Küreselleşme ve bireyin eziLİŞİ Doç. Dr. Gülgün Tuna


a) Kendini Bilmek: Sistem Bireyi Nasıl Biçimlendirir?



Yüklə 280,33 Kb.
səhifə2/6
tarix23.01.2018
ölçüsü280,33 Kb.
#40135
1   2   3   4   5   6

a) Kendini Bilmek: Sistem Bireyi Nasıl Biçimlendirir?


Sokrat, “Kendini bil” demiştir: O insanların kendilerini başkalarının gözlerinden gördüğünü, gerçekçi görüşler yerine kendilerinin yanlış ve çarpık birer görüntüsünü benimsediklerini anlayacak kadar bilge biriydi. Hayatın erken dönemlerinde, hayatlarımızdaki “önemli diğerlerinden” aldığımız verilerin bir sonucu olarak kendimiz hakkında kesin sonuçlara varırız: ana babalarımızdan, kardeşlerimizden, arkadaşlarımızdan, öğretmenlerimizden, ve yakın sosyal çevremizden onay ve kabul alırsak, kendimizin yetenekli, çekici, sevilebilir insanlar olduğumuz izlenimini ediniriz. Eğer devamlı bir eleştiri ve aşağılama tutumu ile karşı karşıya kalırsak, kendi gerçek değerlerimizi ve yeteneklerimizi hiçe sayarak, kendimiz hakkında olumsuz bir görüşe kapılırız. Diğerleri tarafından ne kadar sevilirsek, kendimizi de o kadar sevme eğiliminde oluruz. İşte bu bazen neden sıradan bir çocuğun çok büyük bir özgüven duyarak kendini önemseyen biri olduğunu, fakat çok yetenekli, akıllı bir çocuğun kendinden nefret ederek, kendini aşağılama duyguları beslediğini açıklayan bir örnektir. Diğer insanlarla aşırı derecede kıyaslamalar yapan, çocuklarından çok şey bekleyen ana babalar, çocuklarında hayat boyu sürecek bir huzursuzluk yaratmış olurlar. Bu beklentileri karşılayamayan insanlar, hoşnutsuzluk yaşayarak kendilerine daha az saygı duyacak ve daha az değer vereceklerdir.

Eğer kendimiz ile ilgili kafamızda tasarladığımız resim yanlışsa, hayatımız boyunca bizi yanıltacaktır. Kişinin kendi kapasitesini olduğundan fazla tahmin etmesi, veya gerçek değerinin altında düşünmesi yanlış uçlarda hatalı bir davranışa neden olabilir. Kişinin kendi görüntüsü gerçek ile aynı hizaya getirilmediği sürece, kendi kapasitesini kullanamayacaktır. Kişi sadece kendine gerçekçi ve olumlu bir değer biçtiğinde, kendi amaçları doğrultusunda hayatında ilerlemekte hür olur; çünkü kendi gücünü, zayıflıkları kadar bilecek ve kabul edecek, ve yakalanması zor sonuçlar için yararsız uğraşlar ile hayatını harcamayacaktır.

Kişinin kendisini bilmesi ve kabul etmesi, kişiyi endişeden ve kendisi hakkında tasalanmaktan kurtaracaktır. Dikkatini dışarıya çevirmekte özgür olacak, ve kendi yeteneklerini ve becerilerini geliştirerek dünyaya katkıda bulunmanın yollarını bulacaktır. Kendini kabul eden insanlar kendilerinden kurtulmuşlardır, ilgilerini ve enerjilerini kendilerinden başka tarafa yöneltebilirler ve hayatlarıyla daha yaratıcı bir şekilde ilgilenirler. Kendini bilmek onlara bir iç güvenlik verir ve güçlerinin dışarıya çıkmasını sağlayarak dünyayı değiştirmeleri konusunda onları özgür bırakır.

Kendini kabullenmek duygusu, kendine saygı duymak ve kendine değer vermek duyguları ile yakından ilgilidir. Kendini kabullenen insanlar, oldukları kişiden mutluluk duyarlar. Onların bir dizi maskeye gereksinimleri yoktur, onaylanmamaktan ya da kabul görmemekten korkmadan kendileri olabilirler. Fikir ve duygularını, ister olumsuz ister olumlu olsun, diğerlerinin nasıl tepki vereceğini düşünmeden, açıkça ve dürüstçe paylaşabilirler. Hiç kimseyi memnun etmek zorunda değildirler. Gurur ve memnuniyetle kendileri olabilirler.


Seçimleriniz Üzerindeki Dış Etkiler: Hayatınızı Kim Tayin Ediyor?

Yaşam boyunca gerçek kişisel özgürlüğü olanaksızlaştırıyormuş gibi görünen sayısız dış güçlere ve etkilere maruz kalırız. Biz isteğimiz dışında yaratıldık ve sonra da toplumsallaşma sürecinde şekillendirildik. Kişilik özellikleri kısmen genetik ve kısmen erken programlamanın bir ürünüdür. Aile beklentilerinin ve sosyokültürel normların sık sık bizi belli yönlere sevketmesi sonucunda, bizim hayatta ne yapmak istediğimizi tamamen özgürce seçebilmemiz engellenir. Sıklıkla, geçmişteki seçimler gelecekteki olanakları belirler; hayatın erken safhalarında, yaşam tarzı, kariyer, ya da evlilik ile ilgili alınan kararlar yaşamınızın çok uzun bir dönemini etkiler. Çok sonra farkederiz ki, bağımsız gelişimimizin potansiyeli, başlangıçtaki birçok faktör tarafından zaten sınırlandırılmıştır.

Bireylerin hayat seçimlerini nasıl açıklayabiliriz? Kişi birşeyi doğuştan gelen, kişisel bir gereksinimden dolayı mı ister, yoksa onu dıştan empoze edilen bir beklenti sonucunda mı ister? Arzu ettikleri kendi ihtiyaçlarını mı karşılayacak yoksa diğerlerinin onayını almasını mı sağlayacak? Toplumsal kabul elde etmek ve popüler olmak için mi bazı şeyleri yapıyor? Seçimlerini kim şekillendiriyor?

İnsan ‘’kültürel’’ bir hayvandır, inançları ve davranışları topluca (kollektif) belirlenir ve sürdürülür.Günümüzde, sistemik sosyal ve ekonomik faktörler insanların hayatlarını etkilemede ve kişisel özgürlüklerini kökünden söküp atmada her zamankinden çok daha fazla etkilidir. İletişim ve ulaşım alanlarındaki teknolojik ilerlemeler benzer kültürel değerleri dünyanın her tarafına yaymakta, böylece geniş kitleler halinde insanlar aynı değerleri, tüketim modellerini, ve yaşam şekillerini benimsemektedir. Daha fazla insan hakim olan trendlere uydukça, stereotipler oluşur, herkes birbirine benzer, kişisel özellikler kaybolur ve insanlık eski çağların bir özelliği olan zengin bireysel farklılığı ve çeşitliliği kaybeder.

Eğitim, geçmiş çağlarda aile içinde, eski kuşakların yeni kuşaklara bilgi aktarması ile yerine getirilen bir toplumsal işlevdi. Son iki yüz yıldır, yani endüstriyel kapitalizmin geliştiği dönemde, eğitim devletin resmi bir görevi haline gelmiş, bütün vatandaşların okula gitmesi yasal bir zorunluluk olmuştur. Peki bu eğitim sisteminde nasıl bireyler yetiştiriliyor? Bireyler, ekonomik sistemin iyi işleyen parçaları (elemanları)olacak şekilde biçimlendirilir: Maddeci, gözünü para hırsı bürümüş üreticiler ve istekleri, ihtiyaçları hiç bitmeyen tüketiciler. Aslında eğitim pekala hoş ve zevkli bir deneyim olabilecekken, baskı, korku, dayak, gereksiz derecede sıkıcı disiplin, sınavlar, vb. ile çocukların ve gençlerin hayatı karartılır. Düşünmek değil önüne konanı ezberlemek, sormak değil susmak, eleştirmek değil kabullenmek öğretilir. Okullarda öğretilen değerler arasında ne yazık ki bencil bir bireycilik, rekabet, not hırsı ve birbiriyle not için yarışarak üstünlük sağlama, otoriteye itaat, vazife aşkı ve benzeri davranış biçimleri bulunmaktadır. Bunlar, kapitalist sistemin şirketlerinde görev alacak elemanlarda bulunması gereken özelliklerdir. Ayrıca küreselleşen sistemin egemen dili olan İngilizceyi bilmek ve bilgisayar kullanabilmek de sisteme entegre olabilmek için gereklidir. Saldırganlık derecesinde girişken, yükselme hırsı olan ve gerekli donanıma sahip bireyler sistemin başarılı aktörleri olacaklardır.

Eğitim ve sosyalleştirme süreçlerinin sonunda bireyler bir kalıptan çıkmışçasına tek tip olacak şekilde yetiştirilirler. Toplumun beklentisi hepsinin normal olması, yani toplumun normlarına uymasıdır. Farklılıkları, özgün kişilikleri, yaratıcılıkları törpülenmeli, meraklı, sorgulayıcı ve eleştirici tavırları bastırılmalıdır. Ekonomide endüstriyalist yaklaşım benimsetilerek, hep daha fazla üretmek ve tüketmek öğretilir. Çünkü insan ‘’hep daha iyisine layıktır’’. Sonuç paraya ve mala tapma derecesinde düşkün materyalist bireylerdir. Yeteneklerine göre kimisi sevdiği mesleği icra ederken, bireylerin büyük çoğunluğu anlamsız ve rutin işlerde çalışmak zorunda kalacaktır. Gelir düzeyi az olanların içinde, ulaşamadıkları refah düzeyinin arzusu, yetersizlik, güçsüzlük, çaresizlik, kıskançlık, öfke duyguları büyüyecektir. Düşük seviyeli popüler kültürün beyni köreltici etkisi ile oyalanacaklar, mümkün olduğunca bilgisiz ve bilinçsiz tutulacaklardır.

Pozitif bilim ve teknolojik ilerlemelerdeki ivmenin de etkisiyle, günümüz insanı hep daha iyi ve daha fazla şeyler isteyecek şekilde yetiştirilmektedir. İnsan ihtiyaçlarının hiç bitmeyeceği, her zaman daha iyi bir şeylerin bulunacağı ve insanların daha iyisine layık olduğu öğretilir. Aristo’dan kalma mantık ile insanların doğal hiyerarşi içerisinde en üstün varlıklar olduğu, insanların iyiliği ve rahatı için bütün doğanın, diğer canlıların birer araç gibi kullanılması gerektiği öğretilir. Öyle ki günümüz insanı kaplumbağadan kurbağaya kadar gördüğü her hayvanı yemeye kalkışmakta, yiyemezse kemiğinden, dişinden, kuyruğundan para kazanmaya çalışmaktadır.

Günümüz insanları, herhangi bir eleştiriye, alaya maruz kalmamak, gülünç olmamak ve hepsinden de kötüsü, reddedilmemek için kendileri olmaktan (farklı olmaktan) korkarlar. Güçlü karakterlerin yerini toplumsal isteklere razı olan konformistler alır. Hepimiz konformistiz. Çoğunluğa uyarız. Toplumsal standartlara uymayan gruplar bulunmasına rağmen (radikal politik gruplar ya da marjinal dini kültler gibi ) onlar da karşı-kültürel formları takip ettiklerinden ve eş grupların standartlarına kendilerini uydurduklarından, konformisttirler.

Dünya çapında milyonlarca insanın davranışlarını standartlaştıran başlıca faktörlerden biri, kitle iletişim araçlarının etkisidir. Geçmiş yüzyıllarda, insanlar tecrit edilmiş topluluklarda yaşadılar, böylece çok daha büyük bir kültürel çeşitlilik vardı. Her topluluktaki insanlar farklı düşündüler ve konuştular, farklı çalıştılar, farklı yediler ve giyindiler. Şu an, içerisinde insanların diğerleri hakkında kitlesel iletişim yolları ile bilgi edinerek aynı yaşam tarzlarını benimsedikleri bir ‘global köyde’ yaşıyoruz. Uymaya olan bu eğilim, yaşam tarzlarında, davranışsal modellerde, ve alışkanlıklarda sürü psikolojisine iter. Bunun alternatifi olarak düşünebileceğimiz, içinde insanların istedikleri şeyleri istedikleri gibi yapabilecekleri bir dünya kaotik bile olsa, konformizm insanları daha mutsuz eder, çünkü insanlar bireyselliklerini inkar etmek zorunda kalırlar.

Özünde her insan tamamiyle eşsizdir: hiçbir iki insan birbirine tamamen benzemez. Tarihin başlangıcından sonsuza dek, diğer bir bireye tamamen benzeyen başka biri ne olmuştur ne de olacaktır. Bu nokta birey memnuniyeti için önemlidir çünkü, insan kişisel değer duygusunu kendisinin eşsizliğinden almaktadr. Kişi nasıl biri olursa olsun, onun gibi başka biri yoktur. Bireyselliğimizin tadına varmak hayatlarımıza daha fazla renk ve zevk getirecektir, ancak sosyal zorlamalara teslim olarak diğer milyonlarca insana benzer bir hale gelmekteyiz. Modern toplumda ahlaki konularda, tavırlarımız, konuşmamız ve giyimimiz gibi alanlardaki davranışsal standartlara uymak ile ilgili devamlı bir baskı altındayız. Gelenek, adet ve en önemlisi piyasa, eşsiz bireyler olmayı bırakmamızı ve daha geniş mekanik bir sistemin ihtiyaçlarına hizmet ederek işleyen, tıpkı diğer milyonlarcası gibi ufacık çark dişleri haline gelmemizi istemektedir. Dolayısıyla, toplumsal rollerimizde ve mesleklerimizde ümitlerimiz suya düşer ve kendimizi bastırılmış hissederiz.

Hayattaki hedeflerimizi ve yaşam stilimizi belirlemede, toplumun etkisinin büyük bir rolü vardır. Dış etkenler oldukça ikna edici olabilir ve bilinçli olarak bunun böyle olmasını istemesek de, sık sık toplumun değerlerine göre hareket ederiz. Bireylerin tuttuğu farklı yollar sosyal çevreleri tarafından ya desteklenir ya da onaylanmaz. Olumlu ya da olumsuz olaylar bireysel seçimi yönlendirir: kanunlar, alışkanlıklar, ve daha fazlası, kamuoyu kadar aile ve arkadaşlarla olan diyaloglar da seçimlerimiz için bizi teşvik eder ya da bizi seçimlerimizden vazgeçirir.

Öyle görünüyor ki insan toplumun standartlarına uymak için bir ihtiyaç duymaktadır, çünkü büyük olasılıkla bir gruba ait olmak ve bu gurubun sağladığı güven duygusunu tatmak gibi bir ihtiyacı vardır. Böylelikle diğerlerinin yargılarına önem vererek, onların, verdiği kararlar üzerindeki onaylarını arar. Bu sistemde “başarılı” bir insan, toplum değerlerinden bir kazanç meydana getirendir. Onun kendine ait olan görüntüsü ne istediğini değil, ancak diğerlerinin ona istemeyi öğrettiklerini yansıtır. Bu bağlamda, bir kişinin kendi değerini bilmesi ve kendini beğenmesi ile ortaya çıkan görüntü toplumsal normlardan oldukça etkilenir. Kişinin kendi tarafından ve diğerleri vasıtasıyla nasıl karalandığını gösteren birçok aydınlatıcı araştırma vardır. İlginç bir örnekse, P. Goldberg’in , bir gruba geleneksel erkek ve kadın nüfus bilgileri konusunda çeşitli alanlarda okumaları için birkaç makale vererek, kadınların aşağılık hissi üzerine yaptığı çalışmasıdır. Bazıları kadınlar tarafından yazılan makaleler okurken, diğerleri aynı makalelerin bir erkek tarafından imzalanmış olanlarını okuyacaktı. Kadınlar erkekler tarafından yazılan makalelerin, tartışılan konu alanı kadınların üstün olduğu kabul edilen beslenme gibi konular da olsa, kadınlar tarafından yazılanlardan daha iyi olduğunu bildirmişlerdir. Böylece Goldberg, kadınların birbirlerine karşı önyargılı olduğu sonucuna varmıştır ki, bu da onların kadınlarla ilgili, daha doğrusu kendileri ile ilgili sahip oldukları (öğretildikleri) aşağılayıcı kavramların bir yansımasıdır (Goldberg, 1972).

Sosyal öğretiler vasıtasıyla, bireyler acizlik, bağımlılık, kendine daha az saygı duyma, ve saldırı ve eleştiriye açık olma gibi duygulara itilebilirler. Dış faktörlerin sınırlamalarından serbest kalmak için, kişinin özenli bir kendini çözümleme ile, hayatındaki başlıca etkiler hakkında bir anlayışa varması gerekmektedir. Bu anlayış kişinin aydın ve olgun bir kimse olmasına yardım edecektir. Kişi seçeneklerin sunulduğu, neyin kabul edilip edilmeyeceğinin kavranabildiği, hayat boyunca kendine koyduğu amaçları bulduğu bağlamlar üzerinde iyice düşünmelidir. Bu sistem içinde hangi eylemler desteklenir ve çokca uygulanır? Hangi değerler ana-babalar, öğretmenler, akranlar ve kitle iletişim araçları tarafından vurgulanır? Hangi eylemler övülür ve ödüllendirilir ve hangilerinin kötü ve zararlı yanları açığa vurulur ve cezalandırılır? Bireyin hayatındaki toplumsallaştırma etkilerini çözmek çok büyük bir iç çaba gerektirebilir, ancak kişinin hayatını yaratması için çok önemli olan özgürlüğü getireceğinden, bu zahmete değerdir.
b) Kapitalist Tüketim Toplumunun Yaşam Tarzı ve Bireyin Ezilişi: Popüler Kültür

18. yüzyılda Avrupa’daki Endüstri Devriminden bu yana kapitalizmin kültür ve toplum üzerindeki etkileri tartışma konusu olmuştur. Batı uygarlığı son iki yüz yılda kapitalizmin etkileri ile yoğrulmuştur. Kapitalizmin genel anlamda başlıca etkisi, insanları, diğer insanların değerli buldukları faaliyetleri yapmaya itmesidir. Bu bağlamda temel faktörler, kar güdüsü, insan ihtiyaç ve istekleri, serbest pazar, mal-hizmet üretimi ve tüketimidir. Kar güdüsü ile birlikte rekabet de uyarıcı bir rol oynar.

Kapitalist sistemin isminden de anlaşılacağı gibi, sistemin dayandığı en önemli şey kapital yani paradır. Her şey para ile ve para için yapılır. Her şeyin parasal bir bedeli, bir fiyatı vardır. Dünyaya gelen tüm canlıların temel ihtiyaçları olan su, hava ve toprak aslında herkes için kolayca, serbestçe ulaşılacak kaynaklar olmalıdır. Günümüzde su ve toprak para ile satılmaktadır. Hava ise şimdilik ücretsizdir, ancak ilerde hava kirliliği arttığında satılmak üzere temiz hava tüpleri imal edilmiştir bile. Dünyada açlığın başlıca nedeni de gezegende yeterince yiyecek olmaması değil, insanların yiyecek satın alacak paralarının olmamasıdır.

Su, yiyecek, barınma, giyinme gibi en temel ihtiyaçlar dahil her şeyin anahtarı para olduğu için, zengin olma arzusu sistemde başlıca itici gücü oluşturmaktadır. Bu amaçla insanlar sürekli olarak yeni, daha iyi, daha fazla ürünler (mal ve hizmetler) yaratmakta, üretmekte, ve diğer insanların bunları satın alması için reklam yoluyla özendirmektedir. Daha fazla mal ve hizmete erişim sağlanması, ‘’ilerleme, gelişme, kalkınma’’ ve ‘’modernleşme’’ olarak nitelendirilmektedir. Ekonomik büyümenin ölçütü de üretimde yıldan yıla artış olmasıdır.

Bu açıdan bakıldığında, kapalı bir ev ekonomisi içinde, kendi ekmeğini yapan, sebzesini yetiştiren, çarşıdan-pazardan pek bir şey almayan, ihtiyaçlarını evinden karşılayan bir aile, ilkel ve gelişmemiş kabul edilir. Öte yandan, “modern’’ ailenin bireyleri çalışarak kazandıkları parayı son kuruşuna kadar tüketim için harcarlar, üzerine de borçlanırlar. Sistemin istediği de budur: Herkesin, en küçük çocukların bile birer tüketici olarak sisteme katılması ve pazarı büyütmesi, karların artması anlamına gelecektir.

Kapitalizm, insanlık tarihinde ilk defa bir “isteme’’ kültürü yaratmıştır. Günümüzde iktisat kitaplarında insanların sınırsız ve sonsuz istekleri olduğu öğretilmektedir. Bu savın doğruluğu tartışılır: Neden insanlar hiç doymasın, hep daha fazlasını istesin? Başka hangi canlı türünde böyle tuhaf bir davranış var? Eğer isteklerimiz hiç bitmeyecekse, mutlu olmak da imkansız değil mi? Dünyada varolan binlerce farklı kültür arasında ‘bir lokma, bir hırka’ türünden yetinme kültürleri ve sade yaşam tarzları pekala bulunmaktadır. O halde insanın doğasında böyle bir açgözlülük ve doymazlık yoktur, sadece kültürel öğretiler vardır. Hep daha fazla ve yeni ürünler istemenin bize öğretilmesi gerekir, şirketler bu yüzden reklam için milyarlar harcar.

Kültür neredeyse bizim düşmanımız olmuştur. Kültür insanların yarattığı soyut ve somut her şeyi içerir, insanı hayvandan ayıran başlıca özelliği kültür yaratmasıdır. Büyük uygarlıkların kurulmasında kültür etken olmuştur. Fakat bugün (kapitalist) kültür eski çağlarda olduğu gibi toplumun bireyleri tarafından yaratılıp büyüklerden küçüklere aktarılmıyor, bugün kültür siyasi ve ekonomik gücü elinde tutanlar ve sistemi kontrol edenler tarafından belirlenip biçimlendiriliyor ve bireylere empoze ediliyor. Bu egemen güçler bizim hayatımızda nelere önem vereceğimizi, nelere hangi anlamları yükleyeceğimizi belirliyor ya da etkiliyor. İnsanlık tarihinde bir azınlığın büyük kitlelerin hayatını, hayat tarzını, değerlerini etkilemesi hiçbir zaman bu küresel boyutlarda mümkün olmamıştı.

Bireylerin kullanması için piyasaya ne tür eşyalar sürülecektir? Dağıtım nerelere yapılacaktır? Fiyatlar nasıl belirlenecektir? Hangi kesimin insanları bu ürünleri kullanacaktır? Biz kendimizin özgür karar vericiler olduğunu zannederken, bu soruların cevapları çoktan bizim için kararlaştırılmıştır. İnsanları ürünlerini satın almaya ikna etmeye çalışan büyük şirketler, milyonlar harcayarak, halkla ilişkiler, reklam ajansları, sahip oldukları televizyon kanalları ve basın yoluyla kafalarda belli bir imaj, beklenti ve talep yaratırlar. Bu büyük şirketler haberleri ve yayınlanacak bilgileri de denetleyerek kamuoyunu ve kamu politikalarını etkileme gücüne sahiptir. Örneğin farklı televizyon kanalları aynı haberi verirken, kendi sahiplerinin çıkarları doğrultusunda yorumlamakta ve oldukça değişik biçimlerde yayınlamaktadırlar. Bugün halkla ilişkiler uzmanlarının sayısı haber muhabirlerinden çok daha fazladır. Gazetelerdeki haberlerin çoğu da muhabir kaynaklı değil, halkla ilişkiler birimlerinin basın açıklamalarından ve duyurularından oluşmaktadır. Ürünlerin promosyonu sadece üretici şirketler ve reklam ajansları tarafından değil, topluma egemen olan tüm kurumlar ve hükümetlerin ekonomik politikalarıyla da yapılır.

Aslında özel ve bireysel bir eylem olan tüketim küresel ekonomik sistemin işlemesinin ve sürmesinin temel bir ön koşuludur. Bu bağlamda bireysel ve kültürel eylemler kapitalist ekonomik ilişkilerin temelinde yatar. Günümüzde tüketim sosyal bir aktivitedir. Tüketim mal ve hizmetlerinin daima kültürel bir anlamı vardır ve sosyal kimlik yaratmada kullanılırlar. Birey, ıssız bir adada tek başına yaşıyor olsaydı almayacağı birçok şeyi toplum içinde yaşadığı için alır. Kim olmak istiyorsa o kimlik hedefine uygun eşyaları satın alarak kimlik projesini gerçekleştirmeye çalışır.

Neden tüketim toplumuna ‘gelişmiş refah toplumu’ denir? Neden gelişmişlik tüketim göstergeleriyle ölçülür? Örneğin kişi başına düşen enerji tüketimi, otomobil, telefon, vb. ölçütler insan mutluluğunun ve refahın gerçek göstergeleri olmayabilir, fakat daima önemleri vurgulanır, çünkü ekonominin ayakta durabilmesi üretilen bu mal ve hizmetlerin tüketilmesine bağlıdır.

Modern toplumsal sistemde nasıl yaşadığımızın en iyi göstergelerinden biri de tüketim kalıplarımızdır yani nasıl tükettiğimizdir. Bugün tüketim hem mekan hem zaman açısından değişik özellikler göstermektedir. Modernleşen ( kapitalist sisteme katılan) toplumlarda sayıları giderek artan büyük kapalı alışveriş merkezleri ve hipermarketler, bireyin mümkün olduğu kadar çok tüketim yapmasını kolaylaştıran altyapıyı ve olanakları sunar. Bunlar her türlü havada, haftanın her günü geç saatlere kadar açıktır. Bu alışveriş merkezlerinde hep aynı markalar ve aynı mağaza zincirleri görülür. Bu da pazara kimlerin hakim olduğunu, aslında pek de serbest rekabet ortamı bulunmadığını göstermektedir. Alışveriş merkezleri aynı zamanda insanların boş vakitlerini geçirdiği, sinema, restoran vb. bulabildiği, sosyal ilişkilerini sürdürdüğü yerlerdir. Çoğu insan tarafından bir gezme ya da mesire yeri olarak kullanılmaktadır. Böylece tüketim ile sosyal hayat iç içe geçmiştir.

Eşyaların, zamanın, olayların, faaliyetlerin tüketimi insan hayatında giderek artan oranda yer ve zaman almaktadır. Çalışan kişiler çalışma hayatının gerektirdiği şeyleri (giyim, ulaşım, hazır yemek, çocuk bakımı) tüketirken, çalışmayanlar da boş vakitlerini bir tüketim yolu bularak geçirmektedir. Eskiden bir üretim birimi olan aile bugün her üyesi ayrı bir tüketici olan bir birim haline gelmiştir.

Günümüzde yalnız bireysel kimlikler değil, siyasi ve coğrafi kimlikler de (ülke, şehir, köy) tüketimle ilişkilendirilmiştir. Tüketim, bireylerin dünya ile ilişkilerini belirleyen küresel bir sistem haline gelmiştir.

‘’İsteme’’ kültürü çocuk oyuncaklarından filmlere, eğitim sisteminden hükümet politikalarına kadar her alanda etkisini hissettirmektedir. 20. yüzyılda basın, radyo ve televizyon gibi kitle iletişim araçları tüketim kültürünün yayılmasında en büyük rolü oynamıştır. Her şey pazarlanmakta, fakat hiçbir zaman yetmediği için pazarlanacak yeni şeyler yaratılmaktadır. Bunlar gereksiz hatta zararlı ürünler de olabilir. Gıda sektörünü ele alırsak, kar amacıyla, insan sağlığına çok zararlı, aşırı yağlı, şekerli, tuzlu ve kimyasal maddeli yiyeceklerin üretildiğini görürüz. Bu yiyecekler insanların ihtiyaç duyduğundan çok daha fazla kalori içerdiğinden, modern yaşamdaki hareketsizlikle birlikte, insanları birer yağ tulumuna dönüştürmektedir. Ayrıca günümüzün gıda üretim teknolojileri ekolojik zararlar da vermektedir. Örneğin büyük entegre tesislerde çok sayıda hayvan üretip bunları yiyecek olarak kullanmak çevrenin dengesini bozup kirlettiği gibi insan sağlığına da zararlıdır; hayvansal gıdaların kalp-damar hastalıkları ve kanserle ilişkisi bilinmektedir.

Kaliteli bir yaşam öncelikle sağlıklı ve zinde olmayı gerektirir, böylece bireyler problemlerle başedebilmek ve hedeflerini gerçekleştirmeye çalışmak için güçlü olabilir. İyi beslenmeyi, birçok fiziksel aktiviteyi, dinlenmeyi, temiz çevreyi ve tehlikelerden, stresten uzak güvenli bir yaşama ortamını tüm insanlar hakeder. Sağlık diğer herşeyin anahtarıdır. Ancak 21. yüzyılda insanlığın ulaşmış olduğu tıp bilgisine rağmen, yaşadığımız hayat tarzına ilişkin birçok hastalık gelişmiş ve gelişmemiş ülke insanlarını tehdit etmektedir. Bunların başında kalp ve damar hastalıkları ile kanser gelmektedir.

Sağlıklı bir vücut mutlu bir zihne ve yaşantıya fazlasıyla katkıda bulunur. Sağlığımız en üst düzeydeyken, her türlü probleme karşı savunma oluşturabilmek için zinde oluruz. Sağlığımızın iyi olmasının gerekliliği öyle basit bir gerçektir ki, insanların vücutlarını tadı güzel ama besin değeri az olan yiyeceklerle, aşırı karbonhidrat, yağ ve şekerle nasıl harap ettiğini – hemen hemen zehirlediğini – ve egzersiz gereksinimleriyle, gevşeyip rahatlama gereksinimlerini nasıl ihmal ettiklerini görmek şaşırtıcıdır.

Bundan milyonlarca yıl önce, atalarımız doğa içinde yaşam savaşı verirken, güçlü istek ve içgüdüleri sayesinde riskler alıp harekete geçebiliyorlardı. Yani isteklerinin güçlü olması sayesinde hayatta kalabiliyorlardı. Bugün de insan beyninde aynı mekanizmalar mevcuttur. Ancak doğal kaynaklar eskisi gibi kıt ve ulaşılması zor değil, aksine serbest pazar sisteminde satın alma gücü olan herkesin ulaşabileceği bir yerdedir. Bu, ilk bakışta iyi bir gelişme gibi görünse de, insan isteklerinin sömürülmesi aşırı tüketime yol açmaktadır. Örneğin yağlı ve yüksek kalorili yiyecekler ilk çağlarda çok makbuldü, çünkü kaynakların kıt olduğu bir ortamda bunlar yüksek enerji sağlayan ve vücutta depolanabilen yiyeceklerdi. Bugün de insanların bu tür yiyeceklere yönelmesi, akılcı bir seçimden çok, ilkel içgüdülere dayanmaktadır. Kapitalist pazar ekonomisinde bu tür yiyeceklere ağırlık verilmektedir, çünkü pazarlamacılar insanların doğal içgüdülerini ve zayıf noktalarını bilmekte ve bu bilgiyi kötüye kullanmaktadır. Benzer şekilde, cinsellik de etkili pazarlama araçlarından biri olarak kullanılmaktadır. Cinsellikle hiç ilgisi olmayan ürünlerin pazarlanmasında bile cinsel çağrışımlar kullanılarak biyolojik içgüdüler sömürülmektedir.

Pazarlamacılar değişik hedef kitlelerin, örneğin çocukların, kadınların, etnik grupların, ve benzeri grupların değişik istek ve ihtiyaçları olacağı noktasından hareketle farklı ürünler yaratırlar ve hedef kitlelerin özelliklerine göre reklamını yaparlar. Örneğin bugün çocuklar kolaylıkla etkilenen bir hedef kitledir. Tarımsal ve kapalı bir ev ekonomisinin hakim olduğu eski yüzyıllarda, çocuklar aileleri için birer işgücü kaynağı idi ve bu nedenle çok sayıda çocuk yapmak ekonomik açıdan akılcı bir seçimdi. Bugün ise endüstriyel üretim ekonomiye hakim olduğundan, ve artık üretim evin dışında yapıldığından, çocuklar da birer tüketici haline gelmişlerdir. Eski dönemin aksine, çok çocuk sahibi olmak mali bir yük haline gelmiştir.

Çocuklar çok kullanışlı bir hedef kitledir, ne yazık ki sadece tüketici olarak değil, reklamlarda oynatılarak pazarlamacı olarak da kullanılmaktadırlar. Çocuklar için özel olarak yaratılan oyuncak ve kırtasiye markaları, tüketime özendirici bir nitelik taşımaktadır. Örneğin oyuncak bebekler, giysileri ve eşyaları ile birlikte satılmakta, tüketicinin yaşam tarzını yansıtmaktadır. Kız çocuklar için oyuncak bebekler, erkek çocuklar için güçlü kahramanlar onların olmak istedikleri figürleri temsil eder. Sadece bebekler değil, kalem, silgi, defter, çanta, ayakkabı vb. her şeyin aynı marka olması istenir. Çünkü çocuk psikolojisi etrafında bir düzen, güven veren bir belirlilik ister. Ayrıca çocukluk döneminde benzer şeylere sahip olmak çocuğun kendi arkadaş çevresi tarafından kabul edilmesini kolaylaştırır. Bu nedenlerle çocuklar tek tip ve herkeste olanı ister. Böylelikle oyuncakların temsil ettiği kültürel değerler ve yaşam tarzı da çocukların bilinçaltına gizlice yerleştirilir.

Bu konuda genellikle binmeyen ve gizli tutulan bir nokta da, varlıklı tüketici çocuklarının oyuncak, ayakkabı ve giysilerini, Haiti, Malezya, Tayland, Guatemala, Bengaldeş gibi yoksul ülke çocuklarının çok kötü çalışma koşulları altında üretmekte olduğudur.

Kadınlara gelince, modern endüstriyel toplumda kadınlar da erkekler gibi çalışıp para kazandıkları için onlar da birer tüketici olarak ekonomide yer almaktadır. Artık onların da satın alma gücü olduğundan, üretici şirketler kadınlara duymak istedikleri şeyleri söylerler. Onların ne kadar güzel, akıllı, titiz vs. olduklarını ve bunu herkese göstermek için şu markayı kullanmaları gerektiğini söyleyerek gösterişçi tüketimi körüklerler.

Aslında kapitalist endüstriyel sistem, kadınlara çalışma ve para kazanma haklarını veren en güçlü faktör olmuştur. Tarımsal ekonominin sürdüğü geleneksel toplumlarda kadınların böyle bir hakkı yoktur. Kağıt üzerinde kadın hakları tanınsa da hayata geçirilemez. Kadının iş sahibi olduğu ve kendi geçimini sağladığı durumlarda diğer sosyal hakları da tanınır. Fakat para kazanan kadın da piyasa sisteminin tuzaklarına düşme tehlikesiyle karşı karşıyadır. Tüketici olarak kullanılmak, sömürülmek, kazandığı parayı kitlesel yönlendirmeler sonucunda gereksiz şeylere harcamak gibi.

Kapitalist toplumda bir şey ancak alınıp satılıyorsa değeri vardır. Ekonomik değeri olmayan işler (ev işleri, hobiler) değersizdir. Örneğin bir kadın evinde çocuk yetiştiriyorsa bunun ekonomide yeri, değeri ve kaydı yoktur. Fakat kadın dışarıda çalışıyorsa ve çocuklarını para karşılığında bir kreşe veriyorsa, bunlar ekonomik kayıtlara geçer, toplum tarafından değerli bir ekonomik uğraş olarak tanınır.

Kısacası, üretim ve tüketim insan hayatında en önemli konuma getirilmiştir: Üret-tüket, üret-tüket, üret-tüket…Hiç bitmeyen, bir yere varmayan, hiçbir zaman huzur ve doyum bulunamayan kısır bir döngü içinde harcanan hayatlar… Oysa insanlar çoğu zaman mutluluğu ekonomik üretim-tüketim çarkının dışındaki işlerde bulurlar: örneğin hobileriyle veya hayır işleri ile uğraşırken.


‘’Alışveriş Yapıyorum, O Halde Varım’’

Liberal ekonomi teorisine göre birey (homo economicus) rasyonel ve bilgili kararlar verir. Oysa gerçekte sistem bireyleri irrasyonel ve bilgisiz seçimler yapmaya iter. Ürünlerin yanlış ve abartılı tanıtımı yapılarak tüketiciler yanlış yönlendirilir ve medya kuruluşları denetlenerek doğru bilgi edinmeleri engellenir. Aslında tüketici akılcı değil, duygusal ve içgüdüsel seçimler yapmaktadır.

Markaya bağlılık ve sadakat de kişilerin psikolojik nedenlerle tutunduğu bir dayanak olabilir. Karmaşık ve dağınık hayatlarına bir düzen ve süreklilik getiren tek şey belki de hep aynı markayı kullanmaktır.

İnsanların reklamlar, basın-yayın vb. ile kolayca yönlendirilmeleri için bilinçsiz ve bilgisiz olmaları gereklidir. Fakat modern kentsel-endüstriyel ekonominin dışında geleneksel kesimde yaşayan kara cahil insanları etkilemek pek kolay değildir; onlar kendi gelenek ve inançlarına sıkı sıkıya bağlıdır. Sistem için en ideal tüketici, yarı cahil olandır. Yani sistemin değerleri doğrultusunda yetiştirilmiş, her yeni ürün ve hizmeti satın almaya hazır, sorgulamayan ve eleştirmeyen tüketici.

Televizyon ve basın gerçek ekonomik ve toplumsal sorunlar yerine yapay gündem konuları yaratarak insanların ilgisini önemsiz konulara çekmektedir. Televizyon kanallarında program aralarında yayınlanan uzun, bıktırıcı reklamlar silsilesi ve düşük kaliteli programlar popüler kültürün bir parçası olmuştur. Başka insanların özel yaşamlarını, en küçük ayrıntılarına kadar izlemek, müzikte, sinemada düşük seviyeli, basit eserlerle oyalanmak popüler kültürün örnekleridir. Eleştirildikleri zaman, yayıncılar halkın bunu istediğini ileri sürse de, gerçekte bu bir talep değil, arz meselesidir. Kapitalist sistem düşük düzeyli popüler kültürü destekler, çünkü böylelikle ürünlerini daha kolay pazarlayabileceği bir ortam bulur.

Televizyon ve basında çalışan insanlar kaliteli yayın yapmak isteseler de, onlar da özgür değildir, büyük holdinglerin, büyük endüstri kollarının denetiminde, onların çıkarları doğrultusunda yayın yapmak zorundadırlar. Herkes geçim kavgası içinde bulabildiği işi kaybetmemeye çalışmaktadır. Reklamlardan da çok büyük gelir sağlayan bu iletişim araçları doğal olarak tüketimi körükleyen yayınlar yapacaklardır. Sadece reklamlarla değil, tüm programlarda haberlerde, dizilerde, filmlerde tüketicilik özendirilmektedir. İnsanların televizyonun karşısına mıhlanıp pasif birer alıcı olarak kendilerine sunulan değerleri özümsemeleri, tam da sistemin sürmesine yarayan bir davranıştır.

Kapitalist kültür aydın ve bilinçli insanlara karşıdır. Aydınlar hem sistemi eleştiren ve sorgulayan, hem de ürünlerini satın almayı reddedebilen insanlardır. Kolay kolay yönlendirilemezler. Hatta sistemin dışına çıkıp özgün hayatlar bile kurabilirler. İş hayatında da daha yüksek ücretler, daha iyi çalışma koşulları talep ederek oyunbozanlık edebilirler.

Pazarlama sanatı, insanlarda belli bir dünya görüşü yaratmaya çalışır. Öyle ki o dünya görüşüne göre onların ürünü hayatımızın vazgeçilmez bir parçası olacaktır. O ürüne sahip olmazsak, hayatımız eksik ya da yanlış kalacaktır. Beğenilmek, sevilmek, popüler olmak isteyen kişiler, kimlik arayışı içinde olan gençler ve çocuklar bu tür propagandalardan kolaylıkla etkilenir. Kişi, kendisini bir ürünle özdeşleştirebilir, onunla arzuladığı kimliğe bürünebilir. Bu adeta bir ürün fetişizmidir.

Kar amaçlı şirketler, ‘Müşteri daima haklıdır’ sloganıyla müşterilerin kendilerini iyi hissetmelerini sağlayacak şeyler yaparlar. Her düzeydeki tüketici grubu (hedef kitle) için değişik türde reklamlar hazırlarlar. Örneğin meşrubat reklamlarında görülen serseri görünüşlü, kılıksız, aptalca konuşan gençlerin görüntüsü, bu gruba ‘’Dilediğinizi yapmakta özgürsünüz’’ mesajı vermektedir. Amaç hedef kitlenin düzeyine inerek ona ulaşmaya çalışmak, onun duymak istediği sözleri söylemektir.

Popüler kültür, toplumun egemen kesimleri tarafından yaratılır ve alt katmanlarına yayılır. Tüketicilerin, kurulu düzenin parametreleri içinde tüketmeye devam etmelerini sağlar. Sosyal değişim arzusu yoktur, aksine varolanı sürdürme ve daha da büyütme arzusu vardır. İyi bir şey olduğu zannedilen ekonomik büyüme ekolojik yıkıma malolan aşırı üretim artışından başka bir şey değildir. Bu üretim artışını mümkün kılmak için bireyler hep daha fazla harcamaya ve tüketmeye özendirilir. Gerçek sosyal değişim imkansız göründüğünden, insanlar marka değiştirerek veya tüketimlerini arttırarak bir değişim yaratmaya çalışırlar.

Popüler kültürün hammaddesi ticari mal ve ürünlerdir. Yani ticari bir kültürdür. Bayram, yılbaşı, anneler günü, babalar günü gibi aslında manevi değeri büyük olan şeyler birer ticari fırsata dönüştürülür. Popüler kültür büyük kitlelere iletişim araçları aracılığıyla kolaylıkla yayılabilir. Kitleler verilen mesajları sünger gibi emer. İnsan hayatının her alanı, her boyutu ticarileştirilmiş, metalaştırılmıştır: yemesi, içmesi, evlenmesi, aile ilişkileri, sağlığı, dini inançları, boş vakit uğraşları hep birer ticaret malzemesi haline gelmiştir. Örneğin tesettür dini bir sembol olmasına rağmen tesettür defileleri ve modaları yaratılarak o da ticaret aracı haline getirilmiştir. Her mal ya da hizmete sembolik anlamlar yüklenmiştir. İdeal birey imajı, ideal yaşam imajı yaratılmıştır. Tüketim sadece ihtiyaçların karşılanması olmaktan çıkmış, zevk, tatmin, kimlik bulma ve mutluluk gibi kavramlarla ilişkilendirilmiştir.

Satın aldığı ürünlerle mutluluğu yakalamaya çalışan bireyin aslında bütün yaptığı büyük sermaye sahiplerinin çıkarlarına hizmet etmektir. Günlerce, saatlerce çalışıp kazandığı parayı gereksiz bir sürü eşyaya harcamakta, emeğinin karşılığı olan parayı sermaye sahiplerinin ceplerine göndermektedir. Aylık gelirinin büyük bir bölümü de kredi ve borç faizlerine gitmektedir. Kısacası bugünkü ekonomik sistemin, binlerce yıl önceki kölelik sisteminden pek de farkı yoktur.

Eski çağlarda da ticaret, iş, kar kavramları vardı, fakat ancak bugünün tüketim kültüründe insan mutluluğunun ve refahının temelinde sürekli tüketim olduğu öne sürülmektedir. Sistemin tüm kurumları, sistemin sürmesine hizmet edecek şekilde işlemektedir. Sanat ve bilimde de sistemin değerlerini savunan ve koruyan eserler tercih edilmekte ve ödüllendirilmektedir. Sinemada, müzikte tüm dünyaya Batı’nın etkisi yayılmıştır. Üniversitelerde ve okullarda giderek artan oranda İngilizce ders ve yayın yapılmaktadır. Bilim adamlarının terfi edebilmeleri için ‘’uluslararası’’ yayın yapmaları beklenmektedir. Ancak yapılan araştırmaların yayınlanma ölçütü objektif ve akademik olmaktan çok, Batı değerlerini yansıtması ve savunmasıdır. Okutulan ders kitapları Batı kaynaklı ve dolayısıyla Batı düşünce tarzını, teorilerini, yaklaşım ve yorumlarını öğretmektedir. Pozitif bilim ve Batı akılcılığı olumlu öğretiler olsa da, siyasi öğretilerin eksik ve çarpık olması düşündürücüdür. Örneğin Batı ders kitaplarının çoğunda birçok Üçüncü Dünya liderinden söz edilirken, emperyalizme karşı ilk başarılı kurtuluş savaşını vermiş olan Atatürk gibi önemli bir liderin adı bile geçmemektedir.

Küresel kültürün ana teması tüketimdir. Tüketim ideolojisini en iyi yansıtan görsel öge reklamcılıktır. Reklamcılar birkaç ana konuyu tekrar tekrar kullanırlar: Mutluluk, gençlik, güzellik, başarı, mevki, lüks, ve moda. Reklamlarda sosyal çelişkiler, sınıf farkları, sefalet ve yoksulluk manzaraları gösterilmez. Mutlu ve tozpembe yaşamlar gösterilir. Sorunların çözümü tüketimde bulunacaktır, sihirli formül budur. Herkesin ulaşabileceği ideal bir yaşam tarzı vardır, yeter ki satılan ürünleri alsınlar. Gerçek demokrasi yerine dünyanın yoksul insanlarına ‘’tüketici demokrasisi’’ sunulmaktadır: ‘’İstediğinizi almakta özgürsünüz, bu mal ve hizmetleri kullanmak sizin hakkınız. Paranız mı yok? Kredi verelim, harcayın’’.

Batı kültürünün yayılması sonucunda, geleneksel kültürler çözülmekte ve yok olmaktadır. Dünyanın tek kültürlü bir küresel köy olması, Batı tarzı kapitalist-endüstriyalist yaşam tarzının hakim olması anlamına gelecektir. Sömürgecilik devrinden kalma misyonerlik anlayışıyla, geleneksel değerlerin kötü, modern (Batılı) olan değerlerin iyi olduğu, insanlığın Batılılaşarak ilerleyeceği varsayılmaktadır.

Çokuluslu şirketler ve uluslararası reklam ajansları küresel bir kültür yaratmak için çalışmaktadırlar. Böylece ürünlerini daha kolay pazarlayacaklardır. Dünya nüfusunun dörtte üçünü yoksul Güney toplumları oluşturduğu için reklamlar artık daha çok dar gelirli insanları hedef almakta, her şey krediyle veya taksitle satışa sunulmaktadır. Televizyon bir kez çalışmaya başladı mı, en yoksul hanede bile talep yaratabilir. Böylece Asya’da yarı aç yarı tok sefalet içinde yaşayan bir dağ köylüsünün evinde Fransız parfümü ve Amerikan arabalarının reklamları seyredilecektir.

Acımasız rekabet ortamında ayakta kalabilmek için pazarlamacılar ürünlerini satma stratejileri geliştirmiş, insan psikolojisini inceleyip manipüle ederek bireyleri birer kukla gibi yönlendirmeye girişmişlerdir. Her tüketici kitlesinin davranışını kendi toplumunun kültürel çerçevesi içinde inceleyen ve çok iyi değerlendiren pazarlamacılar ve reklamcılar, insanların eksikliklerini vurgulayarak, zayıf noktalarını kullanarak, duygularını sömürerek en gereksiz şeyleri bile satmayı başarmaktadırlar. Genellikle en çok reklamı yapılan ürünler en gereksiz olanlardır.

Pazarlamacılığın ve reklamcılığın etik yönleri çeşitli yönlerden sorgulanmaktadır. Pazarlanan ve reklamı yapılan ürünler arasında yoksul kesimin satın alabileceği sigara, Coca Cola, çerezler, sakızlar gibi tüketim maddeleri ile, araba, elektronik eşya gibi daha zenginlerin alabileceği lüks ürünler vardır. Özendirilen lüks hayata ulaşamamak kuşkusuz yoksul kitleler üzerinde siyasi hoşnutsuzluk etkisi de yaratacaktır. Özellikle eğitimsiz ve bilinçsiz olan yoksul kitleler, lüks tüketime dayalı yaşam tarzının mutluluk getireceğine inanmaktadır. Sistemdeki ahlaki çöküntü, toplumsal çözülme, kültürel yozlaşma ve suç oranının artması (kapkaç, hırsızlık, cinayet) hep zengin olma arzusundan kaynaklanan davranış biçimleri ile ilişkilidir.

Öte yandan kar amacıyla üretilen ürünlerin büyük bir bölümü gereksiz hatta insan sağlığına zararlı iken (sigara, cips, şeker vb.) aynı zamanda gezegenin doğal kaynaklarını da tüketmektedir. Fakat endüstriyel ekonominin hayatta kalabilmesi gereksiz ve aşırı üretim ve tüketime dayalıdır. Avrupa Çevre Ajansının bildirdiğine göre Avrupa dünyanın geri kalan nüfusuna oranla doğal kaynakları iki kat fazla tüketmektedir.

Reklamları yapılan ürünlerden cilt rengini beyazlatıcı kremler, Afrikalı kadınlarda aşağılık duygusu ve kendi ırkını inkar etme isteği yaratmaktadır. Anti-aging akımı, Batılı toplumlardaki genç kalma arzusunu yansıtır, çünkü endüstriyel sistemde genç olmak üretken olmak demektir, çalışmayan yaşlılar toplum için bir yüktür. Geleneksel toplumlarda ise tam aksine yaşlılar bilgi ve deneyimlerinden dolayı değerli ve saygındır. Modern toplumda nesilden nesile bilgi aktarımı yaşlıdan gence değil, devlet okulları ve özel okullar aracılığıyla yapılmaktadır. Böylece yaşlılar modern toplunda iyice ‘vazgeçilebilir’ olmuşlardır.

Batı sinemasının dünyaya yaydığı değerler ise genellikle ‘iyi adamların’ beyaz, Anglo-Sakson, profesyonel meslek sahibi insanlar olduğu, kötü adamların ise başta siyah olmak üzere başka ırklardan, işçi sınıfından yoksul kişiler olduğu, sorunların genellikle para ve hırs yüzünden çıktığı, şiddet ve kaba güçle çözümlendiği yönündedir. Özetle, Batıdan tüm dünyaya yayılmak istenen belli değerler vardır ve bunların kişilerin bilinçaltına işlenerek empoze edilmesi sonucunda kapitalist Batı kültürünü yücelten, dünyanın diğer kültürlerini küçümseyen bir bakış açısı egemen olmaktadır.

Kısacası her alanda özgürlükleri kısıtlanmış olan birey, ne işinde, ne özel hayatında, ne toplumsal hayatta potansiyelini dilediği gibi kullanamamanın acılarını çekmekte, mutsuzluğundan dolayı çoğu kez alkol, uyuşturucu gibi kaçış yolları aramaktadır. Uyuşturucu kullanma yaşının ilkokul çağına kadar inmesi hiç de şaşırtıcı değildir. Kapitalist sistemde madde bağımlılığı, bunalımlar, hastalıklar ve intiharlar mutsuzluğun kaçınılmaz sonuçlarıdır. Bunların içinde belki de en acısı, son yıllarda artan ‘’kredi kartı’’ intiharlarıdır. İnsan hayatının bu kadar pisi pisine sona erdirilmesi asla düşünülmemelidir. Bankaların tuzağına düşüp borçlandırılmış birçok insan arkada bıraktıkları insanlara da büyük acı vererek intihar etmiştir. Bunlar kuşkusuz içine düştükleri çaresiz durumdan çıkış yolu bulamadıkları için bunalıma düşmüş ve hayatla ölüm arasındaki ince çizgiyi bir anlık kriz sırasında geçmişlerdir. Oysa kendilerini suçlamadan önce sistemin nasıl işlediğini bilmeleri yararlı olurdu. İnsanları kredi kartlarıyla tuzağa düşürmek, borçlandırmak, sonra da faiziyle cezasıyla kat kat fazlasını geri istemek, evine, eşyasına, maaşına haciz koymak, sistemin sermaye birikimi sağlamak için kullandığı en ahlakdışı yöntemlerden biridir. Bu, bireye saygısızlığın doruk noktasıdır. Ancak şu da bir gerçek ki, bir ekonomik sistemden saygı, hakkaniyet, ahlak gibi değerler beklemek saflık olur. O halde birey bilinçli olmalı ve kendi başının çaresine bakmalıdır. Sistemin dayattığı zorlamalardan ve etkilerden mümkün olduğunca bağımsız ve özgür yaşayabilmelidir.



c) Bireysel Özgürlük Mümkün müdür?

Özgürlük seçtiğimizi yapma yeteneği olarak tanımlanabilir. Bu tanım iki öğe içerir: seçmek, ve seçtiğimizi yapmak. Buradaki mesele seçtiğimizi yaparken dışımızdaki ve pratikteki özgürlük değil, içsel özgürlüktür: Özgürlüğün gerçek anlamı içsel özgürlüktür, bu da bir kararı yerine getirebilmedeki özgürlük kadar, o kararı vermede de özgür olabilmektir.

Seçmek, hayatımızı belirlediğimiz ve kontrolünü elimize aldığımız yaratıcı bir eylemdir. Fakat seçimlerimizi yapmakta ne kadar özgürüz? Kararlarımız üzerinde iyice düşündüğümüzde, farkedebiliriz ki sahip olduğumuzu düşündüğümüz özgürlük, aslında sadece bir hayalden ibarettir: Yaptığımız herşey bizim biyolojik irsiyetimizin, toplumsal şartlanmamızın, ve tecrübelerimizin bir sonucu olarak görünür. Biz kaçınılmaz ve kesin bir biçimde birçok dış etkenin etkisi altındayız.

Kişi seçme eyleminin kendisinde özgür olmalıdır. Eğer insanların, kendi kararlarını alamayacak kadar beyinleri yıkanmışsa, onlara güçlükle özgür denebilir. İçsel özgürlük ve dış zorlama – belli bir yere kadar bu eylemlerimizin bu iki boyutu karşıt güçlerdir, kişi özgürce karar verdiğini düşünse bile çok mutsuz olabilir. Kişinin bu durumu zincirlere vurulmuş bir mahkuma benzer, çünkü dış çevresinin sınırlamaları dahilinde düşünüp hareket ediyordur. Bu gibi şartlar altında, özgürlük gerçeklerin yanında hayal gibi görünür.

Özgür müyüz peki? Bizim isteğimiz dışında, dış güçlerin zorlamaları karşısında, karar verme eylemini yerine getirirken özgür olduğumuzu iddia edebilir miyiz? İnsanlar karar verme eylemini yerine getirirlerken bilinçaltlarında işleyen harekete geçirici nedenler hakkında bilgisiz olduklarından, kendilerini özgürce seçim yapıyormuş ve hareket ediyormuş gibi hissedebilirler. Kişi kendini harekete geçiren bütün güdülerinin farkında olamaz. Bu nedenle özgürlük hissi bir hayal olabilir. Kapitalist ekonomik ve kültürel sistem küreselleştikçe, giderek daha çok insanın yaşamını etkilemekte ve seçimlerini belirlemektedir.

Belirleyicilik (determinizm) adı verilen felsefi öğreti, dünyadaki olayların ve bizim kendi ruhsal sürecimizin her zaman, kendisinden önce gelen fiziksel ve zihinsel durumlar tarafından belirlendiği düşüncesini savunur. Bu öğretiye göre bireyin davranışları içinde bulunduğu büyük sistem tarafından belirlenir. En azından seçenekler sistem tarafından belirlenir. Buna dayanarak, karar verme eylemlerimizi de içeren bütün olaylar zaten olması gerekenlerdir ve olduklarının tersine dönüştürülemez. Eğer belirleyicilik öğretisi doğruysa, o halde özgürlük imkansızdır, çünkü her eylemimizin sonucu zaten önceden belirlenmiştir. Belirleyicilik, fiziksel olduğu kadar zihinsel olayların da mekanik bir görünümünü gerektirir. Önce gelen durumlar verildiğinde, sadece bir tek kesin sonuç (karar) mümkündür.

Belirleyicilik bireysel özgürlüğün mümkün olamayacağını savunur, çünkü her eylem bir önceki eylemin bir sonucudur. Her olay için, meydana gelişini garanti eden önceki bir takım olaylar vardır. Diğer bir deyişle her olay, olayın kaçınılmaz bir şekilde takip etmesini gerektiren belirli bir geçmişe sahiptir. Eylemlerimizin psikolojik boyutlarında bile durum böyledir: belirleyici bakış açısından bakıldığında, karakter özelliklerimiz kararlarımızı şekillendirecektir. Karakterimiz, kalıtım, çevre, toplumsal şartlanma, ve geçmiş tecrübelerimizin bir toplamıdır. Hareket ettirici güdülerimiz ve psikolojik eğilimlerimiz, (ki bunlar aynı zamanda yetişme tarzımızın da bir ürünüdür) olaylara olan tepkimizi üreten kültürel değerlerle etkileşim içerisindedir.

Belirleyici görüşü kabul etmenin bir tehlikesi, geleceğimizi kendi istediğimiz şekilde kurma seçeneğimizi elimizden almasıdır. Geçmiş ile ilgili hiçbir şey yapılamaz diye düşünmeye alışkın olmamıza rağmen, - oturmuş ve sabitleşmiştir deriz – geleceğimizi planlayabilmek isteriz. Geleceğin bir bilinmeyen olduğunu düşünmek isteriz. Fakat eğer, determinizmin inandığı gibi, olması gereken olmalıysa, düşünmeliyiz ki gelecek, geçmiş kadar oturmuştur. Çünkü önkoşulları geçmişte oluşmuştur. O zaman ne özgürlük için yerimiz, ne de geleceğimizi yaratacak bir yeteneğimiz vardır. Oysa özgürlük manevra için yer ister. Bu kaderci tutum, geçmişi değiştiremediğimiz gibi, geleceği de değiştiremeyeceğimizi işaret eder. Bu da bizi pasif bir şekilde kabul etmeye, hareketsizliğe, ve umutsuzluğa iter. Kimsenin hür iradesi yoktur, kimse olayların yönünü değiştiremez, çünkü ne olacaksa olmalıdır. Gelecek, virajı göremesek de önümüzde uzanan önceden inşa edilmiş bir yol gibidir.

Eğer insan hayatında belirleyici yaklaşımı benimserse ve özgür olmadığına karar verirse, kendini hemen hemen iç ve dış zorlamalara mekanik olarak tepki gösteren bir robot olarak görmelidir.

Belirleyici görüşün tersini savunan görüş, (voluntarism), insanın özgür bir iradesi olduğunu söyleyerek insan hayatından daha fazla anlam çıkarır. Eylemlerimizin sistem tarafından etkilendiğini, ancak dış faktörler tarafından zorunlu kılınmadığını, ve kendi özgür seçimimizle yaptığımızdan, yaptığımız herşeyden sorumlu olduğumuzu savunmamız olasıdır. İç ve dış belirleyicilerin sınırlamalarının altında bile özgürce davranabilecek bir yer vardır. Kendimizi hayatta, “bütün verilenlerle”, çeşitli durumlarda buluruz, ancak hür irademizi bu şartlara nasıl tepki verebileceğimize göre uygularız. Seçmek özgürce olabilir.



İçsel Özgürlüğü Nasıl Elde Edebiliriz?

Bir eylemin özgürce yapıldığını söylediğimizde, eylemi yerine getiren kişinin eğer isteseydi daha farklı hareket edebileceğini söylemek isteriz. Eylemi yapanın elde edilebilir alternatiflerinin olduğunu, ve bunları dikkate almak için psikolojik yönden özgür olduğunu söylemek isteriz. İç özgürlük, zorlayıcı dış faktörlerin etkilerinden kaçabilme yeteneğidir. Bir kere bu faktörleri özenli bir kendini-çözümleme ile bulduğumuzda, hayatımızdan onların etkilerini çıkarabiliriz.

Belirleyicilik öğretisine göre, - seçim yapma olayını da içeren – her bir basit olay, o seçim için yeterli olacak diğer şartları meydana getiren diğer olayları izler. Diğer bir deyişle, doğrudan doğruya öncesinde bulunan durumlar ve koşullar verildiğinde, yapılmış olandan başka hiçbir seçim yapılamaz. Her durum, tamamiyle bir önce gelen duruma göre belirlenir. Belirleyicilik bunu sadece eylemlere değil aynı zamanda içsel kararlara da uyguladığından, aldığınız kararlar ve seçimleriniz, geçmiş faktörlerin kaçınılmaz sonucudur.

Kararlarınız ve hareketleriniz, sadece tesadüfi bir şans konusu değildir. Tabii ki geçmiş tecrübelerimizin ve öğrendiklerimizin de kararlarımız üzerinde bazı etkileri olmalıdır. Eğer seçenekler hiçbir yerden çıkmıyorsa ve hiçbir nedeni yoksa, o zaman özgürlüğün bir anlamı yoktur. Yine de kararlarınızın başkaları tarafından alınmadığını garanti etmeniz önemlidir. Kendi iradenizi kullanmalı ve kendi hayatınızın üreticisi olmalısınız.

Kendinizi belirli bir dünya durumunda bulduğunuzda, zihninizde alternatif hareket yönlerini tartar ve o duruma olan tepkinizin ne olacağına karar verirsiniz. Zihniniz her olası hareket yönüne açık olmalıdır. Her zaman bir seçenek vardır; en azından birşeyi yapmak ve yapmamak arasında. Ön yargılar, korku ve engellemeler nedeniyle herhangi bir olasılığı yok saymak yanlıştır. Bir kişi asla “Hiçbir seçeneğim yoktu” diyerek kendini temize çıkaramaz, çünkü her verilen durumda, tam bir olanaklar yelpazesi ve tepki vereceğiniz bir sürü yol vardır. Bunların bazıları çevrenin ve sistemin hoş görmediği, kabul etmediği yollar olabilir. Gerçek tepkiniz hayatınızın geri kalanını belirleyecektir. Tepkiniz bu nedenle, başkalarının değil, sizin hayatınızı yaratma sürecinizde kontrolü elinizde bulundurduğunuzun bir göstergesidir. Bundan başka, bu karar içinizde alınmıştır, bu bir kişisel faaliyettir ve tamamiyle sizin iradeniz tarafından yönetilmektedir.

Özgürlük kişinin kendisinin içinden kaynaklanan ve böylece mekanik nedenli kurallara tabi olmayan, bireysel iradenin kendiliğinden eylemlerini gösterir. İç özgürlük, kişinin hapsolmuş, zincirlenmiş hatta çarmıha bile gerilmiş olsa, hala içinde “özgür” olabileceğini işaret eder. Bu anlamda, fiziksel özgürlük muhakkak ki, gerçek özgürlüğü göstermez: Kişi, bilinçaltında aslında toplumsal taleplere ve beklentilere itaat ederken, normlara uyarken, ya da onay arayışındayken, istediklerini yaparken tamamen özgür olduğunu zannedebilir.

Özgür eylem bir başkasından ya da sizin kontrolünüzün ötesindeki olaylardan değil, sizden gelmelidir. Hayatınızı yaşamanın bir roman yazmak olduğunu düşünün. Siz yazarsınız ve biten ürün sizin eseriniz olacaktır. Çeşitli olasılıklar arasından seçerken, belirsizlikler arasından bir kesinlik yaratırsınız. Bu olasılık yakın geçmiş tarafından sınırlandırılmış olabilir. Ancak siz hala seçim yapabilirsiniz. Size öğretileni, dayatılanı ya da emredileni yapmak yerine, kendi hayatınızı kendiniz yaratabilirsiniz.
Erken Programlama Konusunda Ne Yapabiliriz?

Kişilik en derin köklerini bebeklik ve çocuklukta bulur. Bu dönemde edindiğimiz tecrübelerimizi sonsuza dek beynimize kaydeder ve orada saklarız. Bebekken ve çocukken bizi etkileyen ana-babalardan gelen mesajlar, içimizde kalır ve ileriki yaşlarda bile bizim davranışlarımızı etkilemeye devam edebilir. Açık seçik söylenmediğinde bile, hemen göze çarpmayan, dolaylı iddialar, yargılar, imalar bizi etkiler. Bir çocuk, bir tabula rasa olarak ana-babalarımızın değerlerini ve tutumlarını benimsemek ve hayatımız boyunca sanki onları bizimmiş gibi devam ettirmek çok kolaydır. Biz hayatlarımızın büyük bir bölümünü ailelerimizin ve yakın çevremizin bize öğrettikleri kurallara göre yaşıyoruz. Büyüklerimizin hareketlerini gözlemliyor ve taklit ediyoruz. Onların beklentilerine göre hareket ediyoruz. Sonunda çoğumuz onları tatmin eden, hayallerini gerçekleştiren aktörler haline geliyoruz.

Şimdi, yetişkinler olarak bu erken programlamayı yeniden değerlendirmeye ihtiyacımız var. Belli bir bölümü sağlıklı ve destekleyiciyken, belli bir bölümü de moral bozucu ve olumsuz olabilir. Bizim, olumsuz erken programlamanın nereye kadar kafa karışıklığı, mutsuzluk ve kişinin öz-saygısında eksikliğe neden olduğunu bulmamız gereklidir. Olumsuz erken programlamanın bize yaptığı etkiyi bir kez değerlendirdiğimizde, gerçek değerlerimizin ve yeteneklerimizin farkına varacağız. Bunun nedeni de, olumsuz mesajların yanıltıcı olması ve bizim kendimizi yanlış anlamamıza neden olmasıdır. Bu yanlış algılamayı düzeltmemiz ve çarpıtılmamış, nesnel tavırlara değer vermemiz gerekmektedir. Kendimizi, başkalarının değil de kendi bakış açımızla görmeyi öğrenmeliyiz.

Eğer içinizde tamamen hoşnut ve huzurlu değilseniz, istedikleriniz ve istemeyi öğretildikleriniz, veya olduğunuz ve başkalarının sizden olmanızı istediği arasında bir çelişme olabilir. Sizin yetişmenizde bir rolü olan her kişi, size kendi ideallerini ve beklentilerini öğretmiştir. Çocukken bütün bunları verilen doğrular olarak kabul etmek durumundasınızdır, çünkü bu insanlar sizin referans noktalarınızdır ve onlara bağlısınızdır. Çocuk kendi kendine zayıf, yetersiz ve savunmasızdır, hayatta kalmak için büyüklere ihtiyaç duyar. İçinde derinlerde bir yerde, ana-babasının ve ailesinin ona sağladığı destek, güvenlik ve sevgiyi kaybetmekten korkar. Bu nedenle, onların isteklerine itaat eder ve onları memnun etmeye çalışır. Onların değer yargılarını hisseder ve onların beklentilerine göre yaşamaya çalışır. Bu çaba çocukluğun ötesinde de devam edebilir; birçok kişi artık büyümüş insanlar olduklarında bile ana-babalarının desteğini ve onayını elde etmeye çalışabilirler.

Eğer biz ailemizin ve toplumun ürünleriysek, gerçek bireysel irademizi kullanmamıza imkan verecek özgürlüğü nasıl kazanabiliriz? Her insan yaşam tarzına, işine, kariyerine, ilgi alanlarına, ilişkilerine, ve hayattaki amacına ilişkin, bilinçli, bilgili ve özgür seçimler yapabilmelidir. Yetişkinler olarak biz hayatlarımızdan sorumlu olmalı ve kendi kararlarımızı almalıyız. Erken programlamanın seçimlerimiz ile çatışmasına izin vermemeliyiz. Başkalarının bizim için karar vermesine izin vermemeliyiz.

Ailenin ve toplumsallaşmanın etkilerini ne inkar edebiliriz, ne de onlardan kaçabiliriz, ancak kendimizi onların sınırlayıcı gücünden kurtarmak için öncelikle kabul etmeliyiz ki, onlar artık bizim bir parçamızdır. Dış faktörlerin hayatımızı şekillendirmedeki gücünü anlamalı ve bu gerçeği kabullenmeliyiz. Geçmişte öğrendiğimiz ve yaşadığımız herşey şimdi bizim bir parçamızdır. Her birimizin içinde bir “ana-baba” , bir “çocuk” , ve bir “yetişkin” vardır. Hangisi en hakim olursa olsun onların hepsi de hareketlerimizi belirlememize katkıda bulunurlar. Son çözümlemede, bu bizim içimizde hayat seçimlerimizi ve tepkilerimizi açıklayan birşeydir. Her insan iç ve dış güçlerin eşsiz bir birleşimidir. Hayatın erken safhalarında, dış faktörler daha güçlü olabilir, ancak çocukluktan olgunluğa geçtiğimizde, özgürce hareket eden gerçek özümüzün oynadığı rol çok daha büyük olacaktır.


Kendi Olmak

Sürekli öğrenir, değişir, büyürsünüz. Artık yirmi yıl önceki, ya da yirmi saat önceki insan değilsinizdir. Zamanın her noktasında geçmiş yaşananları da içine alarak, her tecrübenizden sonra, artık yeni bir insansınızdır. Bebeklik, çocukluk ve ergenlikteki erken programlamanın ve toplumsallaşmanın etkilerini geride bırakır, hayatınız ile ilgili daha güçlü bir kontrolü elinize alarak yetişkinliğe doğru ilerlersiniz.

İngilizcede “Tekrar eve gidemezsin” derler, çünkü önceki tecrübelerinizi içinizde toplayarak, her seferinde bir başka siz olursunuz. Büyümek beraberinde geçmişten bir özgürlük getirir, çünkü o, hayatınızı anlaşılır ve anlamlı bir hale getirerek süregelen tecrübelerinizin birikmiş bir etkisidir. Geçmiş tecrübelerimiz yeni olayların üzerine ışık tutar ve onları anlayıp değerlendirmemize yardım eder. Yaşanmış zaman, yaşanacak zaman kadar değerlidir. Geçmiş tecrübeleriniz, size hayatınızı yaratmak için gerekli olan anlayış ve bilgeliği bağışlayacaktır. Fiziksel ve zihinsel özellikler, sistemsel öğretiler, ve geçmiş kararların empoze ettiği tüm sınırlamalara rağmen, kendinizi ve hayatınızı yeniden yaratmakta özgür olabiirsiniz.

Kendinizi yaratma yeteneğine sahipsiniz, çünkü kişiliğiniz size önceden verilmez. Belli yatkınlıklarla doğmamıza ve sayısız dış faktörün etkisi altında yetişmemize rağmen, “önceden belirlenmiş” bir siz yoksunuz. Siz kendinizi karar verme eylemi ile yaratırsınız. Seçimlerinizle kendinizi yaratma süreci içerisindesinizdir. Gelecek yaşamınız sizin tarafınızdan yaratılmayı beklemektedir. Özgür seçimler yaparak aynı zamanda bundan başka yapacağınız seçimleri, elde edeceğiniz olanakları yaratacaksınız.

Kendi kararlarımızın, karakterimizin, yaşamlarımızın, kendimizin yaratıcısıyız. Kendini bilmek, böylece sadece hayatlarımız üzerindeki gizli etkileri açığa çıkarmak demek değil, aynı zamanda geleceğimizi de şekillendirmemiz için gereken potansiyeli bilmektir.


Yüklə 280,33 Kb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin