Kur'AN'da ulûHlyyet



Yüklə 2,97 Mb.
səhifə40/59
tarix07.01.2019
ölçüsü2,97 Mb.
#91458
1   ...   36   37   38   39   40   41   42   43   ...   59

ŞİRK ÂMİLLERİ

Kur'ân-ı Kerîm şirki şiddetle mahkûm eder. Onun hiç bir konudaki mücadelesi, şirki yıkmak hususundaki mücadelesi kadar dikkat çekici de­ğildir. Yoğun, güçlü, kesin ve ısrarlı olan bu savaşta, hatıra gelen her türlü delille (aklî, psikolojik, teolojik, edebî tarihî vb.) şirkin belini kırmış­tır. Kâinatın genişliği içinde, şirke tırnak kadar bir yer bırakmamıştır.

Şunu hatırlatmakta fayda vardır:

Kur'ân'ın delilleri şirk ve inkârın çe­şitlerini istihdaf etmekle beraber, birinci plânda, Allah'ı tanıdığı halde, Ona başkalarını şerik koşan müşrik tipini muhatap almaktadır. Çünkü insanlığın en büyük ve en yaygın sapıtması, bu yolla olmaktadır. Bu ça­lışmamızın çeşitli yerlerinde, Dinler tarihinin bu konudaki tanıklığını belirt­miştik. Fakat az önce işaret ettiğimiz gibi, Kur'ân, dinî sapıklıkların öbür kısımlarını da ihmal etmiş değildir, mutlak küfür ve inkarcılara da hitap etmiştir. Meselâ

Resulleri onlara dediler ki: Gökleri ve yeri yaratan Al­lah hakkında hiç şüphe edilir mi?” 2254 âyeti, ilk önce mutlak şüphe­cilere seslenmektedir.

Siz beni, Allah'ı tanımamaya, bilmediğim bir şeyi Ona ortak koşmaya çağırıyorsunuz. Ben ise sizi mutlak Galib ve çok mağfiret eden (Allâh)'a davet ediyorum2255 âyetinde de, şirkten baş­ka bir de küfürden bahsedilmektedir.

Ulûhiyyetin hususiyetlerinden birini müstakil olarak, bir başkasına tanıyan herkes, Kur'ân nazarında müşriktir. Bunlar, ister Allah'a müsavî tutulsun 2256, İster bir takım yarı tanrılar sayılsın, yaratmada dahil olmayan şefaatçiler sanılsın 2257; isterse ibadete hedef olmadığı halde Allah gibi emir ve yasakları yerine getirilsin, yani yara­tıklar üzerinde tam bir hüküm sahibi sayılsın 2258; isterse insanlar tarafından uydurulan ve tazim olunan varlıklar olsun; ve isterse tapınma ve mutlak hüküm yetkileri mülahaza olunmaksızın sa­dece kendisine verilen sevgi, ancak Allah'a verilmesi gereken veya da­ha fazla bir sevgi olsun 2259.

Kur'ân, şirkin tanrılarını, “yok olanlar” “ölüler” diye niteleyerek hiç­lik derekesine indirmiş, onlar için “dolaşan kuru isimler” olmaktan öte bir hakikat vermemiş 2260; kısaca, delilleriyle müşrikleri her taraftan kuşatmış, onların saklanacağı hic bir delik bırak­mamış, tanrılarının bir çekirdek kabuğuna bile, gerçekte sahip çıkama­yacaklarını 2261 hatta bir sineğin zararını bile önlemekten 2262 âciz olduklarını kafalarına vurmuştur. Şirke hiç bir yer bırakmadıktan sonra, zavallı müşriğin vahîm durumunu, kendine has belâgatıyla şöyle belirtmiştir:

“Her kim Allah'a şirk koşarsa, sanki o gökten düşüyor da kendisini kuşlar kapışıyor, yahut rüzgâr onu uzak bir yere sürüklüyor” (22, 31. Nüzul sırası bakımından 103. sıradaki el-Hacc sûresinde yer alır).

Şirkin durumu bu kadar acınacak bir zavallılık gösterirken, nasıl ol­muş da insanlık kısmen, onun eline düşmüş, bu sahte tanrılardan hoş­lanır, Tek Allah'a inanmaktan kaçar hale gelmiştir 2263. Ve Kur'ân şirkin “örümcek yuvası” 2264 gibi zayıf yapısına niçin bu kadar yığınak yapmış, ordularla hücum etmiştir? Bu bölümün başında, bunlara biraz temas etmekle beraber, insanlığı şirke götüren saikleri ve bahaneleri, bizzat Kur'ân'a göre ortaya koymak, bu suallerin cevabını verecektir. Bu alanda Kur'ân'da anılan âmiller, azımsanmayacak kadar çoktur. Dikkatsizliğimiz olmamışsa, Kur'ân zikrolunan saiklerin tam- bir listesini sunmaya çalışacağız. İnsanlık tarihinde şirkin, uzak bir hatıra olarak düşünülmemesi için, geçerken şunu da hatırlatalım ki çağımızda bile şirk uygulanmakta ve meselâ W. Cames gibi pragmatist bir filozof, şirkin tevhidden farksız olduğuhu ileri sürebilmektedir. Pragmatist felsefe sadece, insanın kendisinden üstün saydığı bir varlığa inanmasını haklı görür2265.

Kur'ân'ın işaret ettiği şirk âmillerini, -anlayışı kolaylaştırmak için- dört gurupta mütalaa edeceğiz. Beşerî vakıaların çoğunda olduğu gibi, bu şahsî tasnifte de tedahüllerin olacağı aşikârdır. Birine konulan bir husus, tâli plânda öbürünü de ilgilendirebilir. Dört ana gurup şunlardan ibarettir:

1. Müşriklerle ilgili sebepler

2. Dış etkenler

3. Resul ve mü'minlerle ilgili bahaneler

4. Putlarda düşünülen özellikler

1. Müşriklerle ilgili Sebepler de, bazı alt başlıkları gerektirmektedir,

a) Düşünmemek, müşriğin hâkim vasfıdır. Bu; peşin hüküm, zann ve akletrnemekle tezahür eder.

b) Peşin hüküm.

Âd kavminde, kendilerini şirkten temizlenip (bk. 11, 50 vdd.). yalnız Allah'a ibadete davet eden, kendilerine öğütler veren Hz. Hûd'a müşrikler şöyle derler:

İster öğüt ver, ister öğüt verenlerden olma, bizce bir­dir2266,

Bu reaksiyon peşin hükümden, inattan, başka bir şey de­ğildir. Ne zaman ve hangi konuda olursa olsun, isterse en elle tutulan bir meselede olsun, bu davranışa sahip olan muhataba, söyledikleri üzerine düşündürmeyi sağlayan hiç bir insan olmamıştır. Gün ortasında gözlerini kapayan insan, dışarıda olmasa da, kendi dünyasında geceyi bulabilir.

Müşrik topluluklar peygamberlerinin, apaçık delillerle gelmelerine karşı:

“(...) ellerini ağızlarına götürüp 'biz sizinle gönderileni inkâr et­tik' dediler2267.

Burada geçen “ellerini ağızlarına götürmek” tabiri, çeşitli şekillerde açıklanmış ise de, her hal ü kârda, muhataplarca peşin bir hükmün ve tam bir kapanmanın ifadesidir. Resullere; “susun!” demek istemişlerdir, yahut elleriyle Resullerin ağızlarını kapatmışlardır. Yahut red cevabının alameti olarak ellerini, kendi ağızlarına götürmüşlerdir 2268 Pey­gamberlerin sözlerinden ayrıldıklarını göstermeye mahsus bir jest de olabilir 2269. Şaşkınlığı veya beğenmeyişi ve hakareti belirten muammalı bir jest, belki de alay için ıslık çalmayı bildiren bir ifadedir 2270 .

a) Akletmemek

Bir çok durumda müşrikler, düşünmemek ve akıllarını çalıştırmamak­la nitelenirler 2271.

(...) Sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler. Artık onlar akledemezler2272. Onlar, ahirette de:

Eğer işiten ve akleden kimseler olsaydık, çılgın alevli cehennem ehli içinde olmazdık2273 diye kulak vermediklerini ve düşünmediklerini itiraf edecekler­dir. 35, 40'dan anlıyoruz ki şirk, ne tecrübeden (arzdan), ne gözlemden (gökten) ne de doğru haberden (ilâhî Kitap) gelmemektedir. Düşünen kim­se için, şirkin varlıkta hiç bir yeri yoktur.



a3 Zan ve tahmine uymak. Müşriklerin düşünmeyişleri ve aklî muhakemeye dayanmayışları, inanç konusunda sadece bir zann ve bir şeye istinad etmeyen tahminden öteye geçememelerini doğurur. Allah, müşriklere hitaben: “(.,.) Siz ancak zanna uyuyorsunuz ve sadece tahmin­de bulunuyorsunuz” der 2274.

İyi bilin ki, göklerde ve yer­de kim varsa hepsi Allah'ındır. Allah'tan başka şeriklere tapanlar, sadece zanna tabi oluyorlar. Onlar ancak tahminde bulunuyorlar2275.

On­ların (müşriklerin) çoğu zanna uyuyorlar. Halbuki zan, hakikat karşısın­da hiç bir şey ifade etmez”. 2276

b) Bilgisizlik.

Müşriklere hitaben, şöyle demek emrolunuyor:

“(...) De ki: 'Nezdinizde bir ilim varsa, onu bize çıkarın2277.

Buradaki ilimdert maksat:

Allah'ın müşriklerin şirklerinden razı ve şirkin geçerli olduğuna dair ilim­dir 2278. Bu konuda, onların hiç bir bilgileri yoktur. Şirkin doğruluğu konusunda, kendisiyle ihticac olunabilecek malumata sahip değildirler 2279

40, 42'de küfür ve şirkin, ilimsiz ve delilsiz olduğu bildirilmektedir. Allah ile beraber başka bir tanrı koyanlar “bilmeyenlerdir2280, kıt düşünceli olanlardır. 2281



c) Şüphecilik.

Kendilerini tevhide çağıran Hz. Salih'e (a.s.) müşrikler derler ki:

Ey Salih! Sen, bundan önce aramızda (fikir bakımından) 2282 ümit bağlanan bir kimseydin; şimdi babalarımızın taptıklarına bizi tapmaktan men mi ediyorsun? Doğrusu bizi çağırdığın şeyden tam bir şüphe içindeyiz2283. Bu şüpheleri, bir tefekküre dayanan metodlu, bir dereceye kadar hak­lı bir şüphe değildir. Hatta, daha önce pek güvendikleri bir şahsın söylediğine taraftar olmaları normal olarak beklenirdi. Fakat gelenek sebebiy­le bırakamadıkları şirke, şüphe bahanesini bulmuşlardır. Zira makbul şüp­he, -az da olsa- bir tefekkürü gerektirir. Halbuki, başka yerlerden olduğu gibi, buradan da anlaşılıyor ki, onlar bu şüpheye bir düşünce sonucunda ulaşmış değildirler. Sadece, eskileri taklid, söz konusudur. Şüpheyi, ha­kikate ulaşmak için bir metod olarak uygulasalardı, asırlardan beri körü körüne bağlandıkları putlara tapmak hususunda da kendilerine bir şüp­he gelmiş olmalıydı.

Nûh, 'Âd, Semûd topluluklarının ve onlardan sonra gelenlerin davra­nışları: “(...) Onlara resulleri açık delillerle geldiler. Fakat (müşrikler) el­lerini ağızlarına götürüp: 'Biz, sizinle gönderileni inkâr ettiiik! Bizi ça­ğırdığınız şeyden de tam bir şüphe içindeyiz” (14, 9). Şayet onlar ilmî bir anlayışa sahib olsalardı, şüphe etme kabiliyetinde kimseler olsa­lardı, ilkin eskiden beri delile dayanmaksızın, bilâkis Allah olmayacakla­rına her türlü delilin bulunduğu putlar aleyhinde bir şüphe sahibi olmaları gerekirdi. Kendilerine, yeni bildirilen bir şey hakkında İse, yeterince dü­şündükten sonra, bir şüpheye hak kazanırlardı. Oysa bunların yaptığı tam tersidir: Şüphe etmeksizin eskiye sarılıyorlar, yeniyi ise derhal reddedi­yorlar (Âyetteki fe reddû... daki ta'kîb belirten fâ gösteriyor ki, duyar duymaz reddettiler Rm. 13, 194). Demek ki bunların şüpheleri, hesaba alı­nacak bir şüphe değildir. Bunun bir delili de önce: “redd ve inkâr ettiklerini”, arkasından “şüphe içinde olduklarını” ifade etmeleridir. Redd peşindir, şüphe ise sümmettedâruk bir bahanedir. 2284



d) Antropomorfizm.

Uydurma tanrıların ortaya çıkış sebeplerinden biri de insanların, Al­lah'ı kendilerine veya öbür yaratıklara kıyas etmiş olmalarıdır. Müşrikin hayal gücü; Allah'ı, insanların vasıflarının ileri derecesini hâiz bir var­lık olarak şekillendirir. Böyle bir tasavvur, Allah'ın bütün kâinata Rabb ve ilâh olarak yeteceğini düşünemez. Bundan dolayı, kendilerini tevhide çağıran Resul (Hz. Muhammed (a.s.)) hakkında bunlar şöyle diyecekler­dir:

Ne o! tanrıları bir tek tanrı mı yapmış, doğrusu bu şaşılacak bir şey!” 2285.

Kur'ân'ın bir çok âyetinde; müşriklerin, Allah'ın hükümranlığında ortağa, yardımcıya (krş. 17, 111), zevce ve çocuklara, neslini sürdürmeye 2286, ve insanlardan geleoek nasibe 2287 muhtaç olduğunu sandıklarını görebiliriz. Şu halde Allah'ı yaratıklara benzetme, şirkin âmil­lerinden biridir. Araya sokulan bu uydurma tanrılar, yarı tanrılar, yar­dımcılar ve bağımsız şefaatçilerle, Onun kemâlini tamamlayacaklarını ve­ya uzaklığını yakınlaştıracaklarını yahut gazap ve intikamını hafifletecek­lerini zannetmişlerdir. 2288


e) Hevâ ve heves

İnsanların hevâ ve hevesleri, arzularına uygun ve akıllarına esen her şeyi yapmaları. Tek ve Mutlak Yaratıcı ve Hakimlerinden, Onun öğretile­rinden uzaklaşıp şıpsevdi nefs ve nevalarının hoşlandığı her şeyi, ve bazan kendi kendilerini bile ilâhlaştırmalarına yol açar. Sahte tanrıları orta­ya çıkaranlar hakkında şu âyeti dinleyelim:

Bunlar sizin ve geçmiş baba­larınızın taptığı adlardan başka bir şey değildir. Allah, onları destekleyen bir delil indirmemiştir. Onlar yalnız zanna ve nefislerinin hevasına uymak­tadırlar2289.

Kur'ân, bundan da öte, nefis nevasının, arzusunun tanrılaştınlmasından bahseder:

Baksana, şu hevâsını tanrı edinene!” 2290.

İster hevay-ı nefse göre insanlar, tanrılar topluluğu (panteon) düşünüp onları kendi aralarında uzlaştırsın, savaştırsın, barıştırsın veya seviştirsin; ister arzularının istediği şeyleri onlara emr ve nehyettirsin, isteklerini güzel veya çirkin göstertsin; isterse yalnız kendi öz arzusunun geçerli ve tat­min olunmaya değer en önemli gaye olduğunu düşünsün, bütün bu du­rumlarda insan, hevâsını tanrılaştırmış olmaktadır (Burada yazılanları: mitolojiler, epiküriyenler, din dışı hutanistler, din dışı egzistansiyalistler, “yaratıcı sanatçı”Iar; tanrı, tapmak ve yaratmak kutsal kavramlarını ucuz ucuz dağıtan zihniyetler, sinema artistleri için yıldız (ki bu tabir eskiden, yıldızlara tapınmanın hatırasını saklamaktadır) veya bir kısmı için “seks ilahesi” gibi deyimleri bol bol kullananları vb. ile birlikte hatırlayalım). Hevay-ı nefs, insanlığın bütün çağlarında görülerek, dar veya geniş anlam­daki bir şirkin, belli başlı kaynağı olmuştur. 2291



f) Kibir.

Hükümranlık, saltanat, dünyaca güçlü olmak, refah içinde yaşamak da, şirk ve küfre götürebilmektedir. Halkının yalnız kendisine tapmaları­nı isteyen eski Mısır Firavunu 2292, -âdeta tanrılığının dayanakla­rını bildirircesine- onlara şöyle diyordu:

Mısır hükümranlığı ve ülkemde akan bu ırmaklar benim değil mi, görmüyor musunuz!” 2293.

İşte bu gururdur ki, âlemlerin Rabbinin elçisi olarak geldiğini bildiren Hz. Musa' ya karşı, Firavun'a:

Alemlerin Rabbi de ne imiş!” 2294 dedirtecektir.

“Noktalama işaretleri” taşımayan Kur'ân'da, âyetteki:

İbaresini normal bir soru olarak da anlamak mümkündür. Fakat gerek muhteva, gerek başka yerdeki âyetleri 2295 göz önüne alan “selef ve halef müfessirleri”, inkâr anlamını çıkarmışlardır 2296. Bu gurur, fert gibi toplum plânında da görülebilir. 'Âd kavmi, yer yüzünde haksız yere büyüklük taslamış ve “(...) 'bizden daha kuvvetli kim vardır' demiş­lerdi. Görmüyorlar mıydı ki kendilerini yaratan Allah onlardan daha kuv­vetlidir!” 2297.

Âyetin son kısmı gösteriyor ki, onların gururları Allah'a karşı idi.

Eski Yunan mitolojisinde, insanların tanrılarla mücadelelerini, yarış­malarını ve oradan kaynaklanan çağdaş bazı akımları, Ulûhiyyet karşısın­daki beşerî gurur bahsinde hatırlamamak mümkün değildir. Nictzche, bu büyüklenme içinde “Biz Tanrı'yı öldürdük” 2298 diyerek, Ulûhiyyet düşman­lığının en aşırı örneğini vermiştir. Düşmanlık, çünkü o her hangi bir ilgi­siz münkir değildir; Allah'ı alt etme gayretkeşliğini, bir anlamda bildiği Tanrıya düşmanlığını dile getirmiştir. Yine de Tanrı ihtiyacını yok edeme­miş, beşerî gururu (supermann) tanrılaştırmaya gitmiştir. Şimdiki kav­ram kargaşasında çok ma'sum hisleri anlatır hâle dönüştüğü de görü­len humanisme ise başlangıçta -ve şimdiki din dışı hümanizm de (Sartre vb.)-, Ulûhiyyetin aleyhine olarak insanın iktidarını genişletmekten başka bir şey değildir 2299.

Allah'ın âyetleri üzerinde, kendilerine gelen bir delil olmaksızın tartışanların kalblerinde, ulaşamayacakları bir büyüklenme vardır. (...)” 2300.

“(...) Kâfir, zâten kendi Rabbine karşı durana arka çıkar”. 2301

2. Dış Etkenler

Şirk saîklerinden dış etkenler: taklit, baskı, refah, şeytanın aldatma­sı, cebr (fatalite) şekillerinde görünür.



a) Taklit. Bu da gelenek ve görenek şeklinde tezahür eder. 2302

A 1- Gelenek

Geçmişleri taklidetmek, şirkin tarihî sebebi sayılabilir. Bu kısım, Kur'­ân'da en çok üzerinde durulan şirk âmillerinden birini teşkil eder.'Antik çağda müşrik toplulukların çoğu, geçmişlerine olan saygılarını, atalarına tapma derecesine vardırmışlardı. Kur'ân'ın ilk muhatapları olan müşrik­ler arasında, dar anlamda bir “atalar kültü” görülmese bile, onlardan gelen her şey üzerine, körü körüne titredikleri meydandadır. Kur'ân'ın ısrarlı hücumlarına hedef teşkil eden zihniyetlerden biri de bu olmuştur. Bu gün tecrübelerle öğrenilmiş gerçeklerden kabul edilmektedir ki, gelenekler, saçma bile olsalar, insan toplumları içinden kolay kolay uzaklaştınlamamaktadır. Bazan geleneklerin direnişi, fikirlerin mukavemetin­den daha uzun ömürlü olmakta, düşünce tarzını değiştirmiş olmasına rağ­men, bir çok kimse geleneğin gereğini yerine getirmeye devam etmektedir.

Hz. İbrahim (a.s.), putların Ulûhîyyetle hiç bir ilgisi olamayacağını, akıl ve düşünce plânında isbat ettiği halde 2303 kavmi, bu yönden bir itirazda bulunamayınca, “dediklerin doğru ama, biz atalarımızı bu şekilde bulduk” diye cevap vermiştir 2304. Böyielerine karşı Kur'ân derki:

“(...) ya babaları bir şey akledemeyen, ve doğru yolda olmayan kimseler idiyseler? (o halde de mi onların ardından gidecekler?)” 2305.

Benzeri ifadelere çokça rastlanır 2306. Kur'ân'ın, ısrarla şahsî muhakemeye zorlaması sonucun­da, etraflarına açılma konusunda, kör ve sağır olacak derecede geçmiş­lerine bağlı olan 2307, o devir arap toplumu içinde yaşayan, baba ile oğul, karı ile koca, kardeşle kardeş arasında bile inanç ve fikir ayrılığı başlamıştır 2308. Fakat Kur'ân, doğru yolda olan ec­dadı benimsemeyi gerekli görür. 2309

a 2- Görenek

Çevreyi taklit sebebiyle şirke düşmeye ise, İsrail oğullarının, komşu müşriklere bakarak etkilenmelerini örnek verebiliriz. Hz. Musa (a.s.) ve­silesiyle Allah onları doğru yola eriştirdiği, asırlık Mısır esaretinden kur­tardığı ve nimetlerine mazhar ettiği halde 2310, henüz Hz. Musa ara­larında iken, onlar putlara yönelen bir millet görünce, ona şöyle derler:

Ey Musa! Onların tanrıları gibi, bize de bir tanrı yap2311.

İsrail oğul­ları, çevrenin tesiriyle, sonradan bir kaç kere daha buzağıya tapmaya dö­neceklerdir 2312. Kur'ân'ın kısa işaretlerde bulunduğu bu hâdise, Kitab-ı Mukaddes'te geniş bir yer işgal etmektedir. “Nebilerin gayretlerine rağmen, çok tanrıcılık İsrail kavminde uzun zaman devam etmiştir. Hatta bazan Mabed'de bile, Yahova ile birlikte, müşriklerin tan­rılarına tapmışlardır” 2313 .



b) Baskı

Hüküm ve otorite sahiplerinin, fiilî baskıları, şirkin devamının se­beplerinden birini teşkil eder. Tevhîd inancının tarihi, Tek olarak Allah'a iman eden kimseleri, zorla eski sapıklıklarına döndürmek için her türlü işkenceye baş vurmuş olan, bir çok şirk otoritesi tanımıştır. Hz. İbra­him (a.s.), putlara karşı çıktığı için ateşe atılmıştır 2314. Firavun Hz. Musa'ya (a.s.):

Benden başkasını tanrı edinirsen, elbette seni zindanlık ederim2315 demiştir. Hz. Musa ile karşılaşmalarından sonra iman eden sihirbazlara, ellerini ve ayaklarını çaprazlama kestireceğini söyle­miştir 2316. Bu baskının örnekleri çoktur. 2317

c) Refah

Rahat ve lüks içinde yaşayış, bazan insanları Alâh'tan uzaklaştıra­bilmektedir. Şükürsüz refah erbabı azarak, Allah'ın kulu olduğunu unu­tur; içinde bulunduğu nimetleri kendi iktidarıyla elde ettiği zannına ka­pılır. Onlar üzerinde gerçek mülk sahibi imiş, dünyada devamlı kalacak­mış, Allah'ın hüküm hakkı yokmuş gibi kendisini mutlak mutasarrıf gö­rür. Böylesinin tasavvurunda Allah çok uzaklarda belli belirsiz bir hatıra­dır. İnsanların, özellikle batı insanının günümüzdeki durumu, bu konu ile çok ilgili görülmektedir. “Fikrî materyalizmsin azaldığı, fakat buna karşı­lık “fiilî materyalizmsin arttığı, bir vakıa olarak kabul ve müşahede olun­maktadır. “Her şey, sanki Tanrı yokmuş gibi olup bitiyor. Resmen din ka­bul edenlerin çoğu, fiilen inanmıyorlarmış gibi yaşamaktadırlar” 2318.

Bu tezahürün, Kur'ân'da en dikkati çeken fert tipi Karun'dur. Elin­deki serveti kendi dehâsına veren bu adam, “(...) Allah'ın, önceleri, on­dan daha güçlü ve topladığı şey daha fazla olan nice nesilleri yok ettiği­ni bilmez mi?”2319.

Kimi müşrik toplumlar ise, topluluk halinde buna örnek teşkil ederler. Böylelerinin tapındıkları tanrılar, ahirette Allah'ın sorgusuna karşı:

Seni tenzîh ederiz. Senden başka tanrı (velî) edinilme­miz 2320, bizim haddimize düşmüş değildir. Fakat Sen, onları ve cedlerini zevk içine daldırdın; nihayet Zikr'i (Senin talimatlarını, tevhid'i vb.) unut­tular ve helak olan hayırsız bir kavim oldular2321.

İnsana bir ke­der dokunduğunda, gönülden Rabbine dua eder. Sonra katından ona ni­met verdiği zaman, önceden Allah'a dua ettiği hali unutur da, Onun yolundan saptırmak için, Allah'a nid'ler düzmeye boşlar2322. Nidd: ben­zer, nazir, denk, zıd gibi anlamlara gelir. İnançta, fiili yaşayışta uygula­mada, hatta sevgide 2323 her hangi bir şeyi Allah'a denk tutmak, o şeyi nidd kılar. Kur'ân'da dünyevî güvenlik ve refahın, şirkle olabilecek ilgisini gösteren çok örnekler vardır. 2324



d) Şeytanın Aldatması

İnsanlara her türlü kötülüğü telkin eden Şeytan ve şeytanlar, şirke de saik olurlar- Kur'ân; Şeytanın, insanları şirke götürmesinden bahse­der 2325. Şeytanlar cinlerden olduğu gibi insanlardan da olur 2326. Ancak, onun insanlar üzerinde, iradelerini giderecek bir etkisi olmadığı, Kur'ân'da açıkça bildirildiğinden 2327, Şeytanın saptırmasını ifade eden yerleri, sapmalarına yol açacak telkin ve vesveselerde bulunması şeklinde anlamak gerekmiştir.

(Sebe' kıraliçesi hakkında, Kur'ân Hüdhüd'ün dilinden şunları nak­leder:

Onun ve kavminin, Allah'tan başka güneşe secde ettiklerini gör­düm; Şeytan, yaptıklarını kendilerine güzel göstermiş ve onları yoldan saptırmıştır2328.

Şu âyetlerde de Şeytanın, insanlara şirk ve sapık­lığı süslediği ve onları saptırdığı bildirilmektedir. 2329

e) Cebr (Fatalite)

Müşrikler, şirkin doğruluğunu gösterecek bir delil bulamayınca ceb­rî (fataliste) bir izaha başvururlar. Mü'minler de, insanların mukadderatı­nın tek Hâkimi olarak Allah'ı kabul ettikleri için, bu bahanelerine itiraz edemeyeceklerini umarak, şirklerini, Allah'ın kaderine isnad ederler. Hal­buki İslâm'ın Cebriyeyi sapık gördüğünü düşünmezler.

Müşrikler: 'Allah dileseydi,' ne biz ne de atalarımız şirk koşmaz, hiç bir şeyi haram kılmazdık’ diyecekler; onlardan öncekiler de, Bizim azabımızı tadıncaya kadar böyle demişlerdi2330. Yahut şöyle der­ler:

Eğer Rahman dilemiş olsaydı, biz bunlara tapmazdık' derler. Bu­na dair bir bilgileri yoktur, onlar sadece vehimde bulunuyorlar2331.

Müşrikler, bu sözleriyle Allah'ın şer'î iradesini kastediyorlarsa, yani “Bi­zim böyle yapmamızı istemeseydi, bildirirdi, yaptığımızı takbih ederdi” demek istiyorlarsa bu, zaten insanlığın başlangıcından beri, Alâh'ın gönderdiği bütün resul ve nebiler tarafından yapılmış, yani tek olarak Allah'a tapılması, bunu Onun emrettiği bildirilmiştir 2332. Eğer Allah'ın kevnî meşietini kasdediyorlarsa -ki bu daha zahirdir-, yani “şirk yanlış olsaydı, Allah bize bu fırsatı vermezdi” demek istiyorlarsa, bu hususta da onların hücceti yoktur. Zira bu, Allah'ın Hikmetini, Rızasını, Gaybını bilmeyi gerektirir. Halbuki, kendileri bunlardan haberdar olamazlar. Fa­kat Allah, Hikmetinin böyle bir fırsatı vermeyi gerektirdiğini, lâkin küfür ve şirkten asla Razı olmadığını bildirmiştir 2333. İnsana düşen, Al­lah'ın açıkladığı şeylere göre kendisini ayarlamaktır. Allah'ın meşîyeti gi­bi bilmediği şeyler hakkında tahminlerde bulunmak (yahrusûn), saçmala­maktır 2334. Allah, onların şirk koşmalarını, kevnî meşi'etiyle istesey­di, onlar elbette şirk koşamazlardı 2335. Müşrikler, naklettiğimize ben­zer bir ifadeyi kullanmakla, Allah'ın bu fırsatı kendilerine vermesi sebe­biyle, onlardan Razı da olduğunu savunmak istiyorlar ki, meselenin en önemli tarafı burasıdır. Halbuki Allâh, iradesinin, rızasından ayrı olduğu­nu belirtmektedir 2336.

Müşriklerin bu iddialarının, İslâm öncesi arap fatalizmi ile ilgili ol­ması muhtemel bulunduğu gibi, mü'minlerin karşı koyamayacaklarını san­dıkları bir delil ileri sürmekle de, yani bir münazara taktiği ile de alakalı olabilir. 2337



3. Resul ve Mü'minlerle İlgili Bahaneler

Müşrikler, tevhid inancını benimseyip şirkte kalmalarına sebep ola­rak resuller ile onlara inanan insanlarda bazı vasıflar bulunduğunu ileri sürerler, varlığını ileri sürdükleri vasıflarla ta'lîl ederler. Bunları şöyle detaylandırabiliriz: 2338



a) Resulün insan olması,

Müşriklerin en belirgin itirazlarından biri­ni teşkil eder. Dikkat edilirse bu, Peygamberin şahsiyetiyle değil, risaletin mahiyetiyle ilgili olan bir itirazdır.

İnsanlara doğruluk rehberi geldi­ği zaman inanmalarına engel olan, sadece: 'Allah, resul olarak bir insan mı gönderdi?' demiş olmalarıdır2339.

Kur'ân'ın bu bahaneye karşı cevabı şudur;

De ki: 'Yer yüzünde yerleşip dolaşanlar melek olsalardı. Biz de onlara gökten resul olarak melek gönderirdik2340.

Biz, onu (resulü) melek kılsaydık bile, bir insan şeklinde yapardık, düşdükleri şüp­heye onları yine düşürmüş olurduk2341.

Kur'ân, müşriklerin bu iddia­larını sık sık ele alır 2342. Bun­dan da, şirkin,insanlardan birinin Allâh'ın elçisi olmasını kolay kolay ka­bule yanaşmadığı ve yanaşmayacağı sonucu çıkarılabilir. 2343

B) Resulün Maddî Yönden Zayrf Durumda Olması,

Müşriklerin sathî ve dünyevî nazarlarında, gerçeğin gizlenmesine sebep olmuştur. Onlar, kuvvetin kendilerinde olmasıyla, hakkın da kendilerinde olması gerekti­ğini düşünmüşlerdir.

Hz. Şuayb'a (a.s.), müşrik olan kavmi:

Ey Şuayb! Söylediklerinin çoğunu anlamıyoruz. Hem seni aramızda güçsüz görüyoruz2344 de­miş ve müşrik akrabalarının hatırı olmasaydı, kendisini taşlayarak öldü­receklerini söylemişlerdir. Keza Firavun hükümetinin ileri gelenleri, Hz. Musa'nın davetinden endişe etmeyişlerini, sırf kendilerinin maddi üstün­lüklerine. Onun ve beraberindekilerinin ise, zayıflıklarına göre hesap et­mişlerdir. Demişlerdi ki:

Elbette, biz onları ezecek üstünlükteyiz”. 2345

c) Makamperestlik

Müşriklere göre, Allâh resulünü, dünya bakımından, önemli mevki sa­hibi olanlar arasından seçmelidir. Onlar: “Bu Kur'ân, iki Şehr'in birinden ileri gelen bir büyük adama indirilmeli değil miydi?” dediler. Rabbinin rahmetini onlar mı paylaştıracaklar?” 2346.

Allah, risâletini vere­ceği kimseyi daha iyi bilir2347.

Resulde, makam ve servet üstünlü­ğü aramaları hakkında ayrıca. 2348



D) Dünyevî Gaye Vehmi

Peygamberin dünyevi hakimiyet peşinde koştuğunu vehmetleri de, müşriklerce onu reddetmek için bahane olmaktadır. Hz. Musa ve Hz. Harun'a (a.s.) karşı Firavun ve hükümetinin ileri gelenleri şöyle derler:

Siz ikiniz, bizi atalarımızı üzerinde bulduğumuz yoldan çevirmek ve yer yüzünde saltanat ve hakimiyet elde etmek için mi geldiniz? Biz size inan­mıyoruz”. 2349

Müşrik yetkililer, Allah'a çağıran resulü de kendilerine kıyas ederek dünyevî bir üstünlük aradığını vehmeder ve hakimiyetlerini yitirmek endişesiyle, tevhîde gelmekten kaçınırlar. Hz. Nuh da, kavminin hakim sınıfı tarafından aynı suçlamaya maruz kalmıştı 2350. Anlaşı­lan, bu kuşku, hakim gurupların fitne ve afeti, yani ayak bağıdır. 2351



e) İmtihana Zihniyet

Müşrikler resullerden, onların haber verdikleri şeylerin doğruluğunu, -hemen o anda ve kendi inatçılıklarını tatmin edecek şekilde- ortaya ko­yacak hüccet ve burhan isterler.

Ey Hûd! Sen bize açık bir mucize (beyyine) getirmedin, senin sözünden ötürü tanrılarımızı terketmeyiz ve sa­na inanmayız2352 derler. Anlaşılan onlar; doğru inancı, doğru yo­lu ve güzel ahlakı öğreten bir resul değil, bir sihirbaz ve hatta hayalhanelerinin buyurduğu her şeyi “olsun” demekle gerçekleştirecek üstün bir kudret bekliyorlardı. Peygamberini gönderen Allah, ihtiyaç halinde, hik­meti gerektirirse, onun elinde bir âyet (mucize) gösterebilir. Fakat pey­gamber, gelen her müşriğin keyfi için gösteriş yapan bir sihirbaz değil­dir. Onların istedikleri beyyine'den maksad, kendi seçme haklarını ellerinden alıp zorla imana getirecek bir şey idiyse bu, Allah'ın insanı yarat­maktaki hikmetine aykırıdır. Celâlüddin er-Rûmî'nin güzelce anlattığı gibi:

Susuzluktan yanan insan, suyu görür görmez hemen onu ağzına götürür, kana kana içer. Yoksa “bana, bunun su olduğunu isbat edin, sonra içe­yim” demez. Bir bahane bulmakla, kendi kendilerini aldatmak konusun­da, mukâbere ve inad ehli, her zaman serbest bırakılmışlardır.

Mekke müşrikleri de. Peygamber efendimiz Hz. Muhammed'den; in­san gücüyle ve risaletle ilgisi bulunmayan olur olmaz bir sürü şeyler is­temişlerdir:

Dediler ki: 'Bize, yerden kaynaklar fışkırtmadıkça sana inan­mayacağız veya hurmalıkların, bağların olup, aralarında ırmaklar akıtma­lısın. Yahut da iddia ettiğin gibi göğü tepemize parça parça düşürmeli, ya da Allah'ı ve melekleri karşımıza getirmelisin. Veya altun bir evin ol­malı, yahut göğe yükselmelisini...)” 2353.

Bütün bu saçmalıklara karşı Allah, resulüne sadece şöyle demesini emreder:

Fe subhâne'llâh! Ben resul olan bir insandan başka bir şey miyim?”. 2354



f) Mü'minlerin Sadeliği

Resullere iman edenlerin sade insanlar olmaları da; kibirli, zahir-perest, gönülden habersiz, ruhu maddeleşmiş müşriklerin nefretine yol açar. “Hep düşük kimseler sana bağlanmışken, biz mi sana inanacağız!” derler 2355. İnanmak, o sade insanlarla beraber olmak, kendilerinin prestijlerini alt üst etmez mi? Şayet Peygamber, mü'minieri yanından ko­varsa, ekâbir takımı onunla ilgilenebileceklerini söylerler. İnsanların hi­dayetine sebep olma arzusunun, bu teklifi kabule yol açabileceği ihti­maline karşı, Allâh bu sözlerine kulak vermeyi şiddetle yasaklar 2356. Bu taşlaşmış kibir ehline göre, nerede bir üstünlük, ne­rede bir nimet ve devlet, nerede bir hayır ve bereket varsa, bu elbette kendilerinin hakkıdır.

Eğer bu (yani iman) bir hayır olsaydı, bu hususta (o sade insanlar) bizden öne geçemezlerdi.” Derler 2357

4. Putlarda Düşünülen Özellikler




a) Şefaatçilik

Bazı müşrikler, Allah katında kendilerine şefaat etsinler diye putla­ra bağlanırlar. Kur'ân bundan bahsetmekle beraber umdukları şefaatin mevzu ve hedefini bildirmiyor. Şefaatin maksadı, muhtemelen dünyada felâketlerden esirgenmeleri ve mutlu bir hayat sürmeleridir.

Allah'tan başka kendilerine zarar da fayda da veremeyen şeylere taparlar ve 'bun­lar, Allah katında bizim şefaatçilerimizde derler. De ki: 'Göklerde ve yer­de, Allah'ın bilmediği bir şeyi mi (yani olmayan bir şeyi mi) Ona haber veriyorsunuz?” 2358.

Şefaati kabul edip etmemek, şefaat imtiyazını vermek Allah'ın elindedir 2359. Fakat O, sahte tanrı­lara böyle bir yetki vermemiştir.

Müşrikler, putlarının kendilerini Allah'a yaklaştıracağını da ileri sü­rerler. Kur'ân'ın bu konuda onlardan naklettiği sözlerinde, onları tahkir etmek gayesi sezilmemektedir. Anlaşılan onlar, gerçekten bu fonksiyo­nu putlarına tanıyorlardı. (Bu çalışmamızın bazı yerlerinde işaret ettiği­miz gibi), onlar meleklerin Allah katında değerli varlıklar olduğunu dü­şünerek kendi zanlarına göre, Alâh'a yakın meleklerin müşahhas suretle­rini yapmış ve bu meleklerin yerlerini tutmak üzere onların suretlerine tapınışlardır. Böylece yardıma nail olmak, rızık ve dünyanın çeşitli hal­leri gibi konularda onların Allah katında şefaatlerini sağlayacaklarını sanmışlardır. 2360

Allah'tan başkalarını hâmîler (evliya') edinenler derler ki: 'Onlara, sırf bizi Allah'a yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz2361.

Dünya mutluluğu için fayda beklemek ve kendilerinde bu faydayı gerçekleştirme özelliğini gördükleri varlıkları sembolize etmek sebebiyle­dir ki, insanlığın büyük bir kısmı cansız suretlere bağlanmıştır. Bu vakıayı başka türlü açıklamak zordur. “Kevnî (kozmik) veya arzî bir varlığa, bizatihi kendisi için tapınma, dinler tarihinde hiç rastlanmayan bir du­rumdur. Kutsal bir obje, -şekli veya maddesi ne olursa olsun- yüce reali­teyi tecelli ettirdiği veya ona katıldığı için kutsaldır. Her dinî obje, daima bir tek şeyi tecessüd ettirir:

Mukaddes'i. (...)”. İnsanların bu şekilde bir putperestliğe düşmelerinin çok zor olmadığını anlayabilmek için diyelim ki:

Normal olarak insanlarda, bir şahsın suretini onun aslına yakın saymak, hatta bazan aynılaştırma eğilimi vardır. Hele, tazim olunan var­lık maddî değil de ruhanî ise onun, suretlerine taalluk edeceği zannı da­ha da artar. Hıristiyanlar bile Hz. İsa, Meryem ve azizlerin suretleri kar­şısında dua ederken bizzat onların karşılarında olduklarını düşünürler. An­cak bunun, halk dindarlığına ait olduğu bildiriliyor. 2362

b) Zararlarından Korkmak

Müşrikler, taptıkları şeylerin kendilerine zarar verebileceğini düşüne­rek, onlara kulluk edebilirler. Hz. Hûd'a (a.s.) onlar şöyle diyorlardı:

Tan­rılarımızdan biri seni çarpmıştır demekten başka bir şey söylemeyiz2363.

Buradaki çarpmak, daha ziyade “deli etmek” şeklinde izah edil­miştir. 2364 Arap müşriklerinin, her bir put içinde aslında bir cin bulundu­ğunu zannettiklerini ve onların, putun şahsında cinne taptıklarını bazı yer­lerde söylemiştik. Cinnet vermek de cinlerle ilgili olduğuna göre, onların putları da cinleri temsil ediyor olmalıdır (krş. 4, 117; 34, 41 ve tefsirleri).

(Normal olarak insan: aklî, bedenî, malî, ve ailevî işlerinin iyi gitmesine çok büyük önem verdiğinden, şerre maruz kalmak istemez. Çok az bir ihtimal ile, vehmî bir tehlike söylentisi olsa bile ona kulak verir. İsterse zarar vereceği söylenen şeyin hiç bir makul yanı olmasın; o hurafenin gereğini yapar. Şirk, insan psikolaojisindeki bu özellikten istifade etmiş­tir). 2365

c) Aşırı Tazim

Bir varlığı tebcilde ileri gitmek, zamanla onu tanrılaştırmaya yol aça­bilir. İbadet edilecek derecede yüceltilen şahsiyetler, Allah katında mak­bul ve aslında böyle bir tazimden kaçan kimseler bile olabilirler. Hıristi­yanların Hz. İsa ile Meryem'i 2366, yahudilerin Uzeyr'i 2367, her iki din mensuplarının da din büyüklerini 2368, keza müşriklerin melekleri 2369 tazimde ileri gitmeleri, onlara Ulûhiyyete mahsus bazı özellikle­ri vermekle sonuçlanmıştır. İbn 'Abbâs'ın bildirdiğine göre, 71, 24'de ad­ları sıralanan Vedd, Suvâ' vb. gibi putlar da, o adları taşıyan şahsiyetle­rin, aşırı tazime hedef olmalarıyla ortaya çıkmış olmalıdır. 2370



d) Sevgi

Herhangi birine karşı beslenen aşırı sevgi de onu putlaştırmaya gö­türebilir. 29,25 âyetinin, bir tefsiri, sevginin de şirk sebebierinden oldu­ğunu belirtmektedir. Bu tefsire göre 2371 âyete şöyle meal verilebilir:

(...) Siz dünya hayatında, Allah'tan başka sevgili putlar edindiniz. Sonra kı­yamet gününde ise birbirinizi inkâr edecek, birbirinize lanet edeceksi­niz (...)”2372.

Bu âyetin tefsiri ile ilgili olarak el-Âlûsî'nin naklettiği 3., 4., ve 5. tefsirler, sevgi hissinin tatmin edilmek ihtiyacının, bazı varlıkları tanrılaştırmakla sonuçlanabileceğini gösterir. İnsandaki sevmek kabiliyeti, asıl sevgiye lâyık olan gerçek Allah'a verilmezse veya başka şeyler se­vilirken Onun adına sevilmezse, şirke düşülebilmektedir.

Az önce temas ettiğimiz âyet, şu âyetle birlikte mütalaa olunmakla, Ulûhiyyetin ve kulluğun sevgi ile münasebeti daha iyi anlaşılabilir:

Öyle insanlar vardır ki Alâh'dan başka nidler (benzerler, ortaklar) edinir ve onları, Allâh'ı severcesine sever. İman edenlerse, Allah'a olan sevgileri bakımından daha kuvvetlidirler (...)” 2373.

Merhum Hamdi Yazır'ın, bu âyetin tefsirine dair değerli açıklamasını, kısmen ihtisar ederek ve sadeleştirerek almayı uygun buluyoruz.

Her hangi bir şeyi, Allah'ı sever gibi sevip, onların arzularına, emir­lerine ve yasaklarına itaat etmek, Allah'a denkler tutmak demektir. İnsanlardan, sevdiklerine karşı, bunu açıkça söyleyenler olduğu gibi, tasrih etmeksizin aynı muameleyi yapanlar da vardır. Onları Allah'ı sever gibi severler, velinimet tanırlar, onların sevgisini hareket prensibi edinirler. Al­lah'a yapılacak şeyleri, onlar yaparlar; Onun rızasını düşünmeden, onların rızasını elde etmeye çalışırlar. Bu âyet gösteriyor ki Ulûhiyyetin son derece sevgiye konu olması, bir esastır. Tanrı, en yüksek mahbubdur ve son derece sevilen şeyler, -ne olursa olsun- mâbud edinilmiş olurlar. Mu­habbetin hükmü ise, itaattir. İnsan sevdiğine tam bir itaatle teslim olur. Her insanın siretindeki hareket mebdei, onun mabududur. İnsanlar tara­fından, böyle bir sevgi ile tanrı payesi verilen “denkler”, o kadar çeşitlidir ki bir taş, bir maden parçasından, bir ot, bir ağaçtan tut ta gök cisimle­rine, ruhlara, meleklere kadar çıkar.

Bununla beraber “onları severler (yuhibbûne-hum)” ibaresindeki şu­urlu varlıklara ait olan “onları (hum)” zamiri, bunların özellikle şuurlu olanlarını tasrih etmektedir. Gerçekten; servet, kuvvet, mevki, güzellik gi­bi, insanların ümidlerine sebeb olan dilberler, kahramanlar, hükümdarlar gibi insanları Allah gibi seven ve uğurlarında her şeyi göze aldıran nice kimseler vardır. İşte bu nokta, şirk ve putperestliğin esasını, beşeriyetin en büyük yarasını teşkil eder. Yunan, Roma, Avrupa medeniyet ve ede­biyatında böyle muhabbet tanrılarının hadd u hesabı yoktur. Zamana göre, bu hissin çeşitli şekilleri ortaya çıkar; tanrılık payesi, ucuz ucuz dağıtılır.

İnsan, Allah'ın melekleri, nebi ve velileri gibi değerli kullarını sever­ken de, bu âyetin çizdiği sınırda durmasını bilmelidir. Zira Allah için sev­mekle, Allah'ı sever gibi sevmenin arasındaki farkı bilmek gerekir. Allâh için sevmek, Onu sevmenin bir delili olabilir. Fakat bu sevgi, Allah'ı sev­mek gibi olmamalıdır. Meselâ hristiyanların Hz. İsa hakkında yaptıkları gibi insanı olmamalıdır. Vahdet-i vücudun, “her mevcud Tanrıdır” şeklin­deki anlayışı, şirkin içine düşürür ki, felsefe tarihindeki Panteizm budur.

Mü'minlerin Alâh'a muhabbeti, her şeyden ziyade ve o müşriklerin taptıkları “benzer ve denklerse, -ve eğer varsa- Allah'a olan sevgilerin­den daha şiddetli ve kuvvetlidir. Mü'min her zaman Allah'a yönelir. Müş­rik bir puta tapar, hevesine göre 'durmadan tanrı değiştirir; çok darda kalınca Allah'ı hatırlar. Mü'min, muvahhid olduğundan, bütün sevgisi Allâh'da merkezleşir, ve Allah'ın mahlûklarına olan sevgisi, bu mebde'den dağıtılır. Müşriklerinki ise parça bölük olduğundan, bir değer ifade et­mez. 2374 Demek ki, her hangi bir varlığı tanrılaştırmanın yaygın sebeb­lerinden biri de, onu Allah'tan müstakil olarak, Onunla ilgisi olmaksızın sevmektir.2375


Yüklə 2,97 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   36   37   38   39   40   41   42   43   ...   59




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin