HAZMETMEK İÇİN VAKİT LAZIM
Hasbi ile sandal sefamız gayet güzel geçti. Dingin, mutedil bir havada göl sularında kürek çekmek bana teslimiyet ve tevekkülü kuşanan müminin iç dünyasını hatırlattı.
Tekrar kıyıya, piknik yaptığımız saklı koruya döndük. Eve taşınacak malzemeleri paylaşıp yola koyulurken, kapasitesinin çok üstünde yük vurulmuş hamal kalbi gibi ağırlıkların baskısını hissediyorum ruhumun derinliklerinde.
İki gündür pek keyifli geçen ziyaretimin bu son kısmında hüzün, hayret ve zaman zaman kendinden geçme halleri yaşamam Hasbi ’nin dikkatinden kaçmıyor. Dağ evinin bahçe kapısına geldiğimizde ;
- Nen var? Her şey iyi gidiyor, ikram ediliyor, ağırlanıyorsun,
daha ne?
- … … …
Köre ne ki? Görenedir Görene!
Olduğum yerde bekliyorum bir süre. Hasbi’den kaçırıyorum gözlerimi. Yükleri sırtımızdan oracığa indiriyoruz. Koluma girip tekrarlıyor :
- Allah aşkına ne oldu? Kamelyada çay içerken sona doğru birden daraldın, ter bastı. Üzerine korku, hüzün çöktü. Gözümden kaçmadı, göl sefasında bile dalgındın.
- …… …
Konuşacak halde değilim. Ama Hasbi dostane yaklaşımlarla üstüme geliyor. Derdim ne ise öğrenmek, çözmek için ısrar ediyor. Birkaç kelimeyle açıklıyorum :
- Çok şey seyrettim Hasbi. Yolculuğumun her aşamasını, zahiren geçtiğim, uğradığım her mahalli düşündükçe derin anlamlar, yoğun boyutlar çıkıyor önüme. Her birinde yüklü mesajlar var.
- Eeee. Tamam, bu zaten gerçek, hayat bir seyir. Her şeyin zahiri de var batini da. Köre ne ki, elbette görene, görebilene bunlar!..
- Hasbi, bağışla beni, hadsizlik sayma, diyeceğimi kabul et, ısrar etme oldu mu?
- Yooo, öyle peşincilik yok, de bakalım sen, ona göre düşünelim.
Nasıl diyeceğimi, nasıl dile dökeceğimi kestiremiyorum. Hasbi’ye, bunca ilgiye, her şeyden önemlisi gönlünü açan zata ayıp olacak. Biliyorum, yakışıksız belki ama söylemeden edemeyeceğim :
- Ben eve çıkmayayım Hasbi! Destur ver, döneyim buradan.
- Niçin, bari sebebini söyle.
- Çok farklı manalar işittim, gördüm ve sarsıldım. Bunlardan hemen sonra, şimdiye kadar olandan daha ağırını kaldıramam, gücüm yok!
- Yani?..
- Bu akşam açılacak Rasülullah ( sav) in Hakikatı sohbetine kalmayayım, buradan dönüp gideyim ben.
Hasbi bir süre sessiz kalıyor. Bu diyarın sakinleri olana, gelişene, akışa tabidirler hep. Zorlamazlar, ısrar etmezler. Teklifleri olur ama baskı nedir bilmezler. Eliyle çenesini tutup biraz düşündükten sonra;
- Tamam, seni anlıyorum, ısrar etmeyeceğim. Akşam Dosta selamını iletirim. Bekle, yukarı çıkıp sana biraz yol azığı getireyim, diyerek eve koşuyor.
Fark ettiğin; kolaylaşır!
O gelene kadar beni bir başka düşünce alıyor. Geçtiğim onca yolun dönüşü nasıl olacak bakalım?... Aynı sıkıntılı süreçleri yaşayacak mıyım? Yoksa kestirmesi var mı bu gidişin?..
Güneş yavaş yavaş tepelerin ardına çekilirken Hasbi elinde ufak bir çanta ve sefer tası ile geliyor :
- Bunları al. Yolun kısalacak dönüşte.
- Nasıl, onca yol geldim, dere, tepe, vadi geçtim.
- Gelişte öyle idi. Dönüşte daha kestirme bir tarif yapacağım sana.
Uzun uzun tarif ediyor. Pek gelişimden farklı değil ama bazı sıkıntılı yerlerin yan yollarını anlatıyor :
- Ne fark etti? Aynı güzergâh?
- Bilerek gitmek var, bir de kara düzen, balıklama gitmek var. Aynı değil elbet. Fark ettiğin an, kolaylaşmaya başlar bilesin. Bir kere gördün oraları, buraları da seyrettin, kolaylaşacak inşallah… Tehlike nerede, uçurum ne tarafta, güzellik ne yönde bir kere görmüşsen, daha emin yürür, sağlam basarsın.
Dağ evlerinin aşağı kısmına doğru iniyoruz. Her ne kadar “gelme sen” demişsem de olmaz diyor, Mülhime geçidinin sınırına kadar yolcu edeceğini söylüyor.
Aşağı inip geçide bakan uçuruma geldiğimizde, geriye dönüyorum tekrar. Dağ evleri o kadar uzakta kalmış ki, sisli yamaçlar arasında zor seçiyorum. Veda eden konumunda olmak, belki bir daha ne zaman nasip olur kestirememek, nemli bakışlar olarak akıyor gönlümden.
Sen Alamazsın, Veren Alır
Belki hayal benim için, belki imkânsız ama içimde kalan son isteği söyleyeceğim Hasbi’ye. Nasılsa vedalaşıyoruz, kızacak değil ya.
- Hasbi! Günün birinde ben de bu yayladan ; Mutmaine den dağ evi satın almak istesem bedeli nedir?..
Dünyalık bir pazarlığa girişir gibi konuştum diye biraz şaşkın ama anlayışla cevaplıyor Hasbi :
- Sen alamazsın?!
- Niçin?
- Ben dediğin ve almaya endeksli düşündüğün, yaşadığın sürece değil buradan dağ evi almak, bu diyardan bir demet çiçek dahi koklayamazsın!..
- Çare ne? Bu diyarda yer tutmanın yolu?..
- Sen senlikten geçene dek ver! Verebildiğin kadar ver! Öyle ki sahiplik duygusu ile yaklaştığın hiçbir şeyin kalmasın! Sıfırlandığında, burada kulüben hazır olur inşallah.
- Ya başkaları öne geçer de yer kalmazsa?
- Kafanda başkaları kaldığı sürece burada yer edinemezsin!
- Ya öyle değil, bedeli ne, rayiçler yükselirse?!
Durgun ve olgun beyanlar veren Hasbi’yi safça sorum karşısında gülmek tutuyor :
- İlahi sen! Gözün ne kadar da yükseklerde?
- Yok, hani burada dostlara yakın olmak bakımından dedim, keyif çatmak için değil.
Omzumdan tutup hafifçe sırtımı okşuyor :
- Niyetini biliyorum, şaka yaptım. Merak etme sen! Bu diyarın geçer akçesi; gönüldür. Dostluğa inanmışsan gönül ver, sev, hizmet et, gayret et ötesini düşünme! Gönül veren gönül alır, unutma! Verenlerin ücreti zayi edilmez burada. Ummadığın kadar misliyle döner sana!
Vedalaşıyoruz. Zor Geçidin aşağı tarafındaki köprüden geçersem kestirme yola çıkacağımı söylüyor Hasbi.
Bir süre yürüdükten sonra aşağıda, nehrin dağ altına girdiği yerde yayla sahiplerinin kendi imkânları ile yaptırdıkları asma, tahta köprüden geçiyorum. Halatlar gayet ince. Altımdaki tahtalar bastıkça oynuyor. Kenardaki taşıyıcı halata tutunsam dahi onun da sabit olmayıp gidip gelmesi tedirgin ediyor. Tam orta yere geldiğimde çıkan ani kasırga ile daha yoğun sallanıyorum. Ya düşersem, aman Allah’ım aşağısı da oldukça derin!...
Yerimden sıçradığımda kan-ter içinde kaldığımı, yastığın su dökülmüşçesine ıslandığını görüyorum. Meğer rüya imiş hepsi!...
Ama onca şey!? Nasıl olur, o kadar canlı, o kadar iç içe, o kadar duyarak yaşadım ki, rüya olduğuna inanasım gelmiyor. Hasbi nerede? Dost? Vadiler, göller, geçitler ne tarafta kaldı?.. Haydi hepsi rüya idi, köylü genç Veli de gelmedi mi, kaymak getirmedi miydi?..
…
Saate bakıyorum. Öğlene yakın yattığımı hatırlıyorum. Şimdi ezana az kalmış. Şaşkın vaziyette yerimden doğrulup pencereye yürüyorum. Şoktayım!.. Tekrar başa mı döndüm?
Yok yok, “Alemlerin aslı hayal” ise, rüya deyip es geçemem. Aldığım mesajları, gördüğüm manzaraları mıh gibi çivilemeliyim gönlüme. Rüya, nasıl yorulursa öyle çıkarmış. “Hayat, bakışın biçimini alan boşluktur” demiş bir düşünür. Bakışıma yeni ışıklar serpen bu rüyayı iyi okumalıyım. Okuyabildiğim ölçüde yaşamım anlam kazanacak.
Abdest alıp kendime gelmek üzere kasaba evinin küçük antresine çıkıyorum. Duvardaki takvim epeydir koparılmamış. Biriken sayfaları bir bir yırtıyorum. Takvim yaprakları her güne çok özel mesajlar içerir.
Günün yaprağından ayet ve hadisi okuyorum :
AYET; Dünya hayatı bir oyun ve eğlenceden ibarettir.
HADİS; Dünya; ahiretin tarlasıdır!
Yaprağın arka kısmında bahtıma çıkan dörtlükler, mutasavvıf, mütefekkir şairimiz merhum Necip Fazıl’a ait. Hayatımın bundan sonrasında gelişecek akışa işaret eder gibi dizeler :
SONSUZLUK KERVANI
Sonsuzluk Kervanı, "peşinizde ben,
Üç ayakla seken topal köpeğim!"
Bastığınız yeri taş taş öpeyim.
Bir kırıntı yeter, kereminizden!
Sonsuzluk Kervanı, peşinizde ben...
Gidiyor, gidiyor, nurdan heykeller...
Ufuk önlerinde bayrak kulesi.
Bu gidenler Altun Kol Silsilesi;
Ölçüden, ahenkten daha güzeller.
Gidiyor, gidiyor, nurdan heykeller...
Sonsuzluk Kervanı, istemem azat!
Köleniz olmak mı gerçek hürriyet.
Ölmezi bulmaksa biricik niyet;
Bastığınız yerde ebedî hasat.
Sonsuzluk Kervanı, istemem azat.
Alem Suretleri İle Tasarruf
Perşembe akşamlarını sohbetle değerlendiriyorlardı. Mübarek gecede bereketli bir yayın dalgası olduğuna, o dalgayı değerlendirerek yoğun tefekkürler, yeni idrakler gelişeceğine inanmışlardı.
“Sohbet cânı semirtir, hem âşığın ömrüdür
Hak Çalabın emriyle, Erenin himmetidir”
Yunus, sohbetin cânı, yani ruh gücünü geliştireceğini, muhabbetle ömre bedel anlar yaşanacağını, velilerin tasarruf ve himmetinin sohbet meclisleri üzerinde olduğunu gayet veciz ifade etmişti.
İlimce büyük olanları, halkayı idare ediyordu. Katılanlar o hafta ne düşünmüşlerse paylaşıma açıyorlar, böylece muhabbet başlıyordu. İlim ve hikmete daha çok yoğunlaşmak üzere ikram faslının abartılmaması, ikili konuşmalardan kaçınılması üzerinde anlaşmışlardı. İkram yoğunlaştıkça, ikili konuşmalar arttıkça ilmi çizgiden çıkıldığını, farklı mecralara kayıldığını tecrübe etmişlerdi.
Aralarında büyüklük ölçüsü yaş yada tecrübe değil, sadece ilimdi. Kim daha güzel açıyorsa ilk sözü o alıyordu. Kimsenin kimseye “Ben şu yönümle sizden ilerideyim” iması yapmadığı, her birinin azami ölçüde kardeşlik hukukuna riayet ettiği, sevginin saygı ölçeğinde geliştiği bir topluluktu işte. Her şey ilim içindi aralarında. Daha fazla fark edebilmek, fark ettiklerini daha güzel yaşayabilmek için bir araya geliyorlardı!… Sınırları netleştirmişlerdi, başlama saati de bitişi de, usulü de belliydi sohbetin. Hepsi buna dikkat ediyordu…
Akşam namazları eda edildi. Oruç olanlar çorbalarını, diğerleri mideyi yormayacak hafif ikramlarını çabucak aldılar. Konu açılacak, birinci kısımda ilmi tahliller, çözümlemeler yapılacak, arada çaylar içilecek, ikinci bölümde herkesin neyi nasıl anladığı dile dökülerek ortak idrake varılmaya çalışılacaktı!..
Ötelerden beriye!
Hepsinin son dönemde iç dünyasında hissettiği şey aynı idi :
- Çok kavram ezberledik, epey şey biliyoruz, tahliller de yapıyoruz ama işin hakikatini kendimizde bulamadık bir türlü… Hep bir şeyler ötede kalıyor, beriye getiremedik.
Bu, ilim OKU ‘maya çalışanların ortak derdi idi aslında. İşin hakikatine kendinde varmak, olayı iliklerine kadar hissedip kendi idrak hamurunu yoğurmak, pişirmek, gıdalanmak, artık ciddi ciddi isteniyordu. Talepler hep bu yönde idi. İlimce büyükleri, cebinden bir not kağıdı çıkardı ve okudu :
"La" nın manası ancak "Allah'ın âlemlerdeki tasarrufu âlem sûretleriyledir"... başkaca değil... uyarısı anlaşıldıktan sonra fark edilir ve nasipte varsa yaşanır! Sır "LÂ ilahe" nin anlaşılmasında, ve "illallah"ın açılımı olan "alemlerdeki tasarruf" konusundadır. Bu çok iyi anlaşılmalıdır. Çokları anladım sanarak bunu hiç idrak etmeden kendini vahdet ehli diye avutarak geçer gider! (A.H)
- Dostlar bu söz üzerine biraz düşünelim istiyorum ne dersiniz?
Ev sahibi Ersin, her zamanki samimiyet ve koçaklığı ile :
- Valla beni aşar abi o söz. Sende bi şeyler varsa söyle, dedi.
Eşi Nursel, Ersin’e karşı çıktı :
- “Beni aşar” yok Ersin. Öyle dedin mi kendi kendini kapatır, beynini örtersin, “Şimdi anlamıyorum ama anlamaya açığım” diyeceksin.
Nursel, beyne olumsuz kod vermenin ne derece bilince perde çektiğine dair çok yerinde bir ikazda bulunmuştu. Kilosu sebebiyle sık sık terini silen, iki de bir kayan gözlüğünü düzelten Yüksel söze girdi :
- Bence bu sözü bir tefekkür hammaddesi olarak alalım. Tefekkür usulümüz ne idi? Hatırlayın.
Yüksel’in kadim dostu Asım hatırladı :
- Tefekkür usulünü ana hatları ile konuşmuştuk. İlk iş verilen sözdeki anahtar kavramı bulmak. Öyleyse bu sözde anahtar kavram ne, onu bulacağız önce.
Sessizliği ile bilinen Rahim abi :
- Anahtar kavram çok açık! Ehli, gözümüze sokarcasına tekrarlamış : ALEM SURETLERİ. Ama alem sureti ne, işte orası düğümlü!
- Düğümleri açmak için toplandık be abi, açarız evvelallah, dedi Mehtap.
Sözü ilk ortaya atan devam etti :
- Dostlar, bereketli bir gece olacağa benzer. Evet anahtar ALEM SURETLERİ.. Ama onun da ne olduğunu çözümlemek için lokmayı az daha küçültelim. Önce SURET, sonra ALEM kelimelerini bir konuşalım.
- Böl, parçala, yut taktiği ha, böldükten sonra ya toplayamazsak, dedi İhsan gevrek gevrek gülerek.
Ali ona tatlı sert çıkıştı :
- Oğlum hep olumsuz bakmak zorunda mısın? Olumlu bak ki güzel gelişsin.
Ali, çoğumuzun içine düştüğü negativite ve olumsuz bakışın zararlarına dikkat çekmek istemişti. Bakışlarımızla düşüncelerimizi geliştirirken nedense beşer yönümüz olumsuza daha yatkın oluyordu. O sebeple, değil olumsuzu dillendirmek, aklımıza bile getirmemek gerekiyordu.
Beyin ve Suret
Sözü gündeme taşıyan İbrahim, suret kelimesini ortaya serdi :
- Beyin, suretlerle çalışır dostlar. Salt manayı kavramak, suret olmasa neredeyse bizim boyutumuzda mümkün değil. Onun için ismi - cismi ne olursa olsun biz her şeyi suretlerle, resimlerle düşünür ve idrak ederiz.
- Nasıl yani, dedi Ersin?..
- Ersin, nasıl olduğunu sende deneyelim şimdi. Bir kavramı ele al ve anlat bize.
- Hangi kavramı?..
- Mesela ŞEFKAT olsun bu. Şefkat nedir, düşün ve 5-10 cümle ile anlat.
Ersin topluluk önünde hiç konuşmamıştı. Biraz daraldı. Kitabî mi konuşacaktı, ilmî mi, yoksa kafadan sallasa olur muydu, bir süre gel-git ler yaşadı kendi içinde. İbrahim sıkıntısını aşmasına yardımcı oldu :
- Dostum hiç bunalma… Şefkat deyince ne anlıyorsan anlat bize.
Ersin düşüne dururken küçük Funda soğuk su dağıttı misafirlere. Klimaya ayar yapıldı. Sıcaktı ama klimadan rahatsızlananlar da olabiliyordu farkına varmadan. Ersin’in hazır olduğunu gören İbrahim :
- Evet dostlar, dikkatle Ersin’i dinliyoruz, dedi.
Ersin :
- Şefkat deyince benim aklıma, ilkokulda öğretmenimin başımı okşaması gelir. Şefkati o an çok kuvvetli hissederdim. Bir de babamın benimle oynaması. Güreş tutardı babam rahmetli benimle. Çocuğum, onu nasıl yeneyim? Ama yenilmiş görünür, beni savururken dahi son derece dikkat ederdi. Bir de şefkat deyince ana kuşun yuvaya solucan getirip yavrunun ağzına verişi gelir. Ben hayvanlara çok şefkatliyim. Geçen kış yağmurda titreyen bir kediyi aldım eve. Saç kurutma makinesi ile üstü-nü kuruttum. Sütünü içince aha şuraya kıvrılıp bir uyuması vardı ki onun içime saldığı huzuru size tarif edemem.
İbrahim anlatılanları yeterli buldu ve tekrar sordu :
- Ersin bize şefkati anlatırken hangi imgeleri kullandı arkadaşlar?
Hepsi sırayla söylediler :
- Kuş ve yavrusu.
- Sokaktan eve aldığı kedi.
- Öğretmenin okşaması.
Asım bize söyler misin, Ersin ne yaptı şimdi :
- Suretler çizdi. Başka da yapamazdı, çünkü beynin çalışma sistematiği bu!
Kimden kime?
Buradan ne ders alınacağını özetledi İbrahim :
- Beyin suretlerle çalışıyor. Düşünürken hemen suret oluşturuyor, resimler yapıyor, hikayeler kuruyoruz. Demek ki bir alem olan beyinde, isimler suretlerle dile dökülüyor, açığa çıkıyor. Malum beyin mikro evren, evren makro beyin.
- Şimdi söyle bakalım Ersin, Allah ’ın kullarına merhamet etmesi, şefkati derken, kim, nereden, nereye şefkat gösteriyor?..
Ersin kendi anlattıklarından güç alarak cesur şeyler söyledi :
- Bize yada mahlukata öteden biri şefkat göstermiyor. Benim kediye gösterdiğim şefkat, öğretmenimin bana yaptığı, babamın bana hassasiyeti hep Allah ‘ın merhameti!..
- Yani, az daha aç Ersin!
- Yanisi şu abi, Allah ’ın tasarrufu dediğimiz şey kuldan kula bir sistemle işliyor, diyebilirim.
Gülcan, suretlerin açığa çıkışı konusuna dönerek sordu :
- Beynimizdeki manalar suretlerle dile dökülüyor ise, Makro Beyin olan kainatta da manalar suretlerle açığa çıkıyor, denebilir mi?..
- “Mikro evrendir beyin, Makro beyindir evren” sözünün bir işareti de bu zaten…
- O zaman burada çoğu kere unuttuğumuz dehşet bir gerçek var!
Dehşet deyince hepsi irkilmişlerdi. Gülcan devam etti ;
- Beynim, manaları suretler ile açığa çıkarıyor, anlaşılır hale getiriyor ise, aynı beyin, düşüncede, bâtında oluşan bazı manaları, yoğunlaştığımız bazı şeyleri zahirimize çıkartıp suretler halinde önümüze, yaşamımıza çekiyor olabilir mi?..
Günün flash sorusu buydu işte. İbrahim konuyu bu noktaya az daha geç getirecekti ama Gülcan tetiklemişti artık! Rahim abi Gülcan’a “Helal sana kız” dercesine el işareti yaptıktan sonra :
- Hele çayları verin çocuklar, az sonra bu soruya yoğunlaşalım, dedi.
Çay faslı esnasında hepsi suretlendirme konusunda ufak fikir alışverişleri yaptılar. Bisküvi ve pastalar alındı, ilk bardaklar bitirilince sohbetin ikinci kısmına geçildi. Rahim abi :
- Arası soğumasın, Gülcan’ın sorusunu açmadan önce, eklemek istediği bir şey olan var mı? Yoksa İbrahim bize Ersin’in anlattıklarından çıkanı şöyle bir toparlasın, dedi.
İbrahim :
- Beyin suretlerle işliyor. Manaları suretlerle dile döküyor, idrakimize yerleştiriyoruz. Suretlendirme esnasında oluşan şey ise; Tek Bilincin dilediğinin bizden ve muhataplarımızdan açığa çıkmakta olduğu gerçeği. Yani Allah ’ın tasarrufu, kuldan kula, kullar aracılığı ile kullara ve mahlûkata erişiyor. Artık bunu bilen bizler, “Allah filana merhamet etti, filana gazap etti” derken biraz düşüneceğiz. Niçin?..
- Böyle dediğimizde otomatikman öteye düşeriz de ondan, dedi Yüksel.
- Evet, işte bunu iyi kavrayın, öteden bir gazap yada rahmet değil, sizden size, bir kuldan ötekine doğru işleyen TEK bir zuhur var! Rahmet de, Gazap da, İntikam da, İkram da, Bela da, Nimet de böyle hayata geçiyor.
Tohumu kim ekti?
Asım söze girdi :
- Fakat burada şunu unutmayalım. Gülcan’ın ortaya attığı şeyle
bağladığımızda dehşet ötesi bir gerçek çıkacak ortaya.
Yüksel :
- Ya oğlum, bırak dehşeti mehşeti. Sakin ol yaaa. Abartmanın lüzumu yok.
Asım :
- Muhteşem gerçek diyeyim öyle ise. Anladığım şu; beynimizde yoğunlaşan manalarla dış dünyadaki suretleri biz çekiyoruz. Bazen şahıs, bazen olay, bazen mekân olarak önümüze geliyorlar. Ama bunun ilk startı bizde oluşuyor.
Rahim abi birden kesti Asım’ı :
- Sakın ha, her şey bende demeyesin! Kulluk edebini unutmayalım. Evren bizden ibaret değil. Her şeyi biz oluşturuyoruz bakışı, Deccal’ın ekmeğine yağ sürer, aman dikkat!..
Asım :
- Her şeyi biz yapıyoruz, demeyecektim zaten. Şunun idrakindeyim : Her şeyi bizde Tek bilinç oluşturuyor. Bu büyük gerçeği hatırdan çıkarmadan, hologram gerçeği paralelinde devam edebilir miyim?.
Yüksel :
- Adamı hasta etme oğlum, ne izni? Konuş işte.
Asım :
- Benim düşünce, hayal, ideal, sevgi, nefret olarak yoğunlaştıklarım, günün birinde şahıs yada olay olarak önüme geliyor olabilir mi?..
İbrahim :
- Dostlar hakikaten ciddi bir dönemece girdik. Burayı iyi düşünün. Hangi düşüncelerle neler ürettik? Önümüze gelenler neyin eseri? Taaa çocukluğunuza giderek düşünün. Herkes düşünsün. Hatırına gelen, anlatsın.
Bir süre sessizce düşündüler. Herkes derin derin kendi hayatına yoğunlaştı. Ersin söz aldı :
- Küçüklüğümde Türk Sinemasının kötü adamı Erol Taş’a çok gıcık kapmıştım. Gaddar, zalim adamları hala sevmem. Şimdi fark ediyorum, işyerimde, apartmanımda, arkadaş gruplarında Erol Taş’lar çevremden hiç eksik olmadı arkadaş!
Ersin öyle bir ses tonu ve jest- mimikle anlatmıştı ki ister istemez herkes koptu, kahkahalar salonu çınlattı… “Meğer onların hepsini ben çağırmış, Erol Taş’ları ha bire çoğaltmışım be arkadaş” diye ekledi Ersin. Rahim abi : “Sohbetlerde isim geçmesin ki gıybet vadisine düşmeyelim. Merhum Erol Taş’a bir Fatiha lütfen!..”
…
Asım :
- Paylaşmayı sevdim hep. Tek bir simidim olsa, böler, paylaşırım. Şükür, hayatımda önüme hep paylaşımcı dostlar çıktı. Bakın sizler de benimle ilminizi paylaşıyorsunuz. Ne mutlu bana.
Bunları derken gözleri buğulandı Asım’ın. Resmen ağlıyordu. Kankası Yüksel kükredi :
- Bana bak, duygusallık yok oğlum, duygusallık yok, çık yüzünü yıka.
Asım lavaboya giderken Nursel :
- Babam çok sertti. Aşırı tepkileri vardı. En kötüsü de bana ve kardeşlerimize “Sizden bir şey olmaz, bir baltaya sap olamazsınız, başaramazsınız” der dururdu. Ona çok içerlenirdim. Bu hep beynimde kaldı. Evlendim, kocam “Başaramazsın” dedi. İşyerine gittim, patronum “Başaramazsın” diyor hep. Ama biliyorum ve şimdi anlıyorum ki ben babamın olumsuz sözlerini fidan büyütür gibi sulamışım beynimde. Suladığım büyümüş, dal-budak yayıp önüme gelmiş hayatımın her alanında.
Musavvire- Veritabanı- Genetik- Hafıza- Müdrike
Mehtap, canlı misallerin çokça zikredildiği ama işin mekaniğinin tam açılmadığı bu noktada söz istedi :
- Galiba önemli bir ayrıntıyı atlıyoruz. Musavvirenin oluşumunda, yani beynin suretler üreterek anlamasında ince noktalar var!
- Tamam abla, sen aç bize atlamayalım oraları, dedi İhsan. Mehtap devam etti :
- Yeni bir kavram konusunda Musavvire çalışırken herkeste aynı şekilde çalışmıyor. Suretler, veritabanlarımızdan hareketle oluşuyor! İmgenin oluşumu veritabanlarımıza göredir. Uygun veri varsa o kavram suret kazanır, yoksa o gelen mana için beyin; otomatikman “Anlamsız!” yargısına varır ve kendini kapatır!
Ali, epey bir suskunluktan sonra bağırmamak için kendini zor tutar bir eda ile araya girdi :
- Hani, kavramsal anlatımlardan yorulmuştuk? Hani, her şeyi adam gibi anlatacaktık. Ben anlamam kardeşim, soyut konuşmayın. Beyin neyi, neye göre değerlendirir, neye göre kendini örter misal verin yaaa. Anlaşılır şeyler konuşun!
Misalli anlatımların daha bir kalıcı olduğuna inanan Asım, Ali’yi desteklediği gibi, olayı açmak için düşündüklerini döktü :
- Mesela yeni bir kavram ele alalım. Bu füze olsun, uzay aracı füze. Füzenin ne olduğunu musavvire çalıştırarak kavramak için, kişinin uçak, paraşüt, helikopter gibi kavramları biliyor olması imgelemi kolaylaştırır. Uçağın çok daha hızlısı, hem yukarı doğru uçan dersin, o da anlamaya çalışır. Ammmaaaaa, adam hayatında hiç uçak görmemişse, paraşüt bilmiyorsa, köyünde sadece at arabasından haberdar ise, ona bunu nasıl anlatacaksın?.. Neyi nereye bağlayıp suret kuracak ki?!...
Kuramaz, derhal kapatır kendini…
Asım’ın tespiti hepsi tarafından onaylandı. Söylediklerinden bir başka mana daha çıkmıştı: Bilmediklerimizi, bildiklerimize kıyasla kavrıyorduk! Bu da yeni kavramı değerlendirmede eskiden destek alma gibi bir sonucu doğuruyordu. Eskiyi mihver almak belki ilk sıçrama için iyiydi ama orada da şu tehlike vardı : Yeniyi eskiyle kayıt altına almak, yeni idraki eskiye kilitlemek!..
İşte bu feci bir şeydi. “Ben onlara Allah ’ı anlattım, onlar tuttular tanrılarını update ettiler” ikazını çeken işte bu eskiye kıyas ve eskiyle yeniyi değerlendirme tavrı idi… Mehtap devam etti :
- Gelen manaya karşı beyin imge kurabilmişse bunu hafızaya atar! Hafızada tutulan imge, kavrama yöntemiyle Müdrikeyi, yani idraki açar! Yani Musavvire, Müdrikeyi tetiklemiş olur!
Ali, Musaavvire, Müdrike gibi bilmediği kelimelere de tepki verecekti ama Asım’ın misalinden sonra biraz daha anlar olmuş, susmuştu. Yüksel “Bu oluşumun sonucunda idrak ettiğimizi nasıl anlarız?”, diye sordu Mehtap’a?.. Öyle ya, yeniyi anladığımızı kendimizde nasıl fark ederiz?
Mehtap buna basit bir tepki sesi ile cevap verdi :
- “Ahhaaaa!... Vay canınaaaa!.. Demek!!! İşte bu beeeee, işte buuu!” deriz ya Yüksel, işte o tepkin, imgenin idrake dönüştüğünün ilk işareti.
Yüksel, anlaşılmayan, imge kurulamayan bilginin beyinde ne yapıldığını da merak etmişti. Mehtap :
- İmge kurulamayan bilgi hafızaya atılır ve orada ezber olarak kalır. İşe yaramadığı fark edildikçe de kullanılmadığı için unutulur gider… Yani bir süre sonra beyin, kayıtlardan çıkarır onu.
Ali, konuşulanlara genetik ve geleneksel birikim açısından eklemeler yaptı :
- Belki garip ama, beynimiz bence objektif değerlendirme yapmıyor! Hepimizin kavrama ve değerlendirmesinde veritabanı, genetik miras, içinde yetişilen çevre, duygusal bağlar, yaşanmış bazı kalıcı tesirler çok çok etkili..
Alem Suretinin henüz suret aşamasını konuşuyorlardı. Konu nereden nerelere akmıştı. İşte sohbetin feyzi - bereketi bu idi…
Ortama hafif bir gül kokusu yayılmıştı. Hanımlardan biri sordu, “Gizlice esans süren kim?..” Herkes birbirine baktı, esans süren yoktu. Esans süren olmamasına rağmen herkesin algıladığı gül kokusu neydi öyleyse? Rahim abi müdahil oldu :
- Kokuya takılmayın. Anlayan, içinde tutsun, salavat okusun. Konumuza devam edelim.
Dostları ilə paylaş: |