Italyanca Aşk Başkadır Evening Class



Yüklə 2 Mb.
səhifə3/32
tarix18.08.2018
ölçüsü2 Mb.
#72583
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   32
Gabriella'nm ağabeyleri kaşlannı çattılar. Annunziatalı bir kadının esrarengiz bir zafiyet sergilemesinin tek nedeni olabilirdi. O da gebelikti...
Mario da aynı şeyi düşünmüştü. Gözlerini kaçırmamaya gayret ederek, "Olamaz canım, kadın neredeyse kırk yaşında" diyordu.
Herkes doktoru bekledi. Ona bir bardak sambucca içirip gerçeği ağzından almayı umuyorlardı. Doktorun sambucca'ya zaafını bilmeyen var mıydı ?
Doktor, sır verirmiş gibi, "Hepsi kafasımn içinde" demişti. "Kimseye benzemeyen bu kadın, hasta değil, ama büyük bir üzüntü çektiği kesin..."
Bunu duyan Gabriella'nm en büyük ağabeyi, "Öyleyse neden geldiği yere dönmüyor?" diye sormuştu. Babalan öleli ailenin reisi bu ağabey olmuştu. O acayip, rahatsız edici dedikoduyu o da duymuştu, eniştesi ile Signora arasında bir şeyler olduğu dedi-
4. Doktor, (ç.n.)
kodusunu... Ama o bu söylentinin doğru olmadığından emindi. Mario kendi kapısının önünde böyle bir şey yapacak kadar aptal olamazdı.
Köy halkı Signora'nın omuzlarının gittikçe çöktüğünü gözlemliyordu. Leoneler de bir açıklık getirmemişlerdi. Zavallı Signora... Öyle dalgın, uzaklara bakarak camda oturuyordu.
Mario bir gece herkesin uyumasını bekledikten sonra merdivenleri tırmanıp yatağına gelmişti.
- Neler oluyor? Herkes hasta olduğunu, aklını kaçırdığını söylüyor, demişti Nora'yı kollarına alıp, üstünde Floransa, Napoli, Milano, Venedik, Cenova kentlerinin adları işlenmiş yorganı çekerek. Signora onları kendi elleriyle işlemiş, her kareyi küçük çiçeklerle süslemişti. Mario'ya "Bunlar aşkımın simgesi" demişti. Yorganı işlerken böyle güzel bir ülkeye geldiği için, sevdiği adamın yanı başında yaşadığı için ne kadar şanslı olduğunu düşünmüştü. "Herkes benim kadar talihli değil" diyordu.
Oysa bu akşam dünyanın en talihli kadınına benzemiyordu. Dönüp Mario'ya sarılacağına derin derin içini çekiyor, külçe gibi yatmakla yetiniyordu. Hiç konuşmuyordu.
- Signora. Herkes gibi Mario da ona böyle sesleniyordu. Gerçek adını bildiğini belli etmesi göze çarpardı. Sevgili, sevgili Signora, yüzlerce kez gitmeni söyledim, "Burada sana göre bir hayat yok" dedim. Ama sen kalmak için direttin. Karar senindi. Köy halkı artık seni kabul etti. Doktorun geldiğini duydum. Hüzünlü olmanı istemiyorum, lütfen neler olduğunu söyle bana.
- Ne olduğunu biliyorsun. Sesi ölüydü.
- Hayır, bilmiyorum. Ne oldu ?
- Doktorla konuştuğunu biliyorum. Otele girdiğini gördüm. Sana aklımdan hasta olduğumu söyledi, işte bu kadar.
- Ama neden? Neden şimdi? İtalyanca bilmeden, kimseyi tanımadan bu köyde yıllarca yaşadın. Aklın hasta olacaksa şimdi değil o zaman olmalıydı. On yıl bu köyün bir parçası olarak yaşadıktan sonra değil...
- On değil, on bir yıldan fazla, Mario. Neredeyse on iki.
- Evet, evet. Her neyse...
- Üzgünüm, çünkü ailemin beni özlediğini, beni sevdiğini sanıyordum, şimdi aslında yaşlı anneme hizmetçilik yapmamı istediklerini anladım. Dönüp erkeğe bakmıyordu. Onun okşayışlarına tepki göstermeden taş gibi, bir ölü gibi yatıyordu.
- Benimle mutlu olmak istemiyor musun ? Her zaman olduğumuz gibi mutlu olmamızı istemiyor musun ?
- Hayır, Mario, şimdi değil. Teşekkür ederim, ama bu akşam değil.
Mario yataktan kalktı, kadının yanma geldi. Başucundaki mumu yaktı. Yatak odasında elektrik yoktu. Signora, bembeyaz yüzü, yastığa dağılmış kızıl saçlarıyla yatıyordu. Üstüne şehir adları işlenmiş o gülünç yorganıyla... Mario ne diyeceğini bilemiyordu. "Bir gün Sicilya'nın şehirlerini işlemelisin" dedi. "Catania, Palermo, Cefalu, Agrigento..."
Signora yeniden içini çekti.
Mario'nun canı sıkılmıştı. Oysa Annunziata'nın çevresindeki tepelerin ve her gün taze çiçeklerin bir halı gibi örttüğü yamaçlarının iyileştirici gücü sonsuzdu. Signora o tepeleri, o yamaçları yanakları renkleninceye kadar dolaştı.
Leoneler zaman zaman yanma içi zeytin ve ekmek dolu bir sepet veriyorlardı, Mario'nun taş suratlı karısı Gabriella da "Bazısı ilaç yerine kullanıyor" diyerek bir şişe Marsala şarabı vermişti. Leoneler onu bir pazar patlıcanlı ve domatesli Norma makarnası yemeye davet etmişlerdi.
- Adının neden Norma olduğunu biliyor musunuz, Signora?
- Hayır, Signora Leone. Ne yazık ki bilmiyorum.
- Tadı o kadar güzel ki Bellini'nin Norma operasının mükem-meliğine eriştiği için...
- Tabiî Sicilyalı olduğunu unutmayalım, demişti Signora gururla Ellerini okşamışlardı. Bu ülke hakkında, köyleri hakkmda ne
çok şey biliyordu... Ona bayılmamak elde miydi?
Çanak çömlek satan Paolo ve Gianna da Signora d'Irlanda yazılı özel bir sürahi yapmışlardı. Sürahinin ince tülden etrafı boncuklarla çevrili bir de kapağı vardı. Gece başucuna koyduğu suyun ısınmaması için. Böylelikle ne sinek ne de sıcak yaz akşamlarının tozu girerdi suya. Signora'nm kirayı ödemesinde sorun çıkarmaması için köydekiler ev sahibi yaşlı karıkocanın işlerini aralarında paylaşmışlardı. Signora, böylesine bir dostluk ve -evet-sevgi karşısında yavaş yavaş iyileşti, eski gücünü kazanmayı başardı. Dublin'den gelen ne zaman döneceğini merak eden mektupları okudukça ülkesinde olmasa bile burada sevildiğini artık biliyordu Signora.
İrlanda'ya rüyadaymış gibi yanıtlar yazıyordu. Annunziata'daki yaşamından, alt katta oturan ve ona muhtaç o yaşlı kankocadan söz ediyordu mektuplarında. Sonra bağıra çağıra kavga eden Leoneler de onsuz yapamazdı. Her pazar onlara yemeğe giderek birbirlerini öldürmelerine engel olmak gibi bir görevi vardı. Ma-
rio'nun otelinden de söz ediyor, turistlerin önemini ve yabancıların gelmesi için köy halkının nasıl elbirliğiyle çalışmak zorunda olduğunu yazıyordu. Görevinin turistleri gezdirmek olduğunu, onları yayan götürdüğü yamaçta, düzlüğün kenarından aşağıdaki vadileri seyretmenin güzelliğini anlatıyordu.
Mario'nun küçük kardeşine vadinin yamacında bir kahve açmayı önermişti. Kahvenin adı Vista del Monte'ydi, yani dağ manzarası; ama İtalyanca adı daha güzel değil miydi?
Vaktinin çoğunu hastanede geçiren babası için üzüldüğünü de yazıyordu. Çiftliği satarak Dublin'e yerleşmekle ne kadar akıllıca bir iş yapmışlardı... Dublin'deki apartman dairesini çekip çevirmeye çabalayan annelerinden söz ediyorlardı. Mektuplarında apartmanda fazladan bir yatak odası olduğunu söylemeyi de ihmal etmiyorladı. Nora ise bu bilgiyi almamış gibi davranıyor, sadece annesi ile babasının sağlığını soruyordu. Zaman zaman postanın nasıl çalıştığını merak ettiğini de söylüyordu. 1969'dan beri düzenli bir şekilde ailesine mektup yolladığını, seksenli senelere gelmiş olmalarına karşın ne annesinden ne de babasından bugüne kadar bir yanıt almadığını yazıyordu. "Mektupların kaybolmuş olmalarından başka bir neden bulamıyorum" diyordu.
Brenda, bu davranışını en yüksek puanla onayladığını bildiren bir mektup yazmıştı.
"Aferin sana. Kafalarım iyice karıştırdın. Bu ayın sonundan önce annenden mektup alacağına bahse girerim. Sakın fikir değiştirmeye kalkma. Annen için memlekete dönme. Mecbur kalmasa kesinlikle yazmayacağmı bil!"
Mektup geldi. Ve annesinin o bildik yazısını zarfın üstünde gören Signora'nın yüreği ağzına geldi. Evet, bunca yıl sonra hâlâ tanıdığı o yazı... Mektubun her kelimesinin Helen ve Rita tarafından dikte ettirildiğine emindi.
Yabancı bir ülkede yalnız yaşayan kızının yalvarışlarına yıllarca sanki kulaklarım tıkamamış birinin mektubuydu. Bütün suçu "Babanın inatla savunduğu ahlakî değerler"e yüklüyordu. Bu deyimi gören Signora sessizce güldü. Annesi yüz sene boş bir mektup kâğıdına bakacak olsa yine de böyle bir deyim bulamazdı.
Mektubun son paragrafı, "Lütfen geri dön, Nora. Geri dön ve bizimle otur. Hayatına asla karışmayacağız. Ama sana ihtiyacımız var. İhtiyacımız olmasaydı geri dön demezdik" diye sona eriyordu.
"İhtiyacınız olmasaydı zaten mektup da yazmazdınız" diye içinden geçirdi Signora. Neden daha büyük bir acı hissetmediğine şaşıyordu. Ama o acı artık geçmiş, bitmişti. Brenda, onunla ilgilen-
mediklerini, katı yürekli yaşlı anne ve babalarına bakması için onu istediklerini yazdığında yoğun biçimde o acıyı yaşamıştı.
İtalya'da huzur içinde yaşarken ailesini düşünüp onlara acıyordu. Yaşamıyla kıyasladığında onlann hayatı ne kadar boş geliyordu. Kinci olmadan geri dönemeyeceğini açıkladı. Bugüne dek yazdığı mektupları okumuş olsalardı burada ona ne kadar gerek duyulduğunu bilirlerdi... Hayatlarının ayrılmaz bir parçası olarak gördüklerini daha önceden belirtmiş olsalardı Signora da huzur dolu bu güzel köyün yaşamına böylesine karışmaz, geri dönmeye önceden hazır olurdu. Günün birinde onu isteyeceklerini nereden bilebilirdi ? O kadar yıl habersiz bıraktıkları için anlayışla karşılayacaklarından emindi...
Ve seneler geçti.
Signora'nın kızıl saçlarının arasında beyazlar belirdi. Etrafındaki esmer kadınların aksine bu beyaz saçlar onu yaşlandırmıyordu. Sanki saçları güneşten açılmıştı. Gabriella ise daha yaşlı görünmeye başlamıştı. Yusyuvarlak suratı, piazza'mn karşısına kıskançlık alevleri saçan donuk gözleriyle otelin resepsiyonunda oturuyordu. Oğlanlar artık büyümüş, zorluk çıkartmaya başlamışlardı. Söz dinleyen o eski kara gözlü meleklerin yerinde yeller esiyordu.
Mario da ihtiyarlamış olmalıydı, ama Signora farkında değildi. Eskisi kadar sık olmasa da yine odasına geliyordu. Çoğu zaman sadece sarılıp yan yana yatmak için...
Yorgan dolmuş, artık yeni kentlere yer kalmamıştı. Signora hoşuna giden ufak yerlerin adlarıyla doldurmuştu boşlukları.
Mario, "Giardini-Naxos'u büyük şehirlerin arasına katmama-lıydın. Orası ufacık bir yer" demişti.
- Aynı fikirde değilim. Taormina'ya gittiğimde otobüsle oraya kadar uzandım, çok güzel bir yer... Kendine özgü havası, kendine özgü karakteri olan, çok turist çeken bir yer. Yok, yok onun yeri burası... Mario zaman zaman büyük sorunları varmış gibi derinden iç çekerdi. Sorunlarını Signora'ya anlatmıştı. İkinci oğlu haylazdı. Yirmi yaşındaydı, New York'a gitmek istiyordu. Oraya gitmek için küçüktü. Sonunun iyi olmayacağından korkuyordu Mario. Oğlanın kötü insanlarla arkadaşlık etmesinden, yanlış ilişkilere girmesinden korkuyordu.
Signora, tatlı bir sesle, "Burada da yanlış insanlarla arkadaşlık ediyor" demişti. "Belki New York'ta biraz daha çekingen davranır. Kendinden bu kadar emin olmaz... Nasıl olsa gideceğine göre senin rızanla gitsin daha iyi" demişti.
- Sen çok çok akıllı birisin, Signora, diye yanıtlamıştı Mario, başını dostça omzuna dayayarak.
Signora gözlerini kapatmadan karanlık tavana baktı ve kaç kez bu odada ne kadar aptal olduğunu, peşinden gelmekle çok aptalca hareket etmiş bir kadın olduğunu söylediğini hatırlıyordu. "Buraya, hiçbir geleceği olmayan bu köye nasıl gelirsin" demişti... Anlaşılan aradan geçen yıllar bu aptallığı bilgeliğe dönüştürmüştü. Dünya çok tuhaf bir yer değil miydi?
Sonra Mario ile Gabriella'nın tek kızları gebe kalmıştı. Oğlan, damat denecek biri değildi. Piazza'daki otelde bulaşıkçılık yapan bir köylü çocuğuydu... Mario odasına gelip bunun için de ağlamıştı. Kızı, biricik kızı, kendisi çocukluktan çıkmadan... çocuk doğuracaktı, gebe kalmıştı. "Ne büyük bir utanç, ne ayıp" diyordu.
Signora, Mario'ya "1994 yılındayız" demişti. "Bunlar İrlanda'da bile ayıp sayılmıyor artık." Tersine kızına kanat germesi, kabul etmesi gerekiyordu. Genç çocuk belki de Vista del Monte'de çalışabilirdi. Oradaki kahveyi büyütür, ilerde de tüm işletmeyi üstlenirdi. "Neden olmasın" diyordu.
Elli yaşındaydı, ama doğum gününü Mario'ya söylememişti. Kimseye söylememişti. Sadece üstüne BUON COMPLEANNO, "Doğum günü mutlu olsun" yazılı ufak bir yastık işlemişti, o kadar. Mario'nun iğfal edilen kızı için döktüğü gözyaşları kuruyup odasından gittiğinde yastığını eline alarak, "O kadar yıl önce korktuğum gibi gerçekten deli miyim acaba?" diye kendi kendini sorgulamıştı.
Maria'nın mutfakta çalışan gençle düğününü pencereden seyretmişti. Tıpkı Mario ve Gabriella'nın evlendikleri gün gibi... Kilise çanları her zamanki gibi dağların yamaçlarında yankılanmıştı.
Elli yaşında olmak ne demekti ? Oysa Signora kendini buraya geldiği günkü gibi hissediyordu, bir yaş fazla değil.. .Pişman olduğu hiçbir şey de yoktu. Acaba bu köyde veya başka bir yerde bunu söyleyebilecek kaç kişi vardır?
Varsayımlarında haklıydı. Maria kendisine ve ailesine layık olmayan mutfakta çalışan o çocukla evlenmişti, çocuk da eksiklerini tamamlamak için gece gündüz Vista del Monte'de çalışmak zorunda kalmıştı. İnsanlar bunun dedikodusunu yapsalar bile ancak birkaç gün sürmüştü.
Mario'nun ikinci oğlu, o uslanmaz genç New York'a gitmişti. Gelen haberlere göre orada değişmiş, mükemmel bir çocuk olmuştu. Amcasının trattoria'smda5 çalışmaya başlamıştı. Haftalıklarım Sicilya'da kendi lokantasını açmak için biriktiriyordu...
S. Lokanta, (ç.n.)
Signora meydana bakan penceresi hep açık uyurdu. Gabriel-la'nın orta yaşlı, tıknaz ağabeylerinin arabalardan fırlayıp koşmaya başladıklarını ilk duyan o olmuştu. İlk önce dottore'yi uyandırmaya çalışmışlardı. Signora panjurların gölgesine sinmiş, dışarıya bakıyordu. Bir kaza olduğu belliydi.
Neler olduğunu anlamak için eğildi. Yalvarırım Tanrım, çocuklardan biri olmasın. O ailenin yeterince derdi var...
Sonra kapıda Gabriella'nm iri siluetini gördü. Gecelik giymişti, omuzlarında bir şal vardı. Elleriyle yüzünü sakladı, gökyüzü hay-kırışlanyla yırtılıyordu adeta.
-MARİOIMARİOL
O haykırış Annunziata'yı çevreleyen dağların tepelerini dolaşıp aşağı vadilere indi.
O haykırış Signora'nm odasına doldu, cesedin arabadan çıkarıldığını görünce kalbinin donduğunu hissetti Signora.
Orada, öylece taş gibi ne kadar durduğunu anımsamıyordu. Kısa bir süre sonra ay ışığıyla aydınlanan meydan Mario'nun ailesi, komşulan ve dostlarıyla dolmaya başlayınca kendini onların arasında buldu, gözyaşları yanaklarından aşağı denetimsiz bir biçimde akıyordu. Onun yüzünü, kanlı ve darbe yemiş yüzünü gördü. Yakınlardaki bir köyden eve dönüyormuş. Virajı iyi hesaplayamamış. Araba birçok takla atmış.
O yüze ellerini değdirmeliydi. Kardeşleri gibi, karısı ve çocukları gibi o yüze dokunmazsa, onu okşayıp öpmezse bu dünyada hiçbir şey bir daha yerli yerine oturamayacaktı. Bundan emindi. Biri görüyor muydu, farkında değildi, yaklaşmaya başladı. Onca yıl korudukları gizliliği tamamen göz ardı ederek...
Çok yakınma geldiğinde arkasından uzanan eller hissetti. Kalabalığın arasından onu geriye çeken birileri vardı. Signora Leone, Paolo ve Gianna, çömlekçi dostları ve düşündükçe garipsediği Gabriella'nm iki erkek kardeşiydi onu engellemeye çalışanlar. Onu arkaya aldılar, kederden çırılçıplak soyunmuş bedenini An-nunziatalıların bakışlarından uzaklaştırdılar. Köyün toplumsal anılarına olağanüstü yeni bir anı katılmaması, Signora irlande-se'nin kendim bıraktığı, otelin sahibine olan aşkını herkesin gözleri önünde itiraf ettiği gece diye yeni bir sayfa açılmaması için Signora'yı geriye çektiler.
O gece daha önce hiç girmediği evlere girdi. Ona kuvvetli konyaklar içirdiler, biri ellerini okşadı. Dışardan ağlayanların, acı içinde inleyenlerin sesleri duyuluyordu. Zaman zaman ait olduğu yere, ölünün yanında ayakta durmaya gitmek istiyordu, ama her
seferinde dostça eller onu tutuyor, gitmesini engelliyordu.
Mario'nun cenazesi kalktığı gün sakin, solgun bir yüzle pencerede oturuyordu. Kalabalık, tabutu otelden alıp freskler ve seramiklerle süslü kiliseye götürmek için meydandan geçerken başını önüne eğmişti. Kilisenin çanı uzun, yalnız ve acı içinde çalıyordu. Kimse başını kaldırıp penceresine bakmamıştı. Kimse yanaklarından süzülüp kucağındaki elişini ıslatan gözyaşlarına tanık olmamıştı.
Daha sonra herkes köyü terk edeceğini, ülkesine döneceğini düşünüyor, bunu bekliyordu.
Yavaşça bu beklentileri o da sezinlemeye başladı. Signora Leone, "Gitmeden önce benimle köyüme, Trapani'ye gelmelisin, sana oradaki 'matem alayı'nı göstermeliyim... İrlanda'ya döndüğünde anlatırsın" demişti.
Paolo ile Gianna da memleketine döneceği için ona büyük bir tabak yapmışlardı. "İrlanda'daki bütün meyveleri koyarsın. Tabağa baktıkça Annunziata'da geçirdiğin onca yılı hatırlarsın..." Demek ki herkes gitmesini bekliyordu...
Oysa Signora'nm gidecek bir ülkesi kalmamıştı, buradan ayrılmak istemiyordu. Elli yaşlarındaydı, oysa geldiğinde daha otuz yaşında yoktu. Annunziata'da ölmek istiyordu. Bir gün bu kilisenin çanının kendi cenazesinde de çalmasını istiyordu. Bu iş için şimdiden para biriktirmiş, ufak, oymalı tahta bir kutuya saklamıştı bile...
Gideceği imaları ne kadar bariz de olsa, fikir vermek isteyenler ne kadar hevesli de olsa aldırmadı.
Gabriella evine gelinceye dek...
Gabriella, simsiyah giysilerle piazza'yı geçti. Matemi yüz hatlarına yerleşmiş, onu iyice yaşlandırmıştı. Bugüne dek Signora'nm evine hiç ayak basmamıştı. Gelmesini bekleyen biri varmış gibi kapıyı vurdu. Signora konuğunu rahat ettirmeye çalışarak telaşla meyve suyu, su ve teneke kutudan büsküvi ikram etti. Sonra yerine oturup beklemeye koyuldu.
Gabriella iki küçük odayı gezdi. Yatağın üstünde duran şehir adlan işlenmiş yorganı elledi.
- Harika bir yorgan, Signora, dedi.
- Çok naziksiniz, Signora Gabriella. Uzun bir sessizlik oldu.
Sonra Gabriella, "Memleketinize geri dönecek misiniz ?" diye sordu.
Signora sadece, "Geri dönecek kimsem yok ki..." dedi.
- Ama burada da kimseniz yok, kalmak isteyeceğiniz kimse yok. Artık kalmadı. Gabriella da Signora kadar açık sözlüydü.
Signora başıyla onayladı. "İrlanda'da hiç kimsem yok, Signora Gabriella. Buraya geldiğimde genç bir kızdım. Şimdi ise orta yaşlı, yaşlanmakta olan bir kadınım... Kalmayı düşünüyordum." Göz göze geldiler.
- Bu köyde hiç arkadaşınız yok, buna hayat denmez, Signora.
- İrlanda'da bu kadarı da yok.
- İrlanda'da kendinize yeni bir hayat kurabilirsiniz. Orada kalan arkadaşlarınız, aileniz sizi görmekten mutlu olurlar. Geri dönmeniz onları sevindirir.
- Benim gitmemi mi istiyorsunuz, Signora Gabriella? Soru çok açıktı. Bilmek istiyordu.
- Hep "Ben ölürsem gider" diyordu. Geriye, insanlarınızın araşma döneceğinizi, beni de insanlarımın arasında matemimle baş başa bırakacağınızı söylerdi.
Signora şaşkınlıkla yüzüne bakıyordu. Mario benim adıma, bana sormadan bu kadma nasıl söz verirdi ? "Benim razı olduğumu söyledi mi?"
- Aynen böyle olur, diyordu. Ve eğer ben, Gabriella ondan önce ölürsem, sizinle evlenmeyeceğini de söylüyordu. "Evlenirsem skandal olur, senin adını kirletirim" diyordu. Herkesin benimle değil, sizinle evlenmek istediğini düşüneceğini sanıyordu.
- Bu sözleri sizi mutlu ediyor muydu ?
- Hayır, Signora. Bu sözler beni mutlu etmiyordu. Ne Mario'nun ölümünü ne de kendi ölümümü düşünmek istiyordum. Belki onurumu korumama yardım ediyordu, o kadar. Sizden korkmamam gerektiğini anlamama yarıyordu. Burada kalarak geleneklere karşı gelmeyeceğinizi, ölen adamın ailesiyle birlikte yas tutmaya kalkmayacağınızı anlamıştım o kadar...
Dışarda, otele et getiren kamyonun sesi, çömlekçiye malzeme getiren kamyonetin sesi, okuldan dönen çocukların selamlaşmaları, şakalaşmaları duyuluyordu. Köpekler havlıyordu, bir yerlerde öten bir kuş sesi vardı... Mario daha önce geleneklerden, onurdan söz etmiş bu kavramların kendisi ve ailesi için ne kadar önem taşıdığını anlatmıştı.
Teker teker konuşmaya başladı. "Sanırım ay sonu, Signora Gabriella. irlanda'ya o zaman gideceğim."
Kadının gözlerinde büyük bir rahatlama ve minnet duygusu belirdi. İki eliyle Signora'nın ellerini kavrayarak, "Orada çok daha mutlu, çok daha huzurlu olacağınızdan eminim" dedi.
- Evet, evet, dedi Signora çok hafif bir sesle. Sözcükler o sıcak öğleden sonra sanki havada asılı kalmış gibiydiler.
- Si, si... veramente.6
Ancak yol parasına yetecek parası vardı. Nasıl olduysa arkadaşları bunu fark etmişlerdi.
Signora Leone evine kadar gelerek bir tomar lireti eline sıkıştırmıştı. "Lütfen, Signora. Lütfen. Sayenizde o kadar para kazandık, lütfen kabul edin" demişti.
Paolo ve Gianna da aynı şeyi yaptılar. Signora'sız çömlekçilik böylesine gelişmezdi. "Bunu ufak bir yüzde olarak kabul edin lütfen" dediler.
Yaşamının önemli yıllarını birlikte geçirdiği o yaşlı çift de evi böylesine güzelleştirdiği için bir karşılık vermek istediklerini söylediler.
Havaalanı bulunan bir şehre götürecek otobüse eşyalarıyla bineceği gün Gabriella otelin önüne çıktı. Ne o ne de Signora tek kelime söylemediler, ikisi de başlarını eğmekle yetindiler. İfadeleri ciddi ve saygılıydı. 0 kısacık sahneyi izleyenler kullandıkları sözcükleri duyar gibiydiler. Bir kadının diğerine kelimelerle ifade edemeyeceği şükranlar sunduğunu ve yeni yaşamında şans dilediğini duyar gibi oldular.
Şehir gürültülü ve kalabalıktı. Havaalam ise büyük bir uğultuyla koşuşan insanlarla doluydu. Annunziata'nın mutlu telaşına hiç benzemeyen, göz göze gelmekten kaçınan bir kalabalık. Dublin de büyük bir olasılıkla böyle bir kent olmuştu, ama Signora bunları düşünmemeye kararlıydı.
Hiç plan yapmamıştı. Dublin'e varınca içinden geldiği gibi hareket edecekti. Yolculuğunu gerçekleşmeyecek planlarla bozmamaya kararlıydı. Kimseye geleceğini haber vermemişti. Ne ailesine ne de Brenda'ya. Bir oda tutacak ve her zamanki gibi başının çaresine bakacaktı. Nasıl davranacağım sonra düşünecekti.
Uçakta bir çocukla konuşmaya çalıştı. On yaşlarında bir çocuktu, Mario ile Gabriella'nın küçük oğlu Enrico yaşlarında... Farkında olmadan İtalyanca konuşmuştu, çocuk ise ne dediğini anlamadan başını çevirdi.
Signora camdan dışarı baktı. Artık Enrico'nun veya New York'a giden ağabeyinin başına gelenlerden hiç haber alamayacaktı, mutfakta bulaşıkçılık yapan, şimdi ise Vista del Monte'de tutsak gibi yaşayan çocukla evlenen kız kardeşinden de. Evine
6. Evet, evet... gerçekten, (ç.n.)
kimin yerleştiğini de hiç öğrenemeyecekti. Gelenler Signora'nın o duvarların arasında geçirdiği uzun yıllan ve neden orada yaşa-  | dığını hiç bilmeyeceklerdi.
"Geride bırakılan kıtanın kıyılarında neler olduğunu hiç öğrenmeden, gidilen yerde nelerle karşılaşacağını bilmeden denize açılmak gibi bir şey" diye düşündü Signora.
Londra'da uçak değiştirdi. Londra'da kalmak hiç istemiyordu. Başka bir hayatta Mario'yla yaşadığı yerleri yeniden görmek gibi bir özlem yoktu içinde. Çoktan unuttuğu insanlan yeniden aramak veya zor anımsadığı yerleri yemden gezmek istemiyordu. Yok, hayır, Dublin'e gidecek, karşısına ne Çıkarsa göğüsleyecekti.
Her şey o kadar değişmişti ki... Şehir anımsadığından çok daha büyüktü. Alan, dünyanın her tarafından gelen uçaklarla doluydu. Signora, İrlanda'da otururken uzaktan gelen uçaklar hep Shannon Havaalanı'nı kullanırlardı. Her şey nasıl böylesine değişmişti ? Örneğin havaalanı yolu... Eskiden havaalanının yolu evlerin arasından kıvrıla kıvrıla giderdi; şimdi ise iki tarafı çiçekli bir otoyol yapılmıştı. Tanrım, İrlanda çağ atlamıştı!
Otobüste, bir Amerikalı kadın nerede kalacağını sordu.
- Tam emin değilim, dedi Signora. Bir yer bulacağım.
- Buralı mısınız, yoksa turist misiniz ?
- Uzun zaman önce İrlanda'dan ayrıldım, dedi Signora.
- Benim gibi... atalarınızın izini arıyorsunuz herhalde... Amerikalı kadın mutluydu. Köklerini arayıp bulmak için kendine bir hafta tanımıştı. "Bu kadar zaman yeter" diyordu.
- Ah, tabiî yeter, dedi Signora, İngilizce yanıtlar bulmanın ne kadar zor olduğunu düşünerek... Neredeyse certo7 diyecekti. Birden İtalyanca konuşmaya başlasa kim bilir ne züppe sanacaklardı... Dikkat etmeliydi.
Signora otobüsten indi ve Liffey'in kıyısından O'Connel Köprü-sü'ne kadar yürüdü. Etrafı grup halinde dolaşan uzun boylu, özgüvenli, gülen gençlerle doluydu. Bir yerlerde bu genç nüfus hakkında bir yazı okuduğunu hatırladı, yazıda ülkenin yansının yirmi dört yaşından genç olduğunu okumamış mıydı ?
O yazının böylesine somut kanıtlarını görmeyi beklemiyordu. Ne kadar renkli giyinmişlerdi. İngiltere'ye çalışmaya gittiğinde Dublin gri ve hüzünlü bir yerdi. Oysa şimdi binaların çoğu temizlenmişti, yollarda güzel, pahalı arabalar vardı. Eskiden daha çok bisiklet ve eski püskü arabalann olduğunu hatırladı. Gözüne dergiler çarptı. İri göğüslü kızlann resimleri vardı kapaklannda. Son
7. Pek tabiî, (ç.n.)
geldiğinde bu dergiler yasaklanmış olmalıydı. Ya da kendisi ipek bir kozada mı yaşıyordu o zamanlar?
Bilmediği bir nedenle O'Connel Köprüsü'nü geçerek Liffey'in kıyısında yürümeye devam etti. Sanki kalabalığı izlemesi gerekiyormuş gibi, taa Temple Bar'ı bulana dek ilerledi... Tıpkı yıllar önce Mario'yla tatile gittikleri Paris'te, Seine Nehri'nin sol kıyısına benziyordu burası. Arnavut kaldınmh sokaklar, her biri el sallayan, birbiriyle konuşup gülüşen gençlerle dolu kaldınm kahveleri...

Yüklə 2 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   32




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin