(122)Osmanlıca Kastamonu-2 S: 260
(123)Eskişehir Mahkemesi demektir. A.B.
95
1101
Elcevab: Ben de sizin gibi, belki sizden çok ziyade bu vaziyetten hem hayret hem taaccüb ediyordum. Bu sualinizin izahlı cevabı, yirmiyedinci lem'a olan mahkemeye karşı müdafaat lem'asıyla, onaltıncı mektup risalesidir. Şimdilik kısaca bir iki esas beyan ediyorum.
Birincisi: Asayişi te'min ve idare me'murları, inzibat polisleri ve komiserleri bize ve mesleğimize karşı, değil tevehhümkârane taarruz ve evhama düşmek, belki himayetkârane teşvik ve teşçi' etmek vazifelerinin muktezasıdır. Çünki onların vazifelerinin temel taşı: hürmet, merhamet, helâl haramı bilmekle, itaat düsturuyla hayat-ı içtimaiye emniyet dairesinde cereyan edebilir. Risale-i Nur hayat-ı içtimaiyeye baktığı vakit, bu esasları te'min ediyor. neticesi de bilfiil görülmüş... Risale-i Nurun en mühim merkezi Isparta ve Kastamonu olduğundan, sair memlekete nisbeten zabıta me`murları insaf ile dikkat etseler, Risale-i Nurun onlara parlak yardımını görecekler. Hem talebelerinde bu kadar kesret ve kuvvet ve hak ellerinde bulunduğu halde, asayişe hiç bir zararı dokunmadığını.. ve talebelerden bin adam, on adam kadar hayat-i içtimaiyeye zarar vermediklerini kalbi bozuk olmıyan görür...
Bu kardeşiniz siz de biliyorsunuz, bu on sekiz senedir o kadar muhtaç olduğum halde; siyasete, hayat-ı içtimaiyeye temas etmemek için hükûmete karşı bir tek müracaatım olmadığını(124) ve bu on sekiz aydır küre-i arzın bu hercü mercinde bir tek defa ne sual ve ne de merak etmek ve ne de anlamak ve ne de medar-ı sohbet etmediğimi, hatta şimdi sulh olmuş mu, harb bitmiş mi, İngiliz ve Alman'dan başka kimler harb ediyor bilmediğimi biliyorsunuz. Hem herkesi geveze ve sersem eden ve üç seneden beri odamdan işitilen radyoyu iki defadan başka ne dinlediğimi ve ne de sorduğumu benimle beraber olan sizler biliyorsunuz. Bu derece bu vaziyetlere karşı alâkasız ve lâkayd bir adamın ta'kib ettiği mesleğe taarruz eden ve evhama düşüp tarassudla sıkıntı veren, ne derece insaftan uzak düştüğünü en insafsız da tasdik eder.
İKİNCİ ESAS: Ey kardeşlerim! Sizler biliyorsunuz ki, bizim mesleğimiz benlik, enaniyet, şan' u şeref perdesi altında makam sahibi olmaktan, öldürücü zehir gibi ondan kaçıyoruz. Onu ihsas eden halâttan şiddetle içtinab ediyoruz. Elbette burada altı yedi sene gözünüzle ve yirmi seneden beri tahkikatınızla anlamışsınız ki; ben şahsıma karşı hürmet ve makam vermek istemiyorum. Sizleri o noktada şiddetle tekdir etmişim. Benim haddimden fazla mevki' vermeyiniz diye sizden darılıyorum.
96
(124)Üstad Bediüzzaman Hazretleri 1926 yılı başlarından 1946 yılı sonuna kadar o kadar haksız yere ta'ciz, tarassud, nefyler ve saire gördügü halde, bir tek defa hükümete "Bu muameleler ne içindir. Neden yapıyorsunuz.? " yahut da "Şu ihtiyaçlarım var, Kanunî şu işlerimi istiyorum" diye hiç bir müracaatta bulunmamıştır. Fakat 1946 dan 1949 a kadar zulüm ve ta'cizler artık Son safhaya geldiği için, hakikat-ı hali beyan eden bezı istidaları varid olmuştur. A.B.
97
1102 Yalnız Kur'an-ı Hakimin bu zamanda bir mu'cize-i maneviyesi olan Risale-i Nur hesabına ve ben de onun bir şâkirdi olmak haysiyetiyle, ona karşı tasdikkârane teslimi ve irtibatı şâkirane kabul ediyorum.
İşte bu derece enaniyetten ve benlikten ve şan u şeref nâmı altındaki riyakârlıktan kaçmayı düstur-u hareket ittihaz eden adamlara karşı ehl-i hükûmetin, ehli-i idare ve zabıtanın evhama düşmeleri ne kadar ma'nasız, lü-zumsuz olduğunu divaneler bile anlar.
Kardeşiniz
Said-i Nursi(125)"
"Selahaddin Çelebî, bugün beş ay Ankara'ye bir vazife ile gitmek için buraya geldi. Bir hafiye onu takib edip, o da arkasından girdi. Ben de o casusa (126)-Selahaddin kalktıktan sonra- dedim ki: Risale-i Nur ve ondan tam ders alan şâkirtleri, değil dünya siyasetlerine, belki bütün dünyaya karşı da Risale-i Nuru alet edemeyiz ve şimdiye kadar da etmemişiz. Biz ehl-i dünyanın dünyalarına karışmıyoruz. Bizden zarar tevehhüm etmek divaneliktir.
Evvela: Kur'an bizi siyasetten men’etmiş... Tâ ki, elmas gibi hakikatları ehli dünya nazarında cam parçalarına inmesin.
Saniyen: Şefkat, vicdan, hakikat bizi siyasetten men' ediyor. Çünkü tokata müstehak dinsiz münafıklar Onda iki ise, onlarla müteallık yedi sekiz ma'sum, biçare çoluk çocuk, zaif, hasta ihtiyar var... Belâ, musibet gelse, o sekiz masumlar o belâya düşecekler. Belki o iki münafık dinsiz daha az zarar görecek. Onun için siyaset yoluyla idareye, asayişi ihlâl tarzında; neticenin husul'u de meşkûk olduğu halde girmek, Risale-i Nurun mahiyetindeki şefkat, merhamet, hak, hakikat şâkirtlerini men' etmiş...
Salisen: Bu vatan, bu millet ve bu vatandaki ehl-i hükûmet ne şekilde olursa olsun, Risale-i Nur'a eşedd-i ihtiyaç ile muhtaçtırlar. Değil korkmak veyahut adavet etmek, en dinsizleri de onun dindarane, hakperestâne düsturlarına taraftar olmak gerektir. Meğer ki, bütün bütün millete, vatana, hâkimiyet-i İslâmiyeye hıyanet ola... Çünki bu millet, vatan, hayat-ı içtimaiyesi ve siyasiyesi anarşilikten kurtulmak ve büyük tehlikelerden halâs olmak için beş esas lâzım ve zarurîdir:
1- Merhamet...
2- Hürmet...
98
3- Emniyet...
(125) Osmanlıca Kastamonu-2 S: 275
(126)Bu hadise Denizli hapis hadisesinden iki üç ay önce oldugunu göstermekle beraber, zamanın hükûmeti, içine düştüğü garazlı evham ve planlarını da ihsas ettirmektedir. A.B.
99
1103
4- Haram, helâli bilip haramdan çekinmek...
5- Serseriliği bırakıp, itaât etmektir.
İşte Risale-i Nur hayat-ı içtimaiyeye baktığı vakit, bu beş esası temin edip; hem asayişin temel taşını tesbit ve temin eder.
Risale-i Nura ilişenler kat'iyyen bilsinler ki; onların ilişmesi anarşilik hesabına vatan ve millet ve asayişe düşmanlıktır.
İşte bunun hülâsasını o casusa söyledim, dedim ki: Seni gönderenlere böyle söyle. Hem deki: On sekiz senedir istirahatı için hükûmete müracaat etmiyen.. Ve yirmi bir aydır dünyayı herc' ü merc eden harplarden hiçbir haber almıyan ve çok mühim makamlarda çok mühim adamların dostâne temaslarını istiğna edip kabul etmiyen bir adam; Ondan korkup, tevehhüm edip, dünyanıza karışmak ihtimaliyle evhama düşüp tarassudlarla sıkıntı vermekte hangi ma’na var? Hangi mashalat var? Hangi kanun var?... Divaneler de bilirler ki; ona ilişmek divaneliktir.(127) O casusa dedik. O casus da kalktı gitti..(128)"
ŞEYH ABDÜLHAKİM HADİSESİ VE BEDİÜZZAMAN
Yukarda, Hz.Üstad'ın beyanlarından da anlaşılmış olduğu vechile; zamanın hükûmeti, özellikle Reis İsmet İnönü, Türkiye'de gittikçe Risale-i Nurun revacı ve parlaması karşısında, Üstad'a türlü türlü zulümlü tarassutlar, tecessüs ve tazyiklerin yanında, Risale-i Nurun revacını kösteklemek maksadıyla, zahire göre hükûmet olarak din ile ve din ehli ile bir nevi musalâha etmek.. ve bu maksadla güya din namına ve perdesi altında görünen bazı zındık habislerin eserlerini Risalei Nur'a karşı çıkarıp neşretmek.. Ve bu arada bazı meşhur hoca ve şeyhleri de Risale-i Nur'a karşı çıkararak, tenkid ettirmek gibi plânlar da uygulanmaktaydı.
İşte bunlardan birisi de, İstanbul'da ün yapmış meşhur ve sülale sâhibi Şarklı bir şeyhi Üstad'ın aleyhine geçirmeyi sağladılar. Bu şeyh olan zat, zâhiri sebep olarak, Hazret-i Üstad'ın Birinci Şua'da bazı Kur'an ayetlerinin işarî ve remzî manalarının külliyetinde, cifir ve ebced tevafuklarıyla, bu asırdaki bazı işaretli tezahürlerini istihraç edip beyan etmesini tenkid mevzuu yapmaya başladı.
(127) Üstâd’ın bu cümlesinin bir, zâhirî bir de mâ'nevî mânâsı olsa gerektir. Zâhire göre tamâmen suçsuz ve onların işine ve siyasetine karışmadığı
100
halde, ona ilişmenin boş yere ahmâkâne, beyhûde ve zararlı olduğu için... Mânevi mânâya göre de ; Çünkü obir me’mur-u ilâhîdir. Allah (C.C.) onunla ve onun Risâle-i Nûrûyla bu dini tecdid ve takviye edecektir. Öyle ise, Allah (C.C.)’ın irâdesine karşı gelmek ahmaklıktan, divânelikten başka ne ile târif edilebilir. A. B
(128) Osmanlıca kastamonu-2, s: 452.
101
1104
Şeyhin kendi mantığına göre güya Hazret-i Bediüzzaman o ayetleri, daha doğrusu Kur'anı kendi keyfine göre tevil edip manalandırıyor diye Üstadın aziz şahsiyetini ta'n etmeye girişmişti. Hatta bu vesileyle Üstadın cinsiyetini, köylülüğünü vesairesini de diline dolayarak gıybet etmeye başladı.
Hazret-i Üstad, bu hadiseye çok müteessir olmuştu. Hem hemşehri, hem sülâle sahibi ve Âl-i Beyte mensub, hem mutasavvıf ve hem de âlim bir zâtın yanlış anlama, Korku evhamı ve hissiyata bina’ edilen bu dehşetli hatasıyla vartaya düşmesinden ziyadesiyle rencide oldu. Hadisenin başlangıcında Hazret-i Üstad bu zatı, şer'î ve ilmî kaideler içerisinde hakikate ve insafa çağırdı ise de, fakat Üstad'ın bu hakperestane mektuplarına hiç kulak verilmedi. Bunun üzerine Hazret-i Üstad şiddetli cevaplar vermeye mecbur oldu.. İkaz etti. Onun akrabası ve Üstad'ın eski talebelerinden Seyid Şefik Hocayı araya koydu. Ancak bu zat, yine de dinlemeden ve Üstad'ın cevablarını okumadan gıybetlerine devam ediyordu. Üstad ise, bu zatın sebepsiz, birden bire böyle ortaya atılmasının maddî- ma'nevî sebeblerini araştırdı ve bazı talebelerini araştırmaya sevk etti. Elde edilen bir çok maddî manevî sebeplerin içerisinde en başta geleni bu idi ki; hadisenin arkasında hükûmetin destek ve plânıyla; hükûmette meb'us bulunan o zatın yakın akrabaları vasıta edilerek, dolap çevrildiğini ve bu plânın arkasının arkasında da, gizli din düşmanı zındık ve habis bazı çevrelerin rol oynadıkları öğrenildi. Yani o zatın şöhretinden ve ünlü şahsiyetinden böyle tuzaklı bir yolda istifade etmek plânını onlar hazırlamışlardı. O zat hem ihtiyar, hem hassas, hem de evhamlı olmasıyla da, o planın onun eliyle tatbik edilmesine çok uygun bulunmuştu. O zata Üstad'ı şöyle intikal ettiriyorlardı: Sözde Bediüzzaman Hazretleri, Türkiye'de Şeyh Said tarzında veya Menemen hadisesi gibi bir ihtilâl hazırlığını yapıyor da, Kur'an'dan da bazı ayetlerin kendisinden haber verdiğini işaaya çalışıyor diye... Plân, zamanın hükûmetinin desteğiyle de, gizli zındık mülhidlerce, Denizli hadisesinden bir buçuk sene öncesinden hazırlanmıştı. Mübarek şeyhe de o şekilde durum intikal ettirilince; güya kendini ondan teberrî ettirmek ve temize çıkarmak.. ve bu arada mevhum ve hayalî ve asl u faslı bulunmıyan bir siyasî hadisenin müteşebbisi olacak olan Bediüzzaman'ı da kötüleme ile meseleyi halletmek gibi hayalî ve vehmi bir atmosferde didinmeye başladı. Lâkin hadise neticesinde ve her şeye rağmen, hükümetin verdiği evham ve aldatılmışlığının beyhude çabası da, yine onu kurtaramadı. Denizli hadisesinde onu da rahatsız ettiler. Denizli'ye kadar getirdiler ve ifadelerini aldılar ve saire ve saire, Her ne ise ...
102
1105
İstanbul da, bu zat, i’tiraz-vâri tenkidli ve gıybetli konuşmalarını yapmakta devam etmekte iken, İstanbul’un diğer meşhur âlim ve vâizleri buna cevap vermeye başladılar. Başta Eski Fetva Emini Muğlalı Ali Rıza Efendi, vaiz Ali Haydar Efendi, Mahmud Kâmil efendi, Meşhur Ulemadan Ahmed Şirvanî Hazretleri gibi zatlar ilim, din ve Şeriat noktasında onu susturdular. Zaten Hazret-i Üstad da lâzım gelen cevabları vermiş ve göndermişti. Neticede ilim ve hakikat meydanında o hadise susturulduğu ve söndürüldüğü gibi; Risale-i Nura ufak bir zarar yerine, İstanbul'da Risale-i Nurlar büyük Ulema dairesinde merakla takib edilmesine, okunmasına ve parlamasına vesile oldu.oldukları halde, ehl-i nifak ve dalâlet, meşreblerine zıd olduğu halde,
İşte o hadisenin başlangıcı ve sonucu itibariyle, Hazret-i Üstad'ın çeşitli yönleriyle verdiği ilmî, dinî ve mantıkî cevablarının bazı noktalarını ve o hadisenin sebeb ve mahiyeti hakkında yapılan araştırmalar neticesinde elde edilen delil ve vesikaların bazı cihetlerini derc etmek istiyoruz. Hadiseyi, sadece bir gizli ve sinsi plân neticesinde tahakkuk safhasına konduğu ve arkasında dinsiz zındık komitelerinin plânları bulunduğu hasebiyle (129)" bahse medar ettik. Yoksa, merhum olmuş mübarek âlim ve şeyh ve seyyid ve velî bir zatın ufak bir i'tirazı bir şey değildir. Zaten Hazret-i Üstad da sonunda onunla helâllaştığını bildirmiş ve hadiseyi ta o zaman unutmuştur.
Hadisenin, Denizli hapis hadisesinden tam bir sene önceki vuku'u zamanında Hazret-i Üstad, onu te'sirsiz hale getirmek ve bertaraf etmek için, her zâviyeden ona bakmış ve yirmi kadar umumî ve hususî mektuplarla mukabele etmiştir.
Hadiseyi haber veren Üstad'ın ilk mektubu:
"Aziz sıddık Risale-i Nur şâkirtleri kardeşlerim!
Risale-i Nurun şâkirtlerinin zaif kısımlarına zarar veren, hatıra gelmiyen ihtiyar bir zatın tarafından bir i'tiraz münasebetiyle ve o gibi itirazların esasını kesecek bir hakikatı beyan etmeye mecbur oldum. Evvelce birisine dediğim gibi, bunu tekrar ediyorum:
(129)Aynı bu hadise tarzında hadiseden on altı sene sonra; Urfalılarınn çok hürmet ettiği ve velî olarak tanıdığı ihtiyar bir hocayı C.H.P liler, Risale-i Nur ve Üstad Bediüzzaman aleyhine evhamlandırıp konuşturdular. Urfa'daki zat da âlim, fazıl ve mutasavvıf bir kimse idi. İşte bu zat ta 1958'lerde Urfa'da camilerde, meclislerde Üstad'ın aleyhine konuşmaya
103
başladı, tıpkı İstanbul'daki zat gibi hayali, tenkitler yaptı. Daha önceleri ise, Üstad'a ve talebelerine o kadar,hürmetkârane ve şefkatkârane muamelelerde bulunuyordu ki: herkes hayret ederdi.1958 yıllarında cereyan eden bu hadiseyi Hazret-i Üstad'a mektupla bildirdigimizde: "Benden ona selam söyleyiniz. O mübarek bir zattır. Ondan zarar gelmez." şeklinde cevap göndermişti. Bilâhere bu zatı evhamlandırıp konuşturan C.H.P lilerin plânıyla, o partinin Urfa'da ileri gelenlerinden âlim bir zat, Risale-i Nur'un hakkaniyetine âşinalık peyda ettikten sonra, kendisi itiraf ederek ve tövbe edip yaptığına nedamet getirerek, bize bizzat şunları anlatmıştı: "Hocayı ben konuşturuyordum. Çünkü bana çok itimadı vardı, Ne dedi isem, aynen kabul ediyor ve cami'lerde konuşuyordu" demişti. Allah her ikisine de rahmet eylesin. o hoca zat, merhum Buluntu Abdurrahman Efendidir. Onu evhamlandırıp, konuşturan zat da, Müderris Muhammed efendidir. A.B.
104
1106
Hem mucib-i taaccüb, hem medar-ı teessüftür ki; ehl-i hakikat, ittifaktaki fevkalâde kuvveti zayi' ettikleri ve o ziya' sebebiyle mağlub ittifaktaki ehemmiyetli kuvveti elde etmek için ittifak ediyorlar. Bu ittifaktan kazandıkları kuvvetle yüzde on iken, doksan ehl-i hakikati mağlub ediyorlar.
Ve en ziyade medar-ı teaccüb ve medar-ı hayret şudur ki: En ziyade muavenet ve teşvik beklediğimiz ve onlar da o yardıma İslâmiyetçe ve meslekçe ve vazifeten mükellef oldukları halde, bize yardım yapmayıp, bilâkis yan1ış anlamasına binaen, Risale-i Nurun hizmetine fütûr verecek bir tarzda mevki-i ictimaîlerinin ehemmiyetine istinaden itiraz etmişler...
Bu aciz kardeşiniz hem o eski dost zata, hem ehl-i dikkate ve sizlere beyan ediyorum ki; Kur'an-ı Mu'ciz-ül Beyanın feyziyle, yeni Said hakaik-i İmaniyeye dair o derece mantıkça ve hakikatça bürhanlar zikrediyor ki; değil Müslüman uleması, belki en muannid Avrupa feylosoflarını da teslime mecbur ediyor ve etmektedir.
Amma Risale-i Nurun kıymet ve ehemmiyetine işarî ve remzî bir tarzda Hazret-i Ali'nin (R.A.) ve Gavs-ı Azamın (K.S.) ihbaratı nev'inden Kur'an-ı Mu'ciz-ül Beyan dahi bu zamanda bir Mu'cize-i maneviyesi olan Risale-i Nura nazar-ı dikkati celbetmesi, manay-ı işarî tabakasından rumûz ve îmaları bulunması, i'cazının şe'nindendir ve o lisan-ı gaybın belağat-ı mu'cizekâranesinin muktezasıdır.
Evet, Eskişehir hapishanesinde dehşetli bir zamanda ve kudsî bir teselliye pek çok muhtaç olduğumuz hengâmda, manevi bir ihtar ile: "Risale-i Nurun makbuliyetine dair eski evliyalardan şâhid getiriyorsun . Halbuki
sırrıyla bu meselede söz sâhibi Kur'an'dır. Acaba Risale-i Nuru, Kur'an kabul eder mi? Ona ne nazarla bakıyor?.. " denildi.
O acib sual karşısında bulundum. Ben de Kur'an'dan istimdad eyledim. Birden otuzüç ayetin manay-ı sarihinin teferruatı nev'indeki tabakatından manay-ı işarî tabakasında; ve o many-ı işarî, many-ı sarihinin altında dahil bir ferdi Risale-i Nur olduğunu.. ve duhûluna ve medar-ı imtiyazına bir kuvvetli karine bulunmasını, bir saat zarfında hissettim. Ve bir kısmı bir derece izahlı ve bir kısmı mücmelen gördüm. Kanaatıma hiç bir şek ve
105
şüphe ve vehim ve vesvese kalmadı. Ben de ehl-i imanın imanını Risale-i Nurla muhafaza niyetiyle o kat'î kanaatımı yazdım ve hâs kardeşlerime mahrem tutulmak şartıyla verdim.
O Risalede biz demiyoruz ki; ayetin many-ı sarihi budur.Ta, hocalar fihinazar desin. Hem dememişiz ki, many-ı işarinin külliyeti budur. Bel
106
1107
ki diyoruz ki, many-ı sarihinin tahtında müteaddit tabakalar var. Bir tabakası da many-ı işarî ve remzîdir. Ve o many-ı işarî de bir küllîdir, cûz'iyatları var. Risale-i Nur dahi bu asırda o many-ı işarî tabakasının külliyetinde bir ferttir. Ve o ferdin kasden bir medar-ı nazar olduğuna, ehemmiyetli bir vazife göreceğine; eskiden beri Ulema mabeyninde carî bir düstûr-i cifrî ve riyazî ile karineler, belki hüccetler gösterilmiş iken, Kur'an'ın ayetine veya sarahetine değil incitmek, belki i 'caz ve belagatına hizmet ediyor.. Bu nevi’ işarat-ı gaybiyeye i'tiraz edilmez. Ehl-i hakikatın nihayetsiz işarat-ı Kur'aniyeden hadd ü hesaba gelmiyen istihraçlarını inkâr edemiyen, bunu da inkâr etmemeli ve edemez.
Ama benim gibi ehemmiyetsiz bir adamın elinde böyle ehemmiyetli bir eserin zuhur etmesini istiğrab ve istib'ad edip, i'tiraz eden zat, eğer buğday tanesi kadar çam çekirdiğinden dağ gibi çam ağacını halkeylemek azamet ve kudret-i ilahiyeye delil olduğunu düşünse; elbette bizim gibi acz-i mutIak ve fakr-ı mutlakta, böyle ihtiyac-ı şedid zamanında böyle bir eserin zuhûru vüs`at ve rahmet-i ilâhiyeye delildir demeye mecbur olur...(130)"
Hadise hakkında Hazret-i Üstad'ın ikinci kısa bir mektubu:
"Aziz sıddık kardeşlerim! Ehl-i dalâletin Isparta muvaffakiyetine (131)" karşı, bir meb'usun amcası ve akrabasından on taneden fazla me'muriyette bulunan İstanbul'da hoca ve şeyh zatın; cereyanlarına bir perde suretinde elim bir tarzda, ihtiyarlık ve vehhamlık ve taassubundan istifade edip aleyhimizde isti’mal ettiler. Fakat merak etmeyiniz, bu cephede de bir şey kazanamıyacaklar. Cenab-ı Hakk'a havale ediyoruz... (132)
Hadisenin esbabını araştıran Nur talebelerinin elde ettikleri bir kaç sebep şekli vardır. Ancak biz bunların hepsini burada sıralamıyacağız. Geçmiş hadisenin teferruatını tekrarlamanın bir manası ve faidesi yoktur. Hadisenin en mühim yönünü ve üst tarafta kaydettiğimizin tamamlayıcı kısmını kaydetmekle iktifa edeceğiz. O da şöyledir:
"...Biz tahkikatımızla bu garazın esbabını taharri ettik. Hem Ankara'dan, hem vilâyât-ı Şarkiye'den gelen muhacirlerden anladık ki; tahkikatımız doğrudur. Bulduğumuz o garazın esbabının bir kaç tanesini beyan ediyoruz;
BİRİNCİSİ: Risale-i Nura karşı Isparta cephesinde münafıklar mahkemeyi musallat ettiler. Risale-i Nurun galebesiyle neticelendi. Bizim cep
107
(130) Osmanlıca Kastamonu-2 S: 299
(131) Isparta muvaffakiyeti, hadisenin aynı senesi olan 1942'de oranın adliyesinin Risale-i Nurları tetkikten sonra, beraat vererek sahiblerine iade etmeleridir. A.B.
(132) Aynı eser S: 303
108
1108 hede Üstadımıza ve dolayısıyla Risale-i Nura karşı İstanbul Ulemasının i'tirazlarıyla hücum ettiler. Fakat İstanbul Uleması Üstadımızın cerhedilmez tahkikatını kemal-i takdirle karşılıyorlar. Ezcümle: Bu ihtiyar zatın itirazı münasebetiyle İstanbul'un en mu'teber ve en eski ve en büyük âlimi ALİ RIZA, bu ihtiyar hocanın i'tirazı münasebetiyle demiş ki:
"Bugün Bediüzzaman'ın Risale-i Nuru müceddid-i dindir. Onun eserine karşı bir şey denilmez ve dil uzatılamaz. Bizim anlamadığımız rumuzlar vardır. O ihtiyar mu'terizin mutalâası yanlıştır. Bugün bu eserleri tetkik ve tenkid için Bediûzzaman'ın kâ'binde olmak lâzımdır Bu zamanda o da yoktur" demiş, o mu'terizin i'tirazını reddetmiş...
İşte münafıklar bu noktadan da bir şey yapamadıkları için, Üstadımızla fazla münasebettar ve hemşehrisi ve İstanbul'da ziyade hürmet kazanmış bir zatın zaif damarından bilerek veya bimeyerek onu büyük hataya sevk etmişler...(133)"
Bu tahkikatlı yazıda da sıralanan sair sebepleri bu makamda yazmaya lüzum görmedik. İsteyen Kastamonu Lahikası asıllarında bulabilir.
İstanbul'da vaki’ i'tiraz hadisesinin neticesi olarak, zarardan çok çok ziyade fayda verdiği gibi; aynı hadiseye Kur'an'ın gıybet ayeti de işarî manasıyla işareti görüldü ve Kur'an'ın ma'nen Risale-i Nuru müdafaa ettiği anlaşıldı. Bu hususî işareti ihtar ve ilham ile keşfedip gören Üstad Bediüzzaman'dır. Şöyle kaydeder:
"BİSMİHİ SÜBHANEHU
Kardeşlerim!
Kur'an'ın bir tek ayetinin bir tek işareti, ihbar-i bilgayb nev'inden bir lem'a-i i'caziyeye tevafuk suretiyle gösterdiğini ma'nevî bir ihtar ile gördûm:
Bu ayet-i kerimenin makam-ı cifrisi, şedde ve tenvin sayılmazsa, 1351'dir. "MEYTEN'in aslı MEYYİTEN' olmasından,1361 ederek bu tarihte umur-u azimeden bir dehşetli gıybeti bu ayetin many-ı işarî külliyetinde dahil ediyor. Umur-u azimeden böyle acib gıybeti, aynı tarihte, aynı senede vukua geldi...
Bence, Kur'an'ın nasılki her sûre ve bazen bir ayet ve bazen bir kelimesi bir mu'cize olur. Öyle de, bu ayetin bu işareti bu asırda Risale-i Nur şâkirtlerinin hakkındaki gıybete baktığına üç emare var.
109
Birincisi: Birinci Şua' olan işarat-ı Kur'aniye risalesinde, Risale-i
(133) Osmanlıca Kastamonu-2 S: 339
110
1109 Nura ve tercümanına da işaret eden beşinci ayet olan gayet kuvvetli karineler ile "MEYTEN" kelime-i kudsiyesi cifir ve ebced hesabiyle ve üç cihet i manasıyla Said-i Nursi ye tevafuk etmesidir.
İkinci emare: ayetinin makam-ı cifrî ve RİYAZÎSİ 1361 etmesidir ki; ayni tarihte o acib hadise oldu.
Üçüncü emare: İhtiyar zatı unutmak, belki şahsıma karşı tezyifatını ihtiyarlığına ve çok cihetlerle mabeynimizdeki uhuvvete hürmeten helâl etmeye karar verdiğim ve biz hizmetkâr olduğumuz Kur'an'a havale edip bıraktığım hengâmda; birden ihtiyarım hâricinde beş vechile zemmi zem eden ve mu'cizane gıybetten altı cihetle zecreden ayeti karşımda kendini gösterip temessül eyledi. Ma'nen "bana bak" dedi. Ben de baktım, birden tesbihat içinde gördüm ki;1351'den, ta 1361 tarihini gösterdi. Halimize baktım, perde altında elli birden ta altmış bire kadar Risale-i Nur medet beklediği İstanbul âfakında perde altında bir nevi taarruz bulunmuş.. Ve altmış birde birden patlamasıdır...(134)"
Hadisenin neticesini şöyle bağlıyor Hazreti Üstad:
Aziz Sıddık Müstakim Kardeşlerim!
Gayet ciddî bir ihtar ile bir hakikatı beyan etmeye lüzum var. Şöyle ki: sırrıyla, ehl-i velâyet gaybî olan şeyleri bildirilmezse bilmezler. En büyük bir velî dahi hasmının hakikî halini bilmedikleri için, haksız olarak mübareze etmesini, Aşer-i mübeşşerenin mabeynindeki muharebe gösteriyor. Demek iki velî, iki ehl-i hakikat bir birini inkâr etmekle makamlarından sukut etmezler. Meğer bütün bütün zâhir-i Şeriat'a muhalif ve hatası zahir bir içtihad ile hareket edilmiş ola...
Bu sırra binaen deki uluvv-ü cenab düsturuna ittibaen ve avam-ı mu’minîn’in şeyhlerine karşı hüsn-ü zanlarını kırmamakla imanlarını sarsılmadan muhafaza etmek.. ve Risale-i Nurun erkânlarının haksız i'tirazlara karşı, haklı fakat zararlı hiddetlerinden kurtarmak lüzumuna binaen.. Ve ehl-i ilhadın iki taife-i ehl-i hakkın mabeynindeki husûmetten istifade ederek; birinin silâhıyla, i'tirazıyla ötekini cerhedip.. ve ötekinin delilleriyle, berikini çürütüp ikisini de yere vurmak ve çürütmekten içtinaben; Risale-i Nur Şâkirtleri bu mezkûr dört esasa binaen; muarızlara hiddet ve tehevvürle ve mukabele-i bil-misil ile karşılamamalı. Yalnız kendilerini müdafaa için musalâhakârane medar-ı i'tiraz noktaları izah etmek ve cevab vermek ge
111
(134) Osmanlıca Kastamonu-2 S: 369
112
1110 rektir. Çünkü bu zamanda enaniyet çok ileri gitmiş. Herkes kameti miktarınca bir buz parçası olan enaniyetini eritmeyip bozmuyor. Kendini ma'zur biliyor. Ondan niza' çıkıyor. Ehl-i hak zarar eder. Ehl-i dalâlet istifade ediyor.
İstanbul'da malûm i'tiraz hadisesi ima ediyor ki; İleride meşrebini çok beğenen ba'zı zatlar ve hodgam bazı sofimeşrebler, nefs-i emmaresini tam öldürmiyen ve hubb-u cah vartasından kurtulmiyan bazı ehl-i irşad ve ehl-i hak, Risale-i Nura ve şâkirtlerine karşı kendi meşreblerini ve mesleklerinin revacını ve etba'larının hüsn-ü teveccühlerini muhafaza niyetiyle i'tiraz edecekler. Belki dehşetli mukabele etmek ihtimali var. Böyle hadiselerin vukuunda bizlere itidal-i dem ve sarsılmamak ve adavete girmemek ve o muarız taifenin de rüesalarını çürütmemek gerekir.
Dostları ilə paylaş: |