Evrenin ve Çevrenin İnsan Sağlığına Etkisi
Eski çağlarda su, hava, besin maddeleri ve haşarat (sinek, parazit vs.) ile insan sağlığı arasında ilişki kurulabilmekteydi, ancak sebep sonuç ilişkisinin doğru kurulması kolay değildi. İnsan ile çevresi arasında kurulan ilk bağlantılara Mezopotamya uygarlığında rastlıyoruz. Mevsimler ile hastalıklar arasında da ilişki kuran Mezopotamyalılar, yıldızların belirli hareketleri ile hastalıkların ortaya çıkışı ve salgınlar arasında ilişki olduğunu ileri sürdü. Mezopotamyalılar kışın göğüs hastalıklarının, yazın mide-bağırsak rahatsızlıklarının arttığını gözlemişti. Eski Mısırlılar da hava ve beslenme değişikliklerinin hastalıkların tabiatını etkilediğini kaydettiler.
Çinli hekimler, evrenin ruhu olduğuna inanılan Tao ile bu ruh tarafından sarılmış olan insanın yin ve yang dengesi bozulduğunda evrenin bir parçası olan insanın hastalandığını düşünürdü. Nefes ve yiyecekler insanın yin ve yang dengesini etkilerdi. Örneği, havanın durumu (atmosferdeki durumlar) insanın yin ve yang dengesini altüst edebilirdi. “Rüzgâr” (Türklerde “yel”) pek çok hastalığın nedeni sayılırdı. Hintli hekimler de doğanın etkilerini, örneği nem/rutubet (abharaja) ve rüzgâr (vajata) gibi sebepleri hastalık nedenleri arasında sayardı.
Hipokrat hastalık nedenleri arasında çevre şartlarına önemli bir yer vermişti; örneği, soğuk hava, güneş, rüzgâr, yiyecek ve içecekler insan sağlığını etkileyen doğal dış etkenler olarak dikkatle gözetilmeliydi.
HASTALIKTAN KORUNMA
Gözle görülemeyen canlıların (mikropların) hastalık yaptığı bilinmese de, temizliğin ve sağlıklı yaşamın hastalıklardan korunmaya etkisinin ilk çağdan itibaren farkında olunduğunu gösteren bilgiler vardır. Örneği, eski Mısırlıların din kuralları onların bedenlerini, yiyeceklerini ve evlerini daima temiz tutmalarını şart koşardı. Günde iki kere yıkanan, üç günde bir tüm vücut kıllarını tıraş eden Mısırlılar sularını kaynatarak içer, zararlı buldukları hayvanları yemezlerdi. Erkek çocukların sünnet edilmesi de temizlik gereği öngörülürdü. Varlıklı evlerin temiz ve pis su teşkilatı vardı. M.Ö. 1500 senesinden kalan, günümüzdekine benzer alaturka bir tuvalet bulunmuştur. Eski Mısırlılar parazitlerin ve sineklerin hastalığa neden olduğunu hissetmiş ve birtakım tedbirler almıştı. Bağırsaklarda toplandığı düşünülen zararlı maddeleri boşaltmak için müshil içen ve lavman yapan Mısırlıların fazla yemekten kaçındıkları anlatılır. Diodorus’un Mısırlılara atfen yazdığı, “Yediklerimizin dörtte biriyle vücudumuzu, kalan dörtte üçüyle de doktorları besleriz” vecizesi ne ölçüde uygulanırdı bilemiyoruz. Belirli zamanlarda oruç tuttuğu bilinen Mısırlılara ait bazı duvar resimlerinde tasvir edilmiş olan şişman kişiler istisna olsa gerek...
Dini vecibe olarak somut bazı sağlık tedbirleri alınmakla birlikte, tanrıları hastalık nedeni olarak gören uygarlıklarda hastalıktan korunmak için tanrılara yakarılırdı. Örneği, Hititler tanrıların cezalandırması sonucunda hasta olduklarına inandıklarından ayinler eşliğinde kurbanlar sunar, tanrılardan sağlık ve uzun ömür dilerlerdi.
Evren ile insan sağlığı arasında ilişki kuran uygarlıklarda insanın ve çevresinin doğa yapısını bozmamaya gayret edilirdi. Örneği, Çin tıbbı “hastalıktan korunma” düşüncesi üzerine kuruludur. Bu sebeple hastalığın bir cezadan çok, tabiat yasalarına karşı gelmekten ortaya çıktığı varsayılırdı. Eski Hint tıbbına göre de içinde yaşanılan çevre, yaşam biçimi ve beslenme alışkanlıkları düzenlenerek hayat enerjisinin dengesi korunabilir. Bunun içindir ki insan yediklerinin enerjisini nasıl etkileyeceğini bilmelidir. Örneği, acı yiyecekler ateş ve sudan meydana gelen pitha’nın etkisini artırırken, kapha’nınkini azaltır.
Hipokrat tıbbında da insanın yaşadığı bölgenin coğrafi özellikleri, mevsimler, beslenme alışkanlıkları ve mizacı/bünyesi ile sağlığı arasında ilişki kurulmuştu. Hıltlar nazariyesine göre ilkbaharda kan, yazın sarı safra, sonbaharda kara safra, kışın balgam artar. Dolayısıyla mevsimine göre beslenmek ve hıltların dengesini bozacak yiyecek ve içeceklerden kaçınmak gerekir. Örneği, ilkbaharda kan miktarı arttığından bu mevsimde et ve yumurta gibi kan yapıcı yiyecekleri fazla yemekten kaçınılır; koruyucu olarak damardan kan alınırdı. Bedenlerindeki unsurları dengede tutmak ve dolayısıyla hastalıktan korunmak için insanlar beslenirken mizaçlarını da göz önünde bulundurmalıydı. Örneği, sıcaklık ve nemlilik niteliği olan kan unsuru bir kişide fazlaysa, o kişi sıcak ve yaş niteliği olan gıdalardan sakınmalıydı.
Romalıların sağlık ve hastalığa karşı tutumları bir bakıma Yunanlılarınkine benzerdi. Çaresiz hastalara ve sakatlara pek bakılmazdı. İstenmeyen yeni doğanlara da aynı şekilde hor davranılır, onlardan kurtulmaya çalışılırdı. Pis yiyecek ve içeceklerin hastalığa sebep olduğunu düşünen Romalılar satılan yiyecek ve içeceklerin tazeliğine ve temizliğine dikkat ederdi. Roma İmparatorluğunun zengin evlerinde tuvalet, hamam ve su tesisatı bulunsa da, genelde yoktu. Ama umumi hamamlar, kirli su şebekeleri (kanalizasyonlar); yeraltı kanalları ve kemerlerle uzak yerlerden şehirlere getirilen temiz suyolları ve su sarnıçları inşa ederek halkın sağlığına hizmet ettiler. Romalılar, ateşli hastalıklarla bataklıklar arasında ilişki kurduklarından, bataklıkları kurutmaya çalıştılar. Ne var ki, İmparatorluğu yollarla birbirine bağlayan Romalılar salgın hastalıkların da bu yollardan yayılmasına sebep olmuştu. Doğudan gelen veba salgını ve özellikle de sıtma pandemileri Roma’nın ve daha sonra da Bizans’ın gerilemesine zemin hazırlayacaktı.
HASTANIN MUAYENESİ
İlk çağda günümüz tıp teknolojisinin var olmadığını düşündüğümüzde, hasta muayenesi için tek aracın hekimin beş duyusundan ibaret olabildiğini kavrayabiliriz. Örneği, Eski Mısır’da hekim, duyu organlarını kullanarak yaptığı muayene ile hastada organik bir bozukluğun olup olmadığını araştırır; hastayı gözüyle inceler, eliyle muayene eder, örneği, şiş ve urları el ile yoklar (palpasyon); nabzını tutar ve farklı nabız atımlarını yorumlar; ateşine bakardı. Hekimin kulağıyla hastayı dinlediğini ileri süren yazarlar da vardır.
İlk çağ hekimi hastasına bir takım sorular da yöneltir; kendi tecrübelerinden, ustasından öğrendiklerinden ve yazılı bilgi birikiminden yararlanarak hastanın cevaplarını değerlendirir ve sonuca varırdı. Örneği, hastayı çevresinin bir yansıması olarak gören Çinli hekim, her bir hastanın hastalanma sebebi farklı olduğu var sayımı ile hastasını sorgular ve onun Tao’yu nasıl bozduğunu öğrenmek isterdi. Bunun için hastanın sosyal ve iktisadi durumu, iştahı, rüyaları hakkında bilgiler edinirdi. Hastanın bozulan yin-yang dengesinin sağlanmasıyla tedavi olunacağı düşüncesiyle hastada yin ve yang özelliklerinden hangisinin hâkim olduğunu belirlemek de gerekirdi. Örneği, künt bir ağrı yin özelliğinin, şiddetli ani bir ağrı yang’ın hakim olduğunu gösterirdi. Hekim hastanın bedenini gözler, sesini dinler; nabzını, dilini, gerektiğinde hasta bölgelerini yoklayarak muayene ederdi. Fakat bir erkeğin bir kadını muayenesi kötü kabul edildiğinden, özel olarak yaptırılan seramik, kemik ve tahta bebekler üzerinde hastanın rahatsız olduğu bölgeye işaret edilirdi. Hasta muayenesinde, uzuvların enerji seviyesini tespit etmeye yarayan nabzın alınması/palpasyonu (sesshin) en önemli bir tanı yöntemiydi. İki yüz kadar nabız türü tanımlanmıştı. Nabzın sert, yumuşak, hızlı, yavaş, düzenli ve düzensiz atımı gibi yirmi yedi özelliği değerlendirilerek tanı konurdu.
Resim No 5: Eski Çin’de teşhis amacı ile kullanılan fildişinden kadın heykelciği
Resim No 6 : Tansukname-i İlhan’da Çin usulü nabız almayı gösteren şekiller
Hintli hekim de neyin bedendeki hayat enerjilerinin dengesini bozup hastalığa sebep olduğunu araştırır; bunun için idrar, gaita, kusmuk/balgam ve nabız muayenesi yapardı; örneği şeker hastalığını idrarın tatlı olmasından anlardı.
Hastalığı doğal bir olay olarak niteleyen Hipokrat dönemi hekimleri de hastalarını dikkatle muayene eder ve hastalık “belirtilerini” kaydederdi.
HASTALIĞIN TANISI
Bazı hastalıkların gözlenebilen bir takım belirtileri ve bazı hasta şikâyetleri ile ilgili kayıtlara en eski tıp metinlerinde rastlanmakla birlikte, hastalıkların günümüz tanımlarına ulaşabilmek için binlerce yıl geçecekti. Hastalıklar başlıca belirtisine, öngörülen sebebe veya etkilenen organa göre adlandırılırdı. Bu bakımdan, ilk çağ metinlerinde yer alan hastalık tariflerine göre bugün ayırt edici tanılar koymak güçtür. Buna rağmen tıp tarihçileri, belirli hastalıklara özgü tipik belirtilerin ve şikâyetlerin verildiği tariflerden hareketle ilk çağ metinlerinde yer alan bir takım hastalıkları tanıyabilmektedir.
Eski Mısırlılar harici olarak bazı göz, deri, bademcik hastalıklarını; dahili olarak da bazı kalp, karaciğer, safra kesesi rahatsızlıklarını ayırt edebiliyordu. Bugün kullandığımız bir kısım hastalık isimleri ( katarakt, migren vs.) eski Mısır dilinden gelmiştir.
Hitit hekimleri hastalıkları çoğunlukla belirtilere (semptomlara) göre ayırırdı. Hastalıklar baş dönmesi, ağız kokması, öksürük, hıçkırık; gözün yaşarması, kızarması, kanaması, bulutlanması (katarakt); sarılık, kansızlık gibi tanımlamalar ile adlandırılırdı. Cüzam ve sara hastalığını da tanırlardı. Kırk kadar hastalık adının yer aldığı tabletlerde salgın yapan hastalıklardan da söz edilir.
Eski Çin’de tıp felsefesi ile tıp uygulaması birbirinden ayrılmazdı. Hekim önce hastanın Tao’yu (yin ve yang dengesini) nasıl bozduğunu anlamalıydı ki, hasta tekrar doğru yola girebilsin. Hekim hastayı doğru yola getirebilmek için ahenksizliğin nedenini belirler ve tedaviyi buna göre yönlendirirdi. Örneği, iç hastalıkları yin, harici hastalıklar yang özelliğini taşırdı.
Eski Hint uygarlığının kutsal kitaplarından Atharva-veda’da urlar, lenf adenit, cüzzam, ishaller, kalp hastalıkları, felçler, romatizma hastalıkları, cinsi temas ile bulaşan bir takım hastalıklara ait kısa ifadeler ve ilâç terkipleri verilir. Ünlü hekim Çaraka’nın eserinde ise cüzam, verem, şeker, delilik, sarılık ve kuduza ait bilgiler ve ilaç terkipleri bulunur. Eski Hint tıbbında hastalıklar; yaralar, dahili hastalıklar, akla ait hastalıklar ve tabii hastalıklar olarak dörde ayrılırdı. Ünlü hekim Susruta ise hastalığı şöyle tanımlar: “İnsan hastalığın kabıdır ve insan için ıstırap veya ağrı kaynağı olduğu anlaşılan şeye hastalık denir.”
Hipokrat ekolünün hekimleri hıltlar/unsurlar nazariyesine göre hastalığın tanısını koymak için vücutta hangi unsurun arttığını tespit ederdi. Buna göre; kan unsuru fazla olduğunda vücut ağırlaşır, uyku, burun kanaması, deride kızarma ve sivilce, ağızda acı tat belirtileri ortaya çıkar; sarı safra fazlalığında iştahsızlık, uykusuzluk, susuzluk, yüzün sararması gibi belirtiler görülür; kara safra (sevda) çokluğunda zayıflama, karamsarlık, iştahsızlık, kâbus görme gibi belirtiler meydana gelir; balgamın artmasıyla da bedende soğuma, hazımsızlık, ağırlaşma ve uyku hali belirtileri saptanır. Hastalıklar en çok dikkati çeken belirtiye göre adlandırılırdı.
Hastalık belirtilerini kaydeden ve sınıflayan Hipokrat pek çok hastalığın tarifini yaptı. Hipokrat aynı zamanda belirli hastalıkların kritik belirtilerini ve safhalarını gözledi ve kaydetti. Günümüzde kullanılan birçok tıp terimi Hipokrat Külliyatı’nda yer alır. Örneği, amigdalitis, askariasis, assit, astma, difteri, enterit, epilepsi, hemipleji, hidrosel, hidrotoraks, histeri, ikter, kistitis, malarya, melankoli, nefrolitiazis, orşit, paralizi, parapleji, plöritis, pnömoni, skorbüt, tetanoz, tonsillitis, varikosel vd.
Roma döneminde de bir takım hastalık belirtilerinin ve hastalıkların tanımları yapılmıştı. Örneği bugün Roma’lı Celsus’u (M.Ö. 10-M.S. 50) iltihabın (enflamasyonun) dört ana belirtisini ortaya koymasıyla anıyoruz: kızarıklık (rubor), şişlik (tumor), sıcaklık (calore) ve ağrı (dolore) iltihabın değişmez belirtileridir. Tıp dahil zamanının çeşitli bilgilerini toplayıp özetlemeye çalışan soylu bir Romalı olan Celsus muhtemelen hekim değildi. Kayserili Aretaeus (M.S. 120-200) ise, ampiyem, gut, lepra, elefantiyazis hastalıklarını tanımlamış; serebral ve spinal felçlerin farkını açıklamış; şeker hastalığının belirtilerini vererek hastanın çok su içip, fazlaca idrara çıktığını yazmıştı.
HASTALIĞIN SEYRİ (Prognoz)
Hastanın iyi olup olmayacağı tarih boyunca insanların merak konusu olmuştur. Mezopotamya döneminde gelecekten haber veren din adamı, kehanet ustası Baru hayvanların hareketlerine bakarak hastalığın seyrini tayin ettiği gibi “karaciğer falı” ile de hastalığın seyrini, “iyi olacak ya da ölecek” gibi kısa ifadelerle bildirirdi. Kötü ruhların neden olduğuna inanılan hastalığın seyrini, dolayısıyla hastanın kaderini öğrenmek için sabahın erken saatlerinde hasta adına tanrıya kurban edilen bir koyun, ya da keçi yavrusunun karnı yarılır; ve baru çıkarılan karaciğeri gözlerdi. Karaciğerin büyüklüğünü, rengini, loblarını, lekeleri, kabarıklıkları ve çukurları, girintileri ve çıkıntıları inceleyen baru, bozukluklar veya tuhaflıklar arardı. Çünkü, Tanrının niyetinin kurban edilen koyunun en önemli hayati organ kabul edilen karaciğerinde ortaya konduğuna inanılırdı. Bu uygulama tıp tarihinde karaciğer falı (hepatoskopi) olarak bilinir. Karaciğer
üzerindeki değişikliklerin ne anlama geldiği kilden yapılan karaciğer örnekleri üzerinde belirlenmişti. Kurban edilen koyunun karaciğeri model bir karaciğerle karşılaştırılarak kişinin hastalığı ve seyri teşhis edilirdi. Hepatoskopi sanatı bu modellerin yardımıyla mabetlerde öğretilirdi. Kazılarda elde edilen kil, alçı ve madenden yapılı karaciğer örneklerinden anlaşılıyor ki Anadolu’da Hititler, İtalya’da Etrüskler ve Romalılar da karaciğer falına bakardı. Ruhun barındığı organ, dolayısıyla da duyguların merkezi olduğu düşünülen karaciğer bugün de bir çok deyimde mecazi anlamda kullanılır; örneği, “ciğeri beş para etmez, canım ciğerim/ciğerpârem” vd. Kâhin rahipler (abkallu) de kaptaki suya damlatılan zeytinyağının aldığı şekillere göre hastanın iyi olup olmayacağını bildirirdi.
Resim No 7: Etrüsk’lerden kalma tunç koyun karaciğeri modeli (MÖ 3.yüzyıl)
Resim No 8: Mezopotamya’dan kalma kilden koyun karaciğeri modeli (MÖ 1800-1700)
Mısır tıbbında sihirle tedaviden ümit kesilmediğinden hastalıkların seyri olumlu olarak belirtilirken; yara, kırık ve çıkıkların tedavi olup olamayacağı açıklanırdı. Tıbbi papirüslerde bazı tehlikeli belirtiler hastalığın seyrine ait ipuçları olarak verilirdi; örneği, boyun omurlarından biri çıktığında hastanın iyi edilemeyeceği ifade edilmektedir. Ramesseum papirüslerinden birinde yeni doğan çocuğun yaşayıp yaşamayacağını gösteren belirtiler; Karlsberg papirüsünde doğum ile ilgili bir takım prognoz bilgileri verilir. Ama en ilgi çekicisi, Kahun papirüsünde anlatılan doğacak çocuğun cinsiyetini tayin yöntemleridir.
Hitit tabletlerindeki ilâç reçetelerinin son kısmında çoğu kere yer alan, “ böylece hasta iyi olacaktır” ifadesi tecrübeyi mi, yoksa hastaya telkin amacını mı yansıtmaktadır bilemiyoruz. Bazen de bir hastalık için birkaç tarif verilir ve yeni reçete “eğer iyi olmazsa” ifadesiyle başlardı. İkiz çocuk doğurmak ise uğursuzluk kabul edilir; annenin öleceğine, evin fakirleşeceğine inanılırdı.
Eski Yunan’da Asklepiad’lar hastaları iyice muayene eder ve kötü durumdaki ağır hastalar, ölme ihtimali olanlar Asklepion’a alınmaz; kabul edildikten sonra hastalığı kötüye gidenler de mabetten dışarı çıkarılırdı. Hamileleri de kabul etmek istemezlerdi, çünkü zor bir doğumun ölümle sonuçlanma tehlikesi vardı.
Hastalıkların kritik belirtilerini ve safhalarını “gözleyen”, bunları kaydedip “sınıflayan” Hipokrat derlediği klinik vakaların hikâyelerinden bir takım genel sonuçlar çıkardı; ve böylece hastalıkların gidişatını tahmin edebildi. Hasta başında eğitim ve tedavi yaparak klinik hekimliği kuran Hipokrat, tecrübelerini özlü sözler (aforizmalar) şeklinde derledi. Örneği, “Hayat kısa, sanat uzundur. Fırsat çabuk geçer; tecrübe tehlikeli, hüküm güçtür” bu sözlerin en ünlü olanlarındandır.
TEDAVİ YOLLARI
Olağanüstü Güçlerle Tedavi
Hastalık sebeplerini dikkate alarak tedavi etmek bir mantık gereğidir. Ne var ki, hastalıkların gerçek sebeplerini bulabilmesi için insanoğlunun binlerce yıl yol alması gerekecekti. Ruhların, cinlerin ve tanrıların hastalık yaptığı inancı yine onlardan tedavi için medet ummayı gerektiriyordu. Mezopotamya’da Asipu (Ashipu) adı verilen din adamları dualar okuyarak ve büyü yaparak hastalığa neden olan cinleri hastanın bedeninden uzaklaştırıp tedavi ederdi. İnsanları koruyan tanrılardan, hekimlerin koruyucusu Gula ve eşi Ninurta’ya; başı köpek kafası olarak temsil edilen şifa verici tanrıça Bau (Ninisinna)’ya; Asurlu tıp tanrısı Nabû’ya; her tür hastalığı yenme gücü olduğuna inanılan Babil’in Marduk’una yakarılırdı. Ninazu’nun oğlunun amblemi bir âsâ ve yılan idi. Asur ve Babil tıbbında tanrıların ve büyünün önemli yeri vardı.
Mısırlılar tanrı ve tanrıçalarının aynı zamanda şifa verici özellikleri olduğuna inanırdı. Aslan başlı tanrıça Sekhmet adına inşa edilen tapınaklarda din adamları hasta tedavi ederdi. Şahin başlı olarak temsil edilen sağlık tanrısı Horus, güneş tanrısı Osiris ile ay tanrıçası İsis’in oğluydu ve bunlar üçlü inanışı oluşturmuştu. Horus’un gözü anlamına gelen ve R harfine benzeyen hiyeroglifin şekli sonsuz doğurganlığı, vücudun dokunulmazlığını ve ileri görüşlü olmayı temsil ederdi. Bu şekil kötülüklerden korunmak istenen şeyler üzerine çizilir ve muska olarak taşınırdı. İskenderiye’de tıp öğrenimi yapan Romalı hekim Galen bu şekli mistik bir işaret olarak hastanın telkinle tedavisinde kullandı. Ortaçağ’dan itibaren Avrupa’da ve Fransızca’nın etkisi ile 19’uncu yüzyıldan itibaren Türkiye’de ilâç reçetelerinde kullanılan ve “alınız” anlamına gelen “recip-recipez” kelimesinin kısaltması olan Rp’nin ilk harfinin aynı geleneğin devamı olduğu ileri sürülmektedir. Kahun, Ebers ve Smith papirüslerinde çeşitli hastalıkların tedavisinde kullanılan sihirli formüller, semboller ve büyülerin yanı sıra, dahili, kadın-doğum, göz, kulak ve diş hastalıklarının tedavileri ile yara, kırık-çıkık ve urların ameliyatı ile ilgili bilgiler yer alır.
Hitit tıbbında sihir/büyü ile tedavi yaygındı. Hastalığın keçi, koyun gibi bazı hayvanlara büyüyle aktarma geleneğinin izleri günümüzde “günah keçisi” tabirinde yaşıyor. Bazen hastalıklar büyü ile başka insanlara, ya da oklara aktarılarak düşmanlara atılırdı. Din adamı hastanın yanından bir kuş uçurarak da hastalığı uzaklaştırmaya çalışırdı. Hastanın tedavisine birtakım sözler ve hareketlerle (ritüellerle, ayinlerle) başlanırdı. Örneği, iki kap su yedi kere akar suya dökülür, bu akar sudan ikişer kere yedi çakıl taşı toplanır ve bir su kabına aktarılırdı. Salgın hastalıklar büyü ve dua ile toplumdan uzaklaştırılmaya çalışılırdı. Hükümdar II. Mursili’nin (M.Ö. 1375-1335), babasının işlediği günah sebebiyle ortaya çıktığına inandığı ve yıllarca sürerek kitleleri yok eden veba salgınını durdurması için Hatti ülkesinin Fırtına Tanrısına yazdığı veba duası insanoğlunun ilk edebi metinlerinden biridir. Eski Hint uygarlığının kutsal veda metinlerinde de büyüyle tedavi örnekleri yer alır.
Yunan hekimliğinde Asklepion adı verilen mabetlerde hastalara ayinler düzenlenir; hastaya telkinlerde bulunulur; morali ve tedavi olacağına dair inancı pekiştirilirdi. Hasta bedenini ve ruhunu temizleyip arıtmak için yıkanır, beyaz bir örtüye sarılır, koyun veya horoz kurban eder, dua eder, daha sonra uykuya yatardı. Rahip-hekim (Asklepiad) hastanın rüyasında göreceğini telkin ettiği tanrı Asklepios’un tavsiyesini yorumlar ve izlenecek tedaviyi belirlerdi. Asklepios’u temsil eden kutsal hayvanlar olan yılan, köpek ve horoza hasta uzuvlar yalatılır ve ısırtılırdı. İyileşen hastalar Asklepios’a adak sunular bağışlardı. Mermer ya da madenden (bakır) levhalara hastanın ve hastalığının adı, tedavi yöntemi, tedavi edilen organın şekli yontulur ve bunlar şükran ifadesi olarak mabedin duvarlarına asılırdı. Bu levhaların da hastalar üzerinde telkin edici etkisi olurdu. Asklepios kültü Hıristiyan inancı içinde varlığını sürdürdü ve mucizevî şifa verici özelliği Hz. İsa’ya aktarıldı.
Resim No 9: Varisli bacağın tedavisini temsil eden taş kabartma adak sunu.
Eski Yunan tıbbını devralan Romalılar tedavi amacıyla tanrılara yakarma ve ayinler düzenleme geleneğini de sürdürdü. Yunanlıların taptığı tanrıların hemen hemen aynılarına taparlardı. Her hastalık için bir tanrı veya tanrıçaları vardı. Savaşçı Romalılar için doğum ve bereket tanrıları çok önemliydi. Örneği, Alemona doğacak olan çocuğu korur, Vaginatus ilk çığlığı attırırdı. Eski Yunan ve Roma’nın sağlık tanrıları Hıristiyan inancında şifa verici aziz ve azizelere dönüşecekti.
Dengenin Sağlanması
İlk çağ tedavilerinde başlıca amaçlardan biri vücutta azaldığı ya da arttığı varsayılan unsurları dengeleyerek hastanın bozulan tabiatını ya da enerji düzeyini düzeltmeye yönelikti. Fazlalaşan unsuru dengeye getirecek olan zıt özellikler taşıyan besin maddeleri ya da ilaçlarla tedavinin yanı sıra, fazla ve zararlı unsurları vücuttan atarak, yani boşaltma tedavileriyle denge sağlanırdı. Uygun bir perhiz (diyet) ile bünye düzeltilebilir ya da miktarı fazlalaştığı tespit edilen unsur müshil, kusturucu, terletici gibi boşaltıcı ilaçlarla vücuttan atılırdı. Sonuç alınamazsa daha etkili ilaçlara başvurulurdu.
Eski Mısırlılar bağırsaklarda biriktiğine inandıkları hastalık yapıcı zararlı maddeleri bağırsaklardan atmak için lavman yapar, kusturucularla sindirim sistemini boşaltırdı. Zararlı besin artıklarının vücudun sıvıları arasındaki dengeyi bozduğu düşünüldüğünden, dengenin sağlanması için kan alma, hacamat yapma ve şişe (vantuz) çekme gibi yöntemler de uygulanırdı. Bu anlayış daha sonra Yunan tıbbındaki hıltlar nazariyesinin temelini oluşturacaktı.
Eski Çin tıbbında hastanın şikâyetleri, hastalığına sebep olan neyse onun zıddı ile dengelenerek tedavi edilir, yani tchi enerjisi normal dengesine döndürülerek hastalık giderilirdi. Çin tıbbına göre her bir uzuv, işlevi, hastalığı yin ya da yang özelliği taşıdığından, bu doğrultuda uyarılır ya da yatıştırılırdı. Örneği aniden ortaya çıkan şiddetli ağrı yang özelliğine sahiptir ve soğukla sakinleşir, sıcakla artar; künt bir ağrı ise yin özelliğine sahip olduğundan, sıcakla ve hareketle hafifler, soğukla artar. Çin tıbbında yin ile yang arasındaki dengeyi sağlayacak olan bir perhiz uygulanarak da hastalar tedavi edilirdi.
Hint tıbbında, bedende bulunduğu varsayılan üç enerji arasında dengenin sağlanması, beden ile ruh arasındaki uyumun (tridosha) sağlanması anlamına da gelir. Hint felsefesinin bir bakıma tıbba yansıması olan “Yoga” bugün de yaygın bir uygulamadır. Budizm’in etkisi doğrultusunda ruhun bağımsızlığa kavuşması için beden, akıl ve arzular denetlenmeye çalışılır; Yoga yaparak beden ile ruh arasındaki uyum güçlendirilir. Acıyı hissetmeme, kalbin çalışmasını denetim altına alma, yemeden uzun süre yaşayabilme gibi yetenekler geliştirilir. Dış etkilerle enerjilerden birisi azalır ya da artarsa denge bozulduğundan, fazla unsurun atılması için boşaltıcı tedaviler uygulanır; hastaya kusturucu, müshil, idrar söktürücü, terletici ilaçlar verilir.
Bir Asklepiad olan Hipokrat tabiatın iyileştirici gücüne inanırdı. Hipokrat’a göre insan bedeni kendi dengesini koruma gücüne sahip olduğu gibi, unsurların bozulan dengesini yeniden düzenleme gücüne de sahiptir (vis medicatrix nature). Bedenin hastalıkla mücadelesinde hastanın tabiatı esastır; hekimin görevi ise tabiata yardımcı olmaktır. Hipokrat tıbbında hastaya en az zarar veren yöntem ile tedavi etmek tercih edildiğinden, önce hastaya perhiz verilir. Örneği, ekmek, peynir, maydanoz, marul, ballı süt, sirkeli ya da sulu bal ve yulaf çorbası hasta diyetleridir. Hipokrat ve öğrencileri hastanın tabiatına yardımcı olma amacıyla perhize çok önem verirdi. Hekim olmayan Sokrat dahi acıkmadan ve aşırı yemek yemenin sindirimi, düşünceyi ve ruhu bozduğunu ileri sürmüştü. Tedaviyi hastalık nedenine göre yönlendiren Hipokrat ve öğrencileri hastanın bozulan tabiatının dengesini düzeltmek için kusturucu, terletici, müshil gibi boşaltıcı ilaçlara, hacamat ve kan alma (flebotomi) yöntemlerine de başvururdu. İyi bir hekimin besin maddelerinin ve ilaçların yaş ve kuru gibi niteliklerini bilmesi; ve yiyecek-içeceklerin ve ilaçların uyuşturucu, kabız yapıcı, boşaltıcı, uyutucu, yumuşatıcı, su toplayıcı, çözücü, tıkanıkları açıcı gibi etkilerini tanıması beklenirdi.
Unsurlar nazariyesini temel alan Roma’lı hekimler de hastalarını benzer yöntemlerle tedavi ederdi. Ancak bunun istisnaları da vardı. Örneği, Asklepiades (M.Ö. 124-40) sert bulduğu boşaltma tedavilerine karşı gelmiş ve fizik tedavi, meşguliyetle ve müzikle tedavi gibi yöntemleri tercih etmişti. Onun, “hasta hemen, emniyetle, sakınarak ve uygun şekilde (cito, tuto, jukunde) tedavi edilmelidir” sözü günümüze kadar gelmiştir.
Dostları ilə paylaş: |