77- Bu, senden önce gönderdiğimiz elçilerimiz için geçerli kıldığımız yasamızdır. Bizim yasamızda hiçbir değişiklik bulamazsın.
78- Güneşin batıya yönelmesinden, gecenin karanlığına kadar namaz kıl ve sabah namazını(*) da kıl. Çünkü sabah namazında herkes şahit olur.(**)
79- Gecenin bir kısmında, kendine bir ganimet olarak, Kur’an ve namaz için uykuyu bırak! Yakında Rabbin seni Makam-ı Mahmud’a (en üstün makama) gönderecektir.
80- Ve de ki: “Ey Rabbim! Beni iyi bir şekilde koy ve iyi bir şekilde çıkart, kendi katından da bana yardım edecek güçlü bir delil ver.”
81- Ve de ki: “Hak geldi, batıl ezildi. Çünkü batıl, ezilmeye mahkumdur.”
82- Ve Biz, Kur’an’dan müminler için rahmet ve şifa olan şeyleri indiriyoruz. Halbuki bu Kur’an, zalimler için zarardan başka birşey arttırmıyor.
[En büyük zulüm; insanın, verilen nimetleri görmeyip şükürsüzlük ile onları çiğnemesidir.]
83- İnsana bir nimet verdiğimiz zaman, yüz çevirip kendine doğru çeker. Ona bir şer dokunduğu zaman ise büsbütün ümitsiz olur.
[Bu davranışın sebebi, insanın kendini yeterli görmesi ve kâinatın merkezi olduğunu, en doğru yolda bulunduğunu düşünmesidir.]
84- De ki: “Herkes kendi mizac ve meşrebine göre çalışır. İşte sizi yaratan Rabbiniz, kimin daha doğru bir yolda olduğunu en iyi bilendir.
85- Senden ruhu(***) soruyorlar. De ki: “Ruh, Rabbimin emrindendir. Ve size ancak az bir bilgi verilmiştir.
86- Eğer istesek, sana vahyettiğimizi (silip) gideririz. Sonra, Bize karşı senin için onu koruyacak hiçbir sahip bulamazsın.
87- Fakat Rabbinin sana olan rahmeti olarak (bunları bırakıyoruz.) Çünkü Rabbinin sana olan ikram ve ihsanı çok büyüktür.
88- De ki: “Eğer bu Kur’an’ın bir benzerini getirebilmek için bütün insanlar ve cinler birleşse, onun eşini getiremezler. Birbirlerine yardımcı da olsalar...
89- Andolsun! Biz bu Kur’an’da her örneği tekrar tekrar açıkladık. Yine de insanların çoğu, inkârcılıktan başka bir yolu kabul etmediler.
90- Ve dediler ki: “Sen yerden bize bir kaynak fışkırtmadıkça, biz sana inanmayacağız.
91- Veya hurma ve üzüm bağların olup aralarında nehirler akıtmadıkça,
92- Veya iddia ettiğin gibi göğü başımıza parça parça düşürmedikçe veya Allah ve melekleri gözümüzün önüne getirmedikçe,
93- Veya altın ve mücevherattan bir evin olmadıkça veya sen göğe yükselmedikçe, biz sana inanmayız. Ki bize okuyabileceğimiz bir kitap (yazılı olarak) gökten inmedikçe, senin göğe çıktığına da inanmayız.” De ki: “Rabbimi (böyle davranacağından) tenzih ederim. Ben insan olan bir peygamberden başka birşey değilim. (Allah değilim ki, sizin bu dediklerinizi yapayım. Allah ortak edinmekten çok yücedir.)”
94- Hidayet mesajı insanlara geldiği zaman, “Allah insanlardan elçi mi gönderir?” demelerinden başka hiçbir şey, onların inanmalarına engel olmadı.
95- De ki: “Eğer yeryüzünde yerleşmiş, dolaşan melekler olsaydı, gökten onlara elçi bir melek gönderirdik.”
96- De ki: “Benim ile sizin aranızda şahit olarak Allah yeter. Şüphesiz O, kullarını çok iyi gören ve onlardan çok iyi haberdar olandır.”
97- Allah kime yol gösterirse, işte doğru yolda olan O’dur. Kimi de saptırırsa, Allah’a karşı ona sahip çıkacak hiç kimseyi bulamazsın. Biz, kıyamet günü onları yüzükoyun, körler, dilsizler ve sağırlar olarak toplayacağız. Onların sığınakları Cehennemdir. Sönmeye yüz tuttukça, ateşini arttırırız.
98- Bu, onlar için (hak olan) bir cezadır. Çünkü onlar ayetlerimizi inkâr ettiler. Ve: “Biz kemikler ve toz toprak olduğumuz zaman mı yeni bir şekilde dirileceğiz?” dediler. (Yani, Allah’ı ve ahireti inkâr ettiler.)
99- Görmediler mi? Gökleri ve yeri yaratan Allah, kendilerinin benzerini de yaratmaya kadirdir. Ve hiç şüphe götürmeyen bir eceli, onlar için takdir etmiştir. Fakat zalimler, inkârdan başka hiçbir şeyi kabul etmediler.
100- De ki: “Eğer Rabbimin rahmetinin hazinelerine siz sahip olsaydınız, harcanır korkusuyla yine de cimrice davranacaktınız. Çünkü insanoğlunun eli pek sıkıdır.
70-100- İşte insanlığın çıkabileceği en yüce zirve şu yüce değerleri bilip gereğini yapmasıdır: Vahyin hakikatı, gayb âlemini idrak, sorumlu olduğunu bilmek, ruhun mahiyeti, sabrın meziyeti, haşrin hakikatı, Tevhidin etkinliği, somut mucizelerden ziyade ilmî ve manevî mucizelerin etkinliği, Kur’an’ın ilmî, ebedî ve manevî mucizeliği, zamanın ve ömrün faniliği, beka ve ebediyet...
İşte Hz. Peygamber, Miracda başta namaz, tevhid ve haşir olmak üzere bütün bu hakikatların özünü gördü, yaşadı, ümmetine getirdi. İşte en büyük nimet, fazilet ve keramet bu değerlerdir.
Yukarıda anlatılan hakikatlerin herbirisi, birkaç ayette mucizeli bir şekilde ifade edilmiştir. Hz. Peygamberin şahsında pratize edilmiş, avama dahi gösterilmiştir. Bu da Kur’anın manevî bir mucizesidir. Ki o bedevi Arapların ilkel maddî zihinlerini, bu ulvi manevî mucizeli meselelere yükseltmiştir. Fakat imtihan sırrı için yine de insanların çoğu, öyle güzel bir anlatım ve üslubla gösterilen gerçekleri göremediler. Somut açıklamayı aşamadılar. İlle de gökten elle tutulan bir mucize gelmesini istediler. Veya Peygamberi anormal bir hal üzere algılamak istediler.
Halbuki başta Hz. Muhammed olmak üzere, bütün peygamberler ve büyük insanlar, dünyanın imtihan ve gelişme için olduğunu, ahireti meyve verdiğini bilmişler, görmüşler, ona göre yaşamışlar, fanîliği idrak etmişler; namazlar, teheccüdlerle, dualarla hayatlarını devam ettirmişlerdir. Evet imtihan için bazen mağlup olmuşlar, hasta olmuşlar bazen yanlış şeylere de girebilmişlerdir; fakat sonuçta Hak üstün gelmiş, Allah, onları korumuştur ve bâtıl, boş şeyler kaybolup gitmiştir. Çünkü bâtılın kâinatın temel yapısı içinde sağlam bir yeri ve değeri yoktur.
Evet, Kur’an bazılarına mucize ve şifa iken, bazılarına (zalimlere) da hasar ve zarar olmuştur. Çünkü onlar nimete hakaret ettiler, fıtratlarını bozdular, herşeyin Allah’tan olduğunu, O’nun emri ve ruhu ile gerçekleştiğini anlamadılar, Kur’an’ın manevî, ulvî mucizelerini göremediler, ille de hayalî, maddî somut bir şeyler beklediler. Fakat onlar, somutu aşamadıklarından onlara böyle mucizeler gösterilse dahi, yine inkâr ederler. Çünkü insanlığın değerini, en üstün mertebe oluşunu bilmiyorlar. Evet onlar insanlığı ve ebedîyeti anlamadılar, onu idrak etmediler, çünkü rızık ve somut geçim sıkıntıları içinde boğulmuşlardı. Duyuları hep tahribe uğramıştı...
101- Andolsun! Biz Musa’ya apaçık dokuz mucize verdik. Onlara gittiği zaman, İsrailoğullarını onlardan istedi.(*) Firavun ona: “Ey Musa! Ben seni büyülenmiş bir adam olarak görüyorum” dedi.
102- Musa: “Andolsun! Sen bunları açık ayet ve mucizeler olarak göklerin ve yerin Rabbinden başkasının indirmediğini biliyorsun! Ben de seni helakette görüyorum,” dedi.
103- Firavun onları memleketten söküp atmak istedi. Biz ise, onu ve onunla beraber olanları, hepsini suda boğduk.
104- Ondan sonra İsrailoğullarına: “Yeryüzüne yerleşin, ikinci va’dimiz gelince, hepinizi bir yerde toplarız” dedik.
101-104- Halbuki Kur’an seviyesinde ve genişliğinde olmasa da insanlığı bu bataklıktan ve düşüşten kurtarmak üzere bu değerler, eski tarihlerde de başta Hz. Musa ile, maddî mucizelerle ve 104 suhuf ve kitap ile anlatılmış, yerleştirilmiştir; insanlığı vahşetten, tabiat şartları altında ezilmekten, dağınıklıktan kurtarmıştır. İnsanlığı manevî ve maddî yükselişe geçirmiştir.
Bu vahiy değerleriyle kalkınma ve yükselme olmayınca, Allah Firavun gibi negatif güçlerle yine bu yolculuğu devam ettirmiştir. Evet Allah, musibetleri ve şerleri, hastalıkları yine o mukadder olan yükselişe bir altyapı olsun diye veriyor.
105- Biz bu Kur’an’ı hak ve hakikat ile dolu olarak indirdik. (İçinde hiçbir yanlış şey yoktur.) Ve hak bir şekilde indi. (Hiçbir şeytanî sorun içine karışmadı.) Seni de ancak uyarıcı ve müjdeleyici olarak gönderdik. (Hakikatleri korumaktan ancak Biz sorumluyuz.)
106- Kur’an’ı insanlara ağır ağır okuman için, onu bölümlere ayırdık ve (ihtiyaca göre) onu parça parça olarak indirdik.(*)
107- De ki: “İster inanın, ister inanmayın, ondan önce kendilerine ilim verilenlere bu Kur’an okunduğu zaman, derhal yüzüstü secdeye kapanırlar.”
108- Ve: “Rabbimizi acizlikten, kusurlardan tenzih ederiz. Onun verdiği söz, mutlaka gerçekleşir.” derler. (Allah’ın sözünde durmaması, —haşa— onun acizliğini ve kusurlu olduğunu gerektirir ki; O, böyle bir şeyden çok münezzehtir.)
109- Ağlayarak yüzüstü yere kapanırlar. Kur’an okumak, onlarda huşu ve huzur arttırır.
110- De ki: “İster Allah diye çağırın, ister Rahman. Hangisiyle dua ederseniz, işte bütün güzel isimler O’nundur. Namazında okuduklarını tam sesli okuma, tam sessiz de kalma. İkisinin arasında bir yol tut.”
111- Ve: “Bütün hamd ve nimetler, O Allah’a mahsustur ki hiç evlat edinmemiştir. Onun idaresinde hiç ortağı olmamıştır ve ihtiyaçtan dolayı hiçbir dost edinmemiştir” de. Ve O’nun büyüklüğünü, yüceliğini ilan et.
105-111- İşte insanlığı bu şekilde manen miraca çıkartan bu evrensel vahy hakikatlerini hak ve doğru bir şekilde (yani içlerine hiçbir şeytanî unsur karışmadan) indirdik. Ve o vahy mesajları maddî ve pratik olarak toplumların hayatları içinde yeşerdi, maddî olarak da hak ve doğru olarak indi. İnsanlığa ilahî bir lütuf ve nimet oldu.
Evet, senin gibi beşer peygamberler, ancak müjdeleyici ve uyarıcıdırlar. Yani, bu vahy hakikatlerinin tebliğcileridirler. Onlar, nefislerinden bu ilahî, nimete bir şey, bir karışıklık katmazlar. Evet, vahy beşerî bir felsefe ürünü gibi değildir. O tamamıyla ilahî gaybî bir fazıl ve nimettir.
106- Ve biz bu evrensel vahyi, bölümlere ve surelere ayrılmış bir Kur’an (okunan bir nesne) olarak indirdik. Ki sen, onu insanlara yavaş yavaş okuyasın. (Çünkü, insanlar, somut algılayışı aşamadıklarından, böyle sonsuz ilmî bir mucizeyi birden hazmedemezler.) İşte yine bu hikmet için, Biz bunu 23 senede peyderpey indirdik.
107- Vahyden aldığın bir mesaj ve bilgi ile (1) de ki: Böyle ilmî bir mucizeye ister inanın, ister inanmayın... Çünkü bundan önce kendilerine ilim verilenlere okunduğunda sonsuz güç sahibi olan Allah’a secde etmek için yere kapanırlar. (Yani onda Allah inancını net ve güçlü bir şekilde görürler.)
108- Ve “Ey Rabbimiz, Seni tenzih ederiz, Senin ahiret va’din gerçekten gerçekleşecektir,” derler. (Yani, o Kur’an’da ahiret inancını da net ve güçlü olarak görüyolar.)
109- Dünya hayatının sıkıntılı, katı yapısı içinde, onun feyziyle yumuşar, ağlarlar, engin huzurlu bir hayat içine girerler. Demek Kur’an’da bu temel değerler güçlü bir şekilde var olduğundan kesinkes denilebilir ki, o saf bir vahydir.
110- Vahy diliyle de ki; ister Allah diyerek, ister Rahman diyerek O’na dua edin. Yani, Allah’ı ister soyut olarak, ister somut olarak, hangi şekilde algılarsanız algılayın, bilin ki, bütün güzel (mükemmel, kıvam değerdeki), isimler O’na hastır. O, soyuttan da, somuttan da yüce bir varlıktır. İşte onun için sen, namaz ve sosyal değerleri, ne tam açıkça yap, ne de tam gizli. Bu ikisinin ortasında bir yol ara. Bu orta yol sırat-ı müstakim olduğu için seni tevhid zirvesine çıkaracak, soyutun da, somutun da bir yerde birleştiğini göreceksin.
111- İşte bu Miracdaki zirvede aldığın vahy dili ile de ki: Bütün nimetler, kemalat ve değerler, kâinatla münasebeti doğurganlık şeklinde olmayan O Allah’a mahsustur. Çünkü O sonsuzdur, ortağı ve bölünmüşlüğü yoktur, eksiği ve ihtiyacı yoktur. O, bütün mükemmelliklere sahiptir. Bunu böyle bil ve tekbir getir.
Tekbir, Allah’ın sonsuz büyüklüğünü, aşkınlığını; yani hem kutsallığını, hem kemâlatını bildirmek demektir. Yani, hem hamddir, hem tesbihtir. Bütün düşüncelerin orta yoludur ve manevî miracın zirvesidir. Herşeyin her an Allah’tan geldiğini bilmektir. Kavlî ve fiilî bir tevhiddir....O tevhit sayesinde, insanın çelişkili fani âlemden ebedî birlik âlemine geçişidir.
Bir not: İslâmî değerler, evrensel olduklarından, hem ferdî, hem sosyal, hem ruhî, hem bedenî yönleri vardır. Ve bu, tevhid hakikatinin bir gereğidir.
İşte Mirac da, Hz. Peygamberin hem bedenî, hem ruhî bir yükselişi olduğu gibi, toplum ve insanlığın da hem ruhî, hem sosyal kalkınmasının ve gelişmesinin ifadesidir.
Hz. Peygamber bütün insanlığı temsilen, maddî ve ruhî âlemlerden gezdirilmiş, peygamberlerle görüştürülmüş, en zirvede Allah’ın engin, ebedî nimetlerini görmüş ve o ebedî nimetlerin müjdesini insanlığa hediye olarak getirmiştir.
“ Kur’an ve Kur’an kıssaları, sadece bir zamana bakmazlar. Zamanlarüstü ve evrenseldirler. Ayrıca geçmişten ve târihî olaylardan ziyade geleceği anlatırlar ve müminler için bir gelecek inşa ederler. İşte bu büyük hakikatin üç büyük delili:
2.000 mucizeleriyle Yûsuf, Kehf ve Lokman Sûreleri: ”
“ Kemalât, Sonsuz Bilinç, Ebedîlik, Ashâb-ı Kehf, Âdem, Mûsa, Mehdi, Deccal, Hızır, Zü’l-Karneyn, Ye’cüc-Me’cüc, yasa ve devlet gibi onlarca kavramın gerçeği ve görünen gerçeklikleri... ”
بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمنِ الرَّحِيمِ
Kehf Sûresi
(Mekke’de nâzil olmuştur. )
18. Sûre, 110 âyet
Bir giriş
1.400 yıllık tefsir geleneğinin en tartışmasız ve geçerli kuralı, Kur’anın nazmı, dizilişi ve sûrenin mana bütünlüğüdür. İşte eğer bir sûrede gerçek bir şekilde ana konunun bütünlüğü bilinse ve dizilen değişik âyetlerin, cümlelerin, kelimelerin o ana konu ile bağlantısı görünse, net bir şekilde Kur’anın mucize olduğu, sonsuz bir ilimden gelen vahiy olarak ortada bulunduğu anlaşılır. Ayrıca bu bütünlük Kur’anın mana katmanları içine hurâfelerin girmesini de önler. Âdeta mucizelik parıltıları, o şüpheli ve vesvese veren, şüphe üreten fuzûlî hurâfeleri kovar. Vahiy gerçeği, semâvî, arı ve duru olarak görünür.
İşte bu sûrenin de ana konusu; fizik-metafizik, bireysel ve sosyal ve daha onlarca bilinç ve evrensel şuûru işlemek olduğu açıkça gözüküyor. Onun için sûrenin tefsirine girmeden önce Bilinç hakkında kısa bir giriş yazmamız gerekiyor; şöyle ki:
Sûre, “El-hamdulillah” kelimesiyle başlar, vahyi ve vahyin işleviyle ilgili tesirini anlatarak devam eder. Ayrıca başta Fâtihâ sûresi olmak üzere dört sûre daha “El-hamdülillah” ile başlar.
Fakat arada yani bizim ile Kur’an arasında uzun bir zaman geçtiğinden ve epey zamandır Kur’anın dizilişine dikkat edilmediğinden, biz o günkü dili tam bilmiyoruz. İşte bu günkü ifade ile “kemalât, mükemmellikler, güzellikler, nimetler ve bilinçli şuûr kavramları” o gün Asr-ı Saadette “El-hamdülillah” ile ifade edilirdi. Yani ne varlığın tümünde, ne yaradılışta, ne dünya hayatında, ne ikinci yaradılışta, ne de âhiret hayatında asla bir kusur, bir çirkinlik, bir yanlışlık, bir bilinçsizlik yoktur. Her şey çok güzel ve çok mükemmeldir... Eğer insanoğlu acele etmeyip sabretse, filmin sonunu bekleyebilse...
Fâtihâ sûresi, Kur’anın geneline, varlığın tümüne bakar. “El-hamdülillah” ile başlayan En’am sûresi ise, 1. yaradılışa bakar. Bu Kehf sûresi ise 1. yaradılış sonucu olan dünya hayatına ve mâhiyetine bakar. Sebe sûresi, 2. dirilişe, Fâtır sûresi de, Âhiret hayatına bakar. Veya Fâtır sûresi, 2. dirilişe, Sebe sûresi ise Âhirete bakar.
Başta Bediüzzaman ve diğer bir çok büyük müfessir, bu sûre dizaynını ve başlarındaki El-hamdülillah olan bu kelimenin seçilmesinin hikmetini dile getirmişlerdir.
Şimdi sadede geçiyoruz:
Evet, Varlık ister monistik olarak, ister diyalektik olarak; alâküllihâl tartışmasız bir büyük nimettir. Niye var, diye sorguya çekilmez. Ayrıca eğer, vahiy gerçeği o bedenin rûhu, şuûru, bilinci, yazılımı olsa; artık o varlıktan daha büyük ve sonsuz bir saadet tahayyül edilemez. İnsanoğlu bu ruh ile, bütün geçmiş ve geleceğiyle kâinata ve bilinç cennetlerine sahip olur.
Ve ince bir işâret olarak sûre, nicelik yönüyle dahi bu sonsuz ve derin bilince işaret eder. Çünkü tasavvûfî literatürlerden anlaşıldığı gibi, 8, 18 ve 28 sayıları, velâyete, metafizik ve çağlarüstü bilince bakar.
Sûrenin ismi ise “Kehf” tir. Bu kelimenin sayısal değeri 105’ tir. Sûre ise kelimeleriyle 110 âyettir. Kehf, derin, gizli mağaramsı bilinç dehlizleri demektir. Sûre bu boyutuyla diyor ki; dünyadaki lafzî ve açık bilinç, gizli ve metafizik bilince göre ancak % 5’ tir.
Dünyevî zâhirî bilinç dahi, en az ihtimal ile yine yarısı gizli ve metafizik bilinçtir. Bu niceliksel ve sayısal nükteyi, 0-1 sistemine veya 10’luk sisteme göre, söylüyoruz. Halbuki, farklı sibernetik etkileşim sistemleriyle bakılsa, daha binler, belki milyonlar bilinç boyutları gözükecektir.
Bilinç, Türkçe’de bilginin mübalağa şeklidir. Arapça’sı, şuûrdur. Şuûr, etimolojik olarak kıl gibi ufak belirtiyi dahi algılayan, onu sisteme bağlayan, onu var kabul eden bilgi şeklidir. Arapça’daki “ilim” ise alem (bayrak) gibi açık ve tartışmasız bilgiler için kullanılır. “Hubr” ve “Haber” kelimeleri ise, ustalık tarzındaki aktif ve fiilî bilgiye denir.
Bu sûre 1100 kelimesiyle bilincin binler yönüne baktığı gibi; ana konuları ile dahi binler yasayı, sosyal prensibi ve bilinç seviyelerini nazara vererek, âdeta kâinata, varlığa, olaylara şeffaf bir elbise giydirir. Onların altındaki mana ve ilim katmanlarını insana hediye eder; onu yanılmalardan, yanıltmalardan kurtarır.
Hatta sahih hadiste var ki “Kim Cuma günleri bu sûreyi okursa; Deccal fitnesinden kurtulur.” Yani dünya hayatının özünü, mâhiyetini anlar, aldatmalardan kurtulur. Cuma günü ise, dünya hayatının, sosyal aktivitelerinin en yoğun olduğu gün demektir. Deccal, insanları, dünya hayatı ile, sosyal bağlarla kandırır, onlara cenneti vaad ederken, cehenneme sebep olur. İşte eğer bu sûrenin bilinci insanda oluşursa, en kritik günlerde dahi deccallıklardan kurtulur.
Ve sûrede geçen “Hızır”, “Zü’l-Karneyn”, “Mûsa”, “Âdem” gibi kahramanlar da, sosyal küllî (evrensel) birer yasa ve kanundurlar. Açıkça ve çağlarüstünde sonsuz sosyal; fizik ve metafizik âlemlerle ilgili bilinçli yasaları anlatır, bildirir, insanı onlarla gerçek insan yapar, ebediyete ve Hızır gibi ölümsüzlüğe mazhar eder.
Başta Jung olmak üzere; birçok sûfi ve psikolog, Hızır hakikatini dile getiren bu sûrenin sonsuz ebedî bir bilinci temsil ettiğini söylemişlerdir. Hatta halk arasında yeryüzünün dağlarının, nehirlerinin, ekolojik dengesinin bu bilinç ile yapıldığını işittiğimde, bunun efsane olduğunu sanmıştım. Fakat sonra coğrafya ve ekoloji ile ilgili yüze yakın belgeseli seyredince o meselenin gerçek olduğunu, gözümle gördüm. O avamî anlatımın bu gibi sonsuz bilinci ifade için yetersiz olduğunu anladım.
Zü’l-Karneyn’in de, madde ile manayı, Doğu ile Batı’yı, dünya ile âhireti, siyaset ile dini birleştiren sonsuz bir sosyal yasa ve bilinç olduğunu anladım. Ve tarihte, değil sadece bir kere, belki binler kere gerçekleştiğini bildim. Küllî, evrensel ve bugünde dahi geçerli olan büyük bir kurtarıcı kavram olduğunu gördüm. Zaten, Zü’l-Karneyn kelimesi, iki boynuz, iki kuvvet, iki taraf sahibi peygamber gibi zât ve bilinç ve benlik olduğu açıktır.
İşte böyle evrensel, ilmî ve sonsuz derecede güzel ve güçlü olan bir gerçeği anlamayıp hayâlî, ve sünnetullaha aykırı ve zorlama bir şekilde onu dünyadan alıp, sonsuz denilecek kadar bizden uzak olan uzayda olduğunu söylemek, varlığı, ontolojiyi, sosyal hayatı bilmemektir. Binlerce veli ve âlim müfessirin görüşünü hiçe saymaktır.
Mesela, anlatıldığı kadarıyla, tahayyül edilen o uzay bölgeleri, bizden, 4000 ile 50000 ışık yılı uzaklıkta... Zü’l-Karneyn’i 8000 sene önce yaşayan “Uhnuh” ile karıştırmak; bir manasıyla 2500 sene önce, diğer manası ile 4500 sene önce yaşayan “Zü’l-Karneyn” gerçeğini, hayattan, tarihten koparmak; konuyu magazinleştirmek; ilme vurulmuş çok câhilce ve bilinçsizce bir darbedir. Zü’l-Karneyn’in tokmağını hak ettirir.
Evet, insanoğlu bugün başarılı bir şekilde genetik yapının tahlilini yapar gibi, 8000 sene önce yıldızlararası mânevî etkileşimleri ve bilgileri biliyordu. İslam literatüründe “Ehnuh” (Nûh’un kardeşi) denilen bu Zât’a “İdris” denilir. Tevrat’ta Uhnuh denilir. Yunan ve Mısırlılar ona “Hermes” derler. Fakat bu gerçek, yani bu mânevî ilim, göğe kaldırılmıştır. (Yani insanlar arasından çekilip metafiziğe kaldırılmıştır.) Zaten İdris, Arapça, çokça derin âlim demektir. Bir de Şit (Şiz, Şaz) var. Olağanüstü yeteneklere sahip veli bir nesil demektir. İdris’in âlim bir nesil demek olduğu gibi...
Evet, Kur’anda (4, 163; 42, 15) kat’iyyen sâbittir ki; din manasındaki vahiy, Nuh ile başlamıştır. Ve bu vahiy İbrahim ile zirveye ulaşmıştır. Nuh’tan önce başta Sümerler olmak üzere biri bilimsel, diğeri de mânevî yeteneklere sahip iki çeşit insan yeryüzünde yaşamıştır. Ki bunlardan birisine İdris (Eh Nuh), diğerine Şit (Harikalar Adamı) denilmiştir. (Bu konunun izahı için Mircea Eliade’nin “Mitlerin Özellikleri” adlı kitabına bakınız.) Evet, bilim ve velâyet, dinin (Nûh’un, İslâm’ın) iki kardeşidirler. Belki de amcası veya dedesidirler.
Fakat bu Kehf sûresi, tam ve evrensel ve diyalektik sürece uygun olarak dünya hayatındaki bilinci anlattığından; bu sûrede “İdris”, “Şit”, “Nuh” geçmiyor. Muhammed, Âdem, Mûsa, Hızır, Ashâb-ı Kehf ve Zü’l-Karneyn geçiyor.
“Muhammed”, tam ve eksiksiz denge ve bilinç misâli...
“Âdem”, insanlığın, dil, din ve kültürel bütün boyutları ve bilinç katmanları...
“Hızır”, açık ve kapalı bütün bilinç çeşitleri...
“Ashâb-ı Kehf ” ise gizli bilinç ve bilinçaltı gerçekleri...
“Zü’l-Karneyn”, sosyal bilincin bütün versiyonları demektir... Onun diyalektiği ise, vahşet ve medeniyet, inanç ve küfür, zulüm ve adâlet şeklinde tecelli etmiştir.
“Mûsa” ise; yasa, şeriat, mahkeme, ve dünya hayatının görünen gerçekleri ve kutsal yasası... Ki sûrede onun iki temel özelliğine işaret edilmiştir:
a) İsyan etmemek,
b) Sabredebilmek.
Gerçekten bu iki değer ile yasa, gerçekten yasa olur. Hızır’ı geçer. Fakat eğer sabretmeyip isyan olursa, Hızır (olağanüstü emir ve bilinç) devreye girer. Ondan önce gelir.
Dünya hayatı, sûrenin genelinde su ve toprak ile ifade edilmiştir. Metafizik âlem “Kaya” ile ifade edilmiştir. Yani eğer insanoğlu dünyayı işletebilirse metafizik âlemden daha çok gelir elde eder. Fakat dünya geçicidir. Kaya ise ebedîliği ve değişmezliği temsil eder. Dünya hayatı ve üst bilinç zâhiren üstün de görünse, asıl güç ve asıl varlık bilinçaltında ve bilinç mağaralarında saklıdır. Onun için balık gibi ilkel türler, Mûsa ve Mûsa’yı uygulamaya koyan Yuşâ’dan daha bilinçli; Ashâb-ı Kehf’in uyku halleri, uyanıklık hallerinden daha güçlü gözüküyor.
İnsanda dahi, bilinçaltı veya bilinçdışına göre üst kortex oranı en iyi ihtimalle onda birdir. Sûre bu dizaynı ile “Sakın dünyanın zâhiri ve dışı, sizi kandırmasın! Dengeden saptırmasın! Bölücü ve bilinci tahrip eden şirke sokmasın! ”
Dünya diğer dört hayat safhalarını da kurtaran, kazandıran, kısa fakat çok değerli bir imtihan meydanıdır. Bilincimiz yetmese de, bu gibi sûrelerin anlattığı derin dehlizlere girelim, çürümekten, dağılmaktan, bilincimizin yitirilmesinden kurtulalım.
Sakın “Bu sûrenin anlattığı şeylerin rengi yeşildir, biz ise yeşili sevmiyoruz” demeyin! Yeşil renk, evrensel ve ekolojik dilde, mutluluk, bilinç, nimet, gıda, ve ebedîlik sembolüdür. Bu yeşil, plastik yeşiller gibi bir yeşil değildir. Bildiğiniz renkler değildir. Mavi ile yeşilin (bilinç ile hayatın) bir karışımıdır. Medeniyetin, varlığın, ebediyetin bir ifadesidir.
İşte Besmele ve Besmele’nin anlattığı sonsuz bilinç ile sûreye geçiyoruz.
Besmele için 14. Lem’anın 2. Makàmı’na bakınız.
Dostları ilə paylaş: |