19- “İşte bu denge ve diyalektik yapı ile Biz onları dirilttik. Ki, aralarında soruşsunlar. Onlardan bir sözcü dedi ki, ‘(Mağarada) ne kadar kaldınız?’ Dediler: ‘Bir veya yarım gün!..’ Halk, ‘Rabbiniz (sizi terbiye eden Sahibiniz) sizin ne kadar kaldığınızı daha iyi biliyor. Birinizi bu gümüşten para varakıyla şehre gönderin. Baksın, hangisinin yemeği daha temizdir, diye! Ondan size bir rızık getirsin, nâzik davransın ve sizi kimseye bildirmesin!”
Mûcizelerle dolu bu 19. âyetin bütün sırlarını bilmek gerçekten beni aşıyor. Yine de bir kaç nükteye işaret etsek iyi olur:
a) Türkler, İslam ile ebedî hayatın tadına varınca, 19. asra kadar uyudular.
b) Bir açıdan bir gün, (1000 sene) bir açıdan yarım gün (500 sene) uyudular. 19. asra kadar Arap ve İslam bilincini yaşadılar. Paraları, akçe ( gümüş ) idi.
c) Dünya hayatının 1000 sene veya 500 senesi de, sonsuzluk bilinci içinde 1 veya yarım gün gibi gelir.
d) Sahâbe asrından, havârilerin çağlarından, Osmanlı’nın ekonomisinden başka dönemlerde gerçekten helal, temiz rızık çok zor bulunmuş.
e) Demek, Müslümanlar, böyle kritik dönemlerde, helal rızık, nezâket ve dünyaya dalmama ve kimseyi rahatsız etmemek ile yükümlüdürler.
20- “İşte bu halk, sizin varlığınızın ve halinizin farkına varırlarsa,80 ya sizi recm ederler. (Size savaş açarlar.) Veya sizi kendi milletlerine (hayat biçimlerine) döndürürler. Ve böyle bir durumda siz asla iflah olmazsınız.”
Bu Âyetin 5 Nüktesi:
Ruhanî ve uhrevî olan Hıristiyanlık ve Ashâb-ı Kehf bilinci 19. ve 20. asırda materyalizm darbesiyle bölündü. Ve asla artık iflah olmadılar.
Osmanlı 19. ve 20. asırda uyandı. Dirilişe geçti. Fakat Roma’nın devamı olan Avrupa onlara savaş açtı ve onları Avrupa milletine kattı. Artık Türkler asla iflah olmadılar. (Haydi felaha) diye ezan okusalar da anlamı olmadı.
Son cümlenin (Artık iflah olmayacaksınız) sayısal değeri 1321 eder. Evet bu tarihte artık Türkler masonların milliyetine geçtiler. Ve 20 sene sonra Osmanlı silindi. 1341 (1922)
Bir milletin mâbihi’l-bekàsı olan temiz yemek manasına gelen (taam) kelimesinin sayısal ve bilinç yönü 120’ dir. İbn-i Haldun’a göre, eğer o millet ve devlet bu kadar seneden sonra kan yenilemeye gitmezse mağlup olur ve başka bir millet tarafından yutulur.
Âyette geçen millet kelimesi, sürekli yapılan, yaşanılan gelenek demektir. Avrupa dillerinde tradisyon diye ifade edilir. Arapça etimolojik manası, bıktırıcı ve sürekli tekrarlanan âdet demektir. Melûl (bıkkın) kelimesi de bu kökten gelir. Demek, dinî ve millî bilinç yasaları bin sene de devam etse, eğer orada yenilenme ve beden değiştirme olmazsa yıkılır. Veya şok geçirir.
Son Bir Hatırlatma
1) Eğer olağanüstü mûcize ve gelenek, propaganda için teşhir edilse, ya yok olmasına veya materyalize edilmesine sebeptir. Bu durum, 19. ve 20. asırlarda dindarların çıkılmaz bir kaderi olmuştur.
2) Sahâbeler, Mekke’yi fethedince veya Hicrî 20. yıldan sonra onların sırrı ifşa oldu. O gün, bu gün o Ashâb-ı Muhammed bilinci, tamamıyla yaşanılmadı. Çünkü yepyeni bir bilinç ve gelenek başladı. Artık İslam tam olarak iflah olmadı. (Bu konuda çok târihî bilgi var. Onları başka bir kitaba saklayalım!)
21- “İşte böylelikle bu geçmişteki olağan ve olağanüstü durumları onların farkına vardırdık ki, insanlar, zaferler konusunda Allah’ın vaadinin hak olduğunu bilsinler. Kıyamet ve diriliş konusunda şüphe olmayacağını anlasınlar.”
“Bu insanlar, târihe ve târih bilincine saygı duyarak bu Ashâb’ın işini aralarında tartıştılar. Bazıları, ‘Onlar üstünde, somut bir târihî bilinç eseri olarak bir bina yapın!’ dediler. ‘Biz târihi yargılayamayız. Rableri onların iç yüzünü daha iyi bilir’ dediler.”
“Onların işine egemen olanlar, ‘Onlar üstünde bir mescit edineceğiz’ dediler.”
[Yani toplum ikiye ayrılmıştır. Bir kısmı târihi bilmiyor. İşi bir heykel veya âbide ile bitirmek istiyorlar.
Diğer kısmı ise ecdad-perestlik ile bir nevi tapınmaya devam ediyorlar. İşte 21. yüzyılın bilinç biçimleri! Ve gelecek niceliksel tartışmalar!]
22- “İşte her şeyin maddîleştiği,81 nicelikleştiği bir çağda (senden çok sonra) diyeceklerdir ki, ‘Bunlar üçtür, dördüncüleri köpekleridir.’ Ve diyecekler ki: ‘Bunlar beştirler, altıncıları köpekleridir.’ Gaybı, (metafiziği) sonsuzluğu nicelikleştirmekle taşlayarak... Ve genel gelenek, ‘Onlar yedidirler, sekizincileri köpekleridir’ diyecektir.”
[İslam geleneği 3. ve 5. asra kadar Sahâbenin kültürü devam etti, diyor. Hıristiyan geleneği miladî 7. asra kadar sağlıklı olarak devam etti, diyor.]
“Sen de ki: ‘Rabbim, onların sayılarını ve sonsuzluğu çok daha iyi bilir. Çok az kişi onların gerçek sayısını bilir. Onun için sen (bir beşer olarak) böyle gaybî konularda ancak zâhirî bir tartışmaya gir. Ve onlar konusunda kimseden bir şey sorma!”
[Çünkü mesele nicelikleşmiş, manasından ve özünden koparılmıştır. Bu meselede artık sonsuzluk, ebedîlik ve sonsuz bilinç manaları kalmamıştır.]
23- “Ve vahiy bilgileri sonsuz ve mânevi olduklarından sana ne zaman geleceğini sen sınırlı bilginle bilmeyeceğinden ‘Yarın bu işi kesinlikle yaparım’ deme!”
Bu âyet 23 yıllık vahyi ve sonsuz bilinci gayet açık ve samimi bir şekilde ifade ediyor. Dikkatle okuyun!
24- “Sürekli olarak Allah’ın sonsuz bilincini ve meşietini dile getir. Unuttuğun zaman seni zıtlarla geliştiren Rabbini an! Ve ‘Rabbim beni bu niceliksel durumlardan çok daha doğru bir bilgiye ve sonsuz bir anlayışa vardırır’ de.”
25- “Onlar yine niceliksel olarak: ‘Ashâb-ı Kehf 300 + 9 sene kaldılar’ diyecekler.”
26- “Sen vahiy ve sonsuz bilinç diliyle de ki: ‘Allah (Sonsuz Bilgi ve Bilinç Sistemi ve Ehadiyeti) onların ne kadar kaldıklarını çok daha iyi biliyor. [Yani onlar o bilinç mağarasında sonsuzdurlar.] Göklerin (metafizik âlemlerin) ve yerin (fizik dünyanın) gaybını (bilinmezlerini) ancak o bilir.” (Çünkü bunlar, sonsuz gerçeklerdir.)
“O en iyi gören ve en iyi işitendir. (Yani sonsuzdur.) İnsanların O Sonsuz Hakk’tan başka asla sahipleri yoktur. Ve O Sonsuz Bilinç ve Hakk, varlığını ve sonsuz bilincini şirk ve bölücülük ve ortak edinmekle bozmaz, egemenliğine zarar getirmez.”
Son 7 Âyetteki Bir Kısım Kelimelerin Nükteleri
Âyet 20’ deki “Ew” (veya) kelimesi kendi öz manasına geldiği gibi, Kur’anın diğer yerlerinde görüldüğü üzere “We” manasına da gelir. İşte bu ikinci manaya göre şu nükteler anlaşılabilir:
A) Mekkeliler ve Ebû Süfyan, Mekke Ashâbı’nı hem savaşa tuttu, hem eninde-sonunda onları eski âdet ve geleneklerine (milletlerine) döndürdüler. İslam târihçileri ve rivâyetçileri bu inceliği açıkça bildiklerinden Fetih Öncesi İslam’ı ile Fetih Sonrası İslam’ı diye iki dönemin arasındaki önemli farka dikkat çekiyorlar.
B) Ebedî bir maneviyât ve ruhanî bir bilinç ile yetişen ilk 300 yıllık Hıristiyanlar, Roma tarafından belki 300.000 kere recm edildiler, parçalandılar. Sonra Roma Devleti, Hıristiyan olunca onları kendi milletlerine kattılar.
C) Bir çağdaş Roma olan Avrupa Sömürgeci Devletleri, önce Osmanlı’yı bombaladılar, (recm ettiler) sonra mağlup olan Türkleri Avrupa milletine kattılar. Yaklaşık yüz senedir, Türkiye Avrupa’dan daha çok Avrupalı olmuş. Fakat henüz temiz bir taam (ekonomi) bulamadı.
Âyet 21’ deki “We kezâlike” (Ve böylece) kelimesi hem Ashâb-ı Kehf’in dirilişine, hem Mekke’li Sahâbelerin diri ve bilinçli hayatlarına, hem Osmanlı’nın, Arap İslâmı’nın dirilişi olduğuna bakar.
Âyette geçen “Waâdallah” (Allah’ın vaâdi) hem zaferlere, hem kıyâmetteki diriliş vaâdine bakar. Zaten kıyâmetteki dirilişin bir ismi de “yewmü’l-fetih” (açılış ve diriliş) günüdür.
Âyet 22’ deki, “Üçtürler, dördüncüleri köpekleridir” ifadesinin manası, “İnsan, enerji, yazılım, irâdeden ibarettir, 4. bir etken ise nefistir” manasına gelebilir. “Beştirler, altıncıları köpekleridir” ifadesi ise “5 duyu ve nefis” manasına gelebilir. Fakat böyle bir söyleyiş gaybî ve sonsuz bilinci ifade etmediği için âyet, hemen bu iki görüşe “Gaybı taşlama” dedi. Ama “Yedidirler, sekizincileri köpekleridir” ifadesi ise gaybî boyutu içerdiğinden, asıl mana olmasa da dışlanmamıştır. Fakat asıl mana bu da değildir. Yani metafizik ve gaybî işler tek bir şeydirler. O da: SONSUZDURLAR. Onun için değişik söylentiler, bu sonsuzluk manasına aykırı olduklarından âyet o söylenceleri kabul etmiyor.
Ve âyet insanlar içinde sonsuzluğu anlayanlar ve yaşayanlar çok azdırlar, diye “İllâ kalîl” ile ifade edilmiştir.
Tartışma manasına gelen “mira” kelimesinin etimolojik kökü, şüphe manasına gelir. Çünkü her tartışma bir miktar şüphe içerir. Ve böyle şüpheler sonsuzluk mefhumuna aykırı olduklarından, peygambere bile yasak edilmiştir.
Âyet 24: “Allah’ın dilemesi müstesna” cümlesi 23. âyetin devamı iken bu âyete geçmesi 3 ayrı önerme içindir:
1) Evvela, “Yarın mutlaka bunu yaparım” şeklinde bir şey söylememek gerek.
2) Çünkü bir şeyi yapmak, ancak sonsuz sistemi bilmek ve ona hâkim olmak ve o sonsuza entegre olmakla olur.
3) Demek, İlâhî meşiet bir partner değil. Asıldır. Asıl faktördür. Ve müstakildir. Onun için müstakil olarak söylenmiştir.
Âyet 25’teki “Mağaralarında 300 + 9 yıl kaldılar” sözü, Allah’ın değildir. “Onlar böyle söylüyorlar” şeklinde başta bir “We kàlû” mukadderdir. Onun için hemen ardında “De ki: ‘Allah, onların ne kadar kaldıklarını çok daha iyi biliyor’” sözü gelmiştir.
Ve bu söz mana olarak diyor ki, metafizik ve ruh ve bilinç ile ilgili işler, zamanüstüdürler, onları sayılarla sınırlandırmamak gerek.
Evet, İslam Târihi 30 sene güzel gitti, Abbâsîler, 300 sene nisbeten aynı şekilde gittiler. Ve Osmanlılar, iki 300 sene bu şekilde gittiler. Fakat bu sayılar, bizim içindir, ve dünyanın güneş ve aya göre olan seneleridir.
Artık onlar, gayba geçtiklerinden, ebedî ve sonsuz ve dünya zamanı ile ölçülemeyecek bir durumdadırlar.
Âyet 26’ nın ifade ettiği gibi “Onların şimdiki durumunu bilmek, ancak bütün geçmiş ve geleceği, fizik ve metafizik âlemleri bilmekle olur. O da Allah’a mahsustur.”
Allah’ın bu sonsuz yazılımları bilmesini, işitmesini, görmesini ifade için Arapça’da “Ebsır bihi ve esmi’” (O, o kadar sonsuz derece görür ve işitir) şeklinde söylenmiştir. Bu deyimin Arapça’daki adı Taaccüb Fiili’dir. Evet, gerçekten insanoğlu sonsuzluk yanında sadece şaşırır kalır. Ve Kur’anda bu kip sadece Allah için kullanılmıştır.
Âyet 26’da “Allah dışında insanlar için asla sahipler olamaz” ifadesi bize der ki: “İnsan gibi sonsuz ilişkileri olan bir varlığın sahibi, ancak sonsuz sıfatlara sahip bir güç, bir bilinç olabilir.”
Ve bu âyette son cümle olarak denilir ki: “Allah hiç bir kişiyi kendi hükmüne ortak etmez.” Yani:
a) Ortaklık eşitler arasında olur. Ve hiç bir şey O’na denk değildir.
b) Ve Allah sonsuz sistemi ve bilinci temsil ettiği için bir kişilik olamaz. Fakat sonsuz Ehadiyet tecellîleriyle kişilik alır. Devletin dairelerle, bakanlıklarla hükmî kişilik alması gibi... Demek “Ehad” (bir kişi) manasına gelen kişilikler, Onun Ehadiyet tecellîlerine asla denk olamazlar, ona ortak olamazlar. Eğer O Sonsuz Ehad’e entegre olurlarsa zaten O’na kul olurlar, ve O Sonsuz Bilince entegre olurlar. Dindarların kişiliği bu şekildedir ki, ebedî bir hayatı hak ederler. Kâfirler ise bu sistemi reddettiklerinden geçici bir kişilik kazanırlar. Sonra silinip giderler. Çünkü sonsuz bilinç ve birlik, bölücülüğe ve şirke yer vermez. Yoksa kendine zıt olur.
27- “İşte, ey Muhammed! Sen de beşerî kişiliğini tam entegre et. Kâinatı diyalektik ile geliştirip onda sonsuz manalar geliştiren Rabbinin kitâbından (yazılım ve vahiyden) sana sessizce açılan bilgilere harfiyyen uy!82 Rabbinin bu yazılım ve yasaları için (sonsuz oldukları için) asla değiştirici bir güç olamaz. Ve sen O’nun dışında yaslanacağın bir dayanak da bulamayacaksın!”
[“İşte İsa, Matta, 27. Bab’da anlatıldığı gibi beşeriyetini haça gerdi, ona son verdi. Sonsuzluk semâsına çıktı.”
“İşte 27. Ramazan’da sana bu imkânı verdik. Ebedî sonsuz âlemin kapılarını sana açtık.”
“Bediüzzaman diğer risâlelerinde Kur’anın mûcizelikleri üstünde çokça durmuştur. Fakat 27. Söz’de, 27. Mektub olan Lahikalar’da, îdamla yargılandığı 27. Lem’ada dâima bu ebedîlik, entegrasyon kapılarını açmaya çalışmış ve bizim için ölüm, îdam, kısa (fânî) kişiliğin kaybı, bir bayram günüdür. ‘Ölüm bizim için nevrûzdur’ demiş ve Nevrûz günlerinde vefat etmiştir.”]
Âyette geçen “Wetlû”, tilâvet, harfiyyen, ses tonuna kadar kutsal bir şeye tâbi olmak, onu dile getirmek, demektir.
28- “Evet, bir beşer olarak insan nefsine (küçük dosyasına), böyle harfiyyen başka bir dosyaya ve kişiliğe ve gerçeğe uymak zor gelir. Fakat, ey Muhammed, sen, nefsini sabah-akşam (karada-denizde, her yerde ve her halde) Rabbinin vechini (yüzünü, özünü, bilincini, ebediyetini, ehadiyetini) dileyerek O’na istekte ve sürekli çağrıda bulunanlarla beraber tut, ve iki gözünü (maddî-mânevi bütün imkânlarını) onlardan ayırma! Sakın, dünya ‘zînetini’ isteyerek böyle bir yanlış yapma!”
[Daha önce geçtiği gibi “72” eden “zînet” kelimesi 72 yıllık insanın şahsî ömrüne bakar. İnsan bunu feda etse de —çünkü kısa ve sınırlıdır— 720 yıllık dönemlere, 72000 yıllık çağlara baktığında, bunlar insanın nefsine sonsuz bir dünya gibi gelebilir, insan ona kanabilir.
İşte madem bunlar sınırlıdır. Sen bunları ebedîlik ve sonsuz varlık demek olan Allah’ın vechi ile değiştirme!
Senin ümmetinin ilk günlerinde ve son günlerinde bu sonsuzluk bilincini anladıkları halde, dünyanın o 72 yıllık dönemlerini tercih ettikleri kişiler gibi olma!]
“Evet, sakın bu (iki) kişiye itaat etme! Onun kalbini (sonsuzluğu algılayan derin bilincini) benim zikrimden (ebedîlik içeren mesajımızdan) gâfil kıldığımız ve üst bilinci olan (rüzgar gibi esintilere göre amel eden) hevâsına uyan o kişiye uyma! Çünkü bu kişi, geçici bir maksat uğruna, sonsuzluk için verilen bütün enerjisini ve cihazâtını kullandığı için, onun emri, isteği daima aşırılıktır.” (Dolayısıyla bilinçsizlik, zulüm ve dengesizliktir.)
[Evet, o gün için bu âyet Ebû Cehil’e uyar. Ve bugün için 1928’den beri içimize giren Avrupa’nın bozuk Roma hayat anlayışı, bizi böyle yanlışlara dâima zorluyor.
İşte bir sonraki âyet bize çıkış yolunu gösteriyor. Şöyle ki:]
Böyle dönemlerde, imtihan, kalite ve dinin kutsallığının korunması için, insanlara serbestiyet verilir. (Sekülerizm)
29- “Ve vahiy diliyle de ki: ‘Hak, gerçek ve ebedîlik, sizi sonsuz zıtlarla geliştiren, kalkındıran Rabbinizdendir. (Asıl haksızlık bu dengeyi ve bu bereketi görüp yaşamamaktır. Asıl ve gerçek olan, tek taraflı ve bereketsiz bir şekilde gitmek değildir.)
Artık her şey açıktır, isteyen, inansın (ebedî bilinci kazansın), isteyen inkâr etsin. Çünkü Biz zâlimler (dengesizler ve bu sayede bilinçli davranışı yitirenler) için öyle bilinmez bir ateş hazırlamışız ki onun bölümleri ve çeşitleri, o zâlimleri kuşatmıştır. Bu ateşten kurtulmak için yardım isteseler de, maden eriyiği gibi ve yüzleri çirkinleştiren bir su ile onların yardımına gidilir... İşte ne kötü bir içecektir bu! Ve ne kötü bir çevredir bu!”
Âyet 29’un Kelimeleri
Âyetin başında “We” gelmesi gösteriyor ki; bu 29. âyetteki serbestiyet ve kötü hal, âyet 28’de anlatılan o aşırı ve dengesiz dönem içindir.
Âyet vahye atıf yapmakla, kalkınmanın, aydınlanmanın gerçeği, hakikisi ancak vahiy bilgileri ile olur, demiş oluyor.
Hakk (Gerçek) kelimesi gösterir ki, o dönemde tek taraflı giden iki hurâfe akım olacak:
a) Biri, inancı esas alacak, Rubûbiyet ve diyalektiğini dışlayacak, insanların küfre girmesine sebep olacak hurâfeci akım...
b) Diğeri, inançsızlığı, tek taraflı materyalizmi esas alacak, diyalektik ve bilinç ve denge iddia ettikleri halde, dengesiz ve zâlim olacak bir maddî akım!
“İsteyen inansın, isteyen kâfir olsun” buyruğu gösterir ki, böyle iki tarafı hasta olan bir ortamda ancak sekülerizm çâre olabilir.
“Biz hazırlamışız, belirsiz bir ateşi...”:
a) Biz, (Allah için olduktan sonra, ve sonsuzluğa entegre olmakla, negatif benlik dahi güzel düşer. Yani Allah hazırladığı halde, çevreyi kullandığı için ve o ateş çeşitli ve belirsiz olduğundan bu cümle kipi kullanılmıştır.)
b) Zâlimler (yani dengesizler) dengesizlikle —sebep-sonuç ilişkisi gibi— ânî olarak ve hemen o dengesizlik ve bilinçsizlik hapsine düşüverirler. Ve bu negatif durum yani dengesizlik potansiyel olarak her yerde hazır bulunduğundan “Biz, hazırlamışız” (Sistemimiz içinde hazırdır) denilmiş.
c) Ve dengesizliğin sonsuz biçimleri olduğundan o ateşe “nâren” (belirsiz bir ateş) denilmiştir.
“Onun perdeleri, odaları onları kuşatmıştır.” Yani onlar saraylarda dahi olsalar, bu dengesizlik cehennemine girerler. Ve onlar, genellikle zevk ve sefâ için bu dengesizlik cehennemini tercih ediyorlar.
Gerçekten buna dayanılmaz. Ve bu insanlar medenî olduklarından etraftan yardım dilerler. Yani dengesizlik, ateş, zulüm onların öz varlığı olan bilinçlerini parçalıyor, yakıyor, yokluk veriyor.
Bunlar yardım isteseler de onlara “Maden eriyiği ve yüzleri çirkinleştiren bir su ile yardım edilir.”83
Yani su ve maden bilinci, ateşten kurtaran iki temel faktördür. Fakat bu iki nimet dahi dengesizlik cehennemine girince öyle kızışıyorlar ki, biri eriyik olur; diğeri içecek olacağına, yakıyor.
Ve bu cümle işâret eder ki, onlar, bolluk ve refah sembolü olan su ve madenler (bilgi ve sanâyi) için böyle bir yola girdiler.
Evet! Biz Avrupa’dan yardım isteriz. Onlar bize alkol suyu ile silah mâdenlerini veriyorlar. Ve bizimle alay ediyorlar.
Onun için en kötü içeceği biz içiyoruz. Ve en kötü çevre bizim maddî ve mânevi çevremiz oluyor.
Ashâb-ı Kehf için “Mirfakan” (kolaylaştırıcı ortam ve çevre) kelimesi kullanılmıştır. Burada ise “Mürtefeka” (zorla elde edilen ve kötü olan çevre) denilmiştir.
30- “İşte böyle bir güce karşı, belirgin (ellezîne) ve gerçekçi (inne) ve inançlı (sonsuzluğu bilen) ve yararlı işler yapan bir grup, bu tahribatı onarır.
Çünkü Biz (Sonsuz Bilinç Sistemi) güzel ve yapıcı işler yapanların ücretini (neticelerini) zâyi etmeyiz. (Sistem sonsuz ve olumlu olduğundan ve olumlu işler, negatif çukurlara akmadığından o neticeler asla zâyi olmaz.)”
[Âyette “İşlerini güzelce yapanların ücreti” ifadesi gösterir ki, bunlar, bilinç ve kalite ve keyfiyet ile işi onarabilirler. Eğer onlar da diğerleri gibi işi niceliğe bindirirlerse artık kıyâmeti bekleyebiliriz.]
[İşte bakın Allah, sistemini ne kadar güzel ve kaliteli yapmıştır. Bu gelen âyet Cenneti tarif eder. Fakat nasıl, bir evvelki âyette “ateş” her yerde vardır. Sadece âhirete has bir şey değildi; öyle de Cennet dahi umûmî ve evrenseldir. Yani hem dünyada hem âhirette vardır. O nazarla bu gelen âyete bakın; seyredin:]
31- “İşte özellikle bu belirgin (ülâike) inançlılar için sonsuz bilinç ve bayındırlık demek olan ‘ADN CENNETLERİ’ vardır.84 Altlarından nehirler gelir, akar. (Her şey bilinçtir ve bol ve düzenlidir.) Onlara altın bilezikler takılır. (Yani maddî güçleri de istedikleri gibidir.) Ve en güzel kumaştan ve parlak ipekten yeşil elbiseler (siyab) giyerler.
[Elbise, insanlık bilincini, varlıklar içindeki zirve oluşunu ifade ettiği gibi, ipek ve kumaş, mutluluğu ve rahatlığı anlatır. Yeşil renk ise bilincin zirvesini ve sonsuzluğunu ve harikalığını dile getirir ki, bir iki sayfa sonra anlatılacak ‘Hızır’ kelimesi ve lakabı ‘yeşil’ demektir.]
“Onlar koltuklara yaslanırlar.”
[Yani, yönetim, rahatlık ve zirvede oluş zevkini bulurlar.]
“İşte en iyi ücret ve ödül bu anlatılan cennet ve müştemilâtıdır.”
“Ve en güzel ve rahat çevre bu cennetlerdir.”
[Âyette geçen ve ücret manasına gelen “sevap” ile, elbise manasına gelen “siyab” aynı köktendirler.
Yani insanoğlu, soyutu, dili, güzelliği, bayındırlığı, gelişmeyi ve bütün varlıkları yönetmeyi becerdiği, sonsuzluğu anladığı ve ona çalıştığı için, kumaşlı, ipekli üniformalarla ödüllendirilmiştir.
Evet, insanın giysileri onun madalyası ve üniformalarıdır. Onun için bazı askerî kurumlar, ayrıca üniforma giymezler. Onların benliği ve zevkleri kollektif olmuştur. Artık özel isimleri ve üniformaları yol, özel isim ve bayrak manasına gelen “alem” leri vardır. Onlar, küçük kişiliklerini denize çevirmişler. “Ben, yok; Biz, var” diyorlar. Milletimiz sağ olsun, yeter, diye söylüyorlar. ]
Âyette geçen altın bilezik, bu gün kadınların süs için kullandığı süs bilezikleri değiller. Egemenliğin, sonsuz bilincin, somut krallığın simgesi bir üniformadır. Ve eğer bu sarı renk yeşil bilinç ile birleşirse sonsuz bir saadet ve gücü doğurur ki, cennet bu şekilde madde ve mananın, soyut ve somutun birleşimidir, Rabb ve Rahman isimlerinin tecelligâhıdır.
Ve bu şekilde sonsuz zıtları bir araya getirmek, iman ve küfrün, sonluluk ile sonsuzluğun, nicelik ile niteliğin o muazzam sistemin birer realitesi olduğunu bilmek ve ona göre yaşamak çok zor ve zahmetle elde edildiğinden, “cennet” için, çok güzel, ama çok zor bir çevre manasında “We hasüne mürtefeka” denilmiştir. Evet, bu yeşili altın sarısıyla birleştirenler, rahat ve saadet koltuklarına yaslanırlar.
32- “İşte, ey Muhammed, insanlar bu gibi sonsuz hakikatleri rahat anlamaları için, (yani) onlar için bu iki adamı misal olarak onlara arz et, sun, onların bilincine vur!”
“Onlardan birisi için her çeşit üzümden iki bağ yaptık. Ve o iki bağın etrafını hurma ağaçları ile donattık. Ve o iki bağın aralarına ekinler kıldık.”
33- “İşte bu iki bağ, yemişlerini verdiler. Ve dengesizliğe sebep olacak hiç bir eksiklik bırakmadılar. Ve aralarında bol bir nehir fışkırttık.”
34- “Ve bu adamın çokça malı ve meyvesi oldu. Bunun üzerine arkadaşına muhâvere ederek (interaktif konuşarak) dedi ki: ‘Ben senden malca daha zengin ve nüfusça daha çok ve daha güçlüyüm.’”
Eski müfessirler, bu üç âyeti, bu iki adam misalini bir temsil olarak değil de, târihî bir olay olarak aktarmışlar. Ve sadece birisinin iki bağı olduğu, diğerinin hiç bir şeyinin olmadığı şeklinde meallendirmişler.
Fakat ben nazm-ı maânîden, temsil belâgatından ve yüksek edebiyat gramerinden anlıyorum ki, bu iki adamın her birisine de iki bağ verilmiştir. Fakat bu dört bağ arasında göreceli bir fark kalmıştır.
Ayrıca her birisine verilen bu iki bağdan birisi, maddî bağdır. Diğeri mânevi bağdır. Biri maddîsine önem verir, diğeri ise mânevisine!..
Bu mânevi bağın mânevi, misâlî ve gaybî bilinci temsil etmesi açısından açılımı şöyledir:
“Wadrib lehüm”: Onlar için bir sikke, bir darbe (baskı), bir bilinç barometresi olarak bu (mânevi) temsili söyle!
“Meselen”: Bir mana, bir arketip, bir model, bir bilgi değeri olarak...
“O iki adamı”: Adam, bilinci, gücü, egemenliği temsil eder. Ve iki olunca da tam bir diyalektik değer olurlar.
“Cealnâ” (Kıldık): Bizim Sonsuz Bilincimiz, o iki adamın imtihan dünyasında gerçekleri gösterebilmeleri için bilinçli bir veriş ve yönlendiriliş ile verdi.
“Liehadihimâ”: Onların her birine, çünkü her biri ayrı bir ehadiyet ve bilinç dosyasını yaşıyor. Onlar, ayrı ayrı olarak mükelleftirler.
“Cenneteyni”: İki cennet, iki farklı bilinç, iki farklı varlık boyutu.
“Üzümün her çeşidinden...”: Yani mutluluk ve saadetin, ve aşkın ve doyumun maddî ve mânevi bütün çeşitlerinden...
Üzüm, aşk sembolüdür, ve aşkın da en güzel şekli, çeşit çeşit olması ve sonsuz derece bulunmasıdır.
“Ve etraflarını hurma ile donattık”: Hurma, iman, beslenme, güven ve güç sembolüdür.
“Ve o ikisinin değişik duygularının tatmini ve doyurulması için her çeşit ekini, bilgiyi, kültürü ektik.”
Dostları ilə paylaş: |