- Gelecek yıl müdür olacak, dedi Jerry.
- Yaa. Mountainview'dakiler bundan memnun mu?
- Evet, sanırım. Yaşlı Walsh boktan biriydi...
Ne dediğini anlamaz gibi yüzüne baktı. Bunu yaptığında hep aynı sonucu alıyordu.
- Bay Walsh canım. Şu yaşlı müdür... O kadar iyi bir müdür değildi de...
- Ah, şimdi anladım.
Suzi, Jerry'nin konuşmasının çok değiştiğini artık küfretmediğini anlatmıştı Signora'ya. Ayrıca okuldaki hocalarından biri ödevlerini çok daha iyi yaptığını söylemişti. Suzi, "Size para vermeliler" demişti. "Özel bir öğretmenden ne farkınız var? Öğret-
men olarak iş bulamamanız çok yazık."
- Annen perşembe günü beni çaya davet etti. Seninle tanışmam için, dedi Signora. Jerry'nin öğretmeni de geliyor sanırım. Bana kalırsa annen destek istiyor.
- Tony O'Brien çapkının tekidir. Kaç hikâyesini biliyorum. Onun için dikkatli olun, Signora. Bu yeni saçlarınızla sizden hoşlanacağı kesin.
- Bundan sonra artık hiçbir erkeğe ilgi duymayacağım. Bu sözleri büyük bir sadelikle söylemişti.
- Sondan bir öncekinden sonra ben de aynı şeyi söylemiştim, ama birden yeniden ilgilenmeye başladım, dedi Suzi.
Perşembe günkü çay daveti tedirgin bir havada başladı.
Peggy Sullivan doğal bir ev sahibesi değildi, bu yüzden konuşmaları Signora yönetmeye başladı. Rüyada gibi yumuşak bir sesle İrlanda'da gözlemlediği değişiklikleri ve ülkenin nasıl iyiye gittiğini anlatıyordu. "Okullar ne kadar neşeli ve aydınlık, Jerry de bana coğrafya dersinde ele aldığınız projelerden söz ediyor. Ben okuldayken böyle şeyler söz konusu değildi."
Bu konuşmalar buzları eritti. Peggy Sullivan öğretmenin ziyaretinin altında oğluyla ilgili şikâyetler listesi yattığını sanıyordu. Kızı ile Signora'nın böylesine anlaşacaklarını hiç ummamıştı. Ne de Jerry'nin Bay O'Brien'a sokak isimleriyle ilgili bir çalışma yaptığını, bu yöredeki sokak adlarının nedenlerini araştırdığını söylemesini bekliyordu. Biraz sonra Jimmy de gelmişti. Signora da Jerry'nin Jimmy gibi kenti iyi bilen bir babası olduğu için çok şanslı olduğunu söyleyerek, babasının tüm haritalardan daha faydalı olacağını eklemişti.
Normal bir aile gibi konuşuyorlardı. Tony O'Brien'ın ziyaret ettiği ailelerin çoğundan daha nazik ve terbiyeliydiler. Bugüne kadar Jerry Sullivan'ı ümitsizler grubunda görüyordu. Evi hâkimiyeti altına alan bu acayip, kimseye benzemeyen kadın demek ki çocuğu da olumlu biçimde etkilemişti.
- İtalya'da o kadar uzun zaman kaldığınıza göre o ülkeyi çok sevmiş olmalısınız.
- Evet, çok çok sevdim.
- Ben hiç İtalya'ya gitmedim, ama okuldan bir arkadaşım, Ai-dan Dunne adında bir öğretmen, bıraksanız İtalya'yı yer içer, durmadan anlatacak kadar sever.
- Bay Dunne. Latince öğretmeni... dedi Jerry sıkıntılı bir sesle.
- Latince mi ? Sen de Latince öğrenebilirsin, Jerry, dedi Signora yüzü parlayarak. .
- Yok canım. Latince akıllılar için. Üniversiteye gidip doktor, avukat olacaklar için.
- Hayır, bu doğru değil, dedi Signora ile Tony O'Brien bir ağızdan.
- Lütfen, buyrun... dedi Tony Signora'ya sözü vererek.
- Ben Latince öğrenmediğim için çok pişmanım. Fransızca'nın, İtalyanca'nın, İspanyolca'nın kökü Latince. İnsan bir sözcüğün Latince kökünü bilirse nereden geldiğini anlar.
Tony O'Brien da "Tanrım, Aidan Dunne'la tanışmanız lazım. O da yıllardır aynı şeyi söyler. Ben gençlerin Latince öğrenmelerini mantıklı bir dil olduğu için çok uygun görüyorum. Bulmaca gibi bir şey... Onları düşünmeye zorlayan bir uğraş. Telaffuzunda da zorluk olmayan bir dil."
Bay O'Brien gittiğinde hepsi bir ağızdan konuşmaya başladılar. Signora, Suzi'nin eve daha sık gelmeye başlayacağını sezmişti. Belki eskisi gibi babasından kaçmaya gerek duymayacaktı. Ne olmuşsa olmuş, bazı şeyler iyiye doğru gitmeye başlamıştı.
Signora ile Brenda yürüyüş yapmak için St. Stephen's Green'de buluştular. Brenda ördeklere bayat ekmek getirmişti. İkisi güneşin altında, keyifle ördekleri besliyorlardı.
- Her ay anneni ziyaret ettiğimi biliyorsun. Geri döndüğünü söylemem gerekir mi ? diye sordu Brenda.
- Sen ne diyorsun ?
- Bence hayır. Ama gidip onunla oturmandan hâlâ korktuğum için böyle diyorum.
- Demek beni hiç tanımıyorsun. Gerektiğinde çok katı olabilirim. Annemi insan olarak seviyor musun? Doğruyu söyle!
- Hayır, çok sevdiğim biri değil. Önceleri senin hatırın için gidiyordum. Sonra kapana tutuldum, ona acımaya başladım. Ri-ta'dan, Helen'den, o feci gelinlerinden o denli şikâyetçiydi ki...
- Gidip annemi göreceğim. Benim yüzümden yalan söylemeni istemem.
- Gitme. Seni kandırırlar.
- Bu imkânsız. Bana inan.
O öğleden sonra annesine gitti. 23 numaranın kapısına gitti, zilini çaldı.
Annesi anlamadan yüzüne bakıyordu. "Evet?" dedi.
- Ben Nora'yım, Anne. Seni görmeye geldim.
Ne bir gülümseme ne sarılmak için açılan kollar ne de içten bir karşılama... Kapıda duruyorlar, donmuş gibi bakışıyorlardı. An-
nesi içeri girmesi için bir adım bile gerilememişti, Nora ise girebilir miyim diye izin alacak değildi.
Yine de konuştu. "Nasıl olduğunu görmek için geldim. Bir de babam huzurevine onu görmeye gitmemi ister mi diye soracaktım. Herkes için en uygun olanı yapmak istiyorum."
Annesinin dudağı kıvrıldı. "Ne zamandan beri kendini değil de başkalarını düşünmeye başladın ?" dedi. Signora kımıldamadan eşikte duruyordu. Sakinliği buna benzer durumlarda daha belirgin olurdu. Bir süre sonra annesi geriye doğru bir iki adım atarak, "Mademki buradasın bari içeri gir" dedi.
Signora eski evlerinden birkaç tanıdık parça gördü. İyi tabakların ve ufak tefek gümüşlerin durduğu kapıları camlı büfe vardı. Eskiden olduğu gibi bugün de içi görünmüyordu. Duvarlarda tek bir resim yoktu, kitaplık da boştu. Odanın en önemli eşyası ortada duran büyük televizyondu. Yemek masasının üstünde bir şişe portakal suyu vardı. Tek bir çiçek, hayatın zevkli olduğunu kanıtlayan tek bir işaret yoktu. Annesi oturmasını söylemediği için Signora yemek masasının yanındaki sandalyeye oturdu. "Bu masada kaç kere yemek yenmiştir acaba" diye düşünüyordu. Sonra kendine kızdı, yirmi altı yıl boyunca hiç yemeğe misafir gelmeyen bir evde oturmamış mıydı ? "Belki de kalıtımla ilgili bir şeydir" diye düşündü.
- Evi sigara dumanıyla doldurmaya can atıyorsun, değil mi ? dedi annesi.
- Hayır, Anne. Hiç sigara içmedim.
- Ben senin ne yaptığım ne yapmadığım nereden bilebilirim ki... -Evet, Anne. Nereden bilebilirsin? Sesi sakindi, hiç kavgacı
değildi.
- Şimdi niçin geldin? Tatil için mi? Yoksa başka bir şey mi var?
Signora, annesini deli eden o alçak sesiyle artık burada yaşamaya karar verdiğini, bir oda kiraladığını ve ufak tefek dikiş işleri yaptığım anlattı. Hayatım daha iyi kazanmak için daha iyi bir iş bulmayı ümit ediyordu. Annesinin oturduğu mahalleyi duyunca takındığı küçümseyen tavrı görmezlikten geldi. Sonra tepkisini beklemek üzere sustu.
- Ne oldu o Mario muydu neydi sonunda seni sokağa mı attı ?
- Adının Mario olduğunu pekâlâ biliyorsun, Anne. Onunla tanışmıştın. Hayır beni sokağa atmadı. Bugün eğer hayatta olsaydı ben hâlâ oradaydım. Duyunca üzüleceğini biliyorum Anne, feci bir şekilde öldü. Dağ yolunda bir kazada. Ben de geri dönüp İrlanda'da yaşamaya karar verdim. Yine bir süre sustu ve bekledi.
- Koruyucun ölüp gittikten sonra herhalde orada kalmanı istemediler, değil mi ?
- Hayır, yanlış. Benim iyiliğimi istediler. Hepsi.
Annesi yeniden küçümseyen bir ses çıkarttı. Aralarına yoğun bir sessizlik çöktü.
Annesi bu sessizliğe fazla dayanamadı. "Yani şimdi sen o insanlarla o sitede mi yaşayacaksın ? Yani kendi kanından, canından olan insanların yerine o işsizlerle, o canilerle mi oturacaksın? Senden bunu mu beklemeliydik ?"
- Bana bir yuva teklif etmen beni çok duygulandırdı, Anne. Ama birbirimize yabancı olalı o kadar yıl geçti ki... Bu süre içinde ben de kendime ait bir yol çizdim. Eminim sizler için de aynı şey geçerli. Hayatımla ilgili hiçbir şey öğrenmek istemediniz, o bakımdan yaşamımdan söz edersem canınızı sıkacağımı çoktan anladım. Arada sırada gelip seni görebilirim, babamın da beni görmek isteyip istemediğini söylersin.
- Bu ziyaret etme teklifini giderken birlikte götürebilirsin. İşin doğrusu hiçbirimiz seni istemiyoruz artık.
- Buna inanmak istemiyorum. Hepinizle teker teker ilişkimi korumak istedim. Arka arkaya mektuplar yazdım. Altı kız yeğenim ve beş erkek yeğenim hakkında hiçbir şey bilmiyorum. Döndüğüme göre onları yakından tanımak isterim.
- Beni iyi dinle. Hiçbiri seninle ilişki kurmak istemiyor. Bu kadar yıl sonra birdenbire ortaya çıkıp her şeye kaldığın yerden devam edeceğini sanacak kadar delisin sen. Bari bir şeyler yapmış olsan. Bir yerlere varmış olsan bir şey demezdim... Şu arkadaşın Brenda'ya bak! Güzel, bakımlı bir kadın, evli, fevkalade bir işi var. Her annenin işte kızım diye iftihar edeceği bir kız evlat... senin gibi biri değil...
- Tabiî Rita ve Helen de var, dedi Signora. Bu kez yan aşağılayıcı bir ses çıktı annesinden. Onların da bütünüyle tatmin edici evlatlar olmadıklan görülüyordu. Geri geldiğime göre belki arada sırada seni yemeğe çıkartabilirim, Anne. Veya çay içmeye birlikte şehre ineriz. Huzurevine uğrayıp babamın beni görmek isteyip istemediğini öğreneceğim.
Bir sessizlik oldu. Annesinin kavrayabileceğinden daha fazlasını yaşamışlardı. Signora adresini vermemiş, sadece yaşadığı mahallenin adını söylemişti. Kardeşleri gelip onu bulamayacaklardı. Hiç suçluluk duymuyordu. Karşısında onu hiç sevmemiş, hiç iyiliğini istememiş biri vardı. Arkadaş olmaları, ilişki kurmaları için yalvardığı onca yıl en ufak bir sıcaklık ve yakın-
lık göstermemiş bir kadın vardı karşısında... Gitmek üzere ayağa kalktı.
- Aman efendim! Bu ne kendini beğenmişlik böyle!... Başından geçenlerden sonra Dublin'de hiçbir erkeğin yüzüne bakmasını bekleme sakın! Boşanmanın serbest olduğunu biliyorum, ama babanı o kadar üzdükten sonra senin gibi başka bir erkeğin artığı, elli yaşında bir kadını isteyecek birini bulacağını sanma.
- Hayır, bulamayacağımı biliyorum, Anne. Benim o konuda hiçbir beklentim yok. Sana ufak bir not yazıp birkaç hafta sonra ziyaretine gelirim.
-Birkaç haftamı?
- Evet, Anne. Belki bir pasta veya Bewleys'den kirazlı kek getiririm. Birlikte çay içeriz. Bakalım... Rita ile Helen'e selam söyle, onlara da yazacağımı söyleyebilirsin.
Annesi ne olduğunu anlamadan kapıdan çıkmıştı. Birkaç dakika geçmeden kızlarından birini arayacağından emindi. Yıllardır yaşamlannda bu kadar dramatik ikinci bir olay olmamıştı.
Hiç hüzün duymuyordu. O duyguyu yıllar önce yitirmişti. Suçluluk da duymuyordu. Şimdi en büyük sorumluluğu kendine karşı duyuyordu. İş bulmak, güçlü olmak ve akıllıca davranmak zorundaydı. Güzel kızlannı ne kadar çekici bulsa, asık suratlı oğullarını ne kadar korumak istese de kendini Sullivan ailesine bağımlı olmaktan kurtarmalıydı. Kendi kuşağının Dublin'deki en başanlı örneği olan Brenda ve Patrick'e yük olmaktan da kurtulması gerekiyordu. O ince elişlerini her zaman alacaklanna emin olmadığı butiklere de güvenemeyeceğini biliyordu.
Bir çeşit öğretmenlik bulmalıydı. Hiç olmazsa temel İtalyanca öğretecek yeteneği vardı. Çok nitelikli olmamasının önemi yoktu. İtalyanca'yı kendi kendine öğrenen o değil miydi ? Belki Jerry'nin okulundaki o adam, hani Tony O'Brien'm İtalya aşığı dediği adam... Belki o İtalyanca öğrenmek isteyen bir grup tanıyordu. "Parası az da olsa önemli değil" diye düşündü. "O güzel dili konuşmaktan öyle mutlu olurum ki bu da bana yeter.
Adı neydi ? Bay Dunne mıydı ? Evet, evet, Dunne'dı adı. Sormaktan ne kaybederdi ? İtalyanca'yı söylendiği kadar seviyorsa zaten Signora'dan yana olurdu.
Okula giden otobüse bindi. Onun güzelim Vista del Monte'sin-den, şu sırada yamaçlanndan aşağı çiçek akan dağlanndan ne kadar farklı bir yerdi. Burası beton avlusu, yıkıntıya benzeyen bisiklet barınağı, çöplerle dolu bahçesi ve boyaları dökülmüş binala-
nyla hiç de iç açıcı görünmüyordu. "Neden duvarların kenarına biraz yeşil sarmaşık dikmemişler" diye düşündü.
Signora bunun gibi devlet okullarının yeterince fon bulamadıklarını, bağış yapan zenginlerden yoksun olduklarım biliyordu. Bu durumda Jerry Sullivan gibilerinin neden okullarıyla iftihar etmedikleri meydandaydı.
Latince hocası Bay Dunne'ı nerede bulacağını sorduğunda, "Öğretmenler odasındadır" dediler.
Kapıyı vurdu, karşısında bir erkek vardı. Kahverengi saçları dökülmeye başlamış, huzursuz bakışlı biriydi. Gömlekleydi, ama sandalyenin arkasında asılı ceketi gözüne ilişti. Yemek saatiydi, diğer öğretmenler çıkmışlardı. Bay Dunne'm okulu korumayı üstlenmiş olduğu seziliyordu. Nedense yaşlı biriyle karşılaşacağını sanmıştı. Belki Latince öğretmesiyle ilgili bir şeydi. Oysa karşısındaki en fazla onun yaşlarında biriydi, belki biraz daha genç... "Günümüz ölçülerine göre ikimiz de yaşlı sayılırız" diye düşündü Signora. "Yeni bir işe başlanacak bir yaş değil, emekli olunacak bir yaş...
- Sizinle İtalyanca hakkında konuşmaya geldim, Bay Dunne, dedi.
- Biliyor musunuz, bir gün birisinin kapımı çalıp bu sözleri söylemesini bekliyordum, dedi Aidan Dunne.
Birbirlerine gülümsediler. O andan itibaren arkadaş olacakları belliydi. Dağlara bakan pencerenin önünde yıllardır tanışıyormuş gibi konuşmaya başladılar. Aidan Dunne aklından geçen, hayal ettiği gece kurslarından söz etti ve o sabah aldığı korkunç haberi anlattı. Yetkililer bu kurs için gereken fonu onaylamamışlardı. O halde iyi öğretmenler bulamayacaklardı. Yeni müdür kendi fonlarından ufak bir pay ayırmaya söz vermişti, ama o para ancak sınıfları donatmaya, okulu hazırlamaya yeterdi. Aidan Dunne projeden tümüyle vazgeçilmesinden korktuğunu, şimdi ufak da olsa bir ümit belirdiğini anlattı.
Signora Sicilya dağlarında uzun yıllar yaşadığını, sadece dili değil, italyan kültürünü de biraz öğretebileceğim söyledi. Örneğin İtalyan sanatçılar, heykeltıraşlar ve freskler konusunda bir kurs yapılamaz mıydı? Üç değişik konuyu kapsayan bir ders... Sonra italyan müziği, operası ve dinî müziği konusunda diğer bir kurs yapılabilirdi. "Sonra şaraplar ve yemek de olabilir" dedi. Sebzeler, meyveler ve frutti di mare.10 Daha neler olabilirdi, günlük konuşma, tatile gidenlere gerekli deyimler, sonra dili öğ-
10. Deniz mahsulleri, (ç.n.)
renmek isteyenlere gramer ve gerçek İtalyanca dersleri...
Gözleri pınl pırıldı. Biraz önce kapıda duran uzun boylu huzursuz insandan ne kadar da genç duruyordu. Aidan koridorda çocukların gittikçe yükselen seslerini duydu. O bağnşmalar yemek teneffüsünün sona ermekte olduğunu belirtiyordu. Birazdan diğer öğretmenler odaya girecek, aralarındaki bu tılsım sona erecekti.
O bunları söylemeden Signora aklından geçenleri anlamış gibiydi. "Fazla kaldım, işiniz vardır. Ama buluşup bu konuşmamıza devam edebilir miyiz sizce ?" diye sordu.
- Dörtte çıkıyoruz. Şimdi tam bir öğrenci gibi konuştum... Signora gülümsedi. "Okulda çalışmanın güzel yanı da bu olmalı, çocuklar gibi düşünüp hep genç kalmak..."
- Keşke hep böyle olsa, dedi Aidan.
- Annunziata'da İngilizce dersi verdiğimde yüzlerine bakar "Şimdi bilmedikleri bir şeyi ben anlatınca öğrenecekler" diye düşünürdüm. Bu çok doyurucu, güzel bir his...
Ceketini giymeye çalışan, derse gitmek üzere odadan çıkmaya hazırlanan Aidan Dunne kadım beğendiğini apaçık belli ediyordu artık. Signora bir erkek tarafından beğenildiğini hissetmeyeli çok uzun zaman olmuştu. Annunziata'da saygıyla bakılan biriydi. Ma-rio'nun onu sevdiği, ona âşık olduğu kesin, kuşkuya yer olmayan bir gerçekti. Onu tüm kalbiyle sevmişti. Sevmişti, ama hayranlık duymamıştı. Karanlık basınca yanına gelmiş, Signora'ya sarılmış, dertlerini ona açmıştı, ama bakışlarında hiçbir zaman hayranlık duyduğuna dair bir belirti olmamıştı.
Signora beğenilmekten hoşlanmıştı. Başka bir ülkeye beslediği hayranlığı irlandalılarla paylaşmak isteyen iyilik dolu bu adamdan da hoşlanmıştı. Adamın korkusu insanları eğitmek için düzenlediği kurslara yeterince para bulamamaktı.
- Sizi okulun kapısında mı bekleyeyim? diye sordu. Saat dörtte biraz daha konuşacak zaman buluruz.
- Zamanınızı almak istemem... diye söze başladı Aidan Dunne.
- Yapacak başka bir işim yok. Signora her zamanki gibi açık sözlüydü.
- Kütüphanede beklemeye ne dersiniz ? -Memnuniyetle...
Grup halinde çocuklar yanlarından ite kaka geçerlerken birlikte koridorda yürüdüler. Böylesine büyük bir okulda hep yabancı birileri olduğu için Signora çocukların ilgisini çekmiyordu. Şaşkınlıktan ağzı açık kalan Jerry Sullivan'ın dışında...
- Tanrım, Signora... dedi hayretler içinde.
- Merhaba, Jerry, diye yanıtladı Signora tatlı bir sesle. Sanki hep bu okuldaymış gibi konuşmuştu.
Kütüphanede, İtalyanca bölümündeki kitaplann listesini inceledi. Çoğu ikinci el, Aidan Dunne'm kendi parasıyla aldığını tahmin ettiği kitaplardı. "Ne kadar iyi bir adam" diye düşündü, heyecan dolu, belki bana yardım eder. Sonra kendisinin de Bay Dunne'a yardım edebileceğini düşündü. İrlanda'ya dönüşünden bu yana ük kez rahatlamış hissetti kendini. Tırnaklarını etine batırmıyordu. Yaz güneşinin vurduğu pencerede kollarını açtı ve gerinerek esnedi.
İtalyanca öğreteceğinden emindi, İtalya'yı düşünmeyeceğinden de emindi. Dublin'i düşündü. "Derslere katılmak isteyenleri nasıl bulacağız." O ve Bay Dunne. O ve Aidan. Kendini toparladı. Hayal kurmaktan vazgeçmeliydi. En büyük kusuru buydu... Herkes böyle söylemez miydi ? "Hep delice fikirlerin peşinde koşar, gerçeği göremez" derlerdi.
İki saat sonra Aidan Dunne eşikte belirdi. Yüzü içten bir gülümsemeyle aydınlanmıştı. "Arabam yok" dedi. "Herhalde sizin de yok, değil mi?"
- Cebimde ancak otobüs bileti alacak param var, dedi Signora.
"Grania Dunne'a âşık olsaydım hayatım ne kadar kolaylaşırdı" diye düşünüyordu Bili.
Grania yirmi üç yaşında olmalıydı, demek ki yaşları da uygundu. İyi bir aileden geliyordu, babası Mountainview'da öğretmendi, annesi Quentin's Lokantası'nda kasiyerdi. Güzel bir kızdı, konuşmaktan zevk aldığı biriydi.
Birlikte bankayı ve bankadakileri çekiştirirler, neden hep açgözlü bencil insanların ilerlediklerini sorgularlardı. Grania, kız kardeşini sorar, ona kitaplar getirirdi. Her şey başka olsaydı belki Grania da ona aşık olabilirdi.
"Aşkı ve sevgiyi anlayışlı bir insanla tartışmak kadar zevkli bir şey olamaz" diye düşünüyordu. Örneğin Grania unutmak istediği, fakat bir türlü aklından çıkartamadığı o yaşlı başlı erkekten söz ettiğinde Bili ne demek istediğini anlıyordu. Babası yaşında biri olduğunu, sigara içtiğini, nefes alırken hırıldadığını, öksürükten boğulacak gibi olduğunu, böyle giderse birkaç seneye kalmaz ölüp gitmesinden korktuğunu, ama yine de onun kadar çekici birine rastlamadığını söylüyordu.
Ta başından okul müdürünün kendisi olacağını bildiğiıd, yalan söyleyerek Grania'dan sakladığını, bu yüzden birlikte olmalarına hiç olanak kalmadığını anlatıyordu. Babasının Tony O'Brien'la çıktığını -bir kez olsa bile- yattığım öğrenirse o saniye yere yıkılıp öleceğini söylüyordu.
Aslında Grania başkalarıyla çıkmayı da denemişti, ama bu birliktelikler pek başarılı olmamıştı. Hep Tony'yi düşünüyor, gülünce göz kenarlarında oluşan kırışıklıklar aklına geliyordu. Ne büyük bir haksızlıktı bu!... İnsan neden bu denli uygunsuz birine âşık oluyordu ?
Bill, Grania'nın anlattıklarının tümünü içtenlikle onaylıyordu. Kendisi de uygunsuz bir aşkın kurbanı değil miydi ? O da en akla gelmeyecek birine, Lizzie Duffy'ye tutulmamış mıydı ? Lizzie çok güzel, insanın başına dert açacak cinsten bir kızdı. Hayatı boyunca bütün yasaklara başkaldırmış, hep istediğini yapmış biriydi.
Lizzie de Bill'i seviyordu. Ya da seviyorum diyordu. Ya da sevdiğini sanıyordu. "Hayatım boyunca bu kadar ciddi, bu kadar baykuş, bu kadar saygın ve bu kadar saçma birini tanımadım" diyordu. Lizzie Bill'i diğer erkek arkadaşlarıyla karşılaştırınca verdiği tüm sıfatlar yakışıyordu. Diğerleri olur olmaz her şeye gülen, iş bulmak veya bir işte devamlı çalışmak gibi sorunlara önem vermeyen, önceliği tatile gitmek veya eğlenmek olan kimselerdi. Liz-zie'yi sevmek delilikten başka bir şey değildi aslında.
Bili ile Grania bir yandan kahve içiyorlar, bir yandan da "İnsan sadece kendine uygun olana âşık olsa hayat hem çok sıkıcı hem de ne kadar kolay olurdu" diyorlardı.
Lizzie, Bill'in ablası Olive'i hiç sormazdı. Bir gün ziyaretlerine geldiğinde onunla karşılaşmıştı. Olive yavaştı, hep yavaştı. Hastalığının ya da rahatsızlığının bir adı yoktu. 25 yaşındaydı ama, sekiz yaşında gibi davranıyordu. Çok hoş bir sekiz.
İlk karşılaşmada Olive'in problemi anlaşılmazdı. Olive, sekiz yaşında bir çocuk gibi hikâyeler anlatır, televizyonda izlediği saçma sapan şeylerden etkilenirdi. Bazen bağırarak konuşur ve derbederce davranırdı, iri olduğu için sağa sola çarpar, eşyalan devirirdi. Ama Olive'in sinirlendiği veya değişken ruh hallerine girdiği hiç görülmezdi. Herkesle ve her şeyle ilgilenir, dünyada ailesinin benzeri olmadığını düşünürdü. Annesi çarşıdan aldığı hazır bir keki biraz süslese, "Annem dünyanın en güzel pastalarını yapar" derdi. Annesi de gururlanarak gülümserdi. "Babam büyük bir süpermarketi yönetiyor" derdi. Dükkânın jambon reyonundan sorumlu olan babası da anlayışla gülümserdi.
- Kardeşim Bili banka müdürüdür, sözleri Bill'i gülümsetirdi. Grania da bu sözleri duyunca gülmüştü. Bili ise, "Bakalım o günleri görecek miyiz ?" demişti.
- Aslında öyle bir görev istemiyorsun ki... Kabul edersen boyun eğdiğini, kurallarından ödün verdiğini düşünmeyecek misin? diye sormuştu Grania.
Lizzie aslında Olive'le aynı fikirdeydi. Sık sık, "Bankada yükselmelisin" diyordu. "Ben ancak başarılı bir adamla evlenebilirim. Yirmi beş yaşma bastığımızda evleneceksek senin çoktan yükselmeye başlaman gerekirdi."
Bu sözler her ne kadar Lizzie'nin efsanevi sarı buklelerini arkaya atıp bembeyaz dişlerini ortaya çıkartan berrak kahkahası eşliğinde söylenmiş olsalar da Bill'in gerçeği ifade ettiklerinden hiç kuşkusu yoktu. Lizzie, başarısız biriyle asla evlenmeyeceğini söylüyordu, "Öyle yaparsam ikimizi de mahvedeceğim için kötülük yapmış olurum" diyordu. İki yıl sonra, ikisi de çeyrek asırlık olduklarında, kendisine evlenmek için biçtiği tarih geçmeden yeni hayatına başlamak isteyeceğini, o zaman Bill'le evlenmeyi ciddi olarak düşüneceğini söylüyordu.
Lizzie bankaya yeni bir kredi için başvurduğunda eski kredi borcunu ödememiş olduğu için isteği reddedilmişti, Visa kartı elinden alınmıştı. Bili, Lizzie'nin evinde, "Yarın saat on yediye kadar borcunuz ödenmediği takdirde bankanın yasal yollara başvurmaktan başka..." diyen mektuplar görmüştü. Nasıl olsa banka daima başka bir seçenek bulurdu. Lizzie kimi kez ağlayarak, kimi kez bulduğu yeni bir işin heyecanı ve özgüveniyle dolu olarak bankaya gider, işini hallederdi. O hiç batmaz, hiç pişmanlık duymaz, değişmek için hiç çaba sarf etmezdi.
-Aman, Bili, bankalar ne kadar kalpsiz ve ruhsuz şeyler!.. Hep para kazanmak peşindeler. Hiç kaybetmeyi göze alamıyorlar. Onlar düşman, derdi.
- Onlar düşman değil, benim işverenim, diye yanıtlardı Bili.
Lizzie ikinci bir şişe şarap ısmarladığında, "Yapma Lizzie" derdi. Ismarladığı ikinci şişeye verecek parası olmadığını, sonunda hesabı Lizzie'nin değil kendisinin ödeyeceğini çok iyi bilirdi. Bu para işleri gittikçe zorlaşıyordu. Maaşı babasının kazancından daha fazlaydı, hayatta başarılı olması için gösterdikleri özveriye karşılık, ailesine yardım etmek istiyordu. Oysa Lizzie'yle birlikte olan kişinin para biriktirmesine olanak yoktu. Yeni bir cekete ihtiyacı vardı, ama bu bile imkânsızdı. Parası olmadığında Lizzie'nin tatilde bir yerlere gitmekten söz etmemesi için durmadan dua ediyordu. Böyle giderse Lizzie'nin evlenmek için koyduğu koşullan nasıl yerine getireceğini, yirmi beş yaşma kadar zengin olmayı nasıl başaracağını bilmiyordu.
Bili bu yazın sıcak geçmesi için de dua ediyordu. Yaz güneşli geçerse belki Lizzie İrlanda'da kalmaya razı olurdu. Tersine hava kapalı geçer arkadaşları da şu veya bu Yunan adasına gitmeye karar verirlerse veya Türkiye'de hayatın ne kadar ucuz olduğundan söz etmeye başlarlarsa huzursuz olacağı kesindi. Bill'in çalıştığı bankadan kredi alması yasaktı. Bu bankanın kesin kuralıydı. Tabiî başka bir yerden fe-edi bulabilirdi. Bulabilirdi, ama hiç bulmak
istemiyordu. "Ben acaba kötü biri miyim" diye kendini sorguluyor, "Hayır, değilim" diyordu. "Kim kendinin gerçekten nasıl olduğunu bilir ki" diye yeni bir soru takılıyordu aklına.