TANRILARI REDD USÛLÜNE ÖRNEKLER
Bu fasılda, Kur'ân'ın, batıl tanrıları reddederken uyguladığı usûle temas etmek istiyoruz. Basite irca edilmiş, mücerret ve yavan kaideler bulmaya gitmekten ziyade, en çok dikkatimizi çeken özelliklere işaret ettikten sonra, Kur'ân'da dinamik bir özellik arzeden ibtal hususiyetlerini belirtmeye çalışacağız. Esasen, Kur'ân'ın batıl tanrılar hakkındaki tavsifleri, onlar hakkında bilgi vermek gayesine değil, onları çürütme hedefine yöneldiğinden, batıl tanrıların vasıfları üzerinde dururken gösterdiğimiz veya işaret ettiğimiz örnekler, bize az çok bir fikir vermiş durumdadır.
Kur'ân, fıtrî insanın kabule hazır olduğu açık seçik, zarurî bilgilerden hareket eder. Mukaddimeleri az, karmaşık olmayan açık deliller getirir. Gerçeği yavaş yavaş ortaya çıkarmak için bilgi doğurtma usulüne başvuran, yunan filozofunun 2624 metodundan çok, şu yolu tutar:
Zarurî, açık seçik bedahatlerî ele alarak; akla olduğu kadar vicdana ve şuur altına uzanan, aynı anda hem akla, hem kalbe, hem de hisse hitab eden bir deliller yığınını muarızın başına yığarak, onu her taraftan sarar, bir şey söyleyecek hâl bırakmaz. İnkârı mümkün olmayacak deliller karşısında, muarız müşrike sual ile başlayan, normal olarak cevabın karşı taraftan beklendiği bazı yerlerde, cevabı bizzat soran Kur'ân'ın deruhde etmesi, muhatabın lâl ve mebhût olmasından ileri gelir. Bunun için en Neml, 60-64 pasajını (bir sayfa kadar sürer) örnek verebiliriz. Her âyette, şirki buram buram terleten gerçekler bildirilir ve arkasından sorulur:
“Allah'la beraber bir tanrı ha!”. Müşrikten bir kelimeyle bile bir cevap nakledilmez. et-Tûr, 30-44 kısmı da, muarızın iddialarını birer birer alır ve çok veciz bir şekilde çürütür. Sadece bu örneklere işaret etmekle yetinelim. Kur'ân, zihnî nazariyelerden ziyade, müşahhas delillere önem verir. Neticede, şirke götüren bütün yolları keser ve bütün geçitleri bîr daha açılmaması gereken bir şekilde tıkar. Bu söylediklerimizi, gelecek örneklerde görebiliriz. 2625
1. Örnek
“De ki: “Allah'tan başka tanrı olduğunu iddia ettiğiniz şeylere istediğiniz kadar yalvarın! Onlar, ne göklerde ne yerde zerre ağırlığınca bir şeye mâlik değiller ki. Oralarda bir ortaklıkları da yoktur. Onlardan, Allah'a yadımcı olan biri de bulunmaz. Onun katında, -hakkında izin verdiğinden başka- kimse de şefaat edemez (...)” 2626.
Önce, âyetin vahyedildiği şartları düşünelim. Rivayet olunduğuna göre bu âyet, Kureyş kabilesinin maruz kaldığı bir kıtlık sırasında inmiştir 2627. Demek ki, Allah'tan başka tanrılarının fayda vermediğinin, bizzat müşriklerce de anlaşıldığı bir ortamdayız. Âyet bu sırada inmişse, tam etkîli olunacak zamanın beklendiğini düşünebiliriz. Böyle bir vakit kollanmazsa, delilin ağırlığı, gereği gibi değerlendirilmez. Mesajın taşıdığı yük anlaşılamaz, söz, bir kulaktan girip öbüründen çıkar.
“Başına gelmeyen anlamaz” meselesi. Demek oluyor ki, bu ayetin ulaştırdığı tebligat, gerek fert gerek toplum olarak, Allah'ı unutanlarda ve özellikle felâket anlarında yankılanacak, yaşanacak bir muhteva taşımaktadır.
Kur'ân'ın özelliklerinden olan, “halin muktezasına mutabakat”, yani belagat, burada da müşahede olunuyor. Müşriklerin, içinde bulundukları, durumda, mümkün olan en etkili bir hitap şekliyle başlanıyor. Başka âyetierdeki tarzda bir delillendirme nevinden putların görmedikleri, işitmedikleri, bırakıp kaçtıkları gibi bir şey söylenmiyor. Hatta onlara yalvarmaları da istenmiyor. Ama, muhatapların ciğerlerine işleyecek, bağırlarını yakacak bir tehekküm üslûbu seçiliyor:
“Allah'tan başka tanrı olduğunu iddia etiğiniz şeylere istediğiniz kadar yalvarın!” Yalvarın durun! Çağırın gelsinler! Ortaya çıkıp güçlerini belirtsinler. Yarattıkları bir şey varsa göstersinler. Malik oldukları bir şey varsa, sizi kuşatan şartlara hüküm yürütebilirlerse yapsınlar! Tabiatiyle müşriklerde ses yok, soluk yok. Desinler? Ne diyebilirler ki? Toprak çatlamış, ekin kavrulmuş. Yer demir, gök bakır, ve karınlar tam takır Nazarî bir şey istenmiyor ki, bir zekâ oyunuyla, bir büyüleyici sözle vaziyet kurtarılsın.
“Durum ortada, başlarınız yerde, cevap veremiyorsunuz. Biz söyleyelim” dercesîne sözü Kur'ân alır:
“Onlar, göklerden ve yerden zerre ağırlığınca bir şeye hükmedemezler ki!” Gelsinler, ortaya çıkarsınlar veya siz söyleyin, neye maliktirler? Bir şeye malik olan, onda dilediği gibi tasarruf edebilir. Bu varlıkta, Allah'tan başka kimin tam bir tasarrufu olabilir?
Âyet, onları şirke götüren yolları, birer birer keser, insanın bir şeyi tanrı kabul edip, ona kulluk etmesinin belli başlı bir kaç sebebi olabilir:
Tanrısı, onu yokken var etmiş, insan yapmış, düzgün yaratılış ve çeşitli nimetler vermiştir, hülasa lütuf ve ihsan sahibi olduğundan ibadet eder. Yahut Tanrısı, zat ve sıfatlarında, tasavvur üstü bir kemâl sahibidir, insan ona hayran kalır. Veyahut insan Tanrısından fayda beklediği, zararından korktuğu veya daraldığı zaman sıkıntısını gidreceği ümidini taşıdığı için tapar. Böyle olunca, insanın Tanrısından bekleyeceği şeyler sırasıyla şunlar olabilir:
1- Kendisine tapana fayda verecek, zararı savacak sebeplere hükmetmeli, onlara malik olmalıdır.
2- Böyle değilse, bunlara mâlik olana, ortak olmalıdır,
3- Ortak değilse, ona yardımcı olmalıdır.
4- Hiç biri değilse, mâlik ve hükümran katında hatırı ve önemi bulunmalıdır.
Müşriklerin bağlandıkları tanrılar, göklerden ve yerden bir zerreyi bile yaratmış olmadıklarına göre, hayır ve şerrin, fayda vermenin, zararı savmanın da müstakil olarak mâliki olamazlar. Şu halde onların, birinci anlamda Tanrı olmadıkları ortadadır. “Onlar, ne göklerde 2628, ne yerde zerre ağırlığınca bir şeye malik değiller ki” kısmı, birinci dâvayı çürütüyor.
Âyet, ikinci safhada müşrikin:
“Malik değilse de, ortağı olabilir” iddiasını çürütür:
“Oralarda bir ortaklıkları da yoktur”, yani müstakil olarak bir şey yapamadıkları gibi ortaklık şeklinde de bir fonksiyonları yoktur. Üçüncü safhada, “Ortak değilse, bir ucundan tutmuş, birazcık yardım etmiş olabilir” davası çürütülür:
“Onlardan, Allah'a yardımcı olan biri de bulunmaz”. Allah, hiç bir hususta, onların en ufak bir yardımına da muhtaç değildir. Ne onların, ne de makbul mahlûkların, hiç kimsenin yardımına muhtaç değildir. Ve nihayet şöyle bir şirk şekli olabilir ki, Cahiliye araplarında yaygın idi:
“Bizim putlarımız veya putlarla sembolize ettiğimiz şahsiyetler, Onun katında hatırlıdırlar, makbul kullardır, bizim lehimize şefaatları olacaktır”. Tahlil ettiğimiz âyet, bunu da ibtal eder:
“Onun katında, hakkında izin verdiğinden başka kimse de şefaat edemez”.
Fakat açıkça görülüyor ki Allah, şartlarını haiz olan bir şefaat imkânını reddetmiyor, onu iznine bağlıyor. Bu, şefaat edenle, kendisi için şefaat edilenin Allah karşısında matlup bir duruma sahip olmalarına bağlıdır. Müşrikler, ister Allah katında bir değeri olmayan her hangi bir şeyi tanrılaştırsınlar, ister makbul bir kulunu, şirk, şefaata manidir. Vasıta edilen şefaatçi makbul değilse, şefaati zaten fayda vermez. Eğer şefaatçi, makbul olan bir şahsiyet ise, kimin lehinde şefaat edilip edilmeyeceğini pek iyi bilir. Allah da ancak, hak ve doğru olan şefaati kabul eder 2629. Âyetteki “Şefaat fayda vermez” kısmı.
Kur'ân'ın üslûp ve muhtevasına uygun olarak “şefaatları olmaz” diye tefsir olunmuştur. Onun için mealde, “şefaat edemez” dedik.
Demek ki, Allah nezdindeki makbul şefaatçinin şefaati, insanlar arasındaki şefaat usullerine göre olmaz. Kendi katında şefaat olunan insan, bazı hallerde, karşısındaki şefaatçiye muhtaç olabilir. Onun yardımından müstağni kalamaz. Bu sebepten, başlangıçta şefaat izni vermemiş olsa bile, şefaatini kabul eder. Fakat, her şeyin Kendisine muhtaç olup, Kendisi ise hiç bir şeye muhtaç olmayan Zâtın nezdinde, hiç kimse, O'nun izni olmadan şefaat edemez.
Müteakip âyet şöyle der:
“De ki: 'Göklerden ve yerden sizi rızıklandıran kimdir?' De ki: 'Allah'tır. Öyle ise doğru yolda veya apaçık bir sapıklıkta olan ya benim, ya sizsiniz” 2630.
Esasen, onlar da bunu böyle bildikleri için 2631 ve sualin tek cevabı olduğu için; Kur'ân, onları başları eğilmiş vaziyette bırakıp:
“Allah'tır rızık veren” diyor.
Şu halde bu iki zıt şeyi iddia edenlerin her ikisinin birden doğru yolda veya sapıklıkta olması mümkün değildir. Bütün bu deliller karşısında gidin, düşünün, danışın. Biz sizin gurur ve inadınızı kabartmamak için, hangisinin doğru yolda olduğunu tasrih etmiyoruz. Sükûnet içinde karar vermek üzere, sizi anlayışınıza, vicdanınıza bırakıyoruz. Kur'ân'ın bu usûlü, örnek alınması gereken bir münakaşa tarzıdır. 2632
2. Örnek
“Allah, hiç bir çocuk edinmemiştir. Onun yanında hiç bir tanrı yoktur. Olsaydı, o zaman her tanrı, kendi yarattığı ile beraber gider, birbirlerinden üstün olmaya çalışırlardı. Allah, onların nitelediklerinden münezzehtir” 2633.
Bu âyet, kısa ve açık bir lafız içinde, vazıh bir delil ihtiva eder. Hak Teâlâ'nın Yaratıcı olması, Fail olması, mahlûkları üzerinde tasarruf edebilmesi gerektir. Böyle olan Allah ile beraber başka Tanrı bulunsaydı, onun da kendine göre yarattıkları, fiilleri ve tasarrufları olacaktı. Hâkimiyet, ortak veya zıd kabul etmeyeceği için, biri öbürünün hükümranlığına razı olmayacaktı. Üstelik, Onu mağlub etmeye, böylece hükümranlıkta tek kalmaya çalışacaktı. Bunu da yapamasa, kendi yarattıklarını alıp gidecekti. Nitekim, dünya hükümdarlarından biri öbürünü yenemeyince, böyle yapar. Öyleyse, şu üç şeyden biri olmalıdır:
1- Her iki Tanrı, yaratıklarıyla birlikte, ayrı bir hükümranlık kuracak, ayrı bir nizam kuracaktır.
2- Yahut biri, öbürüne üstün çıkacaktır.
3- Yahut da her şey ve bütün mülk Tek Allah'ın tasarrufunda olacaktır.
Halbuki, kâinatta tek nizam hüküm sürmektedir. Her şey biribirine bağlıdır. Güneş sistemiyle atom aynı nizama sahiptir. Mesela bir tek elmaya sahib olmak için, dünyaya ve güneş sistemine sahip olmak gereklidir. Madem ki, her şeyi birbirine bağlayan, aksamayan tek nizam yürürlüktedir. Öyleyse, kâinatı idare eden de Tekdir, Allah'tan başka Tanrı yoktur. 2634
3. Örnek
“Eğer yerde, gökte, Allah'tan başka tanrılar bulunsaydı, onlar batıl olurlardı {yani var olsalar, yok olurlardı. Yok iken var olamazlardı). Arş'ın Rabbi olan Allah, onların nitelediklerinden münezzehtir” 2635 âyeti de, deminkine yakın bir başka delili ortaya koyar.
Âyetteki burhanın, kıyas nevileri içinde en kesin olarak nitelenen istisnaî kıyas çeşidinden olduğu söylenmiştir 2636. Buna göre, şöyle bir durum ortaya çıkar:
Kâinatta iki tanrı olsaydı, kâinat batıl olurdu.
Halbuki kâinat muntazam olarak vardır.
Şu halde, birden fazla tanrı yoktur.
Kelimenin tam anlamıyla Tanrı (yani Varlığı Kendisinden olan, Hayy, Kadir, 'Âlim, irade sahibi vb. kemal sıfatlarıyla muttasıf olan) birden fazla olsaydı şu iki ihtimalden biri olacaktı:
Bunlar âlemi yaratmak için ya ittifak ederler, ya da ihtilâf ederlerdi. İttifak ettiklerini düşünürsek, aynı esere iki müessirin, tam bağımsız olarak sahib olması imkânsız olduğuna göre, aynı şeyin, aynı anda iki varlığa sahip olduğunu kabul etmek gerekir ki bu mümkün değildir. Her birinin bağımsız olarak kâinata mâlik olmayıp, birleşerek yaratmaları, ihtiyacı gerektireceği için, Ulûhiyyetin vasıfları ortadan kalkar, ikisinden birinin âciz olması lâzım gelir.
Birinin bağımsız olarak yaratmasından sonra, ikincinin yaratıcı olması da mümkün değildir. Zira var olanın, tekrar var edilmesi mânâsız olur. Kaldı ki, bu ittifak tamamen farazidir. Zira Allah'ın tam bir hâkimiyet sahibi olması, gerekli bir şarttır.
İhtilaf durumunda ise, biri var etmek, öbürü var etmemek isterse, hiç birinin iradesi gerçekleşemez. Aynı anda âlem, hem var, hem yok olamaz. Âlem var olduğuna ve tek nizama sahib olduğuna göre, ortaksız olarak, bunun sahibinin de Tek olduğu ortaya çıkar. Böylece, sonradan temânu' burhanı adı verilecek delili, mezkûr âyet sade ve veciz bir şekilde açıklamış bulunmaktadır.
“De ki: 'Eğer dedikleri gibi, Allah ile beraber tanrılar bulunsaydı, o takdirde hepsi Arş'ın Sahibine (Allah'a üstün gelmeye çalışırlardı” 2637 âyeti de bu temânu' burhanına işaret etmektedir. 2638
4. Örnek
Şu âyete ise, yaratmak kavramına baş vurmakla; daha kısa, daha müşahhas, daha açık bir delille, şirk iptal edilir:
“İşte bu Allah'ın yaratışıdır (Bir önceki âyette, Allah'ın gökleri, yeri, bütün canlıları yarattığı bildirilmiştir). Ondan başkasının ne yarattığını bana gösterin” 2639.
Tanrılarının yarattığını ileri sürüyorlarsa, yarattıkları şeylerin gösterilmesi isteniyor. Gösteremediklerine göre, acizliklerini, dolayısıyla Allah olamayacaklarını kabul ediyorlar, demektir.
“(...) Yoksa Allah'a, yaratması Allah gibi olan ortaklar buldular da. yaratmaları birbirine mi benzettiler? De ki: 'Her şeyin yaratıcısı Allah'tır. O her şeye üstün gelen Tek Tanrı'dır” 2640.
Bu âyet, müşriklere şunu anlatıyor:
Başlangıçta, her şeyi Allah'ın yarattığını, siz de kabul ediyorsunuz. Belki, sonradan başka yaratıcıların ortaya çıktığını zannediyorsunuz. Tutalım ki böyle yaratıcılar olsun, bunların farazi yaratışları, Allah'ınki gibi olur mu? “Evet” diyorsanız, gösterin. Ama onlar, bu vasıfta olan yaratıcıları bulamadığına ve onları ortak koşamadığına göre, artık şirk yolunu nasıl tutabilirler? Zaten, aslında Allah'tan başkasının Yaratıcı olması muhaldir. Zira, her şeyin Yaratıcısı O'dur.
Allah olmak için, Yaratıcı olmayı şart görmeyenler bulunabilir ve vardır. Yaratıcı olmayan sahte tanrıların, beşeriyette yer tuttuğunu Kur'ân da bilir. Fakat, mefhumun ciddi manâsıyla bir hak Tanrı söz konusu olduğu zaman, Kur'ân'a göre, o, mutlaka yaratmaya Kadir olmalıdır. Bundan dolayıdır ki, bir çok yerde, batıl tanrıların, yaratmadan âciz oluşlarını, onların butlanı için birinci delil olarak serdeder. Bu cümleden olarak, bir âyette de “Allah'tan başka tapılan bütün şeylerin, bir araya toplansalar dahi, bir sineği bile yaratamayacaklarını, yaratmak şöyle dursun, sineğin kendilerine vereceği zararı bile telâfî edemeyeceklerini” bildirmektedir 2641. Bu âyetin, kısmî açıklaması için bu çalışmamızda s. 72'ye bk.). 2642
5. Örnek
Allah'ın, yer yüzünde kendisine hükümdarlık vermesi sebebiyle, yaptığı bazı işlerle gururlanarak kendisini de, en azından küçük Tanrı sayan bir kıral ile, Hz. İbrahim'in münakaşası vesilesiyle, kâinatı tedbîr ve idare edenin yalnız Allah olduğu, herkesin anlayabileceği müşahhas ve canlı bir delil ile gösterilmiştir:
“Allah, kendisine hükümdarlık verdi diye İbrahim'le Rabbi hakkında tartışanı görmedin mi? İbrahim! 'Rabbim, hayat veren ve öldürendir' demisti. O: 'Ben de diriltir ve öldürürüm' dedi; İbrahim: 'Allah, güneşi doğudan getiriyor, sen de batıdan getirsene dedi. İnkâr eden, şaşırıp kaldı,. Allâh, kâfirleri doğru yola eriştirmez” 2643.
Hükümdarlık gurur ve ihtişamıyla, kendisinde Ulûhiyyet alâmeti görmeye başlayan adama Hz. İbrahim, sırrı her zaman meçhul kalmış şu iki hakikat ile delil getiriyor:
Hayat ve ölüm. Anlaşılan, o kıral, alışkanlığı icabı, istediğini hayatta bırakıp istediğini katletmek şeklinde düşündüğü için veya sırf mugalata kasdıyla böyle dediği için, Hz. İbrahim bu kere, hiç bir mükâbereye imkân bırakmayacak olan bir hüccetle, onun Ulûhiyyet iddiasını çürütüyor:
“Allah güneşi doğudan getiriyor, sen de batıdan getirsenel”. Tabiatıyla, kâfir donup kaldı.
Bazı alimlerin, gizli delilden daha zahir delile intikal şeklinde izah ettikleri bu iki hüccet, kanaatimizce aslında aynı hüccetin devamıdır. Belki de şöyle denilmek isteniyor:
Bu kâinatta tek nizam vardır. Tek Hükümran vardır. En büyük şey, en küçük şey arasında bir irtibat vardır. Cansıza hayat verendir ki, güneşi doğudan getirir. Bunlardan birini yapamayan öbürünü de yapamaz. Birini yapabilen ise, ötekini de yapandır. Bunlardan birincisi (hayat verme ve öldürme) enfüsî bir delil ise, diğeri (güneş) afakî bir delildir. Hz. İbrahim, muhatabının seviyesinin, ölüm ve hayatın biraz mücerred kalan delâletini anlamaya müsait olmadığını görünce, onun davasını, bir çırpıda çürütecek hakikati gösteriyor, meydan okumaya başlıyor. Allah'ın, kurup her an icraatıyla gözettiği bir nizamda değişiklik yapamayan, nasıl olur da zahirî bir iktidara sahip olmakla Ulûhiyyet dava edebilir. Güneşin gösterdiği nizam ve azamet fikri, her gün, her insanın müşahede ettiği, güneş parlaklığında bir hüccettir. Risalet, fıtrata hitap eder. Bu güneş delili küfür ve şirkin butlanına böylece parlak bir delil olmuştur. O gün bu gün, kâinatta şirk ve yaratmak iddiasında olan bir insana veya insanlığa, mü'min sadece:
“Şu gördüğümüz güneşin yönünü değiştirin, görelim” demekle yetinebilir. 2644
6. Örnek
Kur'ân şirki iptal etmek için, bazan insanların günlük hayatlarından alınmış misaller getirir. Ulûhiyyet hakkında düşünmeye lüzum görmeyen kimselerin dikkatini çekmek gayesiyle, onların bütün varlıklarıyla bağlandıkları sahadan söze girmek, bazı durumlarda netice verebilir.
“O, size kendinizden bir örnek verir. Size verdiğimiz rızıklarda, emriniz altında bulunan kölelerinizin de eşit olarak hak sahibi olmalarına razı olur ve biribirinizi saydığınız gibi bunları da sayar mısınız? İşte Biz, düşünen kimseler için âyetleri iyice açıklarız” 2645.
Bu âyetin tekrar tekrar okunmasını tavsiye ederiz. Her okunuşunda, daha başka ayrıntılarına nüfuz ettirecek mânâları ilham edecektir. Siz, Allah'ın size verdiği, ihsan ettiği mallarda, kölelerinizi (veya hizmetçilerinizi) size eşit saymazsınız. Halbuki onlar da, insanlıkta sizinle müsavidirler. Siz onları yaratmış da değilsiniz; Sizin gibi onları da Allah yaratmıştır. Öyleyse, ey müşrik ileri gelenleri, nasıl olur da Allah'ın yarattığı bir şeyi, Allah'a ortak yaparsınız?
“Allah bir misal getirir: Başkasının malı olan ve hiç bir şeye gücü yetmeyen bir köle ile, tarafımızdan güzel ve çok rızka nail olup gizli veya açık sarfeden, hiç eşit olur mu? Hamd Allah'ındır. Hayır, onların çoğu bilmezler. Allah iki adamı misal veriyor: Biri hiç bir şeye gücü yetmeyen bir dilsizdir ki, efendisine yüktür, nereye gönderse bir şey beceremez. Böylesi ile, doğru yolda olup adaletle emreden hiç bir olur mu?” 2646.
Bu misaller, kendi hayatlarından alınmıştır. Özellikle “maneviyata karnı tok” efendilerin hayatlarından. Onların köleleri vardı; kölelerinin hiç bir malı mülkü olmazdı, hiç bir hususta sözleri geçmezdi. Onlar, bu durumda olan bir kimse ile, onun itibar sahibi efendisini bir tutmazlardı. Bütün insanlar, mahiyet ve suretlerinde, insanlık ve mahlûk oluşlarında müsavi ve hepsi Allah'ın mahlûkları olduğu halde bir tutulmazken, nasıl olur da her hangi bir şey Allah'a denk tutulur?
Öbür misal ise şöyle:
Bir tarafta, ne anlar ne anlatabilir bir sağır-dîlsiz, tam âciz bir budala adam; zararlıyı faydalıyı ayıramayan, gittiği hiç bir işi beceremeyen, efendisine sırf yük olan bir zavallı. Bîr diğeri ise, güçtü, sıhhatli, konuşuyor, adaleti dile getirip gerçekleştiriyor, faydalı şeylerden bahsediyor, en kısa ve dosdoğru yoldan işleri hallediyor.
Bunların eşit olduğunu iddia eden kimse çıkabilir mi? Bu mümkün olmuyor da; her hangi bir putun, Allah'a müsavi imiş gibi Ulûhiyyette Ona ortak kılınması nasıl mümkün olur?
Bunlar, son derece açık ve kesin örneklerdir. Hiç kimse bunlara karşı koyamaz. Akl-ı selîme ve realiteye dayandığı için, münakaşaya yer bırakmaz, Kur'ân hidayeti, bunların benzerleriyle doludur. Kur'ân'ın bu ikna hususiyeti, başlı başına, hacimli bir esere ve eserlere konu olmalıdır. Eskiler gibi “damla, denize delâlet eder” deyip bunlarla yetiniyoruz. 2647
Dostları ilə paylaş: |