Jostein Gaarder Sofi'nin Dünyası



Yüklə 2,32 Mb.
səhifə5/40
tarix17.11.2018
ölçüsü2,32 Mb.
#83161
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   40
Görüyoruz ki "falcı" aslında öngörülemeyecek şeyleri ön görmeye çalışır. Bu her türlü falcılık için geçerlidir. "Öngörülmeye" çalışılan şey aslında bilinemeyeceği için ve tam da bu nedenle, falcıların söylediklerinin tersini iddia etmek hiç de kolay bir iş değildir.
Gece gökyüzüne baktığımızda karmakarışık bir halde biraraya gelmiş parıldayan şeyler görürüz. Tarih boyunca pek çok insan yıldızların hayatımız üzerinde etkisi olduğuna inanmıştır. Bugün hâlâ önemli kararlar öncesinde astrologlara danışan devlet adamları vardır.
Delphoi'deki kâhin
Yunanlılar kaderlerini Delphoi'deki meşhur kâhin aracılığıyla öğrenebileceklerine inanıyorlardı. Delphoi'deki kehânet tanrısı Apollon'un ta kendisiydi. Apollon, insanlarla kadın rahibe Pythia aracılığıyla konuşurdu. Pythia toprakta açılmış bir deliğin başında otururdu. Bu delikten insanı bayıltıp kendinden geçiren gazlar çıkardı. Bu kokularla trans haline geçen Pythia, böylelikle Apollon'un sözcüsü haline gelirdi.
İnsanlar Delphoi'ye gelince sorularını önce oradaki rahiplere iletiyorlardı. Bunlar da Pythia'ya. Pythia sorulara öyle anlaşılması güç ve her anlama gelebilecek yanıtlar veriyordu ki, rahiplerin bu yanıtları soruyu soran kişilere açıklaması gerekiyordu. Bu şekilde Yunanlılar Apollon'un bilgeliğinden yararlanıyorlardı. Çünkü Apollon her şeyi, hem geçmişi hem de geleceği, çok iyi biliyordu.
Pek çok devlet yöneticisi Delphoi'deki kâhine danışmadan sa-
v 64
KADER
vaşa gitmeye veya başka önemli kararlar almaya cesaret edemezdi. Böylelikle Apollon rahipleri, halkını ve ülkesini çok iyi tanıyan bir tür diplomat ya da danışman rolü görüyorlardı.
Delphoi'deki tapınağın üzerinde meşhur bir özdeyiş yer alıyordu: KENDİNİ BİL! Bununla anlatılmak istenen, insanın insan olmaktan öte bir şey olduğuna inanmaması gerektiği ve hiçbir insanın kaderinden kaçamayacağı idi.
Yunanlılar arasında insanın nasıl sonunda kaderine yakalandı-ğıyla ilgili öyküler anlatılıyordu. Zamanla bu "trajik" kişiler hakkında oyunlar (trajediler) yazıldı. Bunların en bilineni Kral Oedipus hakkında olanıdır.
Tarih bilimi ve tıp bilimi
Kader yalnızca sıradan insanların yaşamını belirlemiyordu. Yunanlılar tarihin gidişinin de kadere bağlı olduğuna inanıyorlardı. Savaşa tanrıların karar verdiğini düşünüyorlardı. Günümüzde de tarihte olan bitenleri Tanrı'nın ya da başka gizemli güçlerin belirlediğine inananlar vardır.
Ancak Yunanlı filozofların' doğal süreçlere doğal bir takım açıklamalar getirmeye çalıştığı sıralarda, tarihsel gidişi de doğal nedenlerle açıklamaya çalışan bir tarih bilimi ortaya çıkıyordu. Bir devletin savaşta yenilmesi artık tanrıların öç almasıyla açıklanmıyordu. En tanınmış Yunanlı tarihçiler Herodotos(İ.Ö. 484-424) ve Thukydides (İ.Ö. 460-400) idi.
Yunanlılar hastalıkların da tanrıların işi olduğuna inanıyorlardı. Bulaşıcı hastalıklar çoğunlukla tanrıların insanlara vetdiği bir ceza olarak görülüyordu. Öte yandan tanrılar kendilerine doğru bir biçimde kurbanlar verildiğinde insanları yeniden sağlığına kavuşturabili-yordu.
Bu düşünce tarzı kesinlikle sadece Yunanlılara özgü değildir.
65
SOFÎ'NİN DÜNYASI
Yakın çağlarda tıp bilimi ortaya çıkana dek, hastalıkların doğaüstü güçlerin işi olarak görülmesi en yaygın anlayıştı. Örneğin "nezle" sözcüğünün kökeninde insanın yıldızların kötü "etkisi altında kal. ması" yatar.
Bugün bile değişik hastalıkların, örneğin AiDS'in, Tanrı'mn in. sanlara verdiği bir ceza olduğuna inanan pek çok kişi vardır. Pek çolı insan da hastalıkların doğaüstü bir biçimde "iyileştirilebileceğine" inanmaktadır.
Yunanlı filozofların yepyeni bir düşünce biçimiyle ortaya çıktığı sıralarda, hastalık ve sağlığa da doğal açıklamalar getirmeye çalışan bir Yunan tıp bilimi doğuyordu. Yunan tıp biliminin kurucusu, Koı adasında İ.Ö. 460 yıllarında doğmuş olan HippokratesMr.
Hippokratesçi tıp geleneğine göre, hastalıklara karşı koymanın en önemli yolu aşırıya kaçmayan, sağlıklı bir hayat sürmekti. İnsan için doğal olan şey sağlıklı olmaktı. Hastalıklar, fiziksel ya da ruhsal bir dengesizlik sonucu doğanın "yolundan çıkması"ndan kaynakta nırdı. İnsanın sağlıklı bir yaşam sürmesinin yolu, dengeli ve uyumlu olmaktan ve "sağlam bir vücutta sağlam bir kafa"dan geçerdi.
Günümüzde "tıp ahlakı"ndan sözedilmektedir. Bununla, dok' torların belli bazı ahlaksal kurallar çerçevesinde hareket etmesi g& rektiği kastedilir. Örneğin bir doktorun sağlam bir kişiye uyuşturucu içeren ilaç yazması yasaktır. Ayrıca bir doktor, hastasının hastalf ğıyla ilgili olarak kendisine anlattıklarını bir başkasına anlatmama sözünü tutmak zorundadır. Bunlar kökleri Hippokrates'e uzanan dü-şüncelerdir. Hippokrates öğrencilerinden şu yemini etmelerini isterdi:
Yeteneklerim ve değerlendirmelerim doğrultusunda tedavimi hastalara yardım etmek ve onlara asla zarar ve acı vermeme* kaygısıyla kullanacağım. Ne isteyene zehirli ilaç vereceğim, nf de kimseyi buna teşvik edeceğim. Ne de bir kadına doğurmasın önlemek için diyafram vereceğim. Hayatımı ve sanatımı temizi
66
KADER
kutsal tutacağım.
Bıçak kullanmayacağım, en derin acılar içinde kıvrananlara karşı bile. Ama bu alanda uzman olanlara alan açacağım.
Hangi ev olursa olsun gittiğim her eve hastalara yardım et-. mek için gideceğim. Bilerek haksızlık etmeyecek ve bilerek zarar vermeyeceğim. Özellikle, köle olsun özgür olsun, ne bir erkek ne de bir kadın vücuduna zarar vereceğim. İnsanlarla girdiğim ilişkide görüp duyduklarım başkalarına anlatılmayacak bir şeyse, bunu asla açık etmeyeceğim. Çünkü bu benim için kutsaf bir sırdır.
Bu yemini tutar ve bozmazsam, insanlar hayatıma ve sanatıma saygı duysunlar. Yok eğer yeminimi bozarsam, başıma bunun tam tersi gelsin.
Sofi Cumartesi sabahı yatağında sıçrayarak uyandı. Rüya mıydı yoksa filozofu gerçekten görmüş müydü?
Eliyle yatağın altını yokladı. Tabii, gece gelen zarf oradaydı işte. Sofi Yunanlıların kadere inanışlanyla ilgili tüm okuduklarını hatırladı. 0 zaman bu bir rüya olamazdı.
Filozofu görmüştü tabii! Yalnız bu olsa iyi. Filozofun kendi mektubunu aldığını da görmüştü!
Sofi kalkıp yere çömeldi ve yatağın altına uzandı. Bütün daktilo sayfalarını alıp çıkardı. Bu da neydi? Ta duvarın dibinde kırmızı bir şey duruyordu. Bir eşarp mıydı ne?
Sürünerek uzanıp kırmızı ipek eşarbı aldı. Emin olduğu tek şey, eşarbın kendine ait olmadığıydı.
Dikkatle eşarbı incelemeye koyulmuştu ki eşarbın kenarında siyah yazıyla yazılanı görünce küçük bir çığlık attı: "HÎL-DE".
Hilde! Peki ama kimdi bu Hilde? Nasıl oluyordu da Hil-de'yle yolları böyle kesişiyordu?
67

SOKRATES
...en bilge kişi bilmediğini bilen kişidir...


Sofi üzerine yazlık bir elbise geçirip mutfağa indi. Annesi mutfakta tezgâhın üzerine eğilmiş duruyordu. Annesine ipek eşarptan sözetmemeye karar verdi.
- Gazeteyi aldın mı? sözleri dökülüverdi ağzından. Annesi ona dönerek:
- Hadi bir iyilik yap da sen alıver gazeteyi bugün, dedi. Sofi çakıl taşlı yolu koşarak geçip yeşil posta kutusuna vardı.
Gazeteden başka bir şey yoktu. Mektubuna daha cevap gelemezdi zaten. Gazetenin ilk sayfasında Lübnan'daki Norveçli BM taburu ile ilgili bir haber okudu.
BM taburu... Hilde'nin babasından gelen zarfın damgasında da bu yazmıyor muydu? Ama pul Norveç puluydu. Belki de Norveçli BM askerleri özel bir Norveç postanesi de götürmüşlerdi yanlarında...
Mutfağa geri döndüğünde annesi alaycı bir ses tonuyla:
- Gazeteyle de pek ilgilenir oldun son günlerde! dedi.
Neyse ki annesi kahvaltıda da daha sonra da posta kutusundan filan sözetmedi. Annesi alışverişe gitmek üzere evden çıkınca, Sofi kaderle ilgili mektubu alıp Geçit'e gitti.
Mektupları koyduğu bisküvi kutusunun yanında beyaz bir zarf olduğunu görünce aklı başından gidecekti neredeyse. Sofi mektubu buraya koyanın kendisi olmadığından emindi.
Bu zarfın da kenarları ıslaktı. Önceki gün aldığı mektup gibi bunun da üzerinde bir takım derin izler vardı.
68
SOKRATES
Filozof buraya mı gelmişti? Gizli yerini biliyor muydu yani? Ya zarflar niye ıslaktı?
Tüm bu sorulardan başı dönmeye başlamıştı. Zarfı açıp kâğıtta yazılanları okumaya koyuldu.
Sevgili Sofi. Mektubunu büyük bir ilgiyle ve biraz da kalbim burkularak okudum. Kahve içmeye gelmek konusunda ne yazık ki seni hayal kırıklığına uğratmak zorundayım. Bir gün mutlaka görüşeceğiz, ancak uzunca bir süre daha Kaptan Virajında kendimi gösteremeyeceğim sanırım.
Bundan sonra mektupları da kendim getiremeyeceğim. Uzun vadede sakıncalı olabilir bu. Mektupları küçük ulağım getirecek. Ancak işin güzel yanı bundan sonra mektupların doğrudan senin gizli yerine bırakılacak olması.
İstersen yine benimle haberleşebilirsin. Bu durumda mektubunu ve de bir bisküvi ya da kesme şeker parçasını pembe bir zarfın içine koymalısın. Ulak böyle bir zarf görürse, alıp bana getirecektir.
NOT. Bir bayanın kahve davetini reddetmek hiç hoş bir şey değil. Ancak bazen böyle gerekiyor.
NOT. NOT. Kırmızı bir ipek eşarp bulacak olursan lütfen ona iyi bak. Bazen insanların eşyaları birbirine karışır böyle. Okullarda da çok olur bu. Ee, bizim ki de bir felsefe okulu ne de olsa!
Selamlar, Alberto Knox.
Sofi on dört yıllık yaşamı boyunca yılbaşlarında, yaşgünlerinde filan epey mektup almıştı. Ama bu mektup hepsinden daha garipti.
Birincisi, mektup pulsuzdu. Posta kutusuna bile konma-mıştı. Bu mektup doğrudan Sofi'nin süper gizli yerine bırakıl-
69
SOFt'NÎN DÜNYASI
mıştı. îşin tuhafı kuru bahar havasma rağmen bu zarfın da kenarları ıslaktı.
En garip şey kuşkusuz ipek eşarptı. Demek felsefe öğretmeninin başka bir öğrencisi daha. vardı. Olsundu bakalım! Bu öbür öğrenci, kırmızı ipek eşarbını yitirmişti. Yitirsindi bakahm! İyi ama ya eşarbını Sofi'nin yatağının altında yitirmeyi nasıl becermişti?
Sonra, Alb'erto Knox... Ne tuhaf bir addı bu!
Ama en azından bu mektupla, Hilde Möller Knag ile felsefe öğretmeni arasında bir ilişki olduğu ortaya çıkmıştı. Ama Hilde1 nin babasının da durup dururken adresleri karıştırmaya başlaması anlaşılacak şey değildi!
Sofi, uzunca bir süre oturup Hilde ile kendisi arasında ne tür bir ilişki olabileceğini düşündü. Ama sonuçta işin içinden çıkamadı. Felsefe öğretmeni bir gün karşılaşacaklarını yazıyordu. Hilde ile de karşılaşacak mıydı acaba bir gün?
Kâğıdın arkasını çevirdiğinde, bu yüzde de birşeyler yazılı olduğunu gördü:
Doğal bir arlanma duygusundan sözedilebilir mi? En bilge kişi bilmediğini bilen kişidir. Gerçek bilgi içimizde mevcuttur. Doğru bilgi, doğru eylemi gerçekleştirir.
Sofi, beyaz zarfla gelen kısa cümlelerin daha sonra gelen büyük zarfa bir hazırlık oluşturduğunu anlıyordu artık. Birden aklına bir şey geldi: eğer "ulak" san zarfı buraya, Geçit'e getirecekse Sofi bekleyip onun kim olduğunu görebilirdi. Kadın mı, erkek miydi? Görünce onu hiç bırakmayacak, felsefe hakkında bildiği her şeyi anlattıracaktı! Mektupta ulağın küçük olduğu yazıyordu. Çocuk muydu acaba?
"Doğal bir arlanma duygusundan sözedilebilir mi?"
70
SOKRATES
Sofi, "arlanma" sözcüğünün "utanma" anlamına gelen bir sözcük olduğunu biliyordu. Örneğin çıplak olmaktan utanmak gibi. Ama çıplaklıktan utanmak doğal bir duygu muydu gerçekten? Bir şeyin doğal olması demek, tüm insanlar için geçerli olması demekti. Ancak dünyanın pek çok yerinde çıplaklıktı tam da doğal olan! O zaman neyin uygun olup neyin uygun olmadı-ğma karar veren toplum olsa gerekti. Örneğin babaannesi gençken mayonun üstünü çıkararak güneşlenmek diye bir şey olamazdı. Oysa bugün pek çok kişi bunu "doğal" bir şey olarak görüyordu. Öte yandan pek çok ülkede de bu kesinlikle yasaktı. Sofi başını kaşıdı. Felsefe dedikleri bu muydu?
Ya sonraki cümle: "En bilge kişi, bilmediğini bilen kişidir".
Kimden daha bilge? Filozof bu cümleyle, dünyada olup biten her şeyi bilmediğinin farkında olan kişinin, aynı miktarda şey bilmesine rağmen her şeyi bildiğini sanan kişiden daha akıllı olduğunu söylemek istiyorsa, Sofi de aynı fikirdeydi. Bunu hiç düşünmemişti daha önce. Ama şimdi düşündükçe, bilmediğini bilmenin de bir çeşit bilgi olduğunu anlamaya başlıyordu. İnsanın hiç bilmediği konularda bilgiçlik taslaması aptallıktı en azından!
Sonra, şu, "gerçek bilginin içimizde olduğu" meselesi. Ama bilgiler şu ya da bu zaman kafamıza dışarıdan dolmaz mıydı? Öte yandan Sofi, annesinin ve okulda öğretmenlerinin kendisine bir şeyler öğretmek isteyip, onun bu bilgileri almaya hiç de istekli olmadığı anları hatırladı. Gerçekten öğrendiği şeyleri, kendisinin de katkısıyla öğrenmişti. Bir şeyi birdenbire anlayı-verdiği çok olurdu. Gerçek "bilgi" tam da bu olsa gerekti herhalde.
Evet, evet! Sofi tam da soruları başarıyla cevaplandırabil-diğini düşünüyordu ki, mektuptaki son önermeyi okuyunca . kendini gülmekten alamadı: "Doğru bilgi, doğru eylemi gerçekleştirir."
71
SOFİ'NİN DÜNYASI
SOKRATES
Ne demekti bu? Banka soygucusu, banka soymanın kötü bir şey olduğunu bilmediği için mi banka soyuyordu yani? Tam tersine. Sofi büyüklerin çoğu zaman neyin doğru olduğunu çok iyi bilmelerine rağmen aptalca davrandıklarını, hattâ sonra da bundan pişmanlık duyduklarını düşünüyordu.
Sofi böyle oturup dururken birden çalılığın ormana bakan tarafında kuru dal çıtırtıları Tluydu. Ulak olabilir miydi gelen? Kalbi hızlı hızlı çarpmaya başladı. Birinin, bir hayvan gibi nefes alıp vererek gelmekte olduğunu anladığında korkusu iyice arttı. -

Birkaç saniye sonra, Geçit'in ormana bakan girişinden içeriye kocaman bir köpek girdi. Labrador türü bir köpekti bu. Ağzında taşıdığı büyük san zarfı Sofi'nin dizlerinin dibine bıraktı. Her şey öyle hızlı olup bitmişti ki, Sofi hiçbir şey düşünmeye vakit bulamamıştı. Köpek hemen yine ormana doğru kaybolmuş, Sofi kendini elinde sarı zarfla otururken buluvermişti. Her şey olup bittikten sonra şok kendini gösterdi. Sofi ellerini kucağına bırakıp ağlamaya koyuldu.


Öyle ne kadar kaldığını bilmeden, bir süre sonra kendine gelip başını kaldırdı.
Demek ulak buydu! Sofi derin bir soluk alıp verdi. Demek bunun için beyaz zarfların kenarları ıslak oluyordu. Ve tabii yine bu yüzden zarflarda derin izler oluyordu. Nasıl da düşünememişti bunu? Filozofa mektup yollarken mektubun içine bir kesme şeker ya da bisküvi koyması meselesi de bir anda bir anlama kavuşmuş oluyordu.
Yeterince hızlı düşünemiyordu işte bazen. Ancak "ulağın" yetiştirilmiş bir köpek olabileceğini tahmin etmek de güç işti doğrusu. Ulağa Alberto Knox'un nerede yaşadığını sorma meselesini de unutması gerekiyordu böylece.
Sofi büyük zarfı açıp okumaya başladı:
72
Atina'da felsefe
Sevgili Sofi! Bu satırları okurken Hermes 'le tanışmış olacaksın belki de. Her ihtimale karşı ben yine de Hermes'in bir köpek olduğunu söyleyeyim. Sakın bunu kötü bir şey gibi görme! Hermes, çok uslu ve pek çok insandan daha akıllı bir köpektir. En azından, olduğundan daha bilgiliymiş gibi davranmaz!
İsmi de rastgele seçilmiş bir isim değildir. Hermes, Yunan tanrılarının ulağının adıydı. Aynı zamanda denizcilerin tanrısının adı da Hermes'ti ama şimdilik bunun üzerinde pek durmayacağız. Ancak en önemlisi, Hermes'in "hermetik" sözcüğünün kökenini oluşturuyor olmasıdır. Bu sözcük gizli ya da ulaşılmaz anlamına gelir. Hermes'in bizi birbirimizden nasıl gizli tuttuğunu hatırlarsak, isminin ne kadar isabetli olduğunu görebiliriz.
Böylece ulağımızı tanıtmış oldum. Kendi adını tanır ve çok iyi yetişmiş bir köpektir.
Tekrar felsefeye dönelim. Felsefenin ilk bölümünü ardımızda bırakmış bulunuyoruz. Bununla, mitsel dünya görüşünün yıkılması anlamına gelen doğa felsefesini kastediyorum. Şimdi ise eski zamanların en büyük üç filozofu olan Sokrates, Platon ve Aristoteles ile tanışacağız. Bu filozofların her biri Avrupa uygarlığına kendince katkıda bulunmuştur.
Sokrates'ten önce yaşadıkları için, doğa filozoflarına "Sokrates öncesi filozoflar " da denir. Sokrates'ten daha sonra ölmüş olmasına karşın, Demokritos'un tüm düşünce biçimi "Sokrates öncesi" doğa felsefesine aittir. Sokrates'le beraber felsefeye sadece za-rnansal bir ayrım koymuyoruz. Aynı zamanda coğrafi olarak da yer değiştirmiş bulunuyoruz. Çünkü Sokrates Atina'da doğmuş ilk Yunan filozofudur ve onun iki yakın takipçisi de Atina'da yaşamışlardır. Anaksagoras'ın da bir süre Atina'da yaşamış olduğunu hatırlıyorsun belki. Ama o, güneşin ateşten bir küre olduğunu iddia ettiği ¦Çin Atina'dan kovulmuştu. (Sokrates'in başına gelenler de daha az
73
SOFÎ'NİN DÜNYASI
kötü sayılmaz!)
Sokrates'ten itibaren Yunan kültürel hayatı Atina'da toplanmaya başlar. Bundan da önemlisi Sokrates'ten itibaren felsefe projesinin kendisinin de biçim değiştirmeye başlamış olmasıdır.
Sokrates'ten önce biraz o zamanki Atina şehir görüntüsüne damgasını vurmuş olan Sofistlerden sözedeceğiz.
Baaşşlıyorrr, Sofi! Düşünce tarihi, çok perdeli bir tiyatro oyunu gibidir.
Her şeyin başı insan
İ.Ö. 450 yıllarında Atina Yunan dünyasının kültür merkezi olmuştu. Felsefe de bu dönemde yeni bir yöne girmişti.
Doğa filozofları öncelikle doğayı incelemekle meşguldüler. Bu yüzden bilim tarihinde de önemli bir yer aldılar. Atina'da ise daha çok insanla ve İnsanın toplumdaki yeriyle ilgileniliyordu.
Atina'da giderek meclisler ve mahkemeleriyle bir demokrasi oluşmaya başladı. Demokrasinin ön koşullarından biri, demokratik süreçlere katılacak kişilerin gerekli eğitimden geçmeleriydi. Genç bir demokrasinin öncelikle halkı eğitmesi gerektiğini günümüzden örneklerle de biliyoruz. Bu yüzden Atinalılar için her şeyden önemlisi retorikten, yani konuşma sanatından anlamaktı.
Çok geçmeden Atina'ya Yunan kolonilerinden pek çok öğretmen ve filozof geldi. Bunlar kendilerine Sofist diyorlardı. "Sofist" sözcüğü eğitim görmüş, uzman kişi anlamına gelir. Atina'da Sofistler kentin yurttaşlarına ders vererek geçimlerini sağlıyorlardı.
Sofistlerle doğa filozoflarının ortak bir yanları vardı. Her ikisi de varolan mitlere eleştirel yaklaşıyorlardı. Ancak Sofistler buna ek olarak, gereksiz felsefi spekülasyon olarak gördükleri şeyleri de reddediyorlardı. Felsefi sorulara belki yanıtlar bulunabilir, ancak doğanın ve evrenin gizleri kesin olarak çözülemez, görüşünde idiler. Fel-
74
SOKRATES
sefede bu görüşe Şüphecilik denir.
Biz insanlar doğadaki tüm soruları yamtlayamasak da bir arada yaşamamız gerektiğini biliriz. Sofistler de insanlar ve insanın toplumdaki yeri ile ilgilenmeyi seçtiler.
Sofist Protagoras (İ.Ö. 487-420) "insan her şeyin ölçüsüdür," diyordu. Bununla anlatmak istediği şey, neyin doğru neyin yanlış, neyin iyi neyin kötü olduğunun hep insanın ihtiyaçlarından yola çıkarak değerlendirilebileceği idi. Yunan tanrılarına inanıp inanmadığını sorduklarında, "Tanrılar konusunda bir şey söyleyemem çünkü bu konuda bilgiyi engelleyen şeyler var: konunun zorluğu ve insan yaşamının kısalığı." diye yanıt vermişti. Bu şekilde tanrının varolup olmadığı konusunda kesin bir yanıt veremeyenlere Bilinemezci denir.
Sofistler çoğunlukla pek çok yer gezmiş, değişik pek çok yönetim tarzı görmüş kişilerdi. Hem gelenelcve görenekler, hem de şehir devletlerinde geçerli olan yasalar birbirinden çok farklı idi. Sofistler tüm görüp bildikleri şeyler çerçevesinde Atina'da neyin doğa tarafından, neyin toplum tarafından belirlendiğine dair bir tartışma başlattılar. Böylelikle Atina şehir devletinde bir toplum eleştirisinin temelini oluşturdular.
Örneğin "doğal arlanma duygusu" türünden tanımlamaların her zaman geçerli olamayacağını öne sürdüler. Utanmanın "doğal" bir şey olması için, doğuştan gelme bir şey olması gerekirdi. Utanmak doğal bir şey midir Sofi, yoksa toplumun yarattığı bir şey mi? Çok gezip görmüş birisi için bu sorunun yanıtı basittir: çıplak görünmekten utanmak "doğal" ya da doğuştan gelme bir şey değildir. Arlanma -ya da arlanmama- öncelikle toplumun gelenek ve göreneklerine bağlı bir şeydir.
Senin de tahmin edebileceğin gibi, ortalıkta gezinip neyin doğru neyin yanlış olduğu konusunda mutlak normlar olamayacağına işaret eden Sofistler, Atina şehir toplumunda hararetli tartışmalara yol açtılar. Sokrates ise bazı normların gerçekten mutlak ve her zaman geçerli olduğunu göstermeye çalıştı.
75
SOFI'NİN DÜNYASI
Sokrates kimdi?
Sokrates (İ.Ö. 470-399) felsefe tarihinin belki de en gizemli şahsıdır. Tek bir kelime olsun yazmamıştır. Buna rağmen Avrupa düşüncesine çok büyük etkisi olmuş kişilerden biridir. Bunda kuşkusuz acıklı ölümünün de bir rolü olmuştur.
Sokrates'in Atina'da doğmuş olduğunu ve zamanının çoğunu sokaklarda ve meydanlarda karşılaştığı insanlarla konuşarak geçirdiğini biliyoruz. Kırlardaki ağaçlar bana bir şey öğretemez, demişti. Saatlerce kıpırdamadan durup derin düşüncelere daldığı da olurdu.
Daha hayatta iken bile sır dolu bir insan olarak görülen Sokrates öldükten sonra pek çok felsefi akımın kurucusu sayıldı. Tam da böylesine sır dolu ve bilinmez olduğu için birbirinden çok farklı pek çok görüş onun düşüncelerine sahip çıktı.
Kesin olan tek şey, Sokrates'in müthiş çirkin olduğu idi. Şişman, kısa boylu, patlak gözlü, hap burunlu idi. İçininse "mükemmel bir güzellikte" olduğu söylenir. Ayrıca, "ne şimdi ne geçmişte Sokrates gibi birisi bulunamaz" da denir. Tüm bunlara karşılık Sokrates felsefi uğraşları yüzünden ölüme mahkûm edildi.
Sokrates'in yaşamı, öğrencisi ve sonradan tarihin en büyük filozoflarından biri olacak olan Platon tarafından gün ışığına kavuşmuştur. Platon, Sokrates'i konuşmacı olarak kullandığı pek çok diyalog -felsefi konuşmalar- yazmıştır.
Platon'un Sokrates'in ağzından yazdığı bu yazılara bakarak bunları gerçekten Sokrates'in söyleyip söylemediğinden emin olamıyoruz. Neyin Sokrates'in öğretisi, neyin Platon'un kendi sözleri olduğunu ayırdedemiyoruz. Aynı sorun, ardında yazılı eser bırakmamış olan pek çok başka tarihsel şahsiyette de karşımıza çıkar. Elbette buna en bildik örnek İsa'dır. "Tarihteki İsa'nın" gerçekten Mat-ta'nm ya da Luka'nın yazdıklarını söyleyip söylemediğinden emin olamayız. Aynı şekilde "tarihteki Sokrates'in" dedikleri de bir sır olarak kalacaktır.
76
SOKRATES
Öte yandan Sokrates'in "gerçekten" kim olduğu o kadar önemli değildir. Batı düşüncesini 2500 yıldır yönlendiren, Platon'un bize tanıttığı Sokrates'tir.
Konuşma sanatı
Sokrates'in uğraşındaki temel öğe, onun kimseye bir şey öğretmek peşinde olmayışıdır. O, tersine, konuştuğu insandan bir şeyler öğrenmek istediğini dile getirmiştir. Yani diğer okul öğretmenleri gibi ders vermek değildi derdi. Onun derdi, konuşmaktı.
Ama sadece başkalarını dinleyerek meşhur bir filozof olunmazdı elbette. Yalnızca başkalarını dinledi diye ölüme mahkûm de etmezlerdi insanı! O genellikle konuşmanın başında soru sorardı. Böylece hiçbir şey bilmiyormuş gibi yapardı. Konuşma sırasında genellikle karşısındaki kişinin kendi düşünce biçimindeki zayıflıkları görmesini sağlardı. Sonunda konuştuğu kişinin bir köşeye sıkıştığı ve neyin doğru neyin yanlış olduğunu kendine itiraf etmek zorunda kaldığı olurdu.
Sokrates'in annesinin ebe olduğu ve Sokrates'in konuşma sanatını ebelerin "doğurma sanatına" benzettiği söylenir. Çocuğu doğuran kişi ebe değildir. Ebe yalnızca doğum sırasında hazır bulunup doğuma yardımcı olur. Sokrates de kendine düşen şeyin insanların doğruyu "doğurmasına" yardımcı olmak olduğuna inanıyordu. Çünkü gerçek kavrayış insanın içinden gelir. Başkaları tarafından öğretilemez. İnsanın içinde kavradığı şeydir gerçek "bilgi".
Altını çiziyorum: çocuk doğurmak doğal bir özelliktir. Aynı şekilde insan sadece mantığını kullanarak felsefi doğruları kavrayabilir. İnsan "mantığını kullanarak" kendinden bir şey öğrenebilir.
Sokrates hiçbir şey bilmiyormuş gibi yaparak, insanları tam da buna, mantığını kullanmaya zorlardı. Cahili "oynardı" - ya da olduğundan daha aptalmış gibi görünürdü. Buna "Sokratesçi İroni"
77
f
SOFfNlN DÜNYASI
diyoruz. Bu şekilde Sokrates sürekli olarak Atinalıların düşünce biçimlerindeki boşlukları ortaya çıkarıyordu. Bu meydanın ta ortasında, yani herkesin içinde olabilirdi. Sokrates'le bir karşılaşma, alaya alınıp herkesin içinde gülünç duruma düşürülme anlamına gelebilirdi.
Böyle bir kişinin giderek diğerlerini, özellikle toplumda gücü elinde bulunduranları rahatsız etmeye başlayacağını anlamak güç değil. "Atina uyuşuk bir at. Ben de onu uyandırıp canlandırmaya çalışan bir at sineğiyim," diyordu Sokrates. (At sineğine ne yapar insan Sofi? Cevap verebilir misin buna?)

Yüklə 2,32 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   40




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin