini de belirler ve tıp eğitimi ideale uygun bir hekim yetiştirme amacını da taşır. Bir Asklepiad olan Hipokrat hekimliği kutsal bir sanat olarak görürdü.
Hipokrat Andı:
“ Şifa verici Apollon ile Asklepios, Hygeia ve Panacea ve bütün diğer tanrı ve tanrıçalara ant olsun ki elimden geldiği ve aklımın erdiği kadar bu yemini bütünü ile yerine getireceğim. Tıp hocamı anam babam kadar aziz tutacağım, elimdeki ve avucumdakini onunla paylaşacağım. Eğer bir ihtiyacı olursa yardımına koşacağım, oğullarına kendi kardeşlerim gözü ile bakacağım. Eğer isterlerse bu sanatı ücretsiz ve kendilerinden hiçbir karşılık beklemeden öğreteceğim. Öncelikle kendi oğullarıma, sonra hocamın çocuklarına ve nihayet tıp yasası uyarınca yazılı taahhüt ve andı ile beni hocalığa seçen talebeme ve yalnız bunlara mesleğimi öğreteceğim. Elimden geldiği ve aklımın erdiği kadar bu sanatın kaidelerini şifahi ve hasta başında dersler ile öğreteceğim. Gücümün yettiği, aklımın erdiği kadar hastaların tedavi ve perhizlerini onların menfaatlerine uygun olarak idare edeceğim. Bütün fenalıklar ve adaletsizliklerden kaçınacağım. Ne isteyenlere, ne de kendiliğimden kimseye zehir vermeyeceğim gibi kadınlara da çocuk düşünmek için vasıtalar temin etmeyeceğim. Hayatımı saffet ve samimiyet içinde sanatımı icra ederek geçireceğim. Mesaneden taş çıkarma ameliyesini yapmayacağım. Bu işi onunla meşgul olanlara bırakacağım. Girdiğim her eve ancak o evdeki hastaların faydasını temin için gireceğim. Her türlü fena ve ahlak bozan hareketlerden kaçınacağım gibi kadın ve erkek, hür veya esir hastaları iğfalden kaçınacağım. Gerek sanatımın icrasında, gerekse sanatın icrası dışında görüp işittiklerimden açıklanmasına lüzum olmayanları sır olarak saklamayı bir ödev bilerek ifşa etmekten sakınacağım. Eğer bu yemin ve taahhüdü bozmadan yerine getirirsem hayattan ve sanatımdan alacağım zevk ve insanlar arasında göreceğim saygı ve riayet bana helal olsun. Eğer bu yemini tutmazsam veya yalan yere yemin etmiş isem hayat ve sanattan alacağım zevk bana haram olsun, insanlar arasında şeref ve itibara erişmeyeyim. “
Hipokrat Andı ismiyle günümüzde yaşasa da, artık geçerliğini yitirmiştir.
Kaynaklar
-
Taylor EB. Religion in Primitive Culture. New York, 1958.
-
Brown SA. The Physician Throughout The Ages. Vol. I, New York, 1928
-
Clendening L. Source Book of Medical History. New York, 1942.
-
Bayat AH. Tıp Tarihi, İzmir, 2003.
-
Bettmann OL. A Pictorial History of Medicine. Illinois, 1956.
-
Garrison HF. An Introduction to the History of Medicine, Philadelphia, 4th Ed., 1929.
-
Lewis P (Ed). Tıp Tarihi (Çev. Güdücü N.), Roche Yay,, Hürriyet Gazetecilik ve Matbaacılık, 1998.
-
Lyons AS., Petrucelli RJ. Çağlar Boyu Tıp (Çev. Güdücü N.) Roche Yay., 1998.
-
Porter R. The Greatest Benefit to Mankind A Medical History of Humanity. W.W. Norton & Company, New York London, 1999.
-
İbanez MF. The Epic of Medicine. New York: Clarkson N. Potter Inc.
Publisher; 1962.
ORTA ÇAĞ’DA BATI TIBBI
Ph. D. İnci HOT
Ortaçağ Roma İmparatorluğu’nun M.S. 476 yılında Doğu ve Batı Roma olarak ikiye ayrılması ile başlayan, 1453 yılında İstanbul’un Türkler tarafından alınışına kadar süren bir devir olarak kabul edilir. Bazı tarihçiler, Ortaçağın sona erme tarihini Amerika’yı beyazların keşfi olan 1492 yılı olarak kabul ederler.
Roma İmparatorluğu kuzeyde Got, Vizigot ve Vandalların saldırısına uğrayarak M.S. 476 yılında Doğu ve Batı olarak ikiye ayrıldı.
Roma İmparatorluğu’nun çöküşü ile, Hıristiyanlığın Avrupa’da benimsenmesi ve kilisenin daha etkin bir konuma gelmesi bin yıl kadar sürecek olan bir dönemin de başlangıcı oldu. Bu dönemde kilise tarafından temsil edilen Hıristiyanlık düşüncesi bilimin gelişmesine engel oldu.
Ortaçağı Tıp Tarihi açısından belirleyecek olursak; Batı’da VI. yüzyılda bir veba salgını ile başlamış ve XIV. yüzyılda yine bir veba salgını ile sonuçlanmıştır diyebiliriz.
Ortaçağ toplumunda yaşam ve hastalık düşüncesi
Ortaçağ kilisenin egemen olduğu bir dönemdi. Din katı kalıplar içinde canlılığını yitirmişti. Bilim, felsefe, sanat da kilisenin otoritesi altına girmişti.
Ortaçağ Avrupa’da derebeylik dönemi olarak bilinir. Batı Ortaçağ toplumu; imparator, kral ve şövalye gibi idareci ve askerlerden, kilise mensuplarından ve derebeyleri tarafından yönetildikleri için onlara tabi köle olan köylü ve zanaatkar sınıflarından oluşmakta idi. Bu sınıfsal toplum kanunlara karşı gelmekten çekinmeyen diğer taraftan da dogmalara kurban edilen bir toplum idi.
Ortaçağ insanı evlerinde at, domuz, ördek gibi hayvanlarla beraber yaşıyordu. Kanalizasyon olmadığı için çöpler toplanamıyor, herşey sokaklara atılıyordu. Ev ve şehir temizliğine önem verilmiyordu. Bu nedenle şehirlerde sokaklar çok pisti. Evlerin hamamları ve akarsuları da yoktu. Bu ortam bulaşıcı ve salgın hastalıklara neden oluyordu.
Ortaçağ kadınlar için de mutsuz bir devirdi. Ortaçağ Hıristiyan düşüncesine göre; doğum, günah işlemenin sonucu idi. Kadın bu günahın cezasını çekmelidir. Bu dönemde anne ve çocuk ihmal edilmiş, bunun sonucu ölüm oranları artmıştır.
Ortaçağ’da batıda deliler akıl hastası olarak kabul edilmiyordu. Deli şeytana isteyerek uymuş ve çarpılmıştı. Delilik bir hastalık olmadığı için, delilerle hekimler değil, papazlar uğraşıyorlardı. Ortaçağ’da dengesini yitiren bir çok insan, “cadı” olduğu düşüncesiyle yakıldı.
Ortaçağ psişik salgınların veya toplu psikozların çok olduğu bir devirdir. Salgın halinde kendilerini kırbaçlatma, dans eden manyaklar, haçlı çocuklar seli, manastırlarda şeytana uyanlar bu gruptaydılar.
Ortaçağ’da cerrahi berberlerin, doğum cahil ebelerin elindeydi.
Ortaçağ’da salgın ve öldürücü hastalıklar, savaşlar ve istilalar sonucu yaşanan açlık ve sefalet toplumları perişan ediyordu.
Bu hastalıklardan korunmak için ve tedavi olarak gıdalara, derin uykuya, kan almaya, hacamat çekmeye önem verilir, vücudun onarılması ve insanın içinde bulunan hastalıklardan kurtulmak için de müshil içmek önerilirdi.
Hastalık yine tek bir kavramdır. Hastalığın doğası ve belirtileri ne olursa olsun aynıdır.
Tedavide bazı ilaçlar da kullanılıyordu. Bunların en önemlileri; Tiryak, mumya, boynuz ve bezoar taşları idi.
Tiryak; çok çeşitli ve ilginç maddelerin karışımından yapılan bir ilaçtı. Mumya ise; Mısır’dan getirilen bir toz idi. Boynuz; tek boynuzlu hayali bir atın boynuzları, bezoar taşları ise; keçilerin mide ve bağırsaklarında oluşan, safra taşlarına benzeyen bir oluşumdu. Bu taşlar şaraba konan zehirin teşhisinde ve panzehiri olarak kullanılıyordu.
Ortaçağda yaşayan insanlar Hıristiyan inancına uyarak ruhlarını kurtarmak için pislikten kokan vücutlarını ihmal ediyorlardı. Ancak ortaçağın sonlarına doğru bu görüşler değişikliğe uğradı. Ruhun muhafazası olan vücudu, dıştan gelen kötülüklere ve şeytanın baştan çıkarmasına karşı da korumak gerekiyordu.
XIII. yüzyıldan itibaren şehir ve kasabalarda hamamlar açıldı. Bu hamamlarda isteyene yemek, içki, müzikten başka şeyler de temin ediliyordu. Bu nedenle hamamlar zamanla fuhuş yapılan yerler haline geldi. Bu nedenle cinsel yolla geçen hastalıklar adeta salgın halini almaya başladı. Frengi sağlığı tehdit eder duruma gelince, XV. yüzyılda bu yerler kapatıldı.
Roma’ya kuzeyden saldıran ve barbar olarak tanımlanan topluluklarda ise; geleneksel tıp anlayışı hakimdi. Bu topluluklar otlara, taşlara, bazı yazılara ve sözlere çok fazla önem verirlerdi.
Hıristiyan dini nefisten feragati, zavallıya, sakat ve hastaya yardım etmeyi şart koştuğu zaman insanlar ailelerini terk ederek ıssız çöllere gittiler. Bu insanlar Tanrı’ya hoş görünmek amacı ile dünya zevkinden uzaklaşarak, bedenlerine zarar veriyorlar ve günlerini dua ile geçiriyorlardı. Daha farklı düşünenler ise kendilerini zavallılara, mutsuz, sakat ve hastalara hizmet etmeye adadılar. Bazı manastırların çevresinde açılan hastanelerde çalışan rahip ve rahibeler gece gündüz gelen zavallılara baktılar, beslediler, giydirdiler. Ancak buralarda tıbbi bakım yapılmamakta idi. Tedavi için her hastalığı iyi edebileceğine inanılan aziz ve azizelere ait saç, sakal, diş, tırnak gibi kutsal kalıntıları kullanılmakta idi.
Manastır tababeti:
Manastırda yaşayan rahipler okuma yazma bildiklerinden ele geçirdikleri yazmaları özenle muhafaza ederlerdi.
Resim 1: Tıbbi bitki yetiştirilen manastır bahçeleri. (E. Atabek: Ortaçağ Tababeti)
Roma İmparatorluğu Doğu ve Batı olarak ayrıldıktan sonra, Batı Avrupa Yunan dilini unutmuştur. Latince, Kilise ve Devletin kabul ettiği bir dil olmuştur. Latince yazılmış eserler sayesinde din adamları bazı tıbbi bilgilere de sahip olabildiler.
Rahipler manastırlarda Hortuli adını verdikleri ve içinde tıbbi bitkiler yetiştirilen bahçelere önem verdiler .
Tababet uzun süre papazlar, rahip ve rahibeler tarafından yapıldı.
M.S. 650 de Paris’te açılan ve 1505 yılına kadar Notre-Dame kilisesinin ruhani meclisine bağlı olan Hotel-Dieu hastanesi vardı. Ancak papaların ve din adamlarının dua yerine hastalara bakmakla zaman geçirmeleri hoş karşılanmadı. Bu nedenle ruhani meclisler 1130 ve 1131 yıllarındaki toplantılarında rahip ve rahibelere tababeti yasakladılar. Ancak bütün yasaklamalara rağmen din adamları hastalara ilaç vermeye ve küçük cerrahi girişimlerde bulunmaya devam ediyorlardı.
1163 yılında toplanan ruhani meclis yayımladığı ferman ile anatomi çalışmalarını baltaladı. Kadavra diseksiyonlarına ancak 1480 yılında izin verilebildi.
Bizans‘da V. yüzyıldan itibaren hastane kurumları gelişmeye başladı. Batı’da bu merkezler ancak XI. ve XII. yüzyılda ilgi gördü. Bu kurumlar önceleri manastırların yanında ihtiyar ve hasta rahipler için dinlenme evi olarak tasarlanmışken, daha sonraları piskoposlar manastırlar tarafından açılan hastanelerde tedavi gördüler.
Resim 2: İki kötürüm şifa ümidi ile vefat eden azizin kutsal emanetine erişmeye çalışıyor. (E. Atabek: Ortaçağ Tababeti)
Hekim kadrosu ile çalışan hastaneler Batı’da XIV. yüzyılda kuruldu. Batı’da kurulan bu hastaneler arasında Paris’te Hotel-Dieu (829), İtalya’da Santa Maria della Scala(890 civarı), Roma’da Ruh’ül Kudus (1204) sayılabilir.
Ortaçağın karanlık Avrupa’sı XI-XII. yüzyıllarda Endülüs ve Sicilya yolu ile gelen İslam bilginlerinin eserlerini, Latince’ye tercüme edilmeye başlanmasından sonra uyanmaya başlamıştır denilebilir.
Klise, Ortaçağ boyunca üniversitelerin kontrolünü elinde tuttuysa da manastır tıbbı hızla geriledi. XII. ve XIII. yüzyıllarda karşılıklı onaylamayla hastanelerin ve revirlerin kontrolü Klise’den alınarak belediyelere verildi.
XIV. yüzyıldan sonra Rönesans dönemi başlamıştır.
Avrupa’da Açılan Tıp Mektepleri:
Salerno Mektebi
Salerno İtalya’da Tyrene denizi sahilinde yer alan bir şehirdir. M.Ö. 2. yüzyılda da popüler bir sağlık merkeziydi ve bu özelliğini Roma İmparatorluğu zamanında da devam ettirdi. Coğrafi konumu nedeni ile Bizans, İslam ve İspanyol uygarlıkları ile teması olan bu şehirde Avrupa’nın ilk laik tıp okulu kurulmuştur.
IX. yüzyılda açılan bu okul ve yanındaki hastane XI. yüzyılda en parlak zirvesine yükseldi. 1811 yılında ise Napoleon’un emri ile kapatıldı. Düzenli bir eğitim sonunda diploma veren bu okul her din ve ırka açık olduğu gibi kadınlara da eğitim vermekte idi.
Resim 3: Salerno Okulu’nda 11. yüzyıla ait elyazması resimlerde hemoroit, burun polipi ve katarakt ameliyat teknikleri gösteriliyor. (E. Atabek: Ortaçağ Tababeti)
Öğrenciler 3 yıl mantık, 5 yıl tıp okuduktan sonra, bilgili bir hekimin yanında çalışır sonra da serbest çalışma izni alırdı.
Burada Avrupa’nın her tarafından gelen öğrenciler Yunanca’dan Arapça’ya, Arapça’dan Latince’ye tercüme edilen Hipokrat ve Galen’in eserlerini okurlardı. Anatomi hiç bilinmezdi, ancak birkaç domuz teşrih edilirdi. Okulda fizyoloji ve patoloji konusunda Galen’in görüşleri okutuluyordu. Nabız ve idrar muayenesi yapılıyordu. Perhize önem veriliyordu.
Hipokrat (M.Ö. 370-460), Galen (130-200) ve M.Ö 600 yıllarında yaşayan Empedocles’in dünyanın yani makrokozmozun ateş, toprak, su ve hava gibi dört unsurdan oluştuğu görüşüne dayanarak insanların da yani mikrokozmozun dört hılttan meydana geldiklerini iddia etmişlerdi. Kan: ateş’e, kara safra: su’ya, balgam: toprağa, sarı safra: havaya tekabül ediyordu. Sağlık bu dört hılt’ın vücutta dengeli bir şekilde bulunmasına bağlıydı, hastalık ise bu dengenin bozulmasından ileri gelmekteydi.
Salerno hekimleri her insanda bir hılt diğerinden fazla olduğundan kişinin dış görünüşünü ve iç duygularını etkilediği görüşündeydiler. Böylece dört mizaç nazariyesi ortaya atıldı. Humoral dengeyi korumak için perhize büyük önem verilirdi. Bu nedenle ateşli hastalara soğan gibi soğutucu, vücudu soğuk olana ise biber gibi ısıtıcı ve yakıcı gıdalar yedirilirdi.
İslam tıbbının Salerno’ya ulaşmasında Afrikalı Konstantin (1015-1067) önemli rol oynadı. Konstantin Hipokrat ve Galen’in Yunanca veya Süryanice’den Arapça’ya çevrilen eserlerini Arapça’dan Latince’ye tercüme etti. İslam tıbbını ve dolayısı ile eski Grek-Romen tıbbının klasiklerini Avrupa’ya tanıttı.
Tercüme Okulları
Haçlı seferleri ile Avrupa’dan gelen barbar halk kitleleri İslam ülkelerinde karşılaştıkları uygarlığa hayran kaldılar. Bu uygarlığın ilmini ve tıbbını tanımak ve ondan yararlanmak istediler. Bu uygarlık Avrupa’ya Sicilya, İtalya ve İspanya yolu ile geçti ve Avrupa’yı etkiledi.
1085 yılında Hıristiyanlar İspanya’da Toledo şehrini Araplardan geri aldılar. 1130 yılında bu şehirde bir tercüme okulu kuruldu ve ünlü İslam alimlerinin eserleri tercüme edilmeye başlandı. Bu çalışmalar XII., XIII. ve XIV. yüzyıllarda devam etti.
Toledo’ya gelen kişiler arasında Cremonalı Gerard (1114- 1187) önemli bir yere sahiptir. Gerard İbni Sina’nın Kanun adlı kitabını, Ebülkasım Zehravi’nin Cerrahiye’sini, Ebubekir Razi’nin El-havisini, Huneyn İbn İshak’ın Süryaniceden Arapçaya çevirdiği Galen’in Ars Parva’sını, Hipokrat, Eflatun, Aristo, al-Kindi ve birçok Yunan ve Arap yazarların eserlerini Latince’ye tercüme etti. Tıp kitaplarındaki terimlere Latince bir karşılık uydurmak yerine Arapça’sını kullanmayı tercih ettiğinden günümüz Batı tıbbında kullanılan yüzlerce Arapça kökenli terimin yerleşmesine neden olmuştur. Bu çeviriler sayesinde Avrupa, Ebubekir er-Razi, Ali bin Abbas, İbn Sina, Zehravi, İbn Rüşt gibi İslam hekimlerini ve eserlerini tanıdı. Montpellier Tıp Fakültesi ise Gerard de Cremone’nin yaptığı tercümelerden yararlandı.
Salerno tıp okulu Afrikalı Konstantin’in tercümelerinden yararlandı. Afrikalı Konstantin(1020-1087) uzun yıllar İslam ülkelerinde ilaç satıcısı olarak çalıştığı için, birçok kitaba sahip olmuştur. İtalya’ya dönüp Monte Cassino Manastırı’nda inzivaya çekildiğinde iyi bildiği Arapça’sı ile İslam tıp kitaplarını tercüme etmiştir.
Üniversitelerin Kuruluşu
Paris Tıp Fakültesi
Paris Tıp Fakültesi 1150 yılında kurulan Paris Üniversitesinden 1280 yılında ayrıldı. Paris Tıp Fakültesi hocaları arasında; Guido Lanfranchi (ölm.1315), Roger Bacon (1214-1294), Albertus Magnus (1192-1280) sayılabilir.
İtalyan Üniversiteleri
İtalya’da 1123 yılında Bolonya ve 1228 yılında Padua Üniversitesi açıldı. Bu okulların önemli hekimleri arasında Thaddeo Alderotti (1223-1303) ve Pietro d’Abano (1250-1316), cerrahları arasında Ugo Borgognone (ölm. 1252), Theodoric de Lucca (1205-1298), Guglielmo da Saliceto (1210-1277), anatomistleri arasında Mondino de Luzzi (1270-1326) yer almaktadır.
Montpellier Tıp Fakültesi
1220 yılında Fransa’nın güneyinde Montpellier şehrinde bir tıp fakültesi açıldı. Civar şehirlerdeki Yahudi tıp okullarının etkisine giren fakülte İspanya ve İtalya’dan da yararlandı. Montpellier’de yetişen hekimler arasında; Arnold de Villanova (1235-1312), Raymond Lulle (1235-1315), Henri de Mondeville (1260-1320), Guy de Chauliac (1300-1368), John of Arderne (1306-1390) sayılabilir.
Resim 4: Montpellier hocalarından Bernard de Gordon öğrencilerine sağında oturan ve tıp biliminin öncüleri olan Hipokrat, İbni Sina ve Galen’i işaret ediyor.(E. Atabek: Ortaçağ Tababeti)
Ortaçağ Hastalıkları
Haçlı seferleri ile birlikte birçok bulaşıcı hastalık Avrupa’ya getirildi. Kıtlık oldukça fazla görülmekte idi ve kötü beslenen toplumun hem hastalıklara karşı direnci azaldı hem de toplumsal huzursuzluklara maruz kaldı.
a)Veba
XIV. yüzyılda Avrupa'yı istila eden ve nüfusun dörtte birini ortadan kaldıran veba salgını 1333 yılında Orta Asya'da patlak vermiş, ticaret yollarını takip ederek Avrupa'ya yayılmıştır. Salgın İtalya ve Fransa yolu ile İngiltere'ye, Almanya, İskandinavya ve Polonya'ya, 1352 yılında Rusya ve Karadeniz sahillerine ulaştı. Zamanla bu salgınlar şiddetini azaltsa da XVII. yüzyılın sonuna kadar Avrupa’yı tehdit etti.
Halkı bilgilendirmek amacı ile yazılan veba risalelerinde kan almak, müshil vermek, sirke içmek, macun sürmek tavsiye ediliyordu. Meydanlarda ve evlerde aromatik maddeler ile tütsü yapılıyor, hasta odaları sıklıkla havalandırılıyor, gül suyu ve sirke ile yıkanıyordu. Hastalık kuyulara Yahudiler tarafından atılan zehire atfediliyordu. Bu nedenle öç almak amacı ile Museviler diri olarak yakılıyordu. Hekimler ise kendilerini hastalıktan korumak için vücutlarını örten elbise ve eldiven giyerler, burun kesesi denilen maskeler ile hastaların yanına giderlerdi.
Hastalık yıldızlara, günahlara atfediliyordu. Salgın ile mücadele edebilmek için 1377 yılında Adriyatik kıyılarında Ragusa şehrinden başlayarak çeşitli şehirlerde karantinalar kuruldu. Doğudan gelen gemiler limanlarda tecrit edildi.
b) Cüzam (Lepra)
Hastalık VI. ve VII. yüzyılda fakir halk arasında endemik olarak görülürken, XIII. ve XIV. yüzyılda Haçlı seferleri ile salgın halini aldı. Ortaçağ boyunca cüzamın belirtileri bugün bildiğimiz hastalıkla sınırlı kalmadı, bulaşıcılığı olmayan veya çok az olan birçok cilt hastalığı cüzam olarak adlandırıldı. VI. yüzyıldan itibaren şüpheli görülen bir kimse, kilisenin papazları, hekimleri ve cerrahlardan oluşan bir komisyon tarafından muayene edilir ve rapor hakime gönderilirdi. Hastaya cüzam teşhisi konulmuş ise hakim tarafından hastanın miskinhaneye kapatılmasına karar verilirdi. Cüzamlıya özel bir kıyafet giydirilir, bu kıyafetle kiliseye giderdi. Orada kendisi için okunan ölüm dualarını dinler ve sonunda papaz ve ailesi tarafından miskinhanenin kapısına kadar geçirilirdi.
Cüzamın ihbarı mecburi idi. Cüzamlılar için tecrit merkezleri VI. yüzyıldan itibaren açılmaya başladı, bunların sayısı X. yüzyıldan sonra gittikçe arttı ve XIII. yüzyılın başında 19.000’i buldu.
c) Aziz Antuan Ateşi
Bu hastalık özellikle X. ve XI. yüzyılda Fransa’da şiddetle devam etmiştir. Bu hastalıkta el ve ayaklarda sancılar, kramplar meydana gelir ve gangren olan azalar kopmakta idi.
d) Psişik Epidemiler
Ortaçağda yaşanan sıkıntılar kitle histerilerine sebep oldu. Macaristan’da XIII. yüzyılın sonlarına doğru Haçlılar tarikat (Confrerie de la Croix) kurdu. Bu tarikat mensupları bir şehre girdiklerinde kilise çanları çalar, bütün halk tezahür ile karşılardı. Haçlılar şehir meydanında günde iki defa toplanır, kanlar içinde kalıncaya kadar kendilerini kırbaçlarlardı.
Başka bir kitle histerisine de Danse Maniaque adı verilmekte idi. Kadın, erkek, ihtiyar, çocuk şehrin meydanında kuvvetten düşünceye kadar dans ederlerdi. İblis’in bu hareketlere sebebiyet verdiğine inanıyorlardı. Onu kovmak için de papazlar müdahale ediyorlardı.
Ortaçağda şeytana isteyerek uymuş ve şeytan tarafından çarpılmış insan vardı. Şeytanla olan ilişkilere özellikle manastırlarda rastlanırdı. Delilik bir hastalık olmadığından bu olaylarla hekimler değil, papazlar uğraşıyordu. Papazlar önce dua okurlar, kutsal su serperler, afsunlar ve sonunda iyileşmeyen vakaları da yakarlardı.
Batı’da Ortaçağ’da Hekim
Ortaçağ’da sıradan halkın hekimlerle fazla bir teması yoktu. 13. yüzyılda Paris’te halka hizmet eden ve hastalara ayıracak pek az zamanı olan yarım düzine hekim vardı.
Tıp okullarında yetişen öğrenciler 3 yıl mantık, 5 yıl tıp okuduktan sonra bilgili ve tecrübeli bir hekimin yanında staj görürler, sonunda kendisisine doktor ünvanı verecek olan sınava girme hakkını kazanırlardı. Latince konuşan hastayı gözlemekten çok teorik tartışmalara önem vermekte idiler. Uzun elbiseli, kare külahlı bu hekimler toplum içinde büyük itibar görmekte idiler. Kilise mensubu olan bu hekimler tüm cerrahi müdahalelerden kaçınırlardı. Bu tür müdahaleleri emirleri altındaki berber-cerrahlara bırakırlardı.
Berber – cerrahlar okuma yazma bilmezler ve Latince’yi de anlamazlardı. Ustura kullandıklarından apse açıyorlar, çıkık yerine koyma, kırıkları tahtaya bağlama, diş çekme işlerini yapıyorlardı. Usta-çırak usulü yetişen bu kişilere kısa elbiseli cerrahlar ismi verilmişti. Zamanla berber cerrahlar usta-berber ünvanı kazandılar, tabelalarına 3 leğen resmini taşıyan dükkan açma iznini aldılar. 1268 yılında mesleklerinde başarı gösterenler 3 leğen resmi yerine 3 merhem kutusunu tabelalarına koydurdular ve diplomalı hekimlerin giydikleri uzun elbiseyi giydiler. Hekimler ve berber cerrahlar arasındaki bu tartışmalar XVI. yüzyıla kadar devam etmiştir.
Resim 5: Guy de Chauliac’ın yönteminde biri bahçeden alınan bitkileri keserken diğeri de onları havanda dövüyor. (E. Atabek: Ortaçağ Tababeti)
Ortaçağda Teşhis ve Tedavi Yöntemleri
Ortaçağ hekimi Galen zamanında mesleğini yapan hekimden fazla bilgiye sahip değildi. Mümkün olan tek tedavi kutsal ruhun varolması yönündeki Hıristiyan inancı kan akıtma, ampütasyon ve diş çekilmesi gibi basit cerrahi uygulamalar dışında her şeyin yasaklanmasına neden oldu. Anatomi, fizyoloji, patoloji alanlarında pek bir gelişme olmamıştı. Hipokrat döneminin hıltlar teorisine Salerno okulunun mizaçlar teorisi eklendi. Teşhis yöntemleri arasında ateş, nabız, ter, dışkı, meni, idrar kontrolü ile üroskopi yer almakta idi. Sabah hastadan alınan idrar hekim tarafından kokusuna, rengine, tortusuna göre değerlendirilir, hastalık teşhis edilmeye çalışılırdı. Tedavi için vücutta artan, çoğalan hıltlar müshil, lavman, kusturucu ilaç, hacamat ve sülük koyma ve kan alma ile dışarı atılmakta idi. Sağlıklarını korumak için insanlar ilk ve sonbaharda kanlarını aldırmak zorunda idiler Hastalıkların tedavisinde diyetin fazlasıyla önemli olduğu düşünüldüğünden reçeteler her türlü detayı kapsıyordu. Bununla birlikte ne zaman kan alınması gerektiği sorusu tartışmalıydı. Kan almak için hastanın mizacına, mevsimin, günün, saatin ve gökteki yıldızların, ayın durumuna göre hareket edilirdi.
Tedavi için kutsal kalıntılardan, muskalardan, bezoardan, kralın el temasından yararlanıldı. En sık kullanılan ilaç antik dünyada geliştirilen ve birçok içeriğin kullanıldığı tiryaktı. Formülü sır gibi saklanan ve babadan oğula ya da ustadan çırağa geçen tiryak vahşi hayvanların ısırığına karşı kullanılan bir panzehirdi. Keçi ve antilop gibi hayvanların midelerinden çıkarılan bezoar taşları Ibni Zühr’e göre erkek geyiklerin gözlerinden akan yaşların katılaşmış şekli olup panzehir etkili kabul ediliyordu. Bezoarın veba gibi bulaşıcı hastalıklara şifa getirdiğine inanılıyordu. Mandragoraya (Adam otu) ait rivayete göre ise bu bitki topraktan çıkarıldığı zaman çok acı feryat eder ve bunu duyan ya ölür ya da delirirdi. Dioskorides ise bu bitkinin kökünün kabuğundan yapılan şarabın ameliyat olacaklara verilmesi ile bunların derin uykuya dalacaklarını ve böylece sancı çekmeyeceklerini söyleyen alimdir. Ayrıca mandragora bitkisi özellikle şehveti arttırmak ve kısırlığa karşı kullanıldı.
Astrolojiye de büyük ağırlık veriliyordu. Ortaçağ’da giderek artan sıklıkla bazı özel hastalıkların her zaman olmamakla birlikte genellikle psikolojik belirtileri olanların sebebi şeytanlar tarafından ele geçirilmek olarak düşünülüyordu. Bu nedenle tedavi için rahibin şeytanı kovması etkili olurdu.Ruhları uzaklaştırmak için mistisizm kullanılırdı.
Kendilerine tanınan tanrısal vasıflardan ileri gelen el ile şifa verme kabiliyetine sahip olup bunu ilk uygulayan Fransız Kralı Clovis (M.S. 496), ilk İngiliz kralı ise Edward the Confessor (M.S. 1042) yönünde bilgiler vardır. Özellikle boyundaki bezlerin tüberkülozunu tedavi için soylu dokunuşun önemi vardı.
Kaynakça
- Atabek EM. Ortaçağ tababeti. İstanbul: İ.Ü. Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Yay. Rektörlük No: 2272, Dekanlık
No:42, 1977.
- Atabek E, Görkey Ş. Başlangıcından Rönesans’a kadar tıp tarihi. İstanbul: İ.Ü Cerrahpaşa Tıp Fakültesi
Yayınları, 1998.
- Aydın E. Dünya ve Türk tıp tarihi. Ankara: Güneş Kitapevi, 2006.
- Bayat A.H. Tıp tarihi. İzmir: Sade Matbaa, 2003.
- Demirhan Erdemir A. Tıbbi deontoloji ve genel tıp tarihi. Bursa: Güneş&Nobel Yayınları, 1996.
- Lyons AL, Petrucelli RJ. Çağlar boyu tıp. Çev.: N. Güdücü.1997.
- Sarı N. Ders notları.
Dostları ilə paylaş: |