Mirimiran Mehmed Paşa Türbesi
Yıldız Demiriz
riye de aksetmiş, kubbe onikigen çok alçak bir kasnağa oturtulmuştur. Altı sütuna oturan revağın dilimli yalancı kemerleri, saçak hattının palmet bezemeleri, klasik dönem sonlarının üslubu için tipiktir. Kü-feki taşından inşa edilen türbenin cepheleri yarım silindir silmelerle birbirinden ayrılmıştır, iki katlı düzendeki cephenin yüzeylerinden dönüşümlü olarak biri pencerelidir, birinde ise açıklık yoktur. Ancak, görünüşü hareketlendirmek için üst katta bu kapalı yüzeylere sağır pencereler açılmıştır. Üst katta sivri kemerli olan pencereler, alt katta dikdörtgendir ve üstlerindeki hafifletme kemerleri mermer alınlıklarla dolguludur. Türbe içinde pencere-siz cephelerde nişler vardır. İçeride orijinalliği kesin olmayan kalem işlerinden başka süsleme yoktur.
Bibi., Akakuş, Eyyûb Sultan, 218-219; Demiriz, Türbeler, 62-63; Z. Nayır, Osmanlı Mimarlığında Sultan Ahmet Külliyesi ve Sonrası, İst., 1975, s. 11-12; Unsal, Türbeler, 85; Haskan, Eyüp Tarihi, I, 231-232.
YILDIZ DEMİRİZ
MİRZA BABA TEKKESİ
Fatih İlçesi'nde, Samatya'da (Davutpaşa İs-kelesi'nde), Kasap İlyas Malıallesi'nde, Sa-matya Caddesi ile Etyemez Tekkesi Soka-ğı'nın kavşağında bulunmaktaydı.
Kaynaklarda "Etyemez Tekkesi" ve Ka-rabıçak Veli Tekkesi" olarak da anılan bu tesis, Bizans dönemine ait bir dini tesisin II. Mehmed (Fatih) döneminde (1451-1481) Derviş Mirza Baba adında bir tarikat şeyhi tarafından tekkeye dönüştürülmesi suretiyle kurulmuştur. Tekkenin kuruluş tarihi tespit edilememekte ancak Hadî-fej'da vakfiyesinin, "tekyeşinas" terkibinin ebcedle karşılığı olan 886/l481'de tescil edildiği belirtilmektedir. Aynı kaynakta Derviş Mirza Baha'nın Ömer el-Buharî a-dında bir şahsın oğlu olduğu ve İstanbul'un fethine katılan tarikat ehli arasında yer aldığı ifade edilir. Ancak ne Hadîka'da ne de diğer kaynaklarda Mirza Baha'nın mensup olduğu tarikat hakkında bilgi bulunmakta, ayrıca tekkeye verilen "Etyemez" adının kökeni de aydınlığa kavuşma-maktadır. Bir rivayete göre bu ad, tekke-
ye dönüştürülen manastırın et yemeyen keşişlere mahsus olmasından kaynaklanmakta, diğer taraftan bazı tekke listelerinde karşılaşılan "Etyemez Mirza Baba Tekkesi" adı bunun Mirza Baha'ya ait bir lakap olduğu izlenimini uyandırmaktadır. Bu arada Zâkir Şükrî Efendi'nin AfecmMTe-kâyâ'smda yer alan ve tekkenin 18. yy'in ikinci yarısında tekrar faaliyete geçmesinden itibaren posta geçen şeyhlerin dökümünü veren listenin başındaki el-Hac Ali Hulusi Efendi'nin adından sonra "el-ma'ruf bi Karabacak, Etyemezzade" ibareleri bulunmaktaydı. "Etyemez Tekkesi" adının, ikinci bani durumundaki bu şeyhin mensup olduğu aileden kaynaklanması en makul ihtimal olarak görünmektedir. Diğer taraftan tekkeye dönüşen dini tesisin niteliği (manastır ya da kilise) ve adı da kesin olarak tespit edilememekte, bazı araştırmacılar söz konusu yapının Dios Manastırı olduğunu ileri sürmektedir.
Mirza Baba Tekkesi'nin, kuruluşunu izleyen 200 yılı aşkın süre zarfında hangi tarikata hizmet ettiği, burada kimlerin şeyhlik yaptığı da meçhuldür. Tespit edilemeyen bir tarihte ilk yapı ortadan kalkmış, tarikat faaliyeti kesintiye uğramış olsa gerektir. Nitekim Zâkir Şükrî Efendi'nin listesinde Sa'dî tarikatından, Şeyh Ebü'l-Ve-fa-i Sami'nin halifesi olan ve "Karabacak" lakabıyla tanınan Etyemezzade Şeyh el-Hac Hulusi Efendi'nin (ö. 1783) buraya "vaz'-ı meşihat" ettiği belirtilmiştir. Tekkenin hangi tarihte A. Hulusi Efendi tarafından canlandırıldığı bilinmemektedir. R. E. Koçu'nun istanbul Ansiklopedisi'nûe yayımlanan maddede, Mir'at-ı istanbul müellifi Mehmed Raif Bey'in notlarından nakledilen tekkenin 1199/1784'te Sadrazam Halil Hamid Paşa (ö. 1785) tarafından yeniden yaptırıldığı yolundaki kaydın doğruluğu çok şüphelidir. Burada Mirza Baba Tekkesi ile adı geçen paşanın, 1199/ 1784'te, çok yakında tesis ettiği, aynı şekilde Sa'dî tarikatına bağlı Kadem-i Şerif Tekkesi(->) birbirine karıştırılmış olmalıdır. Mamafih Mirza Baba Tekkesi'nin Kadem-i Şerif Tekkesi'nden az önce ihya edildiği söylenebilir. Ayrıca Halil Hamid Paşa'nın,
Mirza Baba Tekkesi
Encümen Arşivi, 1951
banisi olduğu tekkeye neredeyse komşu olan Mirza Baba Tekkesi'nin canlandırık-şına katkıda bulunmuş olması da bir ihtimal olarak düşünülebilir. İkinci kuruluşundan tekkelerin kapatıldığı tarihe (1925) kadar Etyemez Tekkesi. İstanbul tekkelerine ilişkin listelerin hepsinde, perşembe günü ayin icra edilen bir Sa'dî tekkesi olarak zikredilmiştir. Dahiliye Nezareti'nin R. 1301/1885-86 tarihli istatistik cetvelinde burada 6 erkek ile 5 kadının ikamet ettiği kaydedilmiş, Maliye Nezareti'nin R. 1325/1910 tarihli Taamiyeve Tahsisat Def-teri'nde de yılda 540 kuruş, günde 2 çift 200 dirhem ekmek ve l okka 200 dirhem et tahsisatı olduğu belirtilmiştir.
Tekkenin postuna geçen şeyhler şu kimselerdir: 1) Lakabı Zâkir Şükrî Efendi' nin Mecmua-i Tekâyâ'smda "Karabacak", Bandırmalızade A. Münib Efendi'nin Mecmua-i Tekâyâ'smda ise "Karabacak-ı Velî" olarak verilen Şeyh A. Hulusi Efendi (ö. 1783). 2) A. Hulusi Efendi'nin halifesi olan ve Odabaşı'ndaki Kelamî Tekkesi ile Şeh-remini'deki Remlî Tekkesi'nin meşihatlarında bulunduktan sonra 1206/1791-92'de Koska'da, Sa'dî tarikatının âsitanesi olan Abdüsselam Tekkesi'nin postuna geçen Kolancı Şeyh İbrahim Sabri Efendi'nin (ö. 1806) halifesi, 5 Muharrem 1207/1791-92' de meşihatı devralan Şeyh Seyyid Sadul-lah Hulusi Efendi (ö. 1801). 3) Şeyh Yusuf el-Şamî'nin halifesi olan ve 1222/1807'de Mirza Baba Tekkesi'nin meşihatını bırakarak vefatına kadar Abdüsselam Tekke-si'nde bu görevi sürdüren Koğacı Şeyh Mehmed Emin Efendi (ö. 1835). 4) A. Hulusi Efendi'nin halifelerinden, 1226/1811' de bu görevi terk ederek Mollagüranî (bugünkü Fındıkzade) semtinde, ilerde kendi lakabı ile tanınacak olan Fındıkzade Tekkesi'nin meşihatını üstlenen Fındıkzade Şeyh Seyyid Ahmed Raşid Efendi (ö. 1828). 5) A. Raşid Efendi'nin halifesi olan, l Cemaziyelahir 1226/1811'de tekkenin meşihatı kendisine tevcih edilen Çorbacı-zade Şeyh el-Hac Mehmed Sadeddin el-Saidü'l-Enverî (ö. 1813). 6) M. Sadeddin Efendi'nin oğlu Şeyh Ahmed Raşid Efendi (ö. 1816). 7) Mehmed el-Bağdadî'nift oğlu ve Şeyh Abdullah Pirî el-Buharî'nm halifesi olan, tekkenin meşihatı 24 Sefer 1231/18l6'da kendisine tevcih edilen Şeyh Seyyid el-Hac İsmail Sıdkî Efendi (ö. 1830). 8) İ. Sıdkî Efendi'nin halifesi Şeyh Seyyid el-Hac Mustafa Vehbî Efendi (ö. 1858). 9) M. Vehbi Efendi'nin oğlu Şeyh Ahmed Muhtar Efendi (ö. 1881). 10) Şeyh Mustafa Ferid Efendi (ö. 1896). 11) Son şeyh Hüsnü Efendi.
Mirza Baba Tekkesi son olarak 1309/ 1891-92'de II. Abdülhamid tarafından yenilenmiş, tekkelerin kapatılmasından sonra bakımsız kalarak harap düşen binaları 1950' li yıllarda kamulaştırılarak yıktırılmış, yerlerine Sosyal Sigortalar Kurumu hastanesi inşa edilmiştir. Günümüzde tekkeden arta kalan unsurlar yakındaki Bayezid-i Ce-did Mescidi'nin avlu girişi üzerine yerleştirilmiş olan 1309/1891-92 tarihli yenileme kitabesi ile aynı mescidin avlusuna nakledilmiş bulunan haziresidir.
Mirza Baba Tekkesi'nin, Encümen Arşi-vi'nde bulunan fotoğraflarında Samatya Caddesi üzerindeki, dikdörtgen açıklıklı ve kitabeli cümle kapısı ile iki adet ahşap bina görülmektedir. Kapının sağında bulunan ve iki adet dikdörtgen pencere ile caddeye açılan ufak yapının türbe, kapının solunda yer alan, iki katlı, üst katı çıkmalı yapının da harem ve selamlık bölümlerini barındıran kesim olduğu tahmin edilebilir. Bibi. Barkan-Âyverdi, Tahrir Defteri, 379; Ay-vansarayî. Hadîka, I, 32-33; Kut, Dergehname, 231, no. 25; Çetin, Tekkeler, 586; Aynur, Sa-Hha Sultan, 35, no. 63; Âsitâne, 16; Osman Bey, Mecmua-i Cevâmi, I; Münib, Mecmua-i Tekâyâ, 13; Ihsaiyat II, 21; Vassaf, Sefine, V, 270; Zâkir, Mecmua-i Tekâyâ, 61-62; Öz, istanbul Camileri, I, 53; H. Göktürk, "Etyemez Tekkesi", "Etyemez Tekkesi Mescidi", ISTA, X, 5395-5396; Janin, Eglises et mpnasteres, 97-99; Ayverdi, Fatih III, 457-458; Ötüken, Kiliseler, 76; S. Eyice, "İstanbul'un Camiye Çevrilen Kiliseleri", TAÇ, 1/2 (Mayıs 1986), 13; Fatih Camileri, 94, 275, 277.
M. BAHA TANMAN
MİRZAZADE CAMÜ VE KÜTÜPHANESİ
Üsküdar Sultantepe'de, Hacce Hasna Hatun Mahallesi'nde, Servilik Caddesi ile Kirişçi Sokağı'mn kavşağında yer almaktadır.
Şeyhülislam Mirzazade Şeyh Mehmed Efendi (ö. 1743) tarafından 1144/1731-32' de yaptırılmıştır. Mirzazade Mehmed Efendi'nin Sultantepe'de bir çiftliği ile bağının bulunduğu, söz konusu hayır eserlerini arazisinin bir kısmı üzerinde inşa ettirdiği anlaşılmaktadır. Karimin batı duvarında asılı bulunan ve 1317/1899-1900'de saray hocalarından Ahmed Rakım Efendi tarafından yeniden yazıldığı anlaşılan ta'lik hatlı manzumede Mirzazade'nin gördüğü bir rüya üzerine bu camiyi yaptırdığı nakledilir. Yapının aslında mescit olarak tasarlandığı, baninin, bu manzume ile birlikte saraya sunduğu bir arzuhalle mescidinin cami olarak kullanılması için müsaade aldığı bilinmektedir. Zaman içinde birtakım onarımlar geçirmesine rağmen aşağı yukarı ilk haliyle günümüze gelebilen caminin mihrap duvarındaki çinilerden bir kısmı İstanbul'un işgal altında bulunduğu yıllarda (1918-1922) çalınmış, aslında ahşap olan son cemaat yeri betona dö-
nüştürülmüş, yapının çevresine yeni meşrutalar ve dernek binaları inşa edilmiştir.
Dikdörtgen planlı bir harım ile kapalı bir son cemaat yerinden oluşan caminin girişi son cemaat yerinin kuzey cephesinde, eksende yer alır. Kagir duvarlı, kırma çatılı mescitlerin tasarım özelliklerini sergileyen yapının basık kemerli harim girişi ahşap malzeme ile oluşturulmuştur. Hari-min duvarlarında, klasik Osmanlı mimarisindeki düzene uygun olarak, iki sıra halinde düzenlenmiş pencereler vardır. Alt sıradakiler dikdörtgen açıklıklı olup ahşap pervazlarla çerçevelenmiş, tepe pencereleri ise sivri kemerli ve revzenli olarak tasarlanmıştır. Doğu duvarında, altta üç, üstte dört, batı duvarında altta, pencerelerle aynı boyutlarda bir dolap nişi, üstte üç pencere görülmekte, mihrap duvarında ise, mihrabın yanlarında dörder pencere bulunmaktadır. Mihrap nişinin içi, ayrıca, alt sıradaki pencerelerin üst hizasına kadar mihrap duvarının yüzeyi çinilerle kaplıdır. Söz konusu çini bezeme, farklı dönemlerde (16-19. yy) ve değişik yerlerde (İznik, Kütahya, Avrupa) imal edilmiş parçalardan meydana gelmektedir. Mihrap nişinin içinde yer alan çiniler büyük bir ihtimalle Avrupa kökenlidir. Mihrabın dilimli ve sivri kemerli kavsarasının altında, ahşaptan oyma bir mukarnas kuşağı uzanır. Karimin kuzeybatı köşesinde yükselen bodur minarenin kaidesi taştan, gövdesi ise tuğladan örülmüştür.
Mihrap duvarının arkasında, bağımsız yapı olarak inşa edilen kütüphaneden geriye duvar kalıntıları kalmıştır. Dikdörtgen planlı, ufak boyutlu bir yapı olduğu anlaşılan kütüphanenin duvarları moloz taş ve tuğla ile örülmüş, basık kemerli pencereleri kesme taştan sövelerle çerçevelenmiştir.
Bibi. Ayvansarayî, Hadîka, II, 238; Raif, Mir'at, 140-142; Öz, istanbul Camileri, II, 48; Konyalı, Üsküdar Tarihi, I, 232-234, II, 403. M. BAHA TANMAN
MİSAFİRLİK
Eski dönemlerde misafiri gereği gibi ağırlayıp hoş tutmak, dini vecibelerden sayılmış, misafir Tanrı'nın gönderdiği bir nimet olarak kabul edilmiştir. Misafir gelmeyen evler, komşular ve mahalle sakinleri arasında iyi kabul edilmezdi.
Gündüz konağa gelen misafirler, kapının halkasına dahi vurmaya fırsat bulamadan ayvaz tarafından karşılanır ve buyur edilirdi. Gelen misafir harem ağası tarafından teslim alınır, kadınsa harem kapısına götürülerek kalfaya; erkekse selamlığa çıkarılarak ağaya bırakılırdı. Eğer misafir mütevazı bir aileye gelmişse yine kapıda hoş geldiniz denilerek karşılanır, misafir odasına buyur edilirdi.
Eski İstanbul'da gece misafirlikleri yegâne vakit geçirilecek, dostlukları pekiştirecek ziyaretlerdendi. Ellerindeki işkembe fenerle gece misafirliğine gelenlere, karşılandıktan sonra çubuk ve kahve ikram edilirdi. Saraylarda ve konaklarda çubukçuba-şıların idaresindeki çubuk ağaları bu hizmete tahsis edilmişti. Çubuklar misafir adedine göre önceden hazırlanır, çubukçular tarafından en hatırlı misafirden başlamak üzere ikram edilirdi.
Kahve ikramının da devirlere göre değişik şekilleri olurdu. Özel olarak pişirilen kahveler, zarf içindeki fincanlarda nezaketle sunulurdu. Misafirlere kahveden sonra harup, koruk, ahududu, demirhindi gibi İstanbul halkının çok sevdiği şerbetler ikram edilirdi. Şerbetten sonra meyve ve tatlı da muhakkak surette verilmesi gerekli yiyeceklerdendi. Kışın misafirlere sunulan en önemli içeceklerden biri de bozaydı. Boza sıcak leblebiyle birlikte ikram edilirdi. Yemeğe kalacak olanlara emek isteyen yemekler yapılırdı. Bu ikram sırasında muhakkak et yemeği ve tatlı bulundurulurdu.
Günübirlik misafirliklerden başka gece yatısına kalan misafirler de olurdu. Böyle misafirlere en iyi oda açılır, özel olarak saklanan, işli yatak takımları, yastıklar çıkarılırdı. Mevsim kış ise odaya bir de mangal bırakılırdı. Misafire çıkarılacak havlulara bilhassa dikkat edilirdi. Bu havlular, değişik çiçek motifleriyle, bazıları da güzel özdeyişler ve beyitlerle işlenmiş olurdu. "Sabah-ı şerifler hayırlı olsun" ibresi, en çok işlenen sözdü. Bundan başka, Safa geldin gözümün nuru kusura hiç nazar etme/Bu yaz hurda ye iç eğlen sakın kış gelmeden gitme beyti, havlulara sıkça işlenirdi.
Yaz aylarını Boğaziçi'nde geçirenler sık sık misafir baskınlarına uğrardı. Bu misafirlerin çoğu bir haftalığına, hatırlıları ise bir ya da birkaç aylığına misafir gelirlerdi. Eski sayfiyelerde âdeta aileden kabul edilen ve gelmesi dört gözle beklenen müdavim misafirler, kendi hizmetçileri, kalfaları ve âdetleriyle gelirlerdi. Hattâ, gelmesi beklenip de bir türlü gelmeyen, varlıklarına alışılmış misafirlerin evlerine haberciler gönderilerek davet edilirlerdi.
Yalılarda oturan kibar İstanbullular, misafirlerini uğurlarken kendi bahçelerinde yetiştirdikleri çiçeklerden, meyvelerden hediye paketleri hazırlarlardı. Misafir de gelirken bir hediye getirmişse ona mukabele etmek ev sahibinin dikkat etmesi gereken kurallardandı.
Misafiri gücendirmek Tanrı'yı gücendirmek gibi kabul edildiğinden "Tanrı misafiri" tabiri, İstanbul'da yaygın olarak kullanı-
MİSKİNLER ÇEŞMESİ
476"
477
MİTOLOJİDE İSTANBUL
lirdi. Ev sahibinin misafirine olduğu kadar misafirin de ev sahibine karşı vazifeleri vardı, ikram edilen yemeklerin bitirilmesi, yemekten sonra dua edilmesi, misafirin yapmakla yükümlü olduğu şeylerdendi. Misafirlerin oturacağı odalar özel olarak tanzim edilir, süslenir, diğer zamanlarda bu odalara kimse sokulmazdı. Bazı kibar konaklarının misafire ayrılmış odalarının yüksek yerlerine, Misafirim safa geldin başın kaldır tavana bak/Şükür gerdanını gördüm otur artık sofana bak gibi beyitler asılırdı.
Eski istanbul'da kadınların "nöbet" dedikleri gece misafirlikleri mahalle hanımları arasında aksatmadan yapılırdı. Nöbet kimin evinde ise telaşı gündüzden başlar, şerbetler ezilir, yemiş tepsileri hazırlanırdı. Vakit gelince üç-dört mumlu pirinç fenerleri çeken ağaların arkasından hanımlar, kafileler halinde gelmeye başlardı. Erkekler arasında da bu tür misafirlikler, davet ve ziyafetler eksik olmazdı. Özellikle helva sohbetleri(->) İstanbul kış gecelerinin misafir ağırlama geleneği içinde anılabilir. Ayrıca ramazanlarda verilen iftar ziyafetleri de kendilerine özgü geleneklere sahip misafirliklerdendi.
Tekkelerin de kendi kurumsal yapıları içinde misafir gelenekleri vardı. Tekkeye, ziyaret amacıyla uzak yerlerden tavsiyeyle ya da iş için gelen misafirlerin güleryüzle karşılanıp ağırlanması da gelenek haline gelmişti. Özellikle Bektaşîler arasında misafirliğe de çok önem verilmiştir. Bir Bektaşî evine ya da tekkeye misafir gelmesi Hz Ali'nin gelmesi gibi kabul edilmişti. Misafirin de bir Bektaşî evine gideceği zaman "lokma" denilen ekmek, "çerağ" denilen mum ve "dem" denilen içkiyi götürmesi âdetti.
Günümüzde değişen yaşam biçimi geleneksel misafir ağırlama âdetlerinin birçoğunu ortadan kaldırmış, kalanlar da hayli değişikliğe uğramıştır. Bibi. M. Alp, "Komşu, Komşuluk", TFA, S. 171 (Ekim 1963), 3194-3196; Bayrı, istanbul Folkloru, (1972), 205-208; M. Aksel, istanbul'un Ortası, Ankara, 1977, s. 357-361; S. Ayverdi, istanbul Geceleri, ist., 1977, s. 31-33, 141-143; ay, İbrahim Efendi Konağı, ist., 1982, s. 22-24, 54-55, 177-178; ay, Hey Gidi Günler Hey, ist., 1988, s. 209-211; "Misafir", TDEA, VI, 378-379; R. H. (Karay), AgoPaşa'nınHatıratı, İst., ty, s. 67-71.
UĞUR GÖKTAŞ
MİSKİNLER ÇEŞMESİ
Üsküdar'da, Karacaahmet Mezarlığı'mn bir bölümünün içinden açılan Doktor Eyüp Ak-soy Caddesi (İbrahimağa Yolu) kenarında, mezarlık duvarına bitişik vaziyettedir.
Osmanlı döneminin en önemli cüzam-hanesi olan ve 15l4'te I. Selim (Yavuz) zamanında inşa edilen Miskinler Tekkesi'nin yakınında bulunduğundan yayınlara bu ad ile geçmiştir. 1927'ye kadar faaliyetini sürdürdükten sonra 1938 yangınıyla tamamen ortadan kalkan bu tekke; mescidi, hasta hücreleri, sebili, kuyu ve muslukları ve de bu çeşme ile bir bütün teşkE ediyordu.
Kare planlı, kubbeli sebilinin ardından caddenin açılması sırasında kuyu ve muş-
luklar da yok olmuştur. I. H. Tanışık, ki-tabesindeki "nâm" kelimesini yanlışlıkla "balım" okumuş, bundan dolayı çeşmeyi kitabına bu başlık altında (Bâlim Ağa olarak) almıştır. Mehmed Raif ise bu adı "Hafız Selim" okumuştur. Oysa kitabede II. Mahmud zamanında (1808-1839) yaptırılmış olan bu çeşmenin banisinin Vekil-i Kenz-i Şâhî (Hazine Vekili) Hafız Isa Ağa olduğu belirtilmiştir. Çeşmenin metnini Enderunî Vâsıf Osman Bey'in hazırladığı, nefis bir ta'lik hatla Mustafa Rakım tarafından yazılmış olan 17 beyitlik mermer kitabesi 1226/1811 tarihlidir.
I. H. Konyalı, çeşmenin yok olduğunu kaydederek tarih beytini Tarih-i Atâ'dun verir. A. Egemen ise, kitabında aynı bilgileri kullanmıştır. Çeşme bugün harap bir durumda olsa da mevcuttur. Selimiye Suyolu ile Duvardibi'nden tekkeye giden yol üzerindeki maslaktan gelen boruyla su alan bu çeşme bugün kurumuş durumdadır.
Tuğla ve kesme taştan yapılmış olan geniş bir haznenin caddeye bakan cephesinin ortasında yer alan çeşme mermer kaplamalıdır. Dikdörtgen şeklinde bir çerçeve içine alınmış olan basık, sağır bir kemer içindeki sathi nişin ortasında aynata-şı yer almaktadır. Dilimli bir sağır kemere sahip olan aynataşı süslemesizdir. Cepheden taşkınlık gösteren mermer teknesi ve bunun iki yanında testi setleri bulunmakta idi. Çeşme nişi iki pilastr arasına alınmış ölüp, bunlar üç kademeli düz bir saçağı taşımaktadır. Geniş mermer çerçeveli kitabesi bu saçak üzerinde yer almakta olup ortasında II. Mahmud'un tuğrası bulunan mermer alınlığı ve bunun iki yanındaki çam kozalağı bugün mevcut değildir. Halen aynataşının üst seviyesine kadar toprağa gömülü vaziyette, hayli harap durumdadır.
Miskinler Çeşmesi ampir üslubunun(->) Türk sanatına yeni yeni girdiği yıllarda inşa edilmiş, süslemesiz fakat mimari unsurları ile ön plana çıkan yalın bir örnektir. Bibi. Ata Bey, Tarih, ist., 1293, s. 165-166; Raif, Mir'at, 91; Tanışık, istanbul Çeşmeleri, II, 408, 4KK411; S. Eyice, "İstanbul-Şam-Bağdad Yolu Üzerindeki Mimari Eserler", TD, IX/13 (1958), 87-89; M. K. Özergin, "Üsküdar-Bos-
Miskinler Çeşmesi
Banu Kutun/ Obscura, 1994
tancıbaşı Güzergâhı Kitabeleri", TD, DC/13 (1958), 119-120; Konyalı, Üsküdar Tarihi, II, 74-75; A. Egemen, İstanbul'un Çeşme ve Sebilleri, ist., 1993, s. 615.
ENiS KARAKAYA
MİSKİNLER TEKKESİ
bak. CÜZAMHANELER
MİSMÂRÎ ŞÜCÂ MESCİDİ
Fatih İlçesi'nde, Sultan Selim Camii altında, Fener'de Mismarcı Sokağı'ndadır. En-serci, Iksirci ve Çivici Mescidi olarak da bilinir.
Mismârî Suca Mescidi
Levent Yalçın, 1994i TBJTV Arşivi.
Banisi çeşitli kayıtlara göre Mismarcı Şücâeddin'dir. Ancak, 1553 tarihli vakıf tahrir defterinde, Mismârî Hacı Şücâ Mescidi Mahallesi'ndeki kayıtlarda mescit sahibi olarak Ilyas bin Hızır isminde birisi görülmektedir. Ayrıca 935/1528'de Hacı Şücâ bin Hızır isimli bir başka şahsın da vakfı kayıtlıdır. Baba ismi benzerliklerinden bu iki şahsın kardeş oldukları ve bani isminin de böylece bir karışıklığa uğradığı akla gelebilir. Bazı kaynaklarda kabrinin de burada olduğu rivayet edilmektedir. Ilyas bin Hızır'ın 911/1505 tarihli vakıf suretinde mescit için 30 cilt Kuran-ı Kerim ve bir miktar nakit, çeşitli yerlerde evler, dükkânlar, arsa, mahzen ve imam, mü-
ezzin, muallim, cabi ve mütevelli için de ayrı evler vakfedildiği görülür. Ayrıca mescit ve mektebindeki vazifelilere ve talebelere de maaşlar tayin edilmiştir. Binanın inşa tarihi bilinmemekte ve bir kitabesi bulunmamaktadır.
Mescit uzun zaman harap olarak durduktan sonra 1979'da tamamen yenilenmiştir. Moloz taşla ve betonarme hatıllı olarak inşa edilmiştir. Çatılı, saçaklı ve betonarme tavanlıdır. Sağda bulunan minaresinin kesme taş kaidesi eski olabilir. Tamirde yeniden güdük ve kısa olarak tuğla ile inşa edilmiştir. Bina dış ölçüleri ile son cemaat yeri dahil 9x15 m kadardır. Her duvarda iki alt ve iki üst pencere mevcuttur. Yeni olan mermer mihrap dışarı doğru yuvarlak bir çıkıntı yapmıştır, içeride duvarlar yeni mavi fayanslarla kaplanmıştır. Vakfiyede belirtilen mektebi hakkında bilgi alınamamıştır. Mescidin solunda bir kabristanı bulunmaktadır.
Bibi. Ayvansarayî, Hadîka, I, 30; Barkan-Ay-verdi, Tahrir Defteri, 304; Yüksel, Bâyezid-Ya-vuz, 286.
I. AYDIN YÜKSEL
MİTOLOJİDE İSTANBUL
Kökleri tarihin derinliklerinde bulunan her önemli kent gibi, İstanbul kentinin en eski sahipleri de onun ilk varoluşunu efsanelerle süslemişler, süslemekten de öte, açıklamışlardır. Bu nedenle "mitolojide istanbul" denilince kuşkusuz, istanbul'un İstanbul olduğu, hattâ Konstantinopolis olduğu dönemleri değil, ilk Bizantion(-») evresini anlamak gerekir.
Antik toplumda somut yaşamın, yani insanlar arası ilişkilerin (reel dünyanın) insan imgelemindeki nahif bir yansıması olan ve bu anlamda genel olarak sanatın edebiyat ve tiyatronun ilk şekillenmelerinden sayılan mitolojilerin günümüze en gelişkin ve en yaygın (çünkü en fazla yazılmış) biçimde ulaşmış olanı, eski Yunan mitolojisidir. Daha sonra ortaya çıkmış komşu Roma uygarlığı da büyük ölçüde Yunan mitolojisindeki tanrıları, tanrıçaları, öyküleri almış, onlara Latince isimler bulmuştur.
Sonradan Bizans İmparatorluğu adını alacak topraklar, başlangıçta Roma İmparatorluğu kapsammdaydılar. İmparatorluğun bu kesiminde Latin dili ve kültürü Helen dili ve kültürüyle birlikte yer alırken, Doğu Roma'nm Bizans imparatorluğu adıyla, 395'te ayrılmasını izleyen süreçte Yunan dili ve kültürü hâkim kılındı. Doğu ve Batı kiliseleri arasındaki ayrılık kes-kinleştikçe, Bizans halkındaki Latin düşmanlığıyla orantılı olarak Latin kültürünün kalıntılarının yok edilmesine çalışıldı, ülkedeki ve başkentteki Latin kolonileri ise Bizans toplumundan ayrı tutuldular. Bu zıtlaşma nedeniyle, Batılılar Bizans'ın artık "Batı kültürü"nü de temsil etmediğini, Helenizmden koptuğunu, bölge toplumlarının (Arap, Fars [Safevi], vb kültürlerinin) etkisinde kaldığını ve Batılı bir ülke olmaktan çıkıp, Doğulu bir ülke haline geldiğini ileri sürüyorlardı. Bizanslılar ise bu saptamaları yadsımaktaydılar. Bu sav-
larda gerçek payı olmakla ve Bizans'ın birçok özelliği o zamanki Ön Asya ülkele-rindekilere benzemekle birlikte, kültüründeki Helenistik öğeler ağırlıklarını daima hissettirmiştir.
Öte yandan, ülkenin insanları Hıristiyanlığı benimsemiş oldukları halde, çok-tanrılılıktan tektanrılılığa geçişin başka birçok toplumda görülmüş yansımaları Bizans'ta da yaşanmıştır. Binlerce yıl sürmüş olan paganizmin, çoktanrılı bir kültürün (inanış, gelenek ve alışkanlıkların) izleri yeni toplumda da devam etmiş, buna karşı koyan Ortodoks mezhebinin "Ortodokslukları" da (örneğin Ikonoklazma[->] akımında olduğu gibi) toplum kültürünü derinden etkilemiştir.
Kentin embriyonunun MÖ 7. yy'da oluşturulduğu konusunda tarihçiler hemfikirdirler: Bizantionlu Dionisios kendi kentinin kuruluş tarihini MÖ 660 olarak verir, Caesarea (Filistin'de) piskoposu ve ünlü Ekklesiastikebistoria'nm (Kilise Tarihi) yazarı Pamphili Eusebius da aynı tarihi zikreder. Bugün tarihi yarımada dediğimiz yöreye yerleşenler, Megara'dan gelmiş Dor-lardı, yani kent bir Yunan kolonisi olarak kurulmuştu. Daha önceden gene Dor-lardan bir başka göçmen grup gelip, Hal-kedon kolonisini oluşturmuştu. Birbirleriyle hiç de iyi geçinmemiş olan iki koloninin kuruluş tarihleri arasında Herodot'a göre 17 yıl, Eusebius'a göre 27 yıl fark vardı. Bir başka deyişle, Bizantion ve Halke-don halkı, Hıristiyan olmadan önce yüzyıllar boyu çoktanrılı kültürle yaşamışlardı. Bizantion'un kültürel dokusu sadece Helenistik karakter taşımamaktaydı. Bugün Çatalca Yarımadası dediğimiz ve Haliç(->) ile Marmara arasında kalan yarımadaya gelen Megaralı Dorlar, orada kendilerinden önce gelip yerleşmiş Trakya kabilelerine mensup topluluklarla karşılaşmışlardır. Dolayısıyla, toprağa çok önceden yerleşmiş, kent devletlerini kurmuş, insanlığın evriminde üçüncü işbölümünü gerçekleştirerek uygarlığa geçmiş olan Yunan toplulukları, toprağa henüz yerleşmekte, göçebelikten yeni yeni çıkmakta olan Trakyalılarla karşılaşmışlardır. Üstün olan kültür baskın çıkacaktı ama Yunan kültürü de göçebe Trakya kültüründen öğeler içerecek, bir bakıma karma bir kültür ortaya çıkacak, derken hep birlikte Hıristiyanlaşarak, önce bu dinin ve sonra da onun içinde şekillendirecekleri belli bir mezhebin yarattığı monolitik bir kültürel yapıya varacaklardı.
Uygar Yunan ve göçebe Trakya kültürlerinin bir çeşit bileşkesi sayılabilecek Zeuksippos kültü Yunan mitolojisindeki Tanrılar Tanrısı Zeus ile Trakya mitolojisindeki Atlıların Tanrısı Hippios'un tek bir tanrıda birleştirilmiş bir şekliydi. Nitekim antik Bizantion Agora'sının ortasında Ze-uksippos'un anıt sütunu bulunmaktaydı. Kentin Tihe'si (koruyucu tanrıçası) ise Rhea (veya Rheia) idi. Yunan mitolojisindeki soyağacının başlangıcı olan Uranos (Gök) ile Gaia'nın (Yer) kızı ve Olym-pos tanrılarının başlatıcısı (Zeus'un annesi) Rhea, Byzantion tarafından koruyucu
seçilmiş ve onun için de Agora'da bir heykel dikilmişti. Agora'nın ilerisinde Hippod-rom bulunmaktaydı ve Yunan mitolojisinde Herakles'in 12 "büyük işi"nden Trakyalıları ilgilendiren birisini burada başardığına inanılırdı.
Grek boyları arasında en çok Dorlar tarafından yüceltilen, onların kahramanlık anlayışlarının öngördüğü özellikleri kendisinde toplamış bulunan mitolojik kahraman Herakles (Roma mitolojisinde Herkül), Trakya Hükümdarı Diomedes'in insan etiyle beslediği atlarını etkisiz hale getirmek için hükümdarla çarpışıp onu öldürür ve cesedini atlara yedirir, atlar bundan sonra evcilleşirler. Başka versiyonları da bulunan bu efsane, Dorların ve Trakyalıların ortak kenti Bizantion'a taşınmıştı. Kentteki diğer mitolojik isimler adına yapılmış anıt ya da tapınaklardan bazıları da şunlardı: Uranos ile Gaia'nın torunlarından birisi olan Helios (Güneş) adına dikilmiş anıt, Zeus, Artemis (Zeus'un kızı ve Apollon'un ikizi, av tanrıçası), Atena (Zeus'un başından doğan kızı, kimilerine göre akıl ve zekâ tanrıçası), Poseidon (denizler tanrısı), Apollo (güzellik tanrısı, Ar-temis'in ikizi), Afrodite (aşk ve güzellik tanrıçası), Hera (Zeus'un kansı), Demeler (toprak ve bereket tanrıçası) adlarına ya- . pılmış, tapınak, sunak ya da anıtlar ile 12 Tanrı Tapınağı (Olimpos'un 12 tanrı ve tanrıçası vardır) sayılabilir.
Yunan mitolojisinde Bizantion kentinden bağımsız olarak yer alan, belki de kent daha kurulmadan önce söylenmiş olan iki efsane vardır. Bunlardan ikisi de, Boğaziçi'nin(->) mitolojideki ve Batı dillerindeki adı olan Bosporus'la da ilgilidir.
Argos Hükümdarı Inahos'un İo adlı bir kızı vardır, Zeus kızı görüp çok beğenir ve elde etmek ister, ama karısı Hera durumu fark edince, Zeus İo'yu beyaz bir inek haline sokar, kuşkucu Hera da ineği kocasından isteyerek alır, onu Argos'un aynı adlı ejderhasına emanet eder ve ineğin yanına kimseyi yaklaştırmamasını tembihler. Ama Zeus kurnaz Hermes'i göndererek Ar-gos'u öldürtür, Hera da ineğin başına yapışkan bir at sineğini musallat eder. inek nereye giderse, sinek de peşinden gelmekte ve İo'yu rahatsız etmektedir. İo inek kılığında sinekten kaçarken büyük bir geçidi de aşarak karşıya geçer, buranın adı ondan sonra Inek-Geçidi (Bous-Porus) kalır ve zamanla Bosphorus'a, Bosphor'a ya da kısaca Bosfor'a dönüşür.
Yunan mitolojisinin Bosporus'u ilgilendiren ikinci önemli öyküsü Argonautların serüvenlerinde geçmektedir. Anlatıya göre Teselya'da, lolkos hükümdarı Aison'un tahtını üvey kardeşigaspetmiştir. Aison'un lason (kimi Batı dillerinde Jason olarak geçer) adındaki oğlu büyüyünce, kendi hakkı olan hükümdarlığı amcasından ister. O da Karadeniz'in doğusundaki Kolhis ülkesinde bulunan Altın Post'u alıp getirmesi şartını koşar. Söz konusu Altın Post'un da ayrı bir öyküsü vardır: Rüzgârlar Tanrısı Aiolos'un oğlu Athamas'ın, sonradan boşandığı bulut tanrıçasından olan Frikos ve Helle adlarında bir oğlu, bir de
Dostları ilə paylaş: |