Tıpta Mikrobiyoloji Devrimi ; PASTÖR
Resim 2: Louis Pasteur (1822-1895)
Hastalıkların çoğunun mikroorganizmalar sebebiyle olduğunun bulunması 19. yüzyılın en önemli buluşlarındandır. Tarihin en eski devirlerinden beri salgın yapan hastalıkların bulaşma ile yayıldığı hissediliyordu. 17. yüzyılda da Leeuwenhoek tarafından mikroskopta görülen ufak canlıların keşfedilmesi ile bir çok araştırıcı bu ufak canlıları incelemiş ve tanımlamışlardı. Bunların keşfedilmesi başlı başına bir anlam taşımamaktaydı. Bunların hastalık sebebi olduğunun bulunması ise ayrı bir çaba gerektirecekti.
1850 yılında şarbon hastalığının etkeni olan mikrobu C. Davaine ve P. Rayer tanıtmışlardı. İneklerde salgın yapan bu hastalığın etkeni mikroskopta görülebilmişti. Fakat hastalıkla bu mikropların ilgisini ispat etmek Pastör’ün çalışmalarıyla mümkün olmuştur.
Louis Pasteur (1822-1895) Fransa’da ufak bir kasabada doğdu. Kimya tahsil etti ve 1847’de kimya dalından doktora yaptı. 1854 yılına kadar kimya hocalığı yaptı. 1854 yılında Lille şehrinde yeni kurulan fen fakültesine kimya profesörü ve dekan oldu. Bira ve şarap yapımcılarının karşılaştıkları bazı güçlükleri çözmek için çalışmalara başladı. Pastör’ün fermantasyon çalışmaları böylece başladı. Organik solüsyonlardaki fermantasyonun zannedildiği gibi kimyasal olay olmadığı, bütün fermantasyonların canlı organizmaların çoğalması ile ilgili olduğunu ispat etti. 1861 yılında yaptığı bu buluşla; sıvılarda meydana gelen fermantasyonun, bu solüsyonlarda önceden var olan veya sonradan bu solüsyonlara karışan canlı organizmalarla olduğunu gösterdi. Daha önce zannedildiği gibi bu canlı organizmalar fermantasyon sonucu meydana gelmiyor, canlı organizmalar fermantasyonu meydana getiriyordu. Bu fermantasyonu bozan maddelerin de havadaki ufak canlılar olduğunu ispat etti. Bunun sonucunda da kendi ismi ile anılan pastörizasyon (kaynatıp hızla soğutarak) usulü ile bu istenmeyen canlılar uzaklaştırıyordu. Böylece şarap imalatçılarına çözüm bulmuş oldu.
İpekböcekçiliğini zarara sokan hastalığı önlemek için çalışmalara başladı. Bu hastalıkların ipekböceklerine bulaşan mikroorganizmalar ile olduğunu fark etti ve bunu ispat etti. Bu hastalık yapan mikroorganizmaları ortamdan uzaklaştırıyor veya sağlıklı böceklerin hastalıklılardan ayrılmasını öneriyordu. Bu önlemler çok iyi neticeler verdi. Çalışmalarına hiç ara vermeyen Pastör hayvancılıkta büyük zararlara sebep olan sığır şarbonu hastalığını araştırmaya başladı. Bu hastalığa sebep olan bakteriler tanınıyordu. Bu bakterinin saf kültürünü elde etti ve bunların hayvanlarda sığır şarbonu hastalığını meydana getirdiğini ispat etti. Bu buluşu ile "Mikrop teorisi"nin esasları kuruluyordu. Mikroorganizmanın hastalık yapan mikrop olabilmesi için şu şartlar olmalı idi:
1- Her hastalığın bir mikroorganizması olmalı,
2- O mikrop izole edilebilmeli,
3- Mikrobun saf kültürü yapılabilmeli,
4- O mikrop verildiğinde o hastalığı yapmalı,
5- O mikrop hastalanan hayvandan tekrar kazanılabilmeli.
Bu mikrop teorisini çalışmalarına esas aldı. Pastör sığır şarbonunda da bunu uyguladı ve neticeyi ilan etti.
1880 de tavuk kolerası üzerinde çalıştı. Hastalığa sebep olan mikrobu izole etti. Bu çalışmaları sırasında çok önemli bir gözlem yapmıştı. Hastalığa sebep olan mikrop zamanla eskiyor ve etkisi hafifliyordu. Bayatlamış kültürle aşılanan hayvanlar hafifçe hastalanıyor, tekrar mikrop verildiğinde ise bağışıklık kazanmış oluyorlardı. Bu çok önemli gözlem bağışıklık çalışmalarına sebep oldu. Mikropları belli bir ortamda eskiterek virulansını azaltıyor ve o hastalıktan korumak veya tedavi etmek için kullanıyordu. Bu aşı ile hastalıklardan korunma yolunu açacaktı. Şarbon basilini 42 derecede muamele ile şarbon aşısını hazırladı. Hayvanların bu hastalıktan korunması için aşılanmalarını sağladı. Bu olay tıp tarihinde çok önemli bir buluştu. İnsanları tehdit eden ve öldüren hastalıklarda da bunu uygulamayı düşündü ve çalışmalarını o yönde yoğunlaştırdı
Kuduz Aşısının Bulunuşu
Pastör öldürücü bir hastalık olan kuduz hastalığının mikrobunu araştırmaya girişti. Kuduza yakalanıp da kurtulabilen birisinin tekrar kuduz köpek tarafından ısırıldığında kudurmadığı biliniyordu. Kuduz mikrobunu çok araştırdı. Kuduz köpeğin kanında bu etkeni bulamıyordu. Uzun araştırmalardan sonra bu etkeni kuduz köpeğin beyin ve omuriliğinde buldu. Bu organların süspansiyonunu vererek sağlam köpeğe kuduz bulaştırabildi. Böylece hastalık etkenini izole etmek ve çoğaltmak mümkün oldu. Kuduzdan ölen hayvanın omurilik parçalarını mikropsuz bir şişede zayıflattı. Bu organ parçalarından aldığı süspansiyonu sağlıklı köpek beynine enjekte ettiğinde köpeğin kudurmadığını gördü. Bu usulü köpeklerde denedi, kuduza karşı etkili oluyordu. İnsanlarda denemek çok tehlikeli olabilirdi. Fakat bu sırada kuduz bir köpek tarafından ısırılan 14 yaşındaki bir çocuğun annesi Pastör’e bu aşıyı denemesi için çok yalvardı. Aksi takdirde çocuğunun kudurması muhakkaktı. 6 Temmuz 1885’de Pastör kuduz aşısını bu çocuğa uyguladı. Kuduz etkeninin zayıflatılmış solüsyonu ile 14 defa aşıladığı bu çocuk kudurmadan hastalığı atlattı. Bu olay tıp dünyasının çok önemli bir zaferi idi. Bütün dünyada yankı uyandırdı. İnsanlığın ölümcül hastalığı olan kuduza karşı uygulanan aşıyı öğrenmek için hekimler akın akın Paris’e geliyorlardı.
Kuduz aşısı Osmanlı İmparatorluğu’nda da büyük yankı uyandırdı. Sultan II. Abdülhamid kuduz aşısı tekniğini öğrenmeleri için Tıbbıye’den üç önemli hocayı Paris’e gönderdi. Bu üç hekim beraberlerinde Pastör'e Osmanlının en büyük nişanı ve 10.000 Fransız Frangı tutarında Osmanlı altını götürmüşlerdi. Bu para yeni kurulacak olan Pastör Enstitüsü’nde kullanılacaktı. Pastör’ün yanında kuduz aşısı tekniğini öğrenen bu hekimler 1887 yılında kurulan "Daül-kelb = Kuduz Müessesesi"ni kurmuşlar ve aşı üretmeye başlamışlardı.
Cerrahi “Anestezi”yi Kazanıyor
İnsanlığın en eski devirlerinden beri ağrıyı azaltmak veya gidermek için hekim ve cerrahlar bir çok ilaçlar denemişlerdi. Uyutucu, sakinleştirici, ağrıyı azaltıcı etkili bitkilerden hazırlanan şuruplar her zaman kullanılmış fakat hiçbir zaman ağrıyı tamamen uzaklaştıramamışlardı.. Özellikle cerrahi operasyonlarda duyulan acı cerrah için korkulu rüya idi. Bunu gideren anestezik maddelerin tıpta kullanılmaya başlanması ancak 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren olacaktı.
19. yüzyılın başlarından itibaren kimya ilmi hızla gelişiyor, yeni yeni maddelerin sentezi yapılıyor ve bu maddelerin özellikleri tespit ediliyordu. Bu şekilde bulunan maddelerden biri de NO=Diazot Monoksit idi. Bu uçucu gazın solunduğunda etkisini hafif bir sarhoşluk ve gülme krizi biçiminde gösterdiği tespit edilmiş ve ismine güldürücü gaz denilmişti. Bu gazın anestezik madde olarak kullanılması 1844’de Amerikalı diş hekimi Horace Wells tarafından başarılmıştı. Wells diş çekimleri sırasında hastanın acı duymaması için bu gazı kullanmaya karar verdi. Kendi üzerinde denediğinde çok iyi netice aldığı bu maddenin etkisini ispat için bir heyetin önünde bir diş çekiminde güldürücü gazı denedi. Bu sınav sırasında güldürücü gazı iyi kullanamadı ve istediği neticeyi alamadı. Bu sebepten Diazot monoksitin anestezik madde olarak kullanılması tıp dünyasında yayılmadı. Ancak 1864 yılından itibaren Amerikalı dişçiler güldürücü gazı diş çekmekte daha sık kullanmağa başladılar.
Anestezik madde olarak "eter"in kullanılması ise daha geniş çaplı olmuş ve hızla bütün dünyada kullanılmıştı. 13.yüzyılda sentezi yapılan "etil eter" (kısa adıyla eter)in uyutucu etkisi tanınıyordu. Diş çekiminde iyi netice alınamayan güldürücü gaz gibi başka maddelerin aranmasına yönelmişti. Etkisi kimyacılar tarafından bilinen eterin diş çekimlerinde kullanılması 1846 yılında oldu. Amerikalı diş hekimi William Morton aynı zamanda tıp eğitimi alıyordu. Ağrısız diş çekimi için hangi maddeyi kullanabileceğini kimya hocasına sordu. O da eteri denemesini söyledi. Morton bu maddeyi önce köpeklerin üzerinde denedi. Tecrübesini arttırdıktan sonra hastaları üzerinde denedi ve iyi netice aldı. Kendinden emin olduktan sonra bunu bir ilmi heyetin önünde ispat etmek istedi. Massachussets Hastanesi' nde çok ıstırap veren bir diş ameliyatında eteri kullanacağını ilan etti. Tıp hocaları ve öğrencilerin huzurunda hastasını eter ile uyuttuktan sonra bu ameliyata girişti. Bu çok ağrılı ameliyatta hasta nefes alıyor ama hiçbir şey hissetmiyordu. Bu duruma kalabalık izleyici topluluğu şahitti. Bu denemenin yapıldığı 10 Ekim 1846 tarihi anestezinin başlangıcı olarak kabul edilir. Bu tarihten kısa bir müddet sonra bilimsel makalelerde eter anestezisinin etkisinden bahsediliyor ve hekimler tarafından deneniyordu. Birkaç ay sonra tıp dünyası eteri anestezik madde olarak kabul etmiş ve cerrahide kullanıma geçirilmişti.
Kloroform'un anestezik madde olarak kullanılması ise 1847 yılında İngiliz hekimi James Simpson tarafından denenmişti. Kloroform, solunum yoluyla verilen anesteziklerin en güçlülerindendi. Ingiliz hekim Simpson zamanının en kudretli doğum hekimi idi ve ağrılı doğumlar için kloroform çare olabilirdi. Kloroformun doğumda kullanılması "Tanrı çocuk doğuran kadınların ağrı duymasını ister" düşüncesini taşıyan hekimler tarafından reddedildi. Ancak Kraliçe Viktorya’nın doğumunda kloroform kullandı ve başarısı bu uygulamanın yaygınlaşmasına yol açtı. Kısa zamanda anestezik madde olarak ön plana çıktı ve kullanılmaya başlandı. Tıp dünyasında, eter veya kloroform kullanılması ile cerrahinin en büyük korkularından birinin daha üstesinden geliniyordu. Artık ameliyatlarda cerrahlar daha rahat çalışabiliyorlardı.. Anestezi Türkiye’de de Avrupa’da kullanılmaya başlanır başlanmaz tanındı ve geniş bir kullanım alanı buldu.
Tıbbın Deney Laboratuarına Girmesi; CLAUDE BERNARD
Resim 3: Claude Bernard (1813-1857)
19. yüzyılda tıbbın teoriler ve sistemlerden ayrılıp bilimsel denemelere dönmesinde büyük etkisi olmuş kişilerden biri de Claude Bernard (1813-1857)’dır. C. Bernard 1813’de Fransa'da ufak bir kasabada doğdu. Eğitimini bu kasabada yapıp Paris’e gitti. Edebiyata çok meraklı olduğu ve yazar olmak istediği halde hayatını kazanmak için tıp eğitimi yapmaya karar verdi. 1843’de doktor oldu. C. Bernard "hasta olanı iyileştirme"nin ötesinde "iyi edilecek insanın tabiatını bilme"yi arzu ediyordu. Ancak tıp okulunda yalnızca hastaların iyileştirilmesi ile ilgili ihtisaslar vardı. Sonunda Fransa'nın en önemli fizyoloğu Magendi'nin yanında çalışmağa başladı. Magendi'nin deneylerini büyük başarıyla yürütüyordu. Ancak hocasının araştırmalarının belirli bir amaca yönelmediği, çalışma metodunun olmadığını kısa zamanda fark etmişti .
19. yy.da yalnızca bitkilerde bazı maddelerin sentezinin yapıldığı biliniyor, hayvan ve insan vücudunda ise yağ, protein ve şekerlerin parçalandığı fakat sentez yapılmadığına inanılıyordu. C. Bernard bu konuyu incelemek için araştırmalara başladı.
İlk araştırmaları sindirimin mekanizması konusunda idi. Dikkatlice planlanmış bir çok deney sonucunda, sindirimin o zamanlar sanıldığı gibi midede nihayet bulmadığı, midedeki sindirimin sadece hazırlıktan ibaret olduğunu ispat etti.
İkinci buluşu glikojenin ortaya çıkarılmasıdır ki bu sistemli bir araştırmanın sonucudur. C. Bernard 1843’de kamış şekerini damara enjekte ettiğinde bu şekeri idrarda tespit etmişti. Bu deneyler sırasında şekerle beslenmiş bir köpeğin "hepatik ven"inde şeker olduğunu tesadüfen buldu. Sadece etle beslediği köpeğin hepatik veninde gene şeker buldu. Bu şekerli maddenin köpeğin beslendiği gıda ile ilgili olmadığını anladı. Yıkanmış karaciğer deneyleri sonucunda, bulunan şekerin kanda mevcut bazı maddelerden gelmeyip, karaciğerde yapıldığını anladı. Bu maddeye glikojen adını verdi. Bu buluş iç salgı sisteminin de temelini atıyordu. Glikojen karaciğerin o zamana kadar bilinmeyen iç salgısı idi. Bu madde kanal aracılığı olmadan doğrudan kana sevk ediliyordu .
C. Bernard’ın bir diğer önemli buluşu vazokontriktör ve vazodilatatör sinirlerin görevini açıklığa kavuşturmasıdır. C. Bernard tavşanın beden ısısı üzerinde çalıştığı sırada, servikal sempatik sinirinin kesilmesiyle, sinirin bulunduğu tarafta vücut ısısının arttığını fark etmişti. Bu durumu araştırırken, bazı sinirlerin kan damarlarını büzücü (vazokonsriktör) ve bazı sinirlerin damarları genişletici (vazodilatatör) etki gösterdiğini fark etti.
C. Bernard on yıldan daha kısa bir sürede Magendi'nin gölgesinde kalmaktan kurtulup bilim çevrelerinde söz sahibi olmuştu. 1854’de Sorbonne'da kendisi için bir genel fizyoloji kürsüsü kuruldu. Aynı yıl Fransız Bilimler Akademisi üyeliğine kabul edildi. 1855’de Magendi ölünce College de France'da onun kürsüsüne atandı. 1865’de "Tıpta Tecrübe Usulünün Tetkikine Giriş" adlı kitabını yazdı. Bu kitapta tıbbın deney laboratuarına girmesi ve bunun da belli metotlarla yapılması gerektiğini yazıyordu.
C. Bernard "Sistemler tabiatta değil insanların zihinlerinde bulunur" diyordu. "Biyolojide de özdeş koşullar altında özdeş olaylar gelişir" diyerek deneyin esas prensibine dikkat çekiyordu.
X Işınlarının keşfi ve Radyoterapi
Resim 4: Wilhelm Konrad Röntgen (1845-1923)
Tıbbın yeni buluşlarla zenginleşmesi 19. yüzyılın ikinci yarısından sonra ivme kazanmıştır. Kimyacıların buluşları nasıl anesteziyi tıbba kazandırmışsa fizikçilerin buluşları da röntgen ve radyoterapiyi tıbba kazandıracaktı. Teşhiste çok önemli bir metot olan röntgen için kullanılan X ışınlarının keşfi bir fizik laboratuarında yapılmıştı.Alman fizikçi Wilhelm Konrad Röntgen (1845-1923) fizik laboratuarında elektrik ışığının görünmeyen kısımlarını araştırıyordu. Vakum tüplerinde katot ışığı ile elde ettiği elektriğin beyaz ışığını kapatarak denemeler yapıyordu. Karanlık odada gözle görünmeyen fakat içinde metalik tuzlar olan kavanoza parlak ışık veren bir ışını fark etti. Bu konuda çalıştı ve bu ışının fotoğraf kağıdından geçtiğini buldu. Bu ışına X ışını ismini verdi ve 1895 yılında bilim dünyasına tanıttı. Bu yeni bulunan ışın çok ilgi çekti ve büyük akis uyandırdı. W. Röntgen çalışmalarını sürdürüyordu. X ışını önüne konulan ellerin kemiklerini ve sert maddeleri fotoğraf levhasında görüntülüyordu. Bu içi gösteren ışığın tıpta kullanılması mümkün olabilirdi. Bu çalışmalar ilerledikçe Röntgen ışınlarının teşhiste kullanılabilirliği ispatlandı. Basit röntgen aletleri yapıldı. Özellikle kırık kemikler ve bedene saplanan kurşunların tespiti cerrahlar için çok faydalı oldu ve hemen uygulamaya geçildi . Röntgen uygulamaları Türkiye’de de hemen uygulanmaya başlandı. Dr. Esat Feyzi (1874-1901) Tıbbiyede öğrenci iken bu metodu fizik laboratuarında uyguladı. Daha sonra kendisi ve arkadaşları tarafından Röntgenle teşhis Türk-Yunan savaşı sırasında 1897 yılında Yıldız Askeri Hastanesinde kullanıldı. Yaralı askerlerdeki kurşunlar tespit ediliyor ona göre ameliyata alınıyorlardı.
W. Röntgen X ışınlarını buluşuyla 1901’de Nobel ödülü aldı. Fakat ışınların teşhiste kullanımı önemli sorunları getirdi. Bu ışınların görüntü vermesi için uzun zaman kullanılması gerekiyor, bu şekildeki uygulamalarda da iyileşmeyen yaralar meydana getiriyordu. 1913 yılında ısıtılmış katot kullanımı ile X ışınları yüksek enerjili (daha çok elektron gönderiyor) hale getirildi. Böylece yeni ışınlar ve etkileri araştırıldı. Bu araştırmalar sırasında çok önemli bir başka maddenin de tıpta faydalı olacağı belirlendi “radyoaktif maddeler”.
Doğal radyoaktivite Henri Becquerel tarafından Uranyum tuzlarında keşfedilmişti. 1898 yılında Pierre ve Maria Curie Polonyum’u ayrıştırarak bir diğer radyoaktif madde olan Radyumu buldular. Hayvansal dokuları yıkıcı olan bu radyoaktif maddelerin tümörlerin tedavisinde etkili olduğu fark edildi. Pierre Curie 1904 yılında bu çalışmasıyla Nobel aldı. Radyoaktif maddelerle tedavi “radyoterapi” hızla tıpta yerini aldı. Dokulara zarar veren dozlar azaltıldı. Yeni maddeler bulundu. 1895 yılında X ışınlarıyla başlayan bu serüven bugün tıpta çok önemli teşhis ve tedavi metodu olarak ve gelişerek bugüne gelindi.
Kaynaklar
- Ackernecht E.H. A.Short History of Medicine. New York, Ronald Pres Co. 1955.
- Garrısson F.H. An İntroduction To The History of Medicine 4.th. ed. Phiadelphia 1929
- Garrısson F.H. Contributions to the History of Medicine. New York 1966.
- Lewis P. Tıp Tarihi. Çeviren Nilgün Güdücü. Roche. 1998. Hürriyet Yayıncılık .
- Lyons A.S., Petrucelli R.J. Medecine, An Illustrated History. Singapore 1987.
- Uzluk F.N., Genel Tıp Tarihi , Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi yayınları No.68.
Ankara 1959.
20. YÜZYILDA TIBBIN GELİŞİMİ
Doç. Dr. H. Hanzade DOĞAN
20. yüzyıl, tıp tarihinin kilometre taşları içinde değişik bir dönemdir. 19.yüzyılda da kaydedilen pozitif gelişmelere rağmen 20. yüzyıl insanlık tarihine büyük katkılarda bulunan keşiflere kucak açmıştır, diğer bir söyleyişle sadece keşifleri değil, yeni kavramları özellikle tıbbın sosyal boyutunu gündeme getirmiştir.
Antibiyotikler
20.yüzyıl keşiflerinin içinde en önemlisi, antibiyotiklerdir. 1929 yılında Alexander Fleming ‘British Journal of Experimental Pathology’de’ penisilinin antibakteriyel etkisi üzerine gözlemlerini yayınlamıştır. 1941 yılında Howard Florey ve Ernst Chain penisilinin büyük tedavi edici gücünü ispatladılar. Bundan sonra sıra ile diğer antibiyotiklerin keşfi gelmiştir. 1944 yılında Selman Waksman Streptomycin’i keşfetmiş ve bu ajan tüberkülozla mücadelede çok etkin bir rol oynamıştır. 1948 yılından sonra hızla diğer antibiyotikler keşfedilmiş, ancak mikroorganizmalar da direnç kazanarak canlılar arası yeni bir mücadele başlamıştır.
Resim 1: Penisilin kültürü (altta) ve antibiyogram (üstte). (Medicine-an illustrated history 1987 by Albert S. Lyons.)
Psikiyatri
1900 ler ve Sigmund Freud’un rüya tabirlerini yayınlaması ile psikiyatri alanında bir devrim gerçekleşmiştir. Histeri üzerine çalışmalarla başlamış olan bu uzun yolculuk, Freud’un psikanalizi yaratmasıyla büyük bir anlam kazanmıştır. Bu yüzyılda insanlık tarihine kazandırılan en önemli kavramlar şunlar olmuştur.
Bilinçaltı, insan davranışları üzerinde büyük bir etkiye sahiptir,
Çocukluk deneyimlerinin insanın gelişimi üzerinde büyük bir etkisi vardır,
Derin psikolojik çatışmaların akıl ve ruh sağlığı üzerinde büyük etkileri vardır.
Carl Jung ve Alfred Adler gibi Freud’un dönem arkadaşları daha sonra Freud’la bazı konularda anlaşamamışlar ve kendi yollarında devam etmişlerdir.
Resim 2: Sigmund Freud (Medicine-an illustrated history 1987 by Albert S. Lyons-Kaynakça no.1)
Diğer önemli bir akım da, duygusal rahatsızlıkların temelini tamamen organik nedenlere bağlayan akımdır. Diğer bir 20. yüzyıl akımı da bu rahatsızlıkları tamamen sosyal ve çevresel faktörlere bağlamaktadırlar.
Ancak bu yüzyılın bu teoriler ışığında çok büyük gelişmelere kucak açtığı bir gerçektir. Psikiyatrik ilaçlar, elektro-konvülsif tedavi, psikiyatrik cerrahi (örn:lobotomi vb) gibi gelişmeler pekçok hastalığı tedavi edilebilir kılmıştır.
Nörofizyoloji ve nörokimya alanlarında büyük araştırmalar başlamıştır.
Sigmund Freud, kendi teorilerini geliştirirken bile, birgün bu süreçlerin hepsinin biyokimyasal anlamda açıklanacağını öngörmüştü.
Teşhis ve Tedavi
Işınlar
Yüzyılın erken dönemlerinde radyum kanser için etkili bir tedavi aracı olurken, X ışınları hastalık teşhislerinde ve tümör tedavisinde etkin bir araç haline gelmiştir. Tüberküloz ve kanserin teşhisi inanılmaz bir şekilde kolaylaşmıştır.
Resim 3: Normal beyin ve üst kısmında tümör gösteren beyin CAT-SCAN (Medicine-an illustrated history 1987 by Albert S.Lyons)
Daha sonraları değişik açılardan ışınların kompüter aracılığı ile yorumlanması prensibine dayalı CAT-SCAN ileri bir teşhis aracı olarak gündeme gelmiştir.
Transfüzyon
Emniyetli kan transfüzyonlarının insanlarda gerçekleştirilmesi ile hemoroid ve anemi tedavisinde büyük bir yol alınırken, aynı zamanda tehlikeli cerrahi girişimlerin büyük bir kısmı da rahatlıkla gerçekleştirilmiş bir hale gelmiştir.
1901 yılında Landsteiner majör kırmızı kan hücre tiplerini A, B, O ve AB olarak tanımlamıştır. Birbiri ile uyumlu olmayan kan tiplerinin transfüzyon sonucu ağır reaksiyonlar oluşturabileceği ortaya konmuştur. 1908 yılında ise Ottenberg her transfüzyon öncesi verici ve alıcıların kanlarını kontrol etmeye başlamıştır.
1920’li ve 30’lu yıllarda, o güne kadar sık karşılaşılan IV injeksiyonlar sonrası karşılaşılan ateşli reaksiyonların çoğunun solüsyon veya transfüzyon araçlarındaki bakterilere bağlı olduğu ortaya kondu. Bunlar ortadan kaldırılınca, reaksiyonlar da büyük bir adım olarak ortadan kayboldular.
Diyaliz
Tamamı ile 20.yüzyıla ait bir kavram da hasta bir organın vücudun dışına alınıp, başka bir kişiden sağlıklı bir organın, alınanın yerine yerleştirilmesi fikridir. Bunlar içinde en başarılı olanlarından bir tanesi böbrek nakilleridir. Ancak nakil gerçekleşene kadar beklerken, böbreği ve hastayı iyi tutabilecek bir sisteme gereksinim vardı. Hollanda’lı Willem J. Kolff 1945 yılında böyle bir cihaz geliştirdi. 1947 yılında cihaz modifiye edildi. Artık hastalar 1-2 saat süren böbrek diyalizlerine girebiliyorlardı.
Organ Transplantasyonları
Christian Barnard ilk kalp transplantasyonunu 1967 yılında gerçekleştirdi. Bu tüm dünya için oldukça önemli bir tıp alanı kilometre taşı idi. O ana kadar gerçekleşen böbrek transplantasyonlarından belki herkes o kadar haberdar değildi, ancak medya aracılığı ile güçlü bir şekilde duyurulan kalp transplantasyonu, büyük bir yankı uyandırdı.
1923 yılında Carlos Williamson’un çalışmaları transplantasyon girişimleri için geçerli olan büyük bir problemi aydınlattı. Reddetme olayını ilk defa tanımladı. Daha sonra bunun spesifik doku antijenlerine karşı alıcıda gelişen bir antikor aracılığı ile olduğu ortaya kondu. Aynı zamanlarda (1950’ler), Avusturalya’dan MacFarlane Burnet ve İngiltere’den Peter Medawar, yenidoğan bir hayvanın yabancı bir proteini tolere edebileceğini göstererek 1960 yılında Nobel ödülünü kazandılar.
1954 yılında aynı yumurta ikizleri arasındaki böbrek transplantasyonu Boston’da Peter Bent Brigham hastanesinde başarı ile gerçekleştirildi. Ancak farklı insan gurupları arasındaki transplantasyonlar ancak, alıcının immun cevabını zayıflatan ilaçların keşfinden sonra yaygın bir şekilde uygulanır hale geldi.
20. yüzyıl yukarıda sözü edilen gelişmeler ve insanlık tarihinde yaşam biçimini etkileyebilecek uygulamaların keşfinin yanısıra yeni başka kavramları gündeme getirmiştir. Bunlardan önemli olan bir gurup da hücrenin iç dinamiklerinin üzerindeki çalışmalardır. Vücudun temel ünitelerinin incelenmeye başlayışı, organizmadaki fizyolojik ve kimyasal mekanizmalara büyük ışık tutmuştur.
Bu yaklaşımın gündeme getirdiği gelişmeler;
GENETİK
Genetik üzerine yoğun çalışmalar 1940’lı yıllarda başladı.Bunlar doku kültüründe hücreleri inceleyen çalışmalarla devam etti. 1950 li yıllarda kromozom sayısını kesin tayin etmeye yarayan metodlar geliştirildi. İlk defa insan kromozom sayısının 46 olduğu gösterildi.
Bu çalışmalar o kadar rafine boyutlara ulaştı ki, artık kromozomların belli bölümleri tanımlandı, aberasyonlar tanımlandı ve böylece genetik konsültasyon ve genetik hastalıkların önlenmesi yolunda büyük adımlar atıldı.
Resim 4: Bölünmekte olan DNA molekülünde çift-helix yapısı(Medicine -an illustrated history 1987 by Albert S. Lyons-Kaynakça 1)
1960’lı yılların sonlarına doğru, prenatal genetik hastalıkların amniyos sıvı örneğinden tanısı geliştirildi.
IMMUNOLOJİ
II. Dünya savaşı sonlarına doğru, immunoloji, infeksiyon hastalıklarının mekanizmasını moleküler biyolojik açıdan açıklayan bir faza girmiştir.
1930’lu yıllarda kanda immun aktivite taşıyan faktörlerin, serumun gama globulin fraksiyonu olduğu gösterilmiştir. Daha sonraki çalışmalarda da bu faktörlerin immunoglobulin denen protein molekülleri olduğu gösterilmiştir.
Immun sistemin iyi anlaşılması sayesinde, organ nakillerinin de başarı ile gerçekleştirilebileceği ve ayrıca kanser ile başarılı bir şekilde mücadele edilebileceği anlaşılmıştır.
VİROLOJİ
20. yüzyılın ilk 30 yılında viruslar sadece infekte ettikleri hayvanlardaki patolojik etkileri açısından incelenebiliyordu. 1930’lu yılların sonlarında elektron mikroskopunun keşfi ile virusların yapısı ve hücrelerle ilişkisi incelenebilir hale geldi. 1909 yılında Landsteiner ve Popper tarafından çocuk felcinin etkeni virus izole edildi. 1954 yılında ise Salk ve arkadaşları tarafından çocuk felcine karşı aşı geliştirildi. Sonra, Albert Sabin tarafından geliştirilmiş olan canlı aşı diğerinin yerine geçti.
Rubella’ya karşı geliştirilmiş olan aşı da, infekte olan ve hamile kalan hanımların ağır sekelli çocuklar doğurmalarının önüne geçmiştir.
Ayrıca Influenza ve Hepatit B’ye karşı geliştirilmiş olan aşılar da salgınları önlemede çok başarılı olmuşlardır.
KANSER
Kanser insanlık tarihinde çok eski dönemlerden beri bilinmekle birlikte, hastalık hakkındaki detaylı bilgi ve beraberinde getirdiği korku 20. yüzyılda büyük bir artış göstermiştir.
Genetik yatkınlığın kanserin etyolojisinde önemli bir rolü olduğu gösterilmiştir. Hormonların kanser etyolojisi üzerindeki rolü 20. yüzyılda gösterilmiştir.
Hücre düzeyindeki çalışmalar, hücre içi organeller ve hücredeki sinyal mekanizmaları 20.yüzyılda çalışılmaya başlandıkça, kanser etyolojisi ve patolojisi hakkındaki çalışmalar artmıştır.
X ışınlarının kanser etyolojisindeki rolü de 20. yüzyılda ortaya konmuştur.
1928 yılında George Papanicolaou, kadınlarda cervix kanserinde normal vajinal hücreler arasında malign hücreleri ayırt etmeyi başatmıştır.
Radyasyon, iyi bir doz ayarlamasıyla, kanser tedavisindeki yerini almaya başlamıştır.
Diğer bir 20. yüzyıl kanser tedavisi silahı kemoterapidir.
Ayrıca, değişik yaklaşımlarla kanser tedavisinde hastaların survi kesinlikle artırılmıştır.
PATOLOJİ
20. yüzyılın ilk yarısında patoloji, Virchow’un patolojiye getirdiği katkılardan sonra, son derece pratik bir şekilde rutin kullanıma girdi. Birkaç milimetre genişlikte doku örnekleri alınıp, tümü ile teşhis ve tedaviye faydalı bilgiler elde edilebilir hale geldi. Patologlar aynı zamanda dokulardaki kimyasal olayları da incelemeye başladılar.
1950’li yıllarda büyük adımlardan birisi olarak patologlar elektron mikroskobu ile çalışmaya başladılar.
Böylece 20. yüzyılda patologlar, hücrenin de içine girerek, hastalıkların moleküler temellerine inebilmişlerdir.
20. yüzyıl tıp tarihinde diğer bir kilometre taşı olarak tıbbın sosyal boyutu ve hastalık sonrası bakım boyutu da incelemeye değer yeniliklere ışık tutmuştur.
HALK SAĞLIĞI
Endüstri devrimi ve şehirleşme, halk sağlığına devlet politikalarının da girmesine sebep olmuştur. Daha sonraları dünyada pekçok sivil örgüt kurulmuş ve dünya sağlık politikaları üzerine stratejiler geliştirmişlerdir. Bunlardan bir tanesi de Dünya Sağlık Örgütüdür (DSÖ). Dünya nüfusunun sağlığını devam ettirebilmek için tekniklerin, ilaçların vs standardizasyonu için çalışmaktadır.
20. yüzyılda hekimin teknisyen rolü kadar, şifacı rolü de gündeme gelmeye başlamış, vücut kadar ruh sağlığı da önem kazanmaya başlamıştır. Hekimler, sosyolog da olmak zorundadırlar, çünkü hastalıklar artık hastaların yaşam biçimleri, aile yapıları ve çevresel etkenler hastalık etyolojilerinde büyük rol oynamaktadırlar.
REHABİLİTASYON
Bu kavram 20. yüzyılda özellikle 1. Dünya savaşından sonra ortaya çıkmıştır.
Sakat kalmış savaş madurlarının bakımı söz konusu idi. Bugün ise artık, hemen hemen her sağlık kurumunun bünyesinde rehabilitasyon ile ilgili bir birim vardır.
Temel amaç, herhangi bir sebeple fonksiyon kaybına uğrayan hasta guruplarına multidisipliner bir yaklaşımla yardımcı olmaktır.
20. yüzyıldaki önemli bir yaklaşım da organ sistemlerine sistematik bir yaklaşım olmuştur. Tıpta hızla o kadar büyük adımlar atılmıştır ki, her sistemin içinde pekçok teşhis ve tedaviye yönelik adımlar atılmıştır.
Bunlara verilebilecek en tipik örnekler:
KARDİYOLOJİ
EKG ‘nin Willem Einthoven tarafından tıp uygulamalarına girişi, kalp hastalıklarının tanısında devrim olmuştur. Kardiyak kateterizasyon ile kalp içi basınç ve akımların ölçülebilir hale gelişi, ayrı bir kilometre taşıdır.Yeni efektif ilaçlar kardiyolojinin emrine girmiş ve aritmiler ve ateroskleroz gibi hastalıklar da moleküler biyolojideki gelişmelerle aydınlanmaktadır.
HİPERTANSİYON
Hipertansiyonun etyolojisine ait detaylı bilgiler ve ayrıca ölçümüne ait detaylı bilgiler ve kalbin fonksiyonu ile ilişkisi aydınlanmıştır. Yeni ilaçların keşfi ile değişik etyolojilere sahip hipertansiyonun kontrolü kolaylaşmıştır.
KALP CERRAHİSİ ve DAMAR CERRAHİSİ
20. yüzyılda kalbin içine girilebilmiş ve konservatif tedavilerin yanısıra kalp cerrahisinde ilk adımlar atılmıştır. 1948 yılında, Robert Gross aortanın pekçok ucunu graftlerle birleştirebilmiştir. 1952 yılında C.Hufnagel sentetik bir kalp kapakçığını yerleştirmiştir. 1967 yılında ise Christian Barnard Güney Afrika’da insan üzerinde ilk kalp transplantasyonunu gerçekleştirmiştir.
Ayrıca mikrocerrahi yöntemlerle, küçük damarlar birleştirilmiş veya gangrenden korumak için tıkalı damarlara by-pass girişimlerinde bulunulmuştur.
GASTROENTEROLOJİ
1902 yılında, Londra’da William Bayliss ve Ernest Starling barsak dokusundan salgılanan sekretin isimli bir maddenin pankreas dokusundaki salgılamayı uyardığını göstermişlerdir. Böylece, organ fonksiyonlarının sinirlerle olduğu kadar, kimyasal maddelerle de olabildiği gösterilmiştir. Daha sonraki yıllarda gastrointestinal sistemi etkileyen hormonlar bildirilmiştir. Dragstedt ve Owens vagus sinirini keserek peptik ülserin tedavisindeki yerini göstermişlerdir.
Blumberg, 1965 yılında, Philadelphia’da, hepatit için anahtar olan bir virus antijenini göstermiştir ve 1976 yılında Nobel ödülünü kazanmıştır. Pernisiyöz anemi 20. yüzyılda tarif edilmiş ve Minot, Murphy ve Whipple eksik maddenin B 12 olduğunu göstermişler ve 1934 yılında Nobel ödülünü almışlardır.
ENDOKRİNOLOJİ
Endokrinolojiye en büyük katkı, Frederick Banting ve Charles Best tarafından 1921 yılında insülinin izole edilmesi olarak kabul edilebilir. Paratiroid bezlerinin rolü ve kandaki kalsiyum düzeyi ile ilişkileri de bu yüzyılın aldığı yol önemli yollardandır. 1920’li yıllarda hipofiz bezinin üreme organlarını uyaran rolü keşfedilmiştir. 1928 yılında ise Ascheim ve Zondek ilk kullanılabilir hamilelik testini keşfetmişlerdir. 1930’lu yıllarda adrenaller, hipofiz ve üreme organları arasındaki bağlantı çözülmeye başlanmış ve bu organlarda sentezlenip izole edilmiş hormonlar pekçok hastalığın tedavisinde hormonların kullanımını mümkün kılmıştır.
1940’lı yıllarda tiroid hormonlarının kristalize edilmesi ile tiroid hormonlarının fonksiyonları ve bezin patolojileri daha iyi anlaşılır hale geldi.
Ayrıca hipofiz bezinin de, bütün endokrin bezlerin merkezi kontrolü olduğu anlaşılmıştır.
OFTALMOLOJİ
20. yüzyılda gerçek anlamdaki ilerleme katarakt ameliyatlarındaki gelişme ile gösterilebilir. (1900 lü yıllar).
Benzer şekillerde glokom, şaşılık tedavileri, gözlük, kontakt lens, ilaçlar, antibiyotikler, yırtık retina ameliyatları, kortikosteroid kullanımı gibi alanlarda büyük ilerlemeler kaydedildi.
OTORİNOLARİNGOLOJİ
Bu yüzyılın en muhteşem keşifleri, enfeksiyonlar sebebi ile gerçekleştirilen kulak ameliyatları ve sağırlık için yapılan girişimlerdir.
1957 yılından beri sinir dejenerasyonuna bağlı gelişen sağırlığı yok etmek için yapılan ve iç kulağa cihaz yerleştirerek gerçekleştirilen sayısız girişim sadece kısmen başarılı olmuştur. Diğer taraftan dışarıya yerleştirilen işitme cihazları da geliştirilmeye devam etmektedir.
ORTOPEDİ
1908 yılında Erich Lexer, total diz eklemini bir kişiden diğerine naklederek büyük bir başarıya imza atmış oldu.
1911 yılında Russell Hibbs (New York), skolyoz ve spinal tüberküloz tedavisinde devrim yaratarak füzyon operasyonunu gündeme getirdi.
1930 yılında Boston’dan Smith-Peterson kalça kırıklarında kullanılmak üzere özel bir çivi geliştirdi. Daha sonraları, bu yüzyılda, kırıklarda kullanılmak üzere metal cihazlar geliştirildi. Bu cihazlar eklem protezlerine kadar geliştirildi.
934 yılında Boston’da Mixter ve Barr ilk olarak fıtıklaşmış bir diski çıkarttılar.
NÖROLOJİ
1907 yılında Ross Harrison yaralanmalardan sonra sinir liflerinin nasıl rejenere olduklarını gösterdi.
1932 yılında Charles Sherrington ve Edgar Adrain refleksler, sinir uyarıları ve duyu mekanizmaları üzerine yaptıkları çalışmalarla Nobel ödülünü aldılar. Ayrıca araştırmacılar, elektrik prensiplerin yanısıra, kimyasal uyarıcıların da fonksiyonun bir parçası olduğunu gösterdiler. Görmenin fizyolojisi üzerine çalışmaları ile George Wald ve Ragnar Granit 1967 yılında Nobel ödülünü aldılar.
Harvey Cushing de sinir cerrahisi alanında, hipofiz cerrahisi, artmış intrakranial basıncın düzenlenmesi ve beyin tümörlerinin tedavisi gibi konularda çalışarak büyük gelişmelere
imzasını atmıştır.
KAYNAKÇA
- Albert S. Lyons, Md., F.A.C.S., Medicine, Abradale Press, Newyork, 1987.
- Ali Haydar Bayat., Tıp Tarihi, Sade Matbaa, İzmir, 2003.
- Ayşegül Demirhan Erdemir., Tıbbi Deontoloji ve Genel Tıp Tarihi, Güneş ve Nobel Yayınları, Bursa, 1996.
- Lyons A, L-R.J. Petrucelli: Çağlar Boyu Tıp. Çev. N.Güdücü. 1997.
İSLAM ÖNCESİ TÜRKLERDE TIP
Prof. Dr. Ayten Altıntaş
En eski Türk kavimlerinden bahseden tarihlere Mezopotamya ve Anadolu metinlerinde rastlıyoruz. Mezopotamya’da M.Ö. 2300 tarihlerinden itibaren İran yaylalarından inerek Akatları yıkıp devlet kuran Gutilerden bahsedilir (I. Oğuz Devleti). M.Ö. 1700’lerde Babil’de III. Babil hanedanlığını kuran ve aralıksız 600 yıl Babil tahtına güçlü kırallar yetiştiren Gaslardır (II. Oğuz Devleti ve Gutiler’in devamı). Anadolu’da ise M.Ö. 2000’lerden sonra Aral Gölünün batısından İran yaylalarını aştıktan sonra Tuz Gölü civarına kadar ilerlemiş olan Türk kavmi Guti, Gutu, Qutu’lerdir. B. Lansberger Gutiler’in bir Türk kavmi olduğunu ortaya koyar. E. Rossi’de Gut, Guz, Uzi’nin Oğuz olduğunu kaydeder.
Orta Asya’daki Türk kavimleri genellikle Baykal Gölü’ne dökülen Selenga ve Orhun nehirlerinin suladığı arazilerde ve Aral gölüne dökülen Seyhun ve Ceyhun nehirlerinin çevresinde görüyoruz. M.Ö. 1000 yıllarından itibaren İç Asya’da göçebe Türk kavimlerinin medeniyetlerinden haberdarız. Çin kaynaklarının Ting Ling dedikleri kağnılı boylar Türkler olup, evcilleştirdikleri atlara biniyorlar, büyük tekerlekli arabalar kullanıyorlar ve maden dökme sanatını biliyorlardı. Büyük Türk Devletleri ise; Hunlar MÖ 220 ile M.S.226 yılları arasında büyük bir imparatorluk kurarak Aral Gölü’nden Çin denizine kadar geniş topraklara hükmettiler. Göktürkler M.S. 545 ile M.S. 745 yılları arasında Orta Asya’da kurulan büyük Türk imparatorluğudur. Uygurlar M.S. 744-840 yılları arasında Orhun ve Selenga ırmakları arasında hükmeden üçüncü büyük Türk Devletidir.
Eski Türklerde ev ve çadır hayatları tabiat şartlarına çok uygundu. Temizliğe çok önem veriyorlardı. Günlük yaşayışları içinde temizliği esas alan yasak ve kaçınmalar önemli yer tutardı. Türklerin hayatlarında su çok önemli yer alırdı. Suya uzak yerleşim yerlerinde suyu kanallarla getiriyorlardı (Orta Asya’daki Tüto kanalının 10 kilometrelik kısmı bugüne kalmıştır). Moğolistan’a giden Göktürk elçilik heyeti o ülkenin pisliğini görünce “Biz hayvanların ülkesine gelmişiz” diyerek geri dönmüş olduğunu tarihler kaydeder. Türkler dengeli besleniyorlardı; mayalı ve fermantasyona tabi tutulmuş besinleri tercih ediyorlardı. Kurutma ve tuzlama ile gıdalarını koruyorlardı. Hastaların sağlamlarla teması kesiliyor, ayrı bir çadırda tedavi ediliyorlardı. Hastanın eşyaları ateşten geçiriliyordu (Ateşin temizleyici olduğu inancı), böylece bulaşıcı hastalıkların yayılmasına mani olunuyordu.
Resim 1: Turfan’da bulunmuş Uygur tıp metinlerinden bir sayfa.
Eski Türklerde Tıp
Erken devir Türk toplumlarında ilkel tababetin uygulandığı devirlerde şaman hekim olarak görev yapıyordu. Şaman o kabilenin lideri ve hekimi idi. Türklerin bazı boyları Şamana Kam, bazıları Baksı veya Baksa diyorlardı. Şamanın ilahi güçlerden kuvvet alarak hastalıkların sebebini (kötü bir ruh, kötü bir tanrı v.b.) bildiği ve bunu tedavi ettiğine inanılırdı. Şaman hastalığı dua, tütsü, müzik ile trans haline geçerek teşhis eder ve kendine has metotlarıyla (Korkutmak, soğuk suya sokmak, tütsülemek v.b.) ve kendi yaptığı ilaçlarıyla tedavi ederdi. Şamanlar zamanla Ak şaman (İyi ruhlarla tedavi kurarak tedavi eden) veya Kara şaman (Kötü ruhlarla ilişki kurarak tedavi eden) olarak ayrılmıştır.
Türk devletlerinde zamanla şaman yerini tıbbı bilen, eğitim görmüş ve tedavi eden hekim tipine bırakmıştır. Bu hekimler “Otacı”lardır. Otacı kelimesi otamak (Tedavi etmek), ot (Bitki, ilaç) kelimelerinden türemiştir. Otacı iyi bir eğitim yapıyor ve isabetli tedavileriyle hastalar tarafından büyük saygı görüyordu. Altaylar’daki arkeolojik çalışmalar esnasında bulunan bir otacı mezarından çıkan eşyalar bize bu otacının devrin hakanının yakın arkadaşı olduğu ve sarayda görevli olduğunu bildiriyor. İsminin Akgün Şengün olduğunu öğrendiğimiz hekimin otacı olduğunu bildiren gümüş bir kemer ve yemin içtiği kadeh de mezarında bulunanlar arasındadır. Eski Türklerde tıp biliminin sırlarını sakladığı düşünülen yılan ve ejderha sembolleri otacının da sembolleri idi. 11.yüzyılda yazılan “Kutadgu Biliğ” adlı eserde de otacı hakkında bilgi sahibi oluyoruz. Bu eserde otacıdan başka, hastalıkları dualarla tedavi eden “Efsuncu” ve sağlığın korunması için şuruplar şerbetler hazırlayan “İdişci” den bahsedilmektedir. 11. Yüzyılda yazılan bir diğer Türkçe eser Divan-ı Lüğat-it Türk’ de ise hastalıklar için ilaç hazırlayan “Emçi” ve Türkler tarafından kullanılan çok sayıda tıbbi bitki bildirilmektedir.
Belgeler Işığında Eski Türklerde Tıp
Eski Türk tıbbı deyince; Başlangıçtan İslâmiyeti kabule kadar Orta Asya Türklerinin ve İslamiyeti kabulden sonra, özellikle Anadolu’ya yerleşen Türklerin tıbbı gibi çok geniş kapsamlı bir tıp tarihi akla gelir. Çok bilinmeyenli ve zor bir çalışma alanı olan bu konu, Türk kültürü araştırmaları çoğaldıkça daha açıklanabilir hale gelmektedir. Aşağıdaki bilgiler Türklerin İslâmiyeti kabule kadar olan devrelerdeki hekim ve tedavi şekilleri hakkındaki bilgileri bir araya getirmektedir. Bu kaynaklar bile bize Türk hekimi' nin yalnızca bir "Şaman" ve tedavi şeklinin de "hastalık cinlerini kovmak" olmadığını göstermektedir.
Kısaca "şaman"; hastalık yapan, sıhhate zarar veren kötü ruhların, cinlerin hastadan kovulması için ateşle, tütsüyle, dansla, sihir ve müzikle çalışan bir din adamıdır. Şaman'ın Türkçe’si Kam'dır. Kağnılı boylarında olduğu gibi, Kök-Türk devri Türklerinde de erkek ve kadın "kam"lar bulunduğu bilinmektedir. Şaman'a Kırgız ve Kazak Türkleri Bakşı, Baksa, Yakut, Türkleri ise Ayı oyun (iyi şaman), Abası oyun (kötü şaman) diyorlardı. Arwişçı da kam gibi çalışan özellikle yılanı zehirsiz hâle getirmek için arwıs (büyü, sihir) kullanan kimseydi. Bu tip tedavilerden bir örnek, Dîvân-ı lûgâti't-Türk'de belirtilen "kovuç"tur. Kovuç; "cin çarpması" eseridir, böyle olan adamın yüzüne soğuk su serpilir, sonra "kovuç, kovuş" denir. Üzerlik ve ödağacı ile tütsülenir. Kaşgarlı Mahmud buna "kaç, kaç, demek olsa gerektir" der. Oğuzlar "kovuç" yerine "kovuz" kullanırlar. "Yel kovuz bitiği denir ki, cin çarpmasına karşı afsun, üfürük demektir" diye açıklar. Aynı şekilde bir tedavi de "ısrık"dır. Isrık; çocukları perilere ve göz dokunmasına karşı afsunlamak için ilâç yapıldığı zaman söylenir. Çocuğun yüzüne tütsü verilerek "ısrık ısrık" denir ki, "ey peri ısırılmış olasın" demektir. Onbirinci yüzyılda afsuncu geleneğin devam ettiğini Yusuf Has Hâcib, Kutadgu Bilig'de belirtir ; "... Bunlardan sonra, afsunçılar gelir ki cin ve perilerden gelen hastalıkları bunlar tedavi ederler". Fakat gerçek hekim (otacı) ile olan ilişkisini de çok güzel ortaya koymuştur: "Otacı'nın sözüne göre, ilâç alınırsa, hastalığa iyi gelir, afsuncu'nun sözüne göre muska taşırsan, cinler senden uzaklaşır .
Artık Otacı'nın belirtilmesi zamanı gelmiştir. Otacı Türk hekimidir. Kaşgarlı Mahmud, ansiklopedik büyük lûgatında otacıyı şöyle açıklar; ot = bitki, ot, ilâç, ağı bundan dolayı hekime otacı denir. "Otamak" ise tedavi etmektir. Dr. Emel Esin bize bir Türk Otacı'sı hakkında bilgi verir. Otacı Ak-kün, M.S. VI. ile VIII. yüzyıllar arasında yaşamış olan bir Türk hekimidir. Mezarı Altay dağlarında bulunmuştur. Elbiseleri, ziynetleri, silâhları ve atları ile gömülmüş olan otacı'nın, gümüş olan kemer tokasının arka yüzünde "Otacı Ak-kün Şengün Kuşağı" yazısı Kök-Türk harfleriyle kazılmıştır. Tokanın ön yüzünde ise temsîlî bir "bitki" resmi yer alır. Otacı ,Türkler arasında yüksek bir mevkiye sahipti, Oğuzlar boylarında da otacının huzuruna girince secde edilir, emri ile hayatlarını ve mallarını vermeğe hazır olunurdu. Ak-kün'ün mezarında bulunan bir gümüş kabın altında da gene Kök-Türk harfleriyle "Otacı' nın bir prensin danışmanı ve yeminli arkadaşı" olduğu belirtiliyordu. Mezardan bir de o çağlarda şeref payesi olan bir boynuz çıkmıştır. Bu o zamanlar elde taşınır veya kemere takılırdı. Bunun baş kısmı zoomorfik baş şeklinde oyulmuş ve üzerine balık şeklinde bir vücut ile onun etrafına sarılmış bir yılan resmi kazılmıştı. Bu amblemin mânâsı, yılan gibi, "tıp ilminin sırlarını saklamak" fikrini veriyordu . VI. yüzyıldan sonra Türklerde Budizm'in yayılmasıyla "Otacı İliği" (hekimlerin kralı) ve "Otacı baksış" (hekim keşiş) terimleri de kullanılır oldu . Yusuf Has Hâcib de Otacılar hakkında şunları söyler; "... Bunlardan biri tabip (otacı)lerdir, bütün hastalıkları ve ağrıları bunlar tedavi eder; bu insanlar da senin için lüzumludur, hayat işi onlarsız sağlanamaz; insan hayatta iken hastalanabilir, tabibe müracaat ederse tabip (emçi) o hastalığı ilâç ile tedavi eder". Son satırda hastalığa ilâç yapan tabip "emçi"dir. Emçinin kim olduğuna baktığımız zaman Dîvân-ı lûgâti't-Türk'de şunları görürüz: Em = ilâç, bundan alınarak ilâç yapan adama "emçi" denir. Bu kelimeyi birçok yerde kullanır: "Emçi angar ot otadı = hekim ona ilâç yaptı", "Men anı emledim = ben onu ilaçladım", "ol anı emledi, samladı = o ona ilâç etti, sağalttı" gibi... Uygurca sözlükte de em, ilâç, tedavi vasıtası; Moğolcada "ilâç", "sihir vasıtası" olarak geçer. Emçi de, ' 'hekim'' anlamındadır.
Hekim olan "otacı" ve "emçi"den başka, Türkistan'ın saygıdeğer hekimleri olan "Ata-sagun"dan da bahsetmeliyiz. Kaşgarlı Mahmud, Atasagun'u, "tabib ve "Türk hekimi" olarak yazar. Bunlara ilâve olarak "idişçi"yi de almakta yarar var. İdişçi'yi hekim olarak değil de, ilâç hazırlayan bir çeşit eczacı olarak açıklayabiliriz. "İdiş"in kelime anlamı; kap-kacak, çanak-çömlek ve kadeh, tas, bardak gibi her nevî kap'tır. "İdişçi başı” nı da Rahmetî Arat "içkicibaşı" olarak tercüme etmiştir. Kutadgu Bilig'de şöyle anlatılır: Öğdülmüş hükümdara içkicibaşının (idişçi başı) nasıl olması lâzım geldiğini söyler;
İdişçi her türlü otları hazır bulundurur, ya macun ya çurnı (müshil) hazırlar.
Onun elinde, yenilen, yalanan veya içilen, arzu edilen her türlü ilâç bulunur.
Kuru veya yaş meyve, yahut içki ve şarap, bunlar boğaza hep onun elinden girer.
Hastalık ve rahatsızlık insana boğazdan gelir; tedavi ve ilâç da boğazdan olur.
İçkiyi bizzat kendi eliyle karıştırmalı ; kendisi mühürleyerek muhafaza altına almalıdır.
Yemek ve içkiye karıştırılan bütün otları kendi eliyle katmalı ve bunların temizliği ne dikkat etmelidir.
Kuru, yaş meyve veya gül-balı, gül-şurubu, bütün bu içkileri kendisi yapmalı ve muhafaza etmelidir .
Görüldüğü gibi idişçinin görevi sadece içki hazırlamak değil, her türlü otları hazır bulundurup, ilâç hazırlamaktır. Özellikle, çurnı, Türk hekimlerinin yaptıkları sürgünlük (müshil) ilâcını hazırlamak onun görevidir.
Eski Türklerdeki tedavi şekillerine de genel olarak bakacak olursak; ilk başta "ilâçla tedavi" gelir ki, ilâçların büyük bir kısmı bitkilerden yapılıyordu. Uygur tababeti hakkında bize bilgi veren tıp yazmasında, altmışa yakın tıbbî bitkiden bahsedilir. Dîvân-ı lûgâti't-Türk'de ise, tedavide kullanılabilecek 194 cins bitki saptanmıştır. Bunlardan; aluç, ayrık, anduz, boy otu, çiğit, çöğen, eğir, ışgun,yarpuz, yüzerlik bugün de aynı şekilde kullanılan tıbbi bitkilerdendir. Hangi bitkilerin hangi hastalıklarda kullanıldığı ve hangi sisteme göre sınırlandırıldığı ise bu yazının kapsamı dışında, fakat önemli bir inceleme konusudur. Bitkilerden hazırlanan ilâçların yanı sıra hayvansal ve madensel maddelerin de çokça kullanıldığını biliyoruz.
Bunlara ilâve olarak bir o kadar başarıyla; masaj, kırık-çıkıkçılık, dağlama, moksa, hattâ muhtemelen Doğu’da Çinliler tarafından öğretilen akupunktur uygulanıyordu. Bütün bu tedavi şekillerinin Kuzey Avrasya göçmenleri arasında antik çağlardan beri kullanıldığı açıkça ifade edilir. Bu usûllerden "dağlama” nın Türkçe’deki "tağ "dan alınıp kullanıldığını Kaşgarlı Mahmud "Dîvân"da şöyle açıklar: "Dağ; atlara ve başka hayvanlara vurulan dağ, dağlama.. Fars'lılar bu kelimeyi Türk'lerden almışlardır. Çünkü Türk'lerde olduğu gibi onlarda sürü bulunmaz ki dillerinde böyle kelimeler bulunabilsin. Halbuki ben bu kelimeyi İslâm sınırlarında dahi işittim ; "Ol atın taglattı = o atını dağlattı"; Fars'lılar bu kelimeyi Türklerden alarak "dağ" diye kullanırlar, "O atın tağladı = o atını dağladı" attan başka hayvan dağlanırsa yine böyle denir . İnsanlara yapılan dağlama ise Türkçe’de tögün kelimesiyle ifade edilir. "Tögün veya tükün; dağı dögün, dağla.....olup "ol başın tüknedi = o yarasını dağladı", (o ateşle yarasını dağladı)" diye izah edilir .
Resim 2: Uygurca yazılmış tıp kitabından akupunktur ile ilgili bölüm
Bugünkü tıpta kullanımı hızla artan akupunktur ve aynı esasa dayandığını sandığımız moksa da, kullanılan tedavi metotları arasındadır; moksa'da akupunktur iğneleri yerine, belli noktalara yanıcı bir toz madde; o zamanlar kurutulmuş Artemisia (pelinotu) tozu konup yakılarak hastalık noktalarına tesir etmeğe çalışılırdı. "Yakı yakmak" da tedavi usûlleri arasındaydı. Dîvân'da şöyle açıklanır: Yakığ; yakı, şişkinlik ve şişkinliğe benzer şeyler üzerine konulur"adam yaraya yakığ yaktı " , "ona yakığ yakmakta yardım etti.. " gibi örnekler verilir.
Bu konudaki kaynaklar çoğaldıkça, tedavi şekilleri ve uygulamaları hakkında daha geniş bilgi elde etmek mümkün olacaktır.
Kaynaklar
- Altıntaş A. Eski Türk Tıbbına Bir Bakış. Tıp Tarihi Araştırmaları. 1:1986; 84-87.
- Altıntaş A . Dîvân-ı Lûgâti't-Türk'deki Tıbbî Bitkiler. Türk Dünyası Araştırmaları, 1983: 25;136-148.
- Emel E. İslâmiyetten Önceki Türk Kültür Tarihi ve İslam’a Giriş, İstanbul 1978.
- Esin E. Otacı, I. Uluslararası Türk-İslâm Bilim ve Teknoloji Tarih Kongresi, Bildiriler, cilt: II; 12. İstanbul
1981.
- Kaşgarlı Mahmud; Dîvân-ı Lûgâti't-Türk, Çeviren . Besim Atalay, Cilt I. Ankara 1939, Cilt II Ankara 1941,
Cilt III. Ankara 1941
- Ünver AS. Uygurlarda Tababet, İstanbul. 1936.
- Yusuf Has Hâcib; Kutadgu Bilig, Çeviren Reşid Rahmeti Arat, Cilt II. Satır 4361. Cilt I, Ankara 1979.
SELÇUKLU TIBBI
Prof. Dr. Ayten Altıntaş
Türkler İslamiyeti kabul ettikten sonra da önemli devletler kurmuşlar ve buralarda da tıbba hizmet etmişlerdi. Mısır’da Tolunoğulları Devletinde Ahmed İbn Tolun 9. yüzyılda İbn Tolun hastanesini kurdurmuş ve çok düzenli ilk hastane ve eczaneyi halkının hizmetine sunmuştu. Bu hastane kendi vakıf gelirleriyle çalışıyordu. Karahanlılar, Samanoğulları, Gazneliler, Harzemşahlar isimli Türk Devletlerinde Razi, Farabi, Biruni, İbni Sina gibi tıbbın devleri yetişmişti. Büyük Şelçuklular döneminde; Nizamül Mülk 1067 de Nizamiye Medresesi ve hastanesini, Nurettin Zengi 1157 de Şam’da Nurettin hastanesi ve tıbbıyesini, Selahattin Eyyubi Mısır’da bir çok medrese ve hastaneyi kurdurmuştu. Bu medreselerde tıp matematik, astronomi, eğitimi de veriliyordu
Anadolu Selçukluları
Büyük Selçuklu Devleti’nin Batıya doğru hareketi ile Anadolu kapıları açılmıştı. 1071 yılında Alp Arslan’ın Malazgirt’te kazandığı zaferden sonra Türkler kısa zamanda Anadolu’ya göç ettiler. 13. yüzyılda Anadolu büyük Türk nüfusu ile artık Türk vatanı olmuştu.
Anadolu Selçuklularının Doğu-Batı ve Kuzey-Güney arasında milletlerarası ticâret yollarına sahip olması ekonomik açıdan çok önemli idi. Selçuklu sultanları dikkatle uyguladıkları siyasi ve ekonomik politikalarıyla bu önemli ticaret merkezlerini idare ettiler. Kervansarayların emniyetinin sağlanması, tüccar mallarına güvence verilmesi, tarım ve üretimi desteklemeleri ekonominin gelişmesine ve gelirin artmasına sebep oldu.Bu artı değeri ülkenin bayındırlığına ayrıldı. Bu yeni hastanelerin yani darüşşifaların açılması demekti. Bu durum 13. yüzyılda Anadolu’da İbn Batûta’nın, “Bereket Şam’da, şefkât Anadolu’da” sözüyle özetlenmişti. Kervan yolları üzerinde, nüfusları yüz bini aşan Konya, Kayseri, Sivas gibi şehirler önemli birer merkez haline gelmiş, câmi, medrese, imâret, zaviye, köprü, han, hamam ve hastanelerle donatılmış, halkın sosyal seviyesi yükselmiştir. Anadolu Selçukluları zamanında yaptırılan ve günümüze kalan önemli darüşşifalar şunlardır.
Resim 1: Kayseri’deki Gevher Nesibe Darüşşifası 1206
Kayseri, Gevher Nesibe Darüşşifası 1206
Anadolu Selçukluları’nın inşa ettikleri ilk sağlık kuruluşlarındandır. Selçuklu hükümdârı Gıyâseddîn Keyhüsrev, genç yaşında vefat eden kız kardeşi “Gevher Nesibe Sultan“ın vasiyeti üzerine yaptırmıştır. Darüşşifa yan yana iki bölümden meydana gelmiştir. Batısında dârüşşifâ (Şifâiye) ve doğusunda tıp medresesi (Gıyâsiye) bulunan birbirine bitişik kompleks yapıdır. Revaklarla çevrili açık avlulu hastane odaları ve hamamın olduğu ve Gevher Nesibe’nin kümbetinin yer aldığı büyük bir yapıdır.Çok uzun yıllar hastane olarak hizmet vermiştir. Bu hastanenin ihtiyaçlarının ödendiği büyük gelirleri olan vakfiyesi mevcuttu. Önemli hekimler yüksek ücretle buraya tayin oluyordu.
Sivas, İzzeddin Keykavus Darüşşifası 1217
Selçuklu hükümdarı İzzeddîn Keykâvus’un Sivas’ta 1217 tarihinde yaptırdığı dârüşşifâ bu gün ayaktadır. Yıkılan kısımlarıyla birlikte yaklaşık 3400 m2’lik alanı ile Selçuklu dârüşşifâlarının en büyüğüdür. Büyük bir avlunun etrafında eyvanlarla kaplı 30 hastane odası yer almaktadır. Darüşşifanın banisi İzzeddîn Keykâvus’un dârüşşifâ içindeki türbesinin cephesi, Selçuklu sanatının en zengin sırlı tuğla ve mozaik çini dekoruna sahiptir.
1220 tarihli vakfiyesi günümüze ulamıştır. Bu vakfiye sayesinde Anadolu Selçuklu dönemi dârüşşifâların kadroları ve işletilmesi hakkında bilgi sahibi olabiliyoruz. Dârüşşifâ vakıflarının idâresi, saray hazinedârı ve Çankırı Dârüşşifâsı’nın kurucusu Cemâleddîn Ferruh’a verilmişti. Mütevelli, şarlatanlıktan uzak, deneyimli, terbiyeli hekim, cerrah ve kehhâllerin, eczacıların ücretlerini tespit eder, ilâç yapımında kullanılan ham maddelerin, teminini sağlar, ayrıca dârüşşifâda çeşitli görevlerde çalışanların müstahdemin görev ve derecelerini aylıklarını tayin ederdi. Vakfedilen, her biri bir iki köyü içine alan 5 çiftlik, 7 parça arazi ve 108 dükkânın gelirlerinden artan para ile dârüşşifânın gerekli yerleri tamir edilir ve kalan parayla da yeni gelir kaynakları satın alınırdı. Bu darüşşifa da çok uzun seneler hizmet vermişti.
Amasya, Anber Bin Abdullah Darüşşifası 1308
Anadolu Selçukluları döneminden bugüne kalan önemli bir darüşşifa da Amasya Darüşşifasıdır. İlhanlı hükümdârı Olcayto Mehmed döneminde, 1308 yılında yaptırılmıştır.
Yeşilırmak nehri kenarında tek eyvanlı on odalı büyük bir binadır. Çevredeki hastalara hizmet veren önemli bir hastane idi. Bu darüşşifada Osmanlı döneminde görev almış hekimler hakkında bilgi sahibiyiz. Bunlar arasında Şükrullah (ö. 1488), on dört sene burada çalışan ve Türk tıbbına müstesna eserler kazandıran Sabuncuoğlu Şerefeddîn (ö. 1465’ten sonra) ve Hekim Halimî (ö. 1516) eserleri olan hekimlerdendir.
Resim 2: Selçuklu dönemi minyatüründen konsültasyon
Tıp Eğitimi ve Önemli Hekimler
Anadolu Selçuklularındaki tıp eğitimi İslam Medeniyeti döneminde başlamış medrese ve darüşşifalarda verilen tıp eğitimi şeklinde idi. Hekim adayı hocasını seçer ve onun derslerine katılır, pratiklerde yanında olurdu. Ayrıca Anadolu’da usta –çırak usulüyle tıp eğitimi de veriliyordu. Serbest hekim diğer esnaf teşkilatındaki gibi gençleri alıp uzun bir eğitim döneminde yetiştirdikten sonra onun da serbest hekimlik yapma yetkisini onaylıyorlardı ve o genç, hekim olarak görev yapmaya başlıyordu. Anadolu Selçukluları döneminde dârüşifâlarda hekim tayinlerine ait belgelerden ikisi günümüze kadar gelebilmiştir. Bunlardan biri Konya Dârüşşifâsı hekimi İzzeddîn’in yerine atanan Burhânüddîn Ebû Bekr’e, aittir. Bu belgede yeni hekimin atanmasında uyulması gereken kurallara işaret edilmektedir. Bu kurallar; “Hastalarına şefkat ve merhametle davranması, hasta ve deliler arasında fark gözetmemesi gerektiği” idi. . İkinci belge ise , Şerafeddîn Ya‛kûb’un başarılı bir hekim olduğundan dolayı hastaneye tayin edildiğine dair idi. Burada da genel kurallar belirtilmiş; “ Hastalara yazdığı reçetelerde ilâçların terkibini klâsik tıbbî eserlerdekinden değişik yazmaması gerektiği. Ayrıca zengin ile fakir arasında ayırım yapmaması istenmekte, hastanedeki tıbbî eğitim sırasında öğrencilerin mesleki problemlerini açık delillerle aydınlatması gerektiği” vurgulanmaktadır.
Selçuklular döneminin edebiyat eserlerinde de o dönem tıp uygulamalarına ait bilgiler buluyoruz.Bunlardan birinde hekimin hastalık teşhisi şöyle anlatılır; “Bir doktor hastanın yanına geldiği zaman onun iç doktoruna sorar. Senin içinde bir doktorun vardır ve bu da senin mizacındır. Bu mizaç bir şeyi ya kabul eder, yahut etmez……bu mizaç zayıflayıp bozulunca … harici doktora muhtaç olur. Doktorun gelip hastanın nabzını tutması, nabızda hissettiği damarının atması ona cevaptır. İdrarı muayene etmesi gerekir. İdrarın rengi ve kokusu da ona konuşmadan verilen cevaptır” bir başka eserde de hekimler için; Bir doktor safra derdini, öteki doktor kuluncu, bir başka doktor sersamı, bir diğeri sıtma ve verem yahut zatülcenp hastalığını iyileştirirse, bu doktorlar başka hastalığı iyileştiremezler demek doğru olmaz” denmektedir.
Selçuklu dönemi Anadolu’sunda ilâçlar şehirlerde aktar dükkânlarında veya hekimler tarafından hazırlanır ve satılırdı. Tıp kitaplarındaki formüllere göre hazırlanan bu ilâçların ham maddelerinin büyük bir kısmı Anadolu’da yetişen bitkiler idi. Diğerleri ise İpek ve Baharat yolu ile Hindistan’dan ve İslâm ülkelerinden temin edilirdi. Darüşşifâ ve kervansarayların içinde da kendi ölçülerinde eczaneleri vardı.
O dönemin bilimsel tıbbında bazı bitkiler de halk tarafından kullanılıyordu: Meselâ uzun süren ateşli hastalıklarda sarımsak veya ezilmiş bal karışımı, ishalde sarı helile, harâreti kesici olarak, bal-sirke karışımı, soğuk algınlıklarda bal, sarımsak, yoğurt; gözü kuvvetlendirmek için çiğ şalgam yemek; kabızlığa karşı mahmûde, ishale karşı sarı helile kökü , barsak ağrılarında tiryâk ve tiryâk-ı farûkî, deri hastalıklarında kaplıcalar; hava değişikliklerinde sulandırılmış şerbetler, uykusuzlukta haşhaş sütü , cüzâm için kaplıcalara, nezlede ise kan almak, hamama gitmek gibi yollara başvuruluyordu.
Anadolu Selçukluları döneminde devlet organizasyonunun dili Farsça, bilim dili Arapça , konuşma dili Türkçe idi. Fakat Tıp dili zamanla Türkçeleşti. Anadolu’da yazılan ilk Türkçe tıp eserleri kaleme alındı. Buna ilk örnek 1233 yılı civârında Harezm’den Anadolu’ya gelen Hekim Bereket’in Arapça yazdığı Tuhfe-i Mübârizi adlı eserini bizzat kendisinin Türkçe’ye tercümesiyle başlayıp, daha sonra Beylikler döneminde Aydınoğlu, Menteşe, Karesi, Çandaroğlu Beyliklerinde yazılan eserlerle devam etmişti. Bu dönemin önemli hekimleri ve eserleri şunlardı;
Hekim Bereket
Tuhfe-i Mübârizî adıyla, Anadolu’da Türkçe ilk tıp kitabını yazan tabiptir. Hekim Bereket bu eseri önce Lübâbu’n-Nuhâb adıyla Arapça olarak yazdığı, daha sonra bunu Tuhfe-i Mübârizî adıyla Farsça’ya çevirerek Selçuklu sultanına sunmuştu. Bu eseri Alâeddîn Keykûbât’ın Amasya valisi çok beğenmiş fakat “Türkçe yazılmış olsaydı çok değerli olurdu” demesi üzerine kitabı Türkçe’ye tercüme etmişti. Eser 4 bölümden ibaret olup ilaç olarak kullanılan bitkilerin tek tek ve daha sonra formüller şeklindeki halleri verilmiştir. Bu bilgilerin önemli bir kısmı İbni Sina’nın eserinden özetlenmiş ve Hekim Bereket bunlara kendi tecrübelerini de ilave etmişti. Yazarın, Kitâb-ı Hulâsa der ‘İlm-i Tıb adlı bir eseri daha olup, burada eski tıpla ilgili kısa teorik bilgiler ve baştan ayağa doğru sıralanan hastalıklar yer almaktadır.
Ekmeleddin e- Nahcuvani
Konya’da Mevlânâ döneminde yaşayan önemli bir hekimdir. Ekmeleddîn Nahçuvan doğumludur. Tıp tahsilini nerede yaptığı ve Konya’ya ne zaman geldiği hakkında bilgiye sahip değiliz. Sarayın, devlet erkânının ve Mevlânâ çevresindekilerin, melikü’l-hükemâ, ve’l-etibbâ; reisü’l-etibbâ; hükemâ-i cihân, sultân-ı etibbâ-i zaman; iftihâru’l-etibbâ; Calînûsu’l-fazl, Eflâtûnu’t-tedbir, Calînûsu’z-zaman; tedbîr-i dehr, Eflâtûnu’z-zaman; Bokratı’l-‘asr, gibi yüceltici hitaplarından, devrinin tanınmış hekimlerinden olduğu anlaşılmaktadır.
Gazanfer Tebrizi
Anadolu Selçukluları döneminde Konya’da yaşamış önemli hekimlerdendir. Sarayda ve önemli sağlık kuruluşlarında hizmet etmiştir. Hekim Ekmeleddîn ile birlikte Mevlânâ’nın ölüm döşeğinde tedâviye çalışan hekimlerden idi. “Hâsılu’l-Mesâ’il” adlı şerh ile İbn Sînâ’nın el-İşârât ve’t-Tenbîhât’ının, et-Tabî‘iyyât kısmına yazdığı şerhin 1301’de istinsah edilmiş nüshası günümüze ulaşmıştır. Bu iki tıp eseri günümüze kalmıştır.
Hubeyş bin İbrahim et-Tiflîsî
Anadolu Selçuklu sultanı II. Kılıçarslan’ın câmi, medrese, zâviye ve çarşılarla donattığı Aksaray’a Azerbaycan’dan gelmiştir. O dönem Aksaray önemli bir bilim merkezi haline gelmişti. Tiflîsî . tıp, dil, edebiyat, astroloji, rüyâ tabiri ve kıraat gibi değişik alanlarda otuza yakın eser vermiştir. Tıbbî eserlerinden bazıları şunlardır;
Edviyetü’l-Edviye: Müfred ilâçların toplanması, depolanması, yakılması, pişirilmesi, kullanımı süresi, mürekkep ilâçların formüllerini ve hazırlanışından bahseden eczacılığa dair bir eserdir.
İhtisâru Fusûli’l-Bukrat: Hippokrates’in Aforizmasının Arapça muhtasarıdır.
Kifâyetü’t-Tıb: iki kitap ve 224 bâb olarak Farsça yazılan bu eser Melikşah’a sunulmuştur.
Risâle fî Şerhi Ba‘zi’l-Mesâi’l li-Esbâb ve ‘Alâmât Müntahabe Mine’l-Kānûn: Hastalıkların sebepleri ve belirtilerini, İbn Sînâ’nın Kānûn’undan seçilmiş bazı örneklerle açıklamaya çalışan bir risâledir.
Bunlardan başka, Sıhhatu’l-Ebdân, Takdîmü’l-‘İlâc ve Bezrekâtü’l-Minhâc, Rumûzü’l-Minhâc ve Künûzü’l-‘İlâc ile Lübâbü’l-Esbâb sayılabilir.
Kaynaklar:
- Bayat AH . Tıp Tarihi. İzmir 2003. sayfa 226-237.
- Merçil E . Türkiye Selçuklularında Meslekler, Türk Tarih Kurumu, Ankara 2000.
- Ünver AS. Selçuk Tababeti. XI-XIV üncü asırlar. Türk Tarih Kurumu Yayınları. VIII.Seri.
No.7. Ankara 1940.
OSMANLI TIBBI (1299-1827)
Dostları ilə paylaş: |