51- “Ben Allah, (Saf ve Sonsuz İlim ve Bilinç Sahibi) göklerin ve yerin yaradılışını onlara göstermedim. Ve kendi (tür olarak) yaradılışlarını da onlara göstermedim.”
[Fakat bu dindarlar işi görmüş gibi anlatıyorlar. Biz imanı, inancı desteklemekle Allah’a yardım ediyoruz, diyorlar. Fakat işi yapacaklarına, fayda vereceklerine, başta ehl-i ilim olmak üzere insanların saptırılmasına sebep oluyorlar!]
“Halbuki Ben (Allah olarak) o saptırıcıları (mudıllîn) kendime bazu ve destek yapmadım.”
[Demek Hz. İsa’nın tabiriyle, doğru bilgi verenler Allah’ın sisteminin yardımcılardırlar.]
Bu âyetin, dindarlara, yani âdemiyeti yanlış anlatıp dinsizleri netice verenlere baktığına, müşriklere bakmadığına bir delil de “Onları şâhit tutmadım” cümlesindeki zamirin, müşriklere yönelik olması için bir merciin, bir karinenin olmayışıdır.
İşte bu 51. âyet dindarlara bir tokat vurduğu gibi 52. âyet de materyalistlere ve müşriklere tokat atıyor. Bu karşılıklı ilişki için “We” bağlacı ile kullanılmıştır.
52- “Bir gün, tanrı gibi kabul ettikleri sebeplerin Allah’ın ortakları olduklarını iddia edenlere denilecek ki; işte onlara çağrıda bulunun. Onları, o sebepleri çağıracaklar. Fakat hiç bir cevap ve tepki alamayacaklar. Ve dünyada aralarında olan ilişkiler kopacak; aralarında asla kavuşturulmayacak (kapanmayacak) bir mesafe, bir uçurum konulacak.”
53- “İşte şirk koşmakla, kâinattaki sonsuz bilincin güzelliğini bozarak cürüm işleyenler, o suçlarının cezası için ateşin geldiğini görecekler. Önce karşı koyabileceklerini sanacaklar. Fakat onun içine girmekten başka asla bir yön, bir sapma imkânı bulamayacaklar.”
Âyette “ateş” kelimesi, Cehennem yerine seçilmesinin sebebi, onların şirk ve küfür ile edindikleri yanlış bilinçlerini temizlemek, yine o şirk ve küfür ile kâinattaki sonsuz bilince zarar verdiklerinden o zararın misliyle yani ateşle cezalandırmak içindir.
Bilindiği gibi, kâinatta, her şey, her oluşum bir dosya ve bilinçli bir varlıktır. Ateş ise bilincin silinmesi, dağılması için en önemli sembol ve sebeptir. Zaten bilincin silinmesi ve tahribi başlı başına bir cezadır.
Demek bu ateşin illa da, dünya ateşi gibi olması gerekmez. Ve demek, Allah ile kâfirler arasındaki bu tarz diyaloglar, bizim dünya diyalogları gibi değildir.
Belki, Allah’ın ve sisteminin sonsuz haklılığını, bilinçli iş yaptığını, kâfirlerin çaresizliğini, suçlarını, bilinçsiz davranışlarını formüle eden bir üslup tarzıdır. Allah’a yakışan bir hitap üslûbudur.
Onun için, bu manaların özünü bize anlatan 54. âyet “We” edatı ile bu âyetle bağlanmıştır.
54- “Ve and olsun!91 Biz bu Kur’anda insanlar için bütün misalleri (ve üslup tarzlarını) değişik değişik şekillerde kullandık. Fakat insanoğlu, [bencil olduğundan, her şeyi kendine kıyas ettiğinden ve varlığın diyalektiğin) zirvesinde olduğundan] en çok mücadeleci, olmuştur.”
55- “İşte bunun için hidâyet (doğru bilgi ve doğru yönlendirme) insanlara geldiğinde, onların inanıp, kendi Rabb’lerinden (terbiye edicilerinden) bağışlanma dilemelerini engelleyen tek şey, geçmiş misallerde cezayı hak ettiren İlâhî yasanın kendi dünyalarında geçerli olmasıdır.
[Yani, onlar yanlış tercih yaptılar. Ve İlâhî yasa gereği cezayı hak ettiklerinden, artık hidâyet bilgisi faydalı olmadı.]
Veya açıkça (kubulen) göz göre göre (gaybî, metafizik) azap onlara gelmesidir.”
[Yani artık Rubûbiyet gereği olan imtihanın gizli olması ve insanoğlunun bu sayede sonsuz bir saadeti hak etmesinin esprisi ortadan kalkmış oluyor. Âvâmın diliyle, artık kopya çekmekle kazanç olmaz!]
[Evet, biz, sınırlı bir varlık alanında, sınırlı bir zamanda, bazı gerçekleri gizlemekle diyalektik sistemi ve imtihan ve gelişme gerçeğini kurmuşuz. Bu sâyede sonsuz kaybetme ve kazanma kapılarını açık bırakmışız. Artık kaybeden sadece kendi nefsini kınasın!]
56- “İşte sırf bu sistemin sağlıklı işlemesi için Biz peygamberleri sadece müjdeleyici ve uyarıcı olarak göndermişiz. Ve yine bu sistemin işlemesi için kâfirler, Hakk’ı ve Doğru’yu ezmek için, boş ve bâtıl şeylerle mücadele ediyorlar. (Ve eğer bu silahları tahrip yapmazsa) bu sefer İlâhî ve mûcizeli belgeleri, ve onunla uyarıldıkları azâbı alay konusu edinirler. ”
[Yani bu şekilde sistem çalışır. Sonsuz neticeler verir. Nisbî zararın neticeleri varlık âleminden silinmiş olur.]
57- [Evet, bu öyle sonsuz ve güzel neticeler veren bir düzendir ki, bir kısım insanlar, dengesizliğin, zararın, tahribatın, zulmün zirvesine çıkarlar. Artık, geri dönme şansları kalmaz. Çünkü geri dönseler, sistemin dengesini bozarlar. Ve çünkü güzelliği hak etmemişlerdir.]
“Evet, kendi öz Rabbinin mûcizeli belgeleriyle kendisine, ikna edici bir şekilde (zikr) bilgi ve mesaj verilen, sonra onlardan bile bile yüz çeviren ve elleriyle (imkânları ile) yaptığı tahribâtı unutan kişiden daha zâlim, daha dengesiz kim olabilir?!”
“İşte böyleleri, bir daha anlamasın, diye onların kalpleri (algı mekanizmaları) üstüne kılıflar geçirmişiz. Ve kulaklarına da ağırlık koymuşuz. Sen, ey Muhammed, onları hidâyete çağırsan onlar ebediyen doğru yola gelmezler.”
[Yani senin davet ve mesajın ancak onların dalâletini artırır. Yani belge ve mûcize büyük oldukça kayıpları da o derece büyük ve kesin olur. Evet, Mısır’da iki âlim adam 57. yaşlarında bu âyete mâsadak oldular. Biri anlayışını yitirdi, İslâmiyet’i inkâr etti. Diğeri sosyalist oldu, sağırlaştı. İlimden ve İlâhî mesajdan mahrum oldular.]
Eğer biri sorsa, “Madem Allah var. Neden hemen müdahale etmiyor?” Ayet cevaben der ki:
58- “Evet, senin Rabbin çokça bağışlayıcı ve çokça rahmet edicidir. Eğer yaptıklarından dolayı onları yakalasa, onlar için azâbı öne alır. Fakat kâinatın yazılım sisteminde onlar için bir randevu var. Onlar, o randevuya gitmeyelim, diye başka tarafa gidemezler. Başa da dönemezler.”
Âyette geçen “Me’wil” kelimesi, başka taraf manasına gelmekle beraber, etimolojik olarak baş taraf ve işin evveli manasına gelir, o kâfirlerin başa dönme şanslarının olmadığını bildirir.
59- “Evet, işte görüyorsunuz! Bir tarafta, Mısır (Batı) firavunlarının ve Bâbil (Doğu) nemrutlarının şehir ve medeniyetlerini helak etmişiz. Çünkü zulmettiler. Dengesiz gittiler. Kâinatın bilincine zarar verdiler.”
[Fakat İlâhî sistem ve bilinç sonsuz olduğundan onların bu zararları, bir sonsuz dosya ile istihaleye uğrar, sistem yine mükemmelliğini gösterir. Yani sistemin mükemmelliği, onların kendi dosyalarında yanlış yapıp, azap görmelerine zıt ve aykırı değildir.]
“Evet, her şeyin, her helak oluşun bir vakti, bir ömrü, bir randevusu (mew’idi) vardır.”
İbn-i Haldun, belki bu âyeti bilmiyordu. Çünkü sayısal değerleri kabul etmiyordu. Fakat ısrarla her devletin, her medeniyetin (eğer kan yenilemeye gitmezse) —ömrü 120 senedir, diyordu. Ve o gün için istatistikî delillerle bunu gösteriyordu. Evet, o, sayısal işâretleri kabul etmese de —çünkü bir miktar, o günkü şartlar gereği, pozitivist idi— onun bu tabiî ömür dediği hakikat manasına gelen ve âyetçe sadece o manada kullanılan “Mew’id” kelimesinin sayısal değeri 120’dir. Belki eski insanlar, dil ve derin bilinç konusunda bizden daha zengin idiler.
Evet, bu garip kardeşiniz Kur’anın 60.000 cümlesini, Tevrat’ın ve İncil’in önemli kısımlarını tefsir ederken şu kanaata varmıştır. “İnsanlık, teknolojide o günden beri 10.000 kat yükseldiği halde, edebiyatta, dilde, mânevi değerlerde 10.000 kat gerilemiştir. Onun için büyük büyük İlahiyâtçıların bu gibi gerçekleri bilmemelerine şaşmayın!”
Evet o günlerde Firavun’lara karşı Mûsa’lar vardı. Fakat bugün için yine Firavunlar var. Ama ne yazık ki o Mûsa’lar yok.
İşte, Kur’an çağlarüstü bilinci göstere göstere bu âyete kadar geldi. Firavunların, Nemrutların kayıp ve zararlarını gösterdi. Ve bu büyük kayıp sebebinin onların Mûsa ve Hızır gibi kavramlara ve şahıslara kulak vermeyişleri olduğunu, yıkılışlarını (büyük işâret edatı olan) “Tilke’l-Kurâ” (işte o şehirler, o medeniyetler) kelimesiyle gösterdikten sonra; “We” edatı, çârenin Mûsa ve Hızır’da olduğunu bildiriyor.
Fakat bu derin ve bir açıdan sonsuz olan iki gerçeği ve onların, biri fizik dünyada, diğeri metafizik alemde temsil ettikleri sonsuz (sarı ve yeşil) bilinci anlatmadan önce, biri düşünce tarihimizde, diğeri bu iki kavram ile ilgili bir iki müzekkireyi dile getirmekte fayda var:
a) Sakın demeyin, târihimizde hiç kimse bu âyetleri bu şekilde anlamamıştır... Evet, onların aktardıkları rivâyetler ve etimolojik yorumlar gösteriyor ki, onlar bizden daha iyi şekilde bu evrensel ve bilinçli manaları anlamışlar. Fakat o görüşlerin birbiriyle ilişkileri koparıldığından ve âyetlerin nazm-ı maânîsi nazara alınmadığından, ve yukarıda dediğim gibi evrensel bilinci ifade eden dil yapısı gerilediğinden o güzelim gerçekler kitapların köşelerinde ve sûfilerin kalbinde saklı kalmıştır.
b) İlk üç asırda o günün muhaddislerinin, sûfilerinin, târihçilerinin aktardığı malzeme ve bilgi formları bize gösteriyor ki, Mehdi de, Deccal de, Âdem de, Hızır da, Mûsa da bireysel târihî şahsiyetler değiller. Bütüncül çağlarüstü sonsuz bir bilinci ve yapılanmayı ifade eden, kollektif, sosyal ve arketip kişiliklerdir. Evet, dinin mûcizevi gerçeklerini ve kavramlarını bireyselleştirmek bir kereye ve bir kişiye indirmek, o gerçekleri hurâfeleştirmektir, inkârlarına sebep olmaktır.
İşte metafizik bilgileri zayıf olan fakat dinî hamiyetleri kuvvetli olan Mevdûdî, İbn-i Kayyım, İbn-i Teymiyye ve Muhammed Esed gibi değerli zâtlar, dini bu gibi hurâfelerden kurtarmak için, bu tür kıssaları inkâr eder şekilde yorumlamışlardır.
Bediüzzaman, Mevlanâ ve Seyyid Kutûb gibi derin bakış açıları olan zâtlar ise bunlar şahs-ı mânevidirler. (Kollektif kişi ve arketiptirler.) Her zaman ve bölgede ihtiyaca binâen birer monad ve model olarak gözükürler, diye ehl-i ilmi dalâletten kurtarmışlar.
Hatta ilk iki nesil rivâyetçileri bu boyutu sezdiklerinden, zâhiren birbiriyle çelişen rivâyetleri hoş karşılamışlar. Çünkü rivâyetlerin çokluğundan ve icraatların farklılıklarından anlamışlar ki, bu şahsiyetler mânevi ve arketiptirler; Eflatun’un “İde”leri, İbn-i Arabî’nin “A’yân-ı Sâbite”leri gibi...
Mesela, bir âlim92 Hızır (Onun ismi Belyan ibn-i Melkan) Âdem’in oğludur, demiştir. Diğeri O, Kàbil ibn-i Âdem’in oğludur, demiştir. Diğeri, Firavun oğludur. Başkası, O, Benî İsrâil’in bir kralının oğludur veya O, İran kralının oğludur, ve saire demişler. Bütün bu görüşler tek bir gerçeği gösterir.
“Hızır (yeşil-bilinç, metafizik bilgi, olağanüstü yetki ve yapılanma) Âdem’in (medenî insanın) veya Kàbil ibn-i Âdem’in (yani yerleşik şehirli insanın) oğludur, veya Benî İsrâil’in (dindar, medenî idarenin) oğludur, veya Firavunun (Batı medeniyetinin) veya İran (Doğu medeniyetinin) oğludur.”
Evet, insaniyet dil ve medeniyet kurduktan sonra, dinî ve siyâsî yasalarla (Mûsa’larla) katı bir şekilde yönetildi. Fakat bu mülkiyet ve şehir yasalarının ve hayat şartlarının altında ezilen insanların imdadına yasalarüstü, metafizik (melekûtî) açılıma sahip bir maneviyât şahsı ve şahısları gerekli oldu. Ki, din ile dahi yönetildikleri halde Abbâsî ve Osmanlı yönetimleri altında mânevi tarikatların gelişmeleri ve hâkimiyet kurmaları bu sırdandır.
Yani bu sırrın esprisi, sonsuz ve metafizik bilince erişip, siyâsetin, mülkiyetin, sorumluluğun, yasanın getirdiği bela ve sıkıntıları aşmak, onların ötesine geçmektir. Onun için bir rivâyette ismi Belyan ibn-i Melkan diye geçiyor.
Mûsa dahi burada târihî şahsiyeti değildir. Din, yasa, şeriat demek olan evrensel arketip kişiliğidir. O dahi, olağanüstü mânevi ve sonsuz bilinç ve bilgiyi istemiş ki, devlet ve yasa işlerinde başarılı olsun. İşte bu farklılığı bilen Medine Yahudileri “Bu, bizim Musa değildir” diye sahâbeleri cahillikle suçlamışlar.
Fakat onlar, Hz. Peygamberden, “Hızır, bir Benî İsrail kralının oğludur” diye işittiklerinden görüşlerini değiştirmediler. [Yani insanoğlu Benî İsrail (Allah’ın koyduğu bütün tabiî engelleri aşıp, toplumlarını inanca göre yöneten kişilik sahibi) olduktan sonra, maneviyâta, mistik gelişmelere, olağanüstü ve mânevi bilgilere ihtiyaç duyar. Ve bu ihtiyacı sonsuz İlâhî emir ve bilinç (Hızır) ile giderilir.]
Evet, Tevrat üzere yazdığım tefsirde delilleriyle gösterilmiş ki, Benî İsrail başta Yahudiler idi, sonra Abbâsîler oldular, sonra Osmanlı oldular, şimdi de Batı medeniyeti ve düzeni olarak gözüküyor. Çünkü Asya Devletleri hukuku, bilgiyi, inancı, hürriyeti, tekniği onlar kadar başarılı bir şekilde yürütemiyor.
İşte, ey Doğu insanları! Gelin ağlanılacak hayatımızın acı ve kara bir noktasını görün.
60- “Bir vakit (târihî olarak) veya zamanüstü (arketip olarak) Musa (yasa, şeriat), uygulayıcı yiğidine (kuvvet ve uygulamayı başaran bilgiye) dedi ki: ‘Ben iki denizin (fizik ve metafiziğin, inanç ve ilmin, hayat ve ölümün) birleştiği noktaya ulaşmadan asla istirahat etmeyeceğim. Veya bu uğurda çok uzun yıllar geçireceğim.’”
61- “O ve yiğidi93 o iki denizin birleştiği noktaya ulaşınca, (onların maddî bilinçlerini temsil ve takviye eden) büyük balıklarını unuttular. Bunun üzerine balık, deniz içinde bir tünel olarak kendine bir yol edindi.”
Rivâyette —sahih olarak— var ki, balık, o iki denizin (yani ölüm ve ebedî hayatın) birleştiği yerde, ebedîlik sağlayan hayat çeşmesinden bir suya bulaştı. Bu onu diriltti. O da denizin (ebedî sonsuz hayatın) içine bir dehliz açarak ebediyete karıştı.
Evet, sembol ilminde; deniz ve balık, yüksek, şahsî ve sosyal (ve ebedî) bilinci temsil ediyorlar. Ki, denizdeki ve balıktaki biyolojik bilinç, karadaki bilinçten ve insan bedeni gibi çok gelişmiş organizmalardan daha yüksektir.
Bu manaya bir karine de “denizin içine serap (dehliz ve tünel) açmasıdır.” Evet, bir sonsuz deniz olan insan beyni çocuk iken kavunun içi gibi doludur. Sonra, bir kişilik ve bilinç ifade eden her bir beceri ve bilgi ve ustalık için o beynin içinde bir yol, bir dehliz, bir serap (su ve bilinç yolu) açılır. Öyle ki insan harikalar dahi gösterir. Saatlerce cambazlık dahi yapar. İşte Hızır, bu ve benzeri bütün bilinçleri temsil ettiğinden, şehâdet ile gayb denizleri ortasında durduğundan, ölümsüzlük suyunu içmiştir. İsterse yer-içer, isterse yemez-içmez. İsterse ölür (gizlenir), isterse yaşar, görünür. (B. Said Nursî, Mektubât, 1. Mektub)
62- “İşte böyle bir konumda Musa ve yiğidi, o noktayı geçince, yiğidine dedi ki: ‘Gıdamızı (öğlen yemeğimizi, bilincimizi takviye eden o balığı) getir. Biz bu çok uzun yolculuğumuzda çokça yorulduk.’”
[Yemek, balık ve beden ve nefis, ebedîlik yolculuğunda bazen gerekli oluyorlar. Diyalektik süreç bunu ister. Yoksa tek ayakla insan yürüyemez. (Ve tek elle işi sağlıklı ve bilinçli yapamaz.)]
63- Yiğidi dedi ki: ‘Gördün mü! Biz kayaya (ebedîlik kayasına) sığındığımızda, işte ben (şahsî bilinç) o balığı (bedenî bilinci) unuttum. Ve o değerli şeyi anmaktan beni alıkoyan ancak şeytan sebep oldu. Ve o balık acayip bir şekilde denizde kendine bir yol yapmıştır.’ ”
63. Âyetin Kelimeleri
“Dedi: Gördün mü?”: Yani yiğidin sözü de, Mûsa’nın görüşü de bireysel ve şahsî kalınca, geneli göremediler.
“İz”: Zamanüstülük ve sonsuz bilinci hatırlatan bir edat.
“Sahra” (Kaya): Ebedîlik, değişmezlik94 ve sonsuzluk sembolüdür. Toprağın, dağınıklık, fânîlik ve değişikliğin sembolü olduğu gibi...
“Ona yaslandığımızda balığı (bedeni) unuttum”: Evet, o sonsuzluk bilinci o kadar çok faydalı ve zevklidir ki, insanoğlu en temel değerlerinden biri olan bedenî ihtiyaçlarını unutur. Onun için Hızır, bazen yer, bazen yemez. Bazen evlenir, bazen kadını bırakır.
Hatta denilebilir ki, Hacerü’l-Esved ve Mirac’a basamak olan Kudüs’teki “Sahra” dahi bu manalardan, yani ebedîlik ve sonsuz bilincin basamağı olduklarından dolayı kutsaldırlar. Bunların değerini fizik olarak değerlendirmek, dinî bilgileri hurâfeleştirmektir, bilinçsizliktir.
“O balığı” manasına gelen “ensenihû” daki zamir, gramere göre “hi” olarak gelmesi gerekirken, merfû olarak gelmesi, onun da değerinin yüksek olduğuna ve fizik bilinç olarak çok faydaları bulunduğuna işarettir. Fetih sûresindeki “Aleyhûllahe” ifadesinde olduğu gibi...
“Şeytan unutturdu”: Yani denge gidince, bilinç zayıflayınca bu durum bir negatiflik oluşturduğundan şeytan ile ifade edilmiştir.
İnsanın, madde ve manayı, gayb ve şehâdeti beraber anması ve yaşaması gerçek bilinç olduğundan ona “mesaj” manasına gelen “zikr” denilmiştir.
Fakat, eğer bu denge uzun bir dönem ihmal edilse, artık balık, denize doğru kendine bir yol bulur. Artık sen başa dönüp o birlik ve bütünlük bilincini bulamazsın!
“Acaba” kelimesi, soru ve bilinç edatı olmasını, ve bu tek taraflılığın tuhaf bir şey olduğunu, ve ebediyet denizinin fânî beden gibi düşük düzeyde bir bilinci dahi ebedîleştirdiğini gösteriyor.
Evet, Hz. Muhammed’in de, Hz. Ali’nin de beden balıkları, 63. yıllarında kendilerini bırakıp ebediyetin bilinç denizine karıştılar. Ve acaba neden bunlar öldü, diye soru işaretini bıraktılar.
64- “Mûsa dedi ki: ‘İşte kestirmeden aradığımız, bu idi.’ Bunun üzerine, eski izlerini takip ederek, gerekenleri uygulayarak geri döndüler.”
Mûsa’nın da, yiğidinin de, maddî-mânevi yaptıklarının —kestirme— amacı, ebediyeti ve sonsuzluğu bulmaktı. “Kàle” (dedi fiilinin) öznesi hem Mûsa, hem yiğidi olabilir. Gramer buna açıktır.
“Zâlike” işâreti, der ki, ebedîlik, sonsuzluk insan için en büyük ve her zaman görmesi gereken parlak bir gerçektir.
“Nebğî” fiilinde, olması gereken “Ya” nın hazf edilmesi, onların kestirmeden böyle bir noktaya varmak için, ömürleri boyunca çalıştıklarını bildirir.
Âyette geçen “Kasas” uygulama ve uyarlama manasına gelir.
Bu kelime ve önceki iki kelime, açıkça işaret ediyorlar ki, eğer Mûsa ve yiğidi, başa dönüp yaptıklarını yeniden uygulamasalar, tâbileri irtidat edecek. Bedenleri zaman denizinde kaybolduğu gibi, manaları ve ruhları da ebediyet kayasına varamayacak.
65- “İşte (o kaya yanında ebedîlik ile fânîlik denizlerinin birleştiği yerde) kullarımızdan bir kulumuzu95 buldular. O kul ki, metafizik âlemimizden ona somut bir rahmet vermişiz. Ve kendi bilincimizden ona bir bilgi öğretmişiz.”
Âyetin Kelimeleri
Vahiy ve Medeniyet kitabımızda şifreli kelimelerde gösterdiğimiz gibi, 13 sayısı ve bunun 5 katı olan 65 sayısı, velâyete (yani özerk kişiliğe), Ehad’a (Allah’ın bağımsız tecellîsine) ve şerre (çünkü şeytan da özerk çalışması için Allah’tan izin aldı) bakar. Bu âyetin metafizik ve özerk bir gerçeğe baktığına bakar.
“Veceda”: Buldular, keşfettiler. Evet, metafizik ve o âlemin gerçekleri her zaman vardırlar. Bizim onları bilmemiz,96 gözümüzün açılması ile onları gördüğümüze işarettir. Yoksa onlar bizim bilgimizle var olmuyorlar.
“Kullarımızdan bir kul”: Yani bu tip Hızır şahıslar hem çokturlar, hem özerk oldukları halde tamamıyla Bizim düzenimize göre hareket eden kullardır.
“Rahmeten min ındinâ”: Rahmet, somut bir imkân ve veri demektir. Fizik âleme bakar. Allah’ın katı ile ifade edilen “indallah” ise metafiziğe bakar. Demek bu gibi âlemlerde dahi kendine göre bir diyalektik yapı var.
Rahmeti metafizik âleme isnad etmesi, ve ilmi kendi şahsına vermesi, bilincin ve ilmin Allah gibi sonsuz olduğuna ve bütün âlemlerde eşit bulunduğuna bakar.
İster soyut, ister somut, ister Allah, ister Rahman fark etmez. (İsra suresinin sonuna bakınız!)
66- Mûsa (peygamber, yasa, düzen) ona (veli ve bilinçli metafizik şahsiyetine) dedi ki: ‘Sana doğru bir şekilde öğretilen ve doğru karar vermeye sebep olan ilmi bana da öğretesin, diye sana tabi olmak istiyorum. Ne dersin?’ ”
67- “O kul dedi ki: ‘Sen (bir beşer olarak) benimle beraber bulunmaya dayanamazsın.’”
[Sen beşer olarak veya peygamber olarak yemek, ticaret, mahkeme, devlet ve aile ile yükümlüsün. Benim ise böyle bir sorunluluğum yok. Dolayısıyla sen benimle beraber kalmaya dayanamazsın!]
68- “Nasıl olur da, yüzde yüz sana ters gelen ve gerçek mâhiyetlerini bilmediğin şeylere karşı sabredip dayanabilirsin?!”
69- “Mûsa dedi ki: ‘İnşâallah sen, beni sabreden ve hiçbir şekilde sana karşı isyan etmeyen biri olarak bulursun.’”
[Yani ben Mûsa’yım, kanun ve yasayım. Kanun ve yasanın en temel özelliği, sabretmek, ve isyan etmemektir. Bu iki özellik benim temel karakterimdir. Sen mevcut olan bu iki karakterimi bende bulacaksın. Bunlar bende sonra oluşacak şeyler değil.
Onun için âyette “setecidunî” denilmiştir.]
70- “Hızır dedi ki: ‘Eğer bana uyarsan (yani senin bana uyman zaten şüphelidir.) Hiç bir şey için beni sorguya tabi tutmayacaksın! Ta o konuda ben sana işin özünü (manasını, aslını) anlatıncaya kadar.’”
71- “Bunun üzerine ikisi yola çıktılar. Nihâyet gemiye bindiklerinde, onu deldi. Mûsa ise dedi ki: ‘İçindeki ahâliyi batırmak için mi onu deldin! Gerçekten sen asla görülmemiş, tuhaf bir şey yaptın!’”
Âyet 71’in Kelimeleri
Mûsa da, Hızır da başta insanlarla iç içe değiller. Önce yola çıkarlar. Sonra sosyal hayat gemisine binerler. İşte din ve yasa ister ki, o sosyal yapıda insanlar çokça zengin olsunlar, fakat sonsuz bilinç görür ki, bunlar çok zengin olsa, zâlim sömürgeciler tarafından yağmalanacaklar. Rahmetli Özal “Petrolümüz yok diye Allah’a şükrediyorum” demişti.
Bütün sembolik literatürde görüldüğü gibi; gemi, sosyal hayat ve sosyal örgütlenmedir. Veya sosyal hayat, deniz; sosyal örgütlenme, gemi olarak gözükür. (21. Lem’aya bakınız!)
Sosyal hayatın delinmesi, para, zenginlik ve gelirin kaybolması demektir. (Münâzarât) Demek böyle bir durum o insanların fakirliğini netice verir. Fakat onların ölümüne, gark olmasına varmaz. Tam tersi, nisbî de olsa kârda olmalarını sağlar. Evet bu durum, çokça insanî ve hukûkî olmadığından Mûsa, ona “iğrenç, tuhaf şey” demiştir.
72- “Hızır dedi ki: ‘Ben demedim mi, sen benimle bulunmaya dayanamazsın!’”
73- “Mûsa dedi ki: ‘Beni unuttuklarımla sorumlu tutma! Ve yapımdan dolayı, bana zorluk çıkarma!’”
[Burada Mûsa, yasaların iki kolay tarafını gösteriyor:
a) Kanuna karşı unutkanlığın mazeret olabileceğini,
b) Kanunların zor bir yapı oluşturmamasını...
Fakat düzenin sonsuz ve istisnasız olması, ve sonsuz bilince entegre olması için, Mûsa’nın bu iki tavsiyesi de geçerli değildir. Unutkanlık mazeret oluşturmaz. Ve kanun demek, sorumluluk ve yük demektir. Yoksa anarşi olur. ]
Bu âyetin, hark ve gark, rekibe ve sefine ve benzeri kelimeleri arasında o kadar ahenkli bir mûsiki yapı oluşuyor ki, onun tadına varmak için Arapça’yı ve yüksek dil bilgisini bilmek gerekir.
Rekibe (bindi) fiilinin sayısal değeri 222’dir. Matematiksel binişi ve katlarını hatırlatır. “Ehàraktehâ” (Onu neden deldin?) 1307 eder. İslam Âlemi’nin deliniş tarihidir. “Gark” batma manasına gelen kelime de 1300 eder.
74- “Ve yine çıktılar. Nihâyet sağlam bir erkek çocuğa rast geldiler. Hızır, hemen onu öldürüverdi. Mûsa: ‘Kısas olmadan, sağlıklı, günahsız bir kişiyi nasıl öldürürsün? Sen gerçekten çok iğrenç bir şeyi ortaya koydun!’”
75- “Hızır: ‘Ben demedim mi, sen benimle beraber gelmeye sabredemezsin!’”
76- “Mûsa: ‘İşte eğer bundan sonra bir şeyi daha sorgularsam, sen artık kesinlikle bana arkadaşlık etme! Artık benden yana mâzereti elde etmiş olursun!’”
[Bir Ara Not:
İşârî manada baba, din demektir. Dinî ilkeler baba gibi insan inancını ve kişiliğini oluştururlar. Anne ise çevre ve maddî ortam demektir. İşte eğer gerçekten bir insanın inanç değerini ve çevre imkânlarını, ve başka insanların yaşam haklarını tahrip etmeye sebep olacaksa, kanun suçu yaptıktan sonra onu idam ile cezalandırır. Fakat evrensel sonsuz bilinç ve kader —hiç bir nefsi garaz ve kin işin içine karışmadığından— önceden müdahale edebilir ki, çağlarüstü olarak insan, düşündüğünde kaderin buna benzer icraatını görür.
Fakat devlet (Mûsa ve mahkeme) suç olmadan, ceza kesemezler. Kesseler, onlar suçlu olurlar, fizik ve metafizik bilince zarar gelmiş olur.]
Dostları ilə paylaş: |