KISIKLI CAMÜ
7
KIŞLALAR
Günümüzde Kısıklı'dan bir görünüm. Banu Kutun/ Obscura, 1994
ise günümüze ulaşmamıştır. Kısıklı-Çam-lıca Caddesi üzerinde II. Mahmud ve Tava-şi Abdullah Efendi vakfının camii, Büyük-çamlıca Sokağı'nda Tahir Baba Dergâhı ve Hasanbey Sıbyan Mektebi, Kısıklı'mn, Osmanlı döneminde var olmuş diğer dini yapılarıdır.
Kısıklı'mn bol sulu çeşmelerinden çoğu bugün bakımsız haldedir. Bunlar arasında en ünlüsü Kısıklı Camii'nin hemen altındaki Kısıklı Çeşmesi'dir. III. Murad'ın bos-tancıbaşısı Abdullah Ağa vakfına ait klasik tarzda, mermerden yapılmış olan çeşme 1914'te onarım görmüştür. Havuzbaşı setinde bulunan çeşme ise IV. Mehmed tarafından 1660'ta yaptırılmıştır. Kitabesine göre II. Mahmud tarafından 1835'te yenilenmişti. Havuzun yıkılması ve setteki ağaçların kurumasıyla eski güzel görünümü ortadan kalkmıştır. Ayrıca Büyükçamlıca Su-yu'nun başında bulunan Benlizade Ahmed Raşid Efendi Çeşmesi ile IV. Mehmed Çeşmesi (yapımı 1660), Köse Kâhya Çeşmesi, Zeynel Efendi Çeşmesi, Süleyman Ağa Çeşmesi ve Rafi Efendi Çeşmesi vardır. Yusuf İzzeddin Efendi Köşkü'nün önündeki gazinonun bahçesi içindeki Meryem Kadın Çeşmesi ise III. Selim'in çuhadar ağası Süleyman Ağa tarafından annesi için 1793'te yaptırılmıştı. Çeşme 1975'te Büyükçamlıca Suyu'nun aktığı yere nakledildi. Kısıklı (eski Tophanelioğlu) Caddesi üzerinde bulunan Tophanelioğlu Çeşmesi, Boğaziçi Köprüsü çevre yolları yapılırken Millet Bahçesi'nin içine taşındı. Tophanelizade-ler Çeşmesi ise Sarıkaya'da,.Mihrişah Valide Sultan Sarayı'nın yakınındaydı. Hadîkd ya göre lezzetli bir suyu olup yakınında bir kahvehane vardı. Küçükçamlıca'dan Altunizade'ye inen yoldaki Yağlıkçı Ayazması da Kısıklı yöresinin su kaynakların-dandır.
Osmanlı döneminde varlıklı ailelerin ve saray mensuplarının sayfiye yeri olan Kısıklı, L Dünya Savaşı'ndan sonra ihmal edil-
di fakat Cumhuriyet'in ilk yıllarında yeniden ilgi görmeye başladı. 1927'de, Süreyya İlmen'in(->) öncülüğünde Üsküdar-Kı-sıklı-Alemdağ arasında tramvay hattı açılmasına karar verilerek 7 Haziran 1928'den itibaren tek hatlı seferlere başlandı. Üskü-dar-Kadıköy ve Havalisi Halk Tramvayları TAŞ ve İETT tarafından 35 yıl aralıksız sürdürülen tramvay seferleri 3 Ekim 1966' da kaldırıldı, raylar ise 13 Kasım 1966'da sökülmeye başlandı. 1940'larda, o dönemde Ankara yolunun da başlangıcım oluşturan ve Kısıklı'dan geçen yolun Sarıgazi' ye kadar olan bölümü asfaltlandı. 1950'le-rin başında Kısıklı yolu taş kaplandı. Bu dönemde biri Kısıklı Meydam'ndan Çengelköy'e uzanan, diğeri ise Altunizade üzerinden Beylerbeyi'ne ulaşacak iki yol yapılması planlandıysa da buna benzer oluşumlar ancak 1973'te I. Çevre Yolu'nun tamamlanmasıyla gerçekleşti. 1966'da tramvay hatları sokulurken, 1970-1973'te çevre yolu için yapılan istimlakler sırasında pek çok yapı tahrip edilmiş, Kısıklı ve çevresinin Kadıköy ve Üsküdar'la olan doğal, tarihsel ilişkisi de büyük ölçüde koparılmıştı. Öte yandan, sağlanan ulaşım kolaylığı sayesinde, etkisi 1980'lerin sonlarından itibaren hissedilen ofis ağırlıklı yeni bir yapılanma ivme kazanır. Günümüzde, eski koruların bir bölümü tümüyle terk edilmiş, bir kısmına da modern villalar inşa edilmiştir. 1960 sonrasında Ümraniye yönünde hızlanan gecekondulaşma ve köşk arazilerinin parsellenerek satışı, Kısıklı Meydanı ve yakın çevresi dışında, tarihi mimari dokunun yok olmasına, çeşme ve kaynaklarının da körelmesine neden oldu. Özellikle yoğunluğu artmış bir yapılanma, Ferah Mahallesi yönünde Büyükçamlıca'nın Sefa Tepesi'ne dek ilerlemiş bulunmaktadır. Buna karşılık, I. ve II. çevre yollarını birleştirecek bir bağlantı yolunun Kısıklı ve Tan-tavi tünelleri aracılığıyla Kısıklı Meyda-m'nın altından geçirilmesi düşünülmekte-
dir. Kısıklı Tüneli batı girişi, Nur Baba Soka-ğı'na yakın olup, Kısıklı Camii'nin altından geçmektedir.
Günümüzde Kısıklı çevresi, bir yandan Ümraniye yönünde imar ıslah planlarıyla yoğunlaşan yapılanması, diğer yandan da tarihi köşklerden arta kalan yapılanmasıyla ikili karakter gösterir.
Semt yoğun yapılaşmaya izin verilmemesi sonucu eski yeşil dokusunu yer yer korumaktadır. Özellikle Bulgurlu ve Ümraniye gibi kalabalık nüfuslu mahallelere ve Küçük ve Büyük Çamlıca gibi turistik mekânlara giden yollar üzerinde olduğundan trafiği hayli yoğundur. 1990 verilerine göre 7.340 kişinin yaşadığı Kısıklı'mn nüfus artış hızı istanbul ortalamasına yakındır. Kısıklı Mahallesi'nde, 1952'de kurulan Çamlıcaspor Kulübü, Büyükçamhca'nın SefaTepesi'nde Aydınlatma ve Isıtma Araçları Müzesi(->), Karayolları 18. Bölge Mü-dürlüğü'nün şantiye binaları ve bir ilkokul bulunmaktadır. M MFAT AKBUmT
KISIKLI CAMÜ
Üsküdar llçesi'nde Kısıklı Meydanı'nda bulunan çeşmenin üzerindeki sette, Büyükçamlıca Caddesi ile Kısıklı Cami Sokağı'nın kesiştiği yerde bulunmaktadır.
Cami III. Murad'ın (hd 1574-1595) bos-tancıbaşılarından Abdullah Ağa tarafından 16. yy'ın sonlarında yaptırılmış, 1927'de de esaslı bir onarım görmüştür.
Bir avlu içerisinde yer alan yapıya üç tane sivri kemerli son cemaat yerinden girilmektedir. Kare bir plan üzerinde taştan yapılmış olan yapının asıl kapısının girişinde, ahşap tavam kasetli müezzin mahfili bulunmaktadır, iki tane ahşap dikmenin taşıdığı balkon çıkması halinde bulunan kadınlar mahfiline müezzin mahfilinden ahşap bir merdivenle ulaşılır. Bu merdivenin alt kısmı küçük bir oda olarak düzenlenmiştir. Asıl ibadet alanını sınırlayan duvarların alt tarafında dikdörtgen pencereler bulunmaktadır. Bu pencerelerin etraflarında mavi zemin üzerinde beyaz, kırmızı, sarı, siyah ve yeşil renkli bitkisel motifler görülür. Bunların üzerinde bulunan sivri kemerli pencereler ile tavan arasındaki bölge, mavi zemin üzerinde siyah, beyaz ve kırmızı renkli bitkisel motiflerle bezenmiştir. Üst pencere aralarında Allah, peygamber ve halife adlarının yazıldığı madalyonlar sıralanır. Tavan ahşap olup dört köşede ahşap çubuklardan sekiz kollu yıldız motifi bulunmaktadır. Tam ortaya yine ahşap çubuklarla geometrik desenler yerleştirilmiş, bunun dışındaki alan da iç içe geçmiş karelerle kaplanmıştır. Alçıdan mamul mihrabın beş köşeli hücresi, yanlardan sütunçelerle kuşatılmış ve mukarnas-lı olarak tasarlanmıştır. Mihrabın dikdörtgen çerçevesi ile mukarnaslı yaşmağın a-rasında kalan alanlara birer kabara konmuştur. Alınlık kısmı rumî ve palmet süslemelerle hareketlendirilmiştir. Minberi ve vaaz kürsüsü ahşaptır.
Kagir olan son cemaat yerinin iki tarafında ikişer geniş penceresi bulunur. Kapısının üstündeki kitabe 1927'ye ait onarım
Kısıklı Camii
Banu Kutun /Obscura, 1994
kitabesidir. Bu mekânın da tavanı ahşap çubuklarla kaplanmıştır. Tam ortada sekiz kollu yıldız motifi bulunur. Sivri kemerler kademelendirilmiştir. Üç tane sivri kemer arasında dört tane gülce motifi bulunur. Yapıya, "L" şeklinde camekânlı bir alan eklenmiş, batı duvarındaki minare kaidesi bu ek alanın içinde kalmıştır. Dikdörtgen pabuç üzerinde köşeli ve tek şerefeli olan minare konik külahla son bulmaktadır.
Doğu cephesinde altta üç dikdörtgen pencerenin alınlık kısımları kör sivri kemer halinde bulunur. Bunların üzerinde ikiz pencere sistemi uygulanmış, pencere araları alçı şebekelerle hareketlendirilmiş, bu kompozisyon bütün cephelerde uygulanmıştır. Mihrap dışarıdan da beş köşelidir. Avluda baninin mezarı bulunur. Güney tarafında küçük bir hazire yer alır. Kırma çatı kiremit kaplıdır. Çepeçevre yapıyı kuşatan saçaklar ahşap olup prizmatik üçgenlerden oluşan bir silme ile donatılmıştır. ERGÜN EĞİN
KISIRLIK ÂDETLERİ
Eski İstanbul'da evlendikten az zaman sonra çocuğu olmayan kadın, kocası ve ailesi için bir endişe nedeniydi. Kadın bu durumu dolayısıyla kendini mahcup ve suçlu hissederdi. Kısırlık bir kadın için şifasız bir hastalık, bir felaket olarak görülür; kocası için de hem maddi hem manevi bir yük gibi yorumlanırdı.
İstanbul'da eskiden karısı kısır olan erkek bir daha evlenmek suretiyle aileyi çocuksuzluktan kurtarmaya çalışırdı. İkinci kadın çocuk doğurduğu ve bu çocuk da erkek olduğu takdirde ilk kadın evin içinde varlığı ile yokluğu belirsiz, aciz bir duruma düşerdi. İkinci kadının evdeki itibarı bu durumda daha da artar; sonuçta ilk eş, ya baba evine döner ya da bu işkenceye katlanırdı.
İlk karısından çocuğu olmayan erkeklerin bir kısmı doğuramayan kadınları boşamayı tercih ederlerdi. Bu, çocuk sahibi olmak, soyunu devam ettirmek ve yeni kurulacak aileyi sarsıntıdan kurtaracak en doğru ve çıkar yol olarak kabul edilir; diğer boşanmalara genellikle iyi gözle bakmayan toplumda bir anlamda hoşgörüyle karşılanırdı. Kısır karısıyla yaşamaya devam eden erkeklerden bazıları da anasız babasız, kimsesiz bir çocuğu evlat edinerek büyütüp yetiştirirdi.
Kocasının ve ailesinin yanında itibarını kazanmaya çalışan kadın ilkin "kocakarı" ilaçlarına başvurur ve bunu da çok defa hayatıyla öderdi.
İstanbul'da gebe kalmak, kısırlıktan kurtulmak isteyen kadın şu yollan denerdi. 1. Hamama gidilerek bel çektirilirdi. 2. Üç gün boyunca hamama gidilir, hamamda sıcak su dolu kurnaya oturtulurdu. 3. Evdeki büyük bir kazana su doldurulur ve bir miktar kül atılarak kaynatılır, su kaynarken kül iyice karıştırılır sonra kazan ateşten alınarak tahammül edilecek kadar soğuması beklenir, çocuğu olmayan kadın ayakları dışarıda olduğu halde kazanın içerisinde oturtulurdu. Kazandaki su aynı zamanda kuru bir sabunla durmadan köpürtülür, kadın bu su içerisinde uzunca müddet kalırdı. 4. Doğuran bir kadının "son"u (plasenta) alınarak hamama gidilir ve çocuğu olmayan kadın bunun üzerine oturtulurdu. 5. Pamuğa sürülmüş beziryağı kullanılırdı. 6.. Arap saçından bir tutam çalınır, saç, kireç ve arsenikle karıştırılarak fındık büyüklüğünde hap haline getirilir; yine buna benzer olarak Arap saçından bir tutam çalınır, biraz hamamotu ile fındık büyüklüğünde yuvarlanır, bu haplardan biri kullanıldıktan sonra 10-15 dakika kurnada o-turulur, sonra yatıp dinlenirindi.
İlaç tedavisinin yanında manevi güçlerden yararlanmak, onların kerametinden medet ummak, eski İstanbullunun çocuk için başvurduğu çarelerdendi. İlk ziyaret yeri Eyüb Sultan Türbesi'ydi. Burada dört rekât namaz kılınır, namaz bitince dua e-dilerek dilekte bulunulur ve adak adanırdı. Bu adak da çok kere kurbandı.
Çifte Gelinler Türbesi'ne gidilir, türbeden toprak alınır, bu toprak pembe gaz (pamuk ya da ipekten ince saydam kumaş) içinde olur, bunun da ağız tarafı gelin teliyle bağlanırdı. Bu toprak türbedar tarafından bir seneliğine verilir, evde yüksek bir yere veya kadının yastığı altına konurdu. Bu ziyarette de adak adanır, daha sonra kadın gebe kalır ve doğurursa aldığı toprağı türbeye iade eder, adağını da yerine getirirdi. İstenen şey olmazsa, yani kadın hamile kalmazsa, ilk defa alman toprak geri verilerek yeniden toprak alınır ve bu işlem üç kere tekrarlanırdı.
Merkez Efendi Kuyusu'ndan taş alınarak adak adanması da çocuk sahibi olmak için başvurulan işlemlerden biriydi. Taş evde yüksek bir yerde kıbleye karşı saklanır veya kadının yastığı altına konur, dilek yerine gelirse adak yerine getirildiği gibi taş da kuyuya bırakılırdı. Sünbül Efendi Tek-kesi'nden gül fidanı alınıp bahçeye dikil-
mesi ve tekkeye adak adanması da bu a-maçla başvurulan işlemlerdendi. Ya da Baba Cafer Türbesi'nden mum alınır, adak olunca mum geri götürülürdü. Türbedara vaatlerde bulunulur, devamlı mumlar yakılırdı (bak. Baba Cafer).
Doğan çocuklar, anneleri hangi türbeyi ziyaret etmişse oraya bağlı sayılırlardı. Bazı aileler doğar doğmaz çocuğu yere koymadan o türbeye götürürler, sonra eve getirirlerdi. Bağlı çocuklar, türbede yatan veliye borçlu sayılır ve bu itibarla büyüdükten, hattâ delikanlılık çağına geldikten sonra bile o türbeyi zaman zaman ziyaret etme mecburiyeti altına girerlerdi. Böyle çocuklara "erenlere karışmıştır" denilerek, halk arasında büyük hürmet gösterilirdi.
Bibi. M. Z. Oral, "istanbul'da Doğum ve Çocuk Hakkında Âdetler ve inanmalar", HBH, III, S. 23-24 (Mayıs 1933), 251-257; M. Hx Bayrı, "istanbul'da Doğum ve Çocukla İlgili Âdet ve İnanmalar", HBH, X, S. 111 (Ocak 1941), 49-53; Bayrı, İstanbul Folkloru, 1972, 208;212; H. B. Ülgen, "Eski İstanbul'da inanış ve Âdetler", Yeni Gazete, I-XIV (Kasım 1970); G. A. Olivier, Türkiye Seyahatnamesi (J 790 Yılında Türkiye ve istanbul), ist., 1977, s. 88-89; Ali Rıza, Bir Zamanlar, 103-120; Musahibzade, Eski İstanbul, 1992.
AYNUR KARATAŞ
KIŞLALAR
Özellikle III. Selim döneminde (1789-1807) askeri gereksinimler çerçevesi içinde yoğun bir şekilde inşa edilmeye başlanan kışlalar mimari alandaki Batılılaşmanın ilk fiziksel görüntülerini oluşturmaları yanında ordudaki yenileşmenin bir anlatımı olarak da algılanmaktadır.
Türkçede "kışın oturulan yer" anlamındaki "kışlağ" sözcüğünden gelen kışla, koruma, askerleri topluca barındırma işlevine sahip büyük binalardır. Bu durumlarıyla Roma askeri örgütlenmesinin "castrum" larını anımsatırlar. Plan bakımından kare ya da dikdörtgen biçimindeki "castra", bir çukur ve çakılı kazıklarla yapılmış bir metris tarafından çevrilirdi.
İstanbul'daki ilk kışlalar II. Mehmed (Fatih) döneminde (1451-1481) yapılmıştır. Acemi Ocağı'mn(-») ve Kapıkulu Ocaklar^-») kışlaları için ilk olarak Şehzadeba-şı'nda Eski Odalar(->) yapılmıştı. I. Süleyman (Kanuni) döneminde (1520-1566) Aksaray'da yaptırılan Yeni Odalar(->) da yine aynı amaca hizmet ediyordu. 1826'da yeniçeriliğin kaldırılışı sırasında bütün o-dalar yıktırıldığı için mimarileri ve mekân düzenleri hakkındaki bilgiler sınırlıdır. Ancak 16. yy'daki durumunu, konumunu Matrakçı Nasuh'un İstanbul tasvirinden görmek olasıdır.
Hadîka'da. verilen bilgilerden de bu kışlaların ortadaki geniş bir avlu etrafında karşılıklı iki sıra halinde dizili odalardan oluştuğu anlaşılmaktadır. Bu şemalarıyla Osmanlı medrese planlarını ve Horasan ile Türkistan'daki yaygın konut tiplerini anımsatırlar.
18. yy'da Avrupa ile ilişkilerin sıklaşması sonucu oluşan değişimler ilk olarak mimari ve mimariye bağlı süsleme alanında görülür. Mimaride değişen biçimler, teknik-
KITLIKLAR
KITLIKLAIl
kerleri için kışla yapımı gerektiğinden, modern anlamda kışla binaları yoktu. Yeni düzen ile birlikte modern bir askeri sınıfın yetiştirilmesi amaçlandığından yeni kışla binalarına da gerek duyuldu. Batılılaşmanın mimari alandaki tipolojisine bakıldığında, farklılaşma ve değişim III. Selim döneminde olmuştur denilebilir. Tanzimat'ın ilanı ile birlikte ise bu daha da hızlanmıştır. Bu süreçte yaptırılan en önemli kışla yapıları olarak Gümüşsüyü Kışlası(->), Maçka Si-lahhanesi(->), Taşkışla(->), Kuleli Süvari Kışlası (bak. Kuleli Askeri Lisesi binası), Da-vutpaşa Kışlası(-0, Humbaracı Kışlası(-+), Topçu Kışlası'nı(->) saymak mümkündür. III. Selim'in adını taşıyan Selimiye Kışla-sı(-») ise ek binaları ile kendi içinde âdeta bir şehir görünümü verir. Bu dönemde ahşap olarak yapımlarına başlanan kışlalar II. Mahmud döneminde de (1808-
"^'
Selimiye Kışlası'mn 19. yy'da yapılmış bir çizimi (üstte) ve yüzyıl başında Taksim Topçu
Kışlası.
F. Muhtar Katırcıoğlu koleksiyonu (üst), tÜMK, Yıldız Fotoğraf Albümleri no. 5009-5010/TETTV Arşivi
ler ve süsleme programlarının yamsıra, şehircilik açısından da farklı bir kent görünümüne bürünen istanbul'da özellikle 19. yy' da kent görünümüne hâkim olan camilerin yanında heybetli kagir binalar da yükselmeye başlar. Bu dönemde kurumsallaşan birçok yapı arasında bulunan kışlalar aynı zamanda Batı'ya açılmaya başlayan devletin bu dönem için mimari alanda bir simgesi gibidir. Bu değişim ve yenileşim, özellikle I. Abdülhamid (hd 1774-1789) ve III. Selim dönemlerinde daha da hızlıdır. İlk modern kışla olarak Cezayirli Hasan Paşa'nrn(-0 yaptırdığı Kalyoncu Kışla-sı(-») kabul edilmektedir. Gerçi II. Mehmed ve II. Bayezid dönemine indirilen Tophane' deki Topçu, Arabacı kışlaları ile Top Dökümhanesi de vardır, ancak bunlar 1823' te yanmıştır.
Eski sisteme göre sadece kapıkulu as-
1839) kagire çevrilerek kalıcı olmaları sağlanmıştır.
Biçim açısından genelde, kolossal, ne-obarok ve neorönesans üslupları kullanılmıştır. Büyük boyutlu ve etkileyici yapılar olarak genelde o günkü kent içi alanlarının dışına ya da sınırına inşa edilmeleri sonucu daha önce idari açıdan Eyüp, Üsküdar, Galata ve istanbul şeklinde ayrılan bölgelerin bütünleşmeye başladıkları görülür. Yer seçiminde ortaya çıkan bir başka sonuç ise, genelde hasbahçelerde ve bu bahçelerin içinde yer alan saray veya köşklerin yerinde yapılmış olmalarıdır. Yeni yerleşim alanları yaratan kışla yapıları, şehrin genel peyzajını ve siluetini de değiştirmiştir. Diğer bir olgu da; sultanlar tarafından yaptırılan dini yapı inşaatının aza indiği, buna karşılık devletin prestij yapısı olarak ele alınabilecek olan büyük saray yapıları yanında kışlaların da yükselmeye başladığıdır. Aynı zamanda hem devletin hem de ordunun prestij yapısı olan kışlalar, istanbul peyzajının ve sivil binaların ölçülerini aşan ilk yapılardır.
Bibi. Cezar, Beyoğlu; M. Cezar, Sanatta Batıya Açılış ve Osman Hamdi, Ankara, 1972; Uzunçarşılı, Merkez ve Bahriye; Uzunçarşılı, Kapıkulu, I; Kuban, Barok; Ayvansarayî, Ha-dîka, I; î. Ortaylı, "Istanbulun Mekânsal Yapısının Tarihsel Evrimine Bir Bakış", Amme idaresi Dergisi, X (1977); S. Eyice, "Tarih içinde istanbul ve Şehrin Gelişmesi", Atatürk Konferansları VII, Ankara, 1980; Tuğlacı, Balyan Ailesi; N. Berkes, Türkiye de Çağdaşlaşma, Ankara, 1974; E. Z. Karal, ///. Selim'in Hatt-ı Hümayunları, Ankara, 1988; S. Ünver, "Yeniçeri Kışlaları", Belleten, S. 160 (1976).
AYŞE YETİŞKİN KUBİLAY
KITLIKLAR
Bizans döneminden beri, büyük bir tüketim merkezi olan İstanbul'un iaşe(->) sorunu her zaman büyük önem taşımış; sık sık da kıtlığa, hattâ açlığa varan bunalımlara yol açmıştır.
Başta gıda maddeleri olmak üzere, çeşitli ihtiyaçların giderilmesi için ülkenin pek çok yöresinden, bazen çok uzak yollardan, çoğunlukla denizaşırı yerlerden getirilen ürünlere ve hammaddelere bağımlı olan İstanbul'da, kıtlıkların ülkenin diğer yörelerine ve kentlerine oranla daha büyük sorunlara, toplumsal patlamalara yol açmış olması doğaldır. Osmanlı döneminde, bu gerçeğin farkında olan yöneticiler, kentte büyük kıtlıklar ve darlıklar yaşanmaması için, her dönem sıkı önlemler almaya çalışmışlar, ancak çoğu kez bunu başaramamışlardır.
İstanbul'da tarih boyunca yaşanmış darlık ve kıtlıkları iki ana öbekte toplamak mümkündür. Daha kısa süreli darlıklar ve geçici hammadde kıtlıkları, kenti etkileyen zelzele, soğuk kışlar, yangınlar, su baskınları gibi afetlerin sonucunda çıkmış; kent içindeki stokların tahrip veya yok olması ya da dışarıdan mal akışının geçici olarak kesintiye uğraması sonucunda yaşanmıştır. Bütün Osmanlı dönemi boyunca, özellikle kentin en önemli bölgelerini yıkıp geçen yangınların sıklığı düşünülecek olursa, bu türden sıkıntıların pek de seyrek sayı-
lamayacağı anlaşılır. Yine, Bizans döneminde kuşatmalar, Osmanlı döneminde ise savaşlar, iaşesi hemen hemen tümüyle dışa bağımlı olan kentte kıtlık ve açlık yaratan, ama yine de sistemin organik parçası olmayan arızi kıtlık nedenleridir.
Kentin tarih boyunca yaşadığı, belli o-laylara bağlı ve geçici (konjonktürel) olmayan, istanbul'un Osmanlı sistemi içindeki yerinden, Osmanlı tarım ve toprak rejimi ve bunun çözülmesinden, ekonominin örgütlenme biçiminden, yani yapısal nedenlerden doğan ve bazı yüzyıllarda kronikleşen kıtlıklar ise kenti dönem dönem gerçekten sarsmıştır.
Kıtlıkların en temel ve yapısal nedeni olan, kent dışına, özellikle de uzak yerlere bağımlılık; savaşlar, kuşatmalar, ürünün çıktığı yöredeki kuraklık, karayollarının güvensizliği ve kötülüğü, denizyollarında zahire ve hammadde yüklü gemilerin karşılaştığı korsan yağması veya fırtınalar, yine yolları kapayan sert kışlar, seller gibi çok çeşitli nedenler, kentte zaman zaman açlığa varan büyük kıtlıklar çıkmasına neden olmuştur. Öte yandan Osmanlı toprak düzeninin daha 17. yy'dan (hattâ bazı yerlerde 16. yy'ın son çeyreğinden) başlayarak çözülmesi, reayanın, hattâ tımarlı sipahilerin topraklarını işleyemez hale gelmeleri, "çift bozmaları", kuraklık vb nedenlerden daha az etkilenen ve tahıla göre daha kârlı sayılan hayvancılık (et üretimi) için bazı yerlerde tarlaların meralara çevrilmesi; 16. yy'ın sonlarından başlayarak 17. yy' da şiddetlenen ve 18. yy'ın başlannda da devam eden, Anadolu'yu kasıp kavuran, yüz binlerce köylünün topraklarını yurtlarını bırakıp kaçmalarına, tarımsal işgücünün a-zalmasına neden olan Celali isyanları ve bunları izleyen "Büyük Kaçgun" dönemi tarımsal üretimi düşürmüş, İstanbul'a tahıl nakli büyük ölçüde aksamıştır.
Bunlara kentin özellikli yapısı nedeniyle nüfusunun zaten her dönem fazla olması; ülkenin diğer yerlerindeki kıtlık, siyasal, toplumsal kargaşa vb nedenlerle bütün engellemelere rağmen istanbul'a sürekli nüfus akışı bulunması eklenirse, kentin kıtlık ve darlıklarla sık sık ve acı biçimde karşılaştığı anlaşılır.
İstanbul, özellikle gıda maddeleri tüketimi açısından bütün Osmanlı dönemi boyunca ülkenin diğer kentlerine göre hep birinci sıradadır. Darlık ve yokluğun en yaşamsal olduğu maddeler ise, doğal olarak tahıl (başlıca buğday), et, yağ, daha sonra da zeytinyağı, sabun, pirinç, kahve vb' dir. istanbul'a gerekli olan tahılın Eflâk-Boğ-dan eyaletleri, Tuna iskeleleri, Karadeniz' ta Rumeli yakası, Trakya, Anadolu'nun Kocaeli ve Karesi vilayetlerinden geldiği; buralardan sağlanmasında bir aksaklık olursa Kırım, hattâ Mısır'dan sağlandığı bilinir. Bu eyaletlerin savaş alanı veya sefer yolları üzerinde bulunması, buralarda kuraklık veya başka doğal afetlerin ürünü etkilemesi, çeşitli nedenlerle verimin düşmesi yüzünden ortaya çıkan kıtlıklar, 16. yy'dan başlayıp 18. yy'a gelindiğinde en üst noktaya vararak sürüp gitmiştir.
Kıtlığın ana nedeni olmamakla birlikte
üretimi ve malın istanbul'a ulaşmasını etkileyen her olayda bunalımı şiddetlendiriri bir ek faktör olarak tüccarın, aracının "ihtikâr"ı, İstanbul'un yaşadığı kıtlıklarda önemli rol oynamıştır. Her şeyin fiyatının narhla saptandığı payitahtla ticareti yeterince kârlı bulmayan tüccarın, başka ürünlerde olduğu gibi buğdayda da ürün yüklü gemileri veya kervanları, çok daha kârlı satabilecekleri başka yerlere çevirdikleri, beklenen malın İstanbul'a bir türlü gelmediği pek sık görülen ve alınan bütün sert önlemlere rağmen önüne geçilemeyen olaylardandır. Harbi kefereye (yabancı ülkelere) buğday ve zahire satılmaması için zaman zaman çıkardan fermanların da fazla işe yaramadığı, özellikle kıtlık durumunda tüccarın malını daha yüksek fiyatla istanbul dışına satmaya çalıştığı anlaşılıyor.
Yine, iaşenin en önemli kalemlerinden biri olan et açısından da durum aynıdır. Kesim hayvanlarının zaman zaman çok uzak yollardan İstanbul'a getirilmeleri büyük bir sorundu ve hayvanların yolda telef olması her an mümkündü. Öte yandan düşük sayılan narh yüzünden, tüccar koyunu ve diğer hayvanları istanbul'a göndermemek için elinden geleni yapardı ve İstanbul'da sık sık bu nedenle et darlığı yaşandığı o-lurdu. İstanbul, 16. yy'dan itibaren dönem dönem, çeşitli nedenlerden kaynaklanan ve kendini esas olarak zahire, başlıca buğday darlığı veya yokluğuyla hissettiren kıtlıklar yaşamıştır. Kaynaklarda, 1494-1503 arasında, o tarihlerdeki Osmanlı ülkesinin büyük bir kıtlık yaşadığı, aynı dönemlere rastlayan veba salgınıyla birlikte İstanbul' un bu kıtlıktan büyük ölçüde etkilendiği yazılıdır. 1525-1530 arasında Anadolu'nun çeşitli bölgelerinde, bu arada İstanbul'a tahıl yollayan Balıkesir Sancağı ve Bursa yöresindeki çekirge istilasının doğurduğu kıtlığın istanbul'a yansımamış olması düşünülemez. Her ne kadar böyle yöresel durumlarda kentin ihtiyacı başka yerlerden sağlanmaya çalışılıyorsa da, 16. yy'ın ortalarında ordunun buğday ve diğer gıda ihtiyacının çok arttığı, sefere çıkılan yollar boyundaki sancaklardan, "menziller"den artık eskisi kadar zahire toplanamadığı, bu yüzden ordu ihtiyaçlarının merkezden sağlanması gerektiği, bunun da kentte kıtlığa, darlığa neden olduğu anlaşılıyor. Aynı dönemler tahılda ve ette kaçakçılığın ve ihtikârın çoğaldığı, bu konuda üst üste fermanlar çıkarıldığı yıllardır. 1564'te bütün Anadolu topraklarım saran kıtlık, halkın ot yemesine yol açmış, İstanbul'un temel ihtiyaç maddelerini sağlama alanı, Karadeniz' in sahil sancaklarına doğru genişletilmiş a-ma bu alanlarda da madrabazların buğdayı ortadan kaldırdıkları görülmüş, İstanbul yeni bir kıtlık tehlikesiyle karşılaşmıştır.
Aynı dönemde 1567-1568'de İstanbul' un nüfusu Anadolu'dan göçen ve kaçanlarla arttığından kıtlık baş göstermiş, üstelik istanbul'a göç edenlerin toprakları işlenmeden kaldığı için tarımsal üretim de düşmüş ve tahıl sağlanması büsbütün güç-leşmiştir. II. Selim döneminde (1566-1574) iaşe darlığı ve kıtlığı artmış, âdeta kronik-
leşmiş görünüyor. 1573'te İstanbul'un, ö-zellikle de sarayın ihtiyaçları için etlik koyun ve tahıl almak üzere Bursa'ya gelen görevlilerin Bursa kadısının danişmentle-ri ve naipleri tarafından dövdürüldükleri-ni, Bolu ve Kastamonu sancaklarından da hiçbir şey alınamadığım belgeler yazıyor. Kıtlık 1573'ten itibaren daha da artarak sürüyor ve payitahtın erzakının sağlanması için dört bir yana başvuruluyor. Ancak kıtlık her yanı kavurduğu için istanbul'da baş gösteren buğday ve iaşe darlığı, ta Mardin' den tahıl getirilmesine kalkışılmışsa da bir süre kenti kasıp kavuruyor. Tarihler, 1575-1576'da istanbul'un iaşesinin bütün Anadolu'nun üstüne bir kâbus gibi çöktüğünü; ancak iaşe sorununun yine de çözümlene-meyip bu tarihlerde İstanbul'da kıtlık yaşandığını yazıyorlar. Celali İsyanları'nın başlangıcı sayılması gereken 1595'ten sonra ise altüst olan Anadolu tanmındaki üretim düşüşü, ardından gelen Büyük Kaçgun' un yarattığı ekonomik çöküş, istanbul'a iaşe sağlanmasını zora sokarken aynı zamanda devlet orduyu beslemek için de büyük sıkıntıya düşüyor.
Çekirge istilası, kuraklık, fare istilası, sel gibi nedenlerle 1578 baharından başlayarak 1637 baharına kadarki kıtlıkların bir dökümü, bu dönem boyunca hemen hemen sürekli olarak istanbul'a tahıl yollayan bölgelerin birbiri ardına kıtlık dönemleri yaşadıklarım gösteriyor. Bunların tümü de istanbul'a bazen uzun bir kıtlık, bazen geçici bir darlık olarak yansıyor.
17. yy'da durum zaman zaman daha da kötüdür. 1621'de İstanbul'da büyük bir kıtlık ve pahalılık yaşanıyor. Halic'i bile donduran şiddetli soğuklar yüzünden tahıl yüklü gemilerin limana giremeyişleri, denizyolunun kapanmasına neden olmuştur. Ta-rih-iNaima, 17. yy'ın ortalarına düşen bir kıtlığı "Bu esnada İstanbul'un hali müked-der ve halkın ıztırabı müşkilter olup etmek (ekmek) nadir bulunup lahmin (et) vücudu yok es'ardan ziyade akçeler alınmakla her şey ziyade behaya çıkıp...." diyerek anlatır.
1720'de, bazı sancaklar kıtlık yüzünden istanbul'a tahıl göndermeme kararı aldılar. 1744'teki kıtlıkta Bursa'dan kentin ihtiyacı bir türlü gelmedi. 1755'te istanbul'da açlık sınırına varan kıtlık sırasında bütün umutların bağlandığı Karadeniz'den gelecek buğday yüklü 70 geminin çoğu, aynı yılın mayısında Karadeniz'de Boğaz'a giremeden batınca son umut da yok oldu. Pahalılık görülmemiş boyutlara varırken halk fırınlara hücum ediyor, çatışmalar o-luyordu. Buğday bulunmadığından pirinç tüketimi artınca bu defa pirinç satan dükkânlar yağmalandı. Ardından gelen veba salgım kıtlıkla birleşince, sadece İstanbul'da 15.000 kişi öldü.
Özellikle savaşlar sırasında İstanbul'da darlık ve kıtlıkların önlenmesi pek güç, çoğunlukla da imkânsızdı. 1768-1774 Os-manlı-Rus Savaşı sırasında Karadeniz yolu kapanmış, İstanbul'a zahire gönderile-memiş, Tuna ve Karadeniz sahillerinin buğdayı İstanbul'a ulaşamadığından kentte büyük sıkıntı yaşanmıştı. 1787-1792 savaş-
Dostları ilə paylaş: |